gezici festival 2011


1995 yılından bu yana amacı ülkenin ücra köşeleri de dahil yer yere filmleri taşımak ve insanları hem yerli hem yabancı filmlerle tanıştırırken hem de dünya ülkelerine yerli yapımları tanıtmak olan festival bu yıl 17. yolculuğuna çıkıyor.
paylaş:

repo! the genetic opera (2008)


Yönetmen: Darren Lynn Bousman
Senaryo: Darren Smith, Terrance Zdunich
Oyuncular: Paul Sorvino, Anthony Head, Alexa Vega, Paris Hilton
Tür: Korku | Komedi | Müzikal | Bilim-kurgu
Yıl: 2008
Süre: 98 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Ödül: 4 ödül
IMDb puanı: 6.4/10
Metascore: 32/100

Çok da ileriki yıllar değil aslında, 2050lerden bahsediyoruz. Salgın bir hastalık sebebiyle tüm dünyada insanlar ölümle yüz yüze, organlarını kullanamıyorlar. Böyle bir ortamda kurtarıcı olarak görülen bir şirket çıkagelir. GeneCo adlı bu tıp/bio-teknoloji şirketi, reklamlarıyla kendisini insanlara duyurmaya başlıyor. Kişilerin ameliyatla hasarlı organlarını değiştirmesine yönelik bu şirket, her geçen gün daha çok ameliyat yaparak kendini kuvvetlendirirken bir süre sonra sözleşme karşılığında da operasyon yapma yoluna gidiyor. Bir süre sonra tüm halk taksitle bozuk organlarını değiştirmeye başlıyor ve ölümler ortadan kalkıyor. Ama ne yazık ki taksitlerini ödeyemeyenler için garip bir öneri getiriliyor. Eğer sözleşmeli olarak organ nakli gerçekleştirmişseniz ve taksitinizi ödemiyorsanız Repo Man adındaki kişi gelip nakil edilen organı sizden geri alıyor ve doğal olarak ölüyorsunuz. Bu durumun yasallaştırılmasından sonra da Repo Man legal katil oluyor.
paylaş:

bulutlar beyazdır


Sonsuza doğru, bir parmak hareketi daha, tam ileriyi gösteren, bakışlardan kaçmak bu, bardağın üzerinde tutunmaya çalışan bir buhar yığını, aşağılara doğru süzülen…
Kanatlar açıldığında dikleşen tüyler gibi, beyaz, yere düşmekten korkan bir beden, kanayan diz kapakları, yırtık paçalar ve çamur yağmurdan sonra…
Göğe bakan gözler, oysa maviyle boyardık küçükken bulutları, gri olurlar dökülmeden toprağa…
Kaçarken geçmişimizden sahip olduğumuz kimliklere isimler takılır ve yataklardan alevler yükselir tavanlara doğru, yangın ilk perdelerden başlar…
Masanın üzerinde yavaşça ilerleyen kahve yaklaştıkça saman kağıtlara, ona çevrilen gözlerdeki donukluk, zamanın durmasıdır bu, çaresizliğimizden yorganlar yapılır sıcak tutsun diye, odayı aydınlatan mum alevinden çok içimize çektiğimiz sigaranın izmaritidir, bular kırmızıya duvarları…
Kapı eşiğinde duran ayakta insanlar belirir derinlerde, küpeler incidendir, soluk alışlar hızlı…
Kokular kalır gece yattığımızda aklımızda, yastığı ters yüz ederiz, uykuya dalmak için son dakikalarda, buram buram…
Vitrininin ardındaki yaşamlar süre gelir sokakların uçlarında, kaldırım taşlarını mesken tutmuş yağmur damlaları vardır, renkler bir de, gözyaşlarından yapılma…
İsimler silindikçe hafızalardan bitmeye başlayan anılar…
Kalemin ucundan çıkma hikayelerdir bunlar, gece gelir, güneşe yenik, gelgitler vurur kumlara, diplerde başlar mutluluklar, tepelerde biter…

paylaş:

16. uluslararası ankara tiyatro festivali


Bu yıl 18-28 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek olan festival çok renkli geçeceğe benziyor. Bilet fiyatlarının biraz yüksek olduğunu düşünmekteyim, sonuçta “yaşanılır bir dünya için sanat” sloganı yazılıyorsa ve normalde Devlet Tiyatrolarındaki oyunlar beş lira civarında oluyorsa, festival için biraz abartı kaçmış gibi duruyor. Yine de koltuk doluluğu bir hayli fazla.
İyi vakit geçirmek için güzel bir fırsat.
Festival programı, yerler, saatler ve bilet fiyatları ise şöyle: 
paylaş:

en iyi 50 uyarlama film


Kitaptan uyarlama filmlerdeki genel kanı duyguların tam olarak verilemediği ve kitaptaki bölümlerin kesilerek film içinde yer almaması yönünde. Hal böyle olunca kitabı okuyanların filmden zevk alması biraz güçleşiyor. Tabii apayrı iki dünyadan bahsediyoruz. Ama kitabı okuduktan sonra filmi izleyince eğer istediğimizi bulursak yahut bizim hayal dünyamızda yarattığımız karakterlere ve ortama benzer bir görsellik fark ettiğimizde izlediğimiz filmden muhteşem bir zevk alırız. Bu listenin konusu da en iyi uyarlamalar. Total Film seçmiş, biz de yayımlamak istedik. Sıralama çok önemli değil bu durumlarda, buradaki amaç izlemediğiniz bir film varsa bunun hakkında bir fikir sahibi olmak.
İşte bahsi geçen filmler:
paylaş:

what's eating gilbert grape (1993)


Yönetmen: Lasse Hallström
Senaryo: Peter Hedges(roman)
Oyuncular: Johnny Depp, Leonardo DiCaprio, Juliette Lewis
Tür: Dram | Romantik
Yıl: 1993
Süre: 118 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Ödül: Oscar adaylığı, 5 ödül, 1 adaylık
IMDb Puanı: 7.8/10


Samimi olduğu kadar duygu yüklü olan film, intihar ederek hayata veda eden bir eşin ardından depresyona girerek oturduğu koltuğa çakılı kalmış şekilde yaşayıp obez olan bir annenin, dış görünüşü pek önem veren şımarık bir kız kardeşin, evin işlerini üstlenmiş ve bu uğurda neredeyse evde kalma yaşına ilerleyen bir diğer kız kardeşin ve on sekiz yaş gününe az bir süre kalmış zihinsel özürlü bir erkek kardeşin tüm sorumluluğunu üstlenen Gilbert’ı konu edinir.
Aynı annelerinin koltuğa çakılı kalması gibi onlar da yılın bir döneminde kampçıların uğradığı küçük bir kasabaya çakılıp kalmışlardır.
paylaş:

my own private idaho (1991)


Yönetmen: Gus Van Sant
Senaryo: William Shakespeare (oyun), Gus Van Sant
Oyuncular: River Phoenix, Keanu Reeves, James Russo
Tür: Dram | Romantik
Yıl: 1991
Süre: 104 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce, İtalyanca
Ödül: 11 ödül, 4 adaylık
IMDb Puanı: 7.0/10
Metascore: 77/100

Kendinizi bir yerlere ait hissetmediğiniz anlar olur zaman zaman ve amacınızın peşinden koşturduğunuz sürece yaşamaya devam edersiniz. Bu koşuşturmacada en yakınlarınız ya da sevdiğiniz insanlar bile sizi yarı yolda bırakabilir ki bu önünüze çıkan engellere göre size en büyük acıyı veren olur. Güvendiğiniz insanlar ve arkanıza bile bakmayacaklarınız, hepsi ama hepsi aynı kefeye sığmaya çalışan ama her zaman sizin gözünüzde farklı değerler biçtiğiniz varlıklar.
My Own Private Idaho’da da buna benzer bir konu işleniyor aslında. İki başkaraktere sahip film Mike ve Scott üzerinden sunuluyor seyirciye lakin her ne kadar iki başkarakter bulunsa da filmde asıl karakter Mike oluveriyor daha ilk sahnede. 
paylaş:

patika


Kayalıklara çarpan denizin yüzü duyulan uzaklardan, kar yağmaya başlaması için benim uykuya dalmam gerekli. Yavaşça sırtımı koyduğumda yatağa, gözlerim daha da ağır şekilde kapanıyor, uzadıkça uzuyor saniyeler.
Armoni yükseliyor, sesler patır patır düşüyor yerlere, kırmızılar süslüyor asfaltları, sokaklarda kaldırım taşları ve uçuşuyor havada, kargalar yedikleri solucanları kusuyorlar bebeklerinin ağızlarına, toprağın altında bir kıpırdanış, olmayacaklar da olmamalı madem ve makaslar girdikçe etin içine, iç çekişlere karışan gözyaşları süzülen yanaklardan, öpülüyor, sesler geliyor dışarıdan, çoktan kar başladı ve uğulduyor gök.
Uzaklara bakan pencerenin önünde duruyorum, dışarıda bir pembe, içeride iki ton açığı, soluk alışlar ortadan kayboluyor, ses yok gibi, kulaklarım duyuyor hâlbuki. Yalın ayak daha önce görmediğim bir patikadan iniyorum, üşüyorum aynı zamanda, üzerimde ince bir hırka. Donmuş yeşilliklere basan ayağımın altında ezilenlere acımıyorum oysa, içim hafifliyor.
Düşmemek için atlamıyorum da oradan buradan, ayaklarım yere değiyor, soğuk.
Balkonda beni izleyen birinin olmasını isterdim arkamı döndüğümde, yavaşça süzülüyorum aşağılara doğru. Sahilin kumlarını ısıtan deniz suyunu görüyorum, biraz ilerisinde tutan karı ve beyazlığı asfalt üstlerindeki kırmızılığa inat. Bir taraf beyaz, bir taraf gri, bulutlar görülmüyor, kar taneleri var bir de değmemeye çalışarak birbirine uçuşup duruyorlar.
paylaş:

el espinazo del diablo (2001)


The Devil’s Backbone

Yönetmen: Guillermo del Toro
Senaryo: Guillermo del Toro, Antonio Trashorras, David Muñoz
Oyuncular: Marisa Paredes, Eduardo Noriega, Federico Luppi, Fernando Tielve
Tür: Fantastik | Korku | Gizem | Gerilim
Yıl: 2001
Süre: 106 dak.
Ülke: İspanya, Meksika
Dil: İspanyolca
Ödül: 6 ödül, 7 adaylık
IMDb Puanı: 7.6/10
Metascore: 77/100

İspanya’da iç savaşın süre geldiği yıllar, yetimhanede bir çocuğun öldürüldüğü gece bahçeye düşen ve patlamayıp çakılan bir bomba sahnesiyle başlıyor film. Babası cephede ölmüş ama bunu bilmeyen Carlos isimli çocuğun da bu yetimhaneye getirilmesiyle devam ediyor. Carlos çizgi romanları okumaktan ve bulduğu garip eşyaları, salyangozları küçük kutusunda biriktiren bir çocuk. Getirildiği yetimhane de ise bir süreliğine kalacağını düşünüyor. Yetimhanenin müdürü bir ayağı olmayan Carmen isimli bir bayan, yetimhanenin doktoru ise yaşlı bir adam. Doktor yetimhaneye para getiren, henüz omurgası oluşmamış ceninleri içindeki rom ve değişik baharatlarla saklı tuttuğu bir içecek hazırlıyor ve bunu kasabada satıyor. Bu içeceğin değişik sorunlara iyi geldiği söyleniyor, film de ismini bu içecekten alıyor bir nevi.
paylaş:

frequency (2000)


Yönetmen: Gregory Hoblit
Senaryo: Toby Emmerich
Oyuncular: Dennis Quaid, Jim Caviezel, Shawn Doyle, Elizabeth Mitchell
Tür: Suç | Dram | Bilim-Kurgu
Yıl: 2000
Süre: 118 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Ödül: Golden Globe adaylığı, 2 ödül, 6 adaylık
IMDb Puanı: 7.3/10
Metascore: 67/100


Polis memuru olan John 30 yıl önce babasını kaybetmiştir, evin içinde eşyaları kurcalarken eski zamanlarda kullanılan bir çağrı cihazı benzeri alete eli dokunur ve radyonun frekansını değiştirir gibi kurcalarken garip bir şey meydana gelir. 30 yıl önce ölen babası geçmişte bu aleti kullanırken bir anda gelecekteki oğluyla konuşmaya başlarlar.
paylaş:

fear and loathing in las vegas (1998)


Yönetmen: Terry Gilliam
Senaryo: Hunter S. Thompson (kitap), Terry Gilliam, Tony Grisoni, Tod Davies, Alex Cox
Oyuncular: Johnny Depp, Benicio Del Toro, Tobey Maguire, Cameron Diaz, Christina Ricci
Tür: Macera | Dram
Yıl: 1998
Süre: 118 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Ödül: 1 ödül, 1 adaylık
IMDb Puanı: 7.6/10
Metascore: 41/100

Bu film bir acayip.
Panik atak benzeri halüsinasyonlar, şizofreni tripleri, buğulu bakışlar, dumanlı kafalar, iki kaçığın yol maceraları ve başarılı bir kötü film. Kıyak konuşmalarıyla insanı delirten hatta uyuşturucuyu özendiren bir yapım, e zaten film süresince içilen sigara sayısı bile bunu destekler nitelikte, tabii benim dediğim bir karalama değil, yanlış anlaşılmasın. Lakin uyuşturucuyu kötülemek gibi bir amaç gütmediği kesin.
paylaş:

the loved ones (2009)


Yönetmen: Sean Byrne
Senaryo: Sean Byrne
Oyuncular: Xavier Samuel, Robin McLeavy, Victoria Thaine
Tür: Dram | Korku | Gerilim
Yıl: 2009
Süre: 84 dak.
Ülke: Avustralya
Dil: İngilizce
Ödül: 2 ödül
IMDb Puanı: 6.8/10

Aslına bakılırsa piyasada pek çok benzeri bulunan bir film olmasıyla beraber yine de kendini izletmeyi başarabilen filmler kategorisine sokabiliriz bu filmi. İşkence severler her ne kadar denildiği gibi çokça benzeri bulunsa da seveceğini düşünüyorum.
Konu ise kısaca şöyle, ilgiye muhtaç bir kız, daha doğrusu hoşlandığı çocuk tarafından sevilmeyi bekleyen bir kız ve kızının bu durumunu gören ve onun mutlu olmasını isteyen bir baba mevcut bu filmde. Hoşlandığı çocuğu bir şekilde kaçırır ve evinde küçük bir partiyle eğlenmeye çalışır. Psikolojisi öyle bozuktur ki bu aile bireylerinin eğlence bir süre sonra işkenceye dönüşür. 
paylaş:

christiane f. - wir kinder vom bahnhof zoo (1981)


Yönetmen: Uli Edel
Senaryo: Kai Hermann(kitap), Horst Rieck(kitap), Uli Edel, Herman Weigel
Oyuncular: Natja Brunckhorst, Thomas Haustein, Jens Kuphal
Tür: Biyografi | Dram
Yıl: 1981
Süre: 138 dak.
Dil: Almanca
Ülke: Batı Almanya
Ödül: 2 ödül
IMDb puanı: 7.6/10

Okudunuz mu ya da hatırlar mısınız bilemiyorum, ilkokul son sınıflarda ya da lisede herkesin elinde gezdirdiği bir kitap vardı: Eroin. Hatta bu kitabı edebiyat öğretmenleri ya da büyükler, okuyalar eroinin ya da bu belaya benzer diğer uyuşturucuların insan hayatına ne gibi zararlar getirdiğini öğrenmek ve hiçbir zaman denemek olsa bile başlanılmaması gerektiğini göstermek için diğer kişilere/öğrencilere önerirdi. İşte o kitaptan uyarlama olan bu film de kitap gibi aynı etkiyi gösterdiği söyleniyor, sinemaya aktarım konusunda başarılı sayılıyor. Kitabı okumadım ama bu kişilere benzer oyuncuları bulup filmde oynatmaları konusunda söylenenlere katılıyorum.
paylaş:

2011 yazının en iyi 11 filmi


Soğukları iliklerimizde hissettiğimiz şu günlerde belki de düşlediğimiz yeniden yaz sıcağında sokaklarda dolaşmak ya da buz gibi denizin içinde ferahlamak. Azıcık güneş çıktığında bile kendimizi dışarıya atıyorsak en azından yazın özlemini çekiyoruzdur. Neyse, konumuz yaz sıcakları değil, kışa yaklaşırken 2011in yazında bizleri sinema salonlarına sürükleyen ya da en azından kiralayıp/indirip evde izlediğimiz filmler. Film School Rejects de boş durmamış 2011 yazındaki en iyi 11 filmi belirlemiş. Bazılarını şu an izliyoruz bizler lakin yine de ne izlesem ki bu yılın filmlerinden sorusuna bir öneri niteliğinde. İşte o sıralama:
paylaş:

the last house on the left (2009)


Yönetmen: Dennis Iliadis
Senaryo: Adam Alleca, Carl Ellsworth, Wes Craven(ilk versiyon)
Oyuncular: Garret Dillahunt, Monica Potter, Tony Goldwyn
Tür: Dram | Korku | Gerilim
Yıl: 2009
Süre: 110 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Ödül: 1 ödül, 1 adaylık
IMDb puanı: 6.6/10
Metascore: 42/100

Öncelikle belirtmek isterim ki 72 yapımı orijinal versiyonunu izlemedim, ilk yapım IMDb üzerinden 5.9 puana layık görülmüş. Şöyle bir şey de söylersek istisnaların dışında olarak yeniden bir çekim olarak hem de korku-gerilim türünde yer alan bir filmin 6.6 puan alması iyi bir başarı kabul edilebilir en azından puanına bakarak ilk elemeyi yapan izleyiciler için. Gerilim ve korkudan beklenen eğer filmin izlenirken başınızı çevirmenize sebep vermesi ve de arada bir “hih” deyip yerinizden hafif hoplatmasıysa evet bunu kısmen de olsa başarıyor bu film. Her ne kadar çok ahım şahım bir konusu olmasa da izledim zamanım boşa gitmedi diyebiliyorsunuz. Tabii bu söylenenler tamamıyla göreceli kavramlar, filmi çok klişe de bulabilirsiniz, hele hele ilk çekimi izlediyseniz, olmamış bile diyebilirsiniz. Takdir size kalmış.
paylaş:

sayfa 53


İncir aslında güzel bir meyvedir.
Sapkınlığımızın mükâfatı cehennemse bu dünya, biz acizlerin anlaşılmak için kıvrandığı anlamak istemeyenlerin karşısında, haritada bir nokta bile etmeyen bizler, yakıştırmalarda bulunduğumuz bu boşlukta aslı dünyada, sonunu hiçbir zaman göremeyeceğimiz kara asfalt kaplı otobanlarda ömrümüz el verdiği kadar yürümeye cesaret ediyoruz.
Gece çoktan gündüz karşısında galip…
Destenin içinde sahiplerini bilmediğimiz ellerle bir bahisten öte geçemiyoruz oysa. Yürürken burnumuza gelen acı kömür kokusundan, yanımızda en azından birer eldiven getirmeyi akıl edecek kadar beynimiz çalışıyor. Halimize gülen varlıkların oluşu kaçınılmaz hâlbuki. Aksini iddia ettikçe günaha giriyoruz.
Yutkunurken boğazımızdan geçen mantarın bıraktığı acıdan anlıyoruz azıcık üşüttüğümüzü yahut birlikte olmamak için boğaz acımızı bahane ediyoruz. Düşüşümüzün sebebi kaldırımlar değil, birileri ayağımızı kaydırmıyor, aksine biz düşmemek için tutunduğumuz kişilerin ayaklarına dolaşıyoruz.
Sayfa 52, “…mutlak bir dehşet ifadesi!” ya da “…altı yaşında babasının serbest bırakılması için mahkemelerde ricada bulunurmuş.” ya da “…sahipliği yapar.” ya da “…Pru’yu ırgalamıyordu açıkçası.” ya da “…gülerek-”…
Kendi sayfamıza geldiğimizde üç noktayı koymadan önce uzunca düşünüyoruz, ardına yerleştireceğimiz birkaç kelime bulmak zorlaşıyor, 53. Sayfaya atlamak yerine kapağımızı kapatıyoruz.
Geceleri çok da fark etmiyor yaprakların rengi, ışık olmayınca bulutların ardına saklanan aya suç bulamıyoruz, gözlerimizi kapatsak kayboluyor birden nasılsa, gölgemiz uzadıkça uzuyor yanımızdan geçen farla, sonrasında sağımızdan kıvrılıp yok oluyor. Arkamıza bakmaya cesaret edemiyoruz.
Bir alışveriş mağazasının tuvaleti kapılarını açtığında bizlere, cennete girmiş gibi seviniyoruz hoş kokulardan, sifonu çekene kadar tedirgin oluşumuz arkamızda bırakacağımız ışıktan ama biz hala gecenin altında, tepelere kurulu yollardayız. Solumuzdan arabalar geçtikçe sesi duyuyor, varlığımızı hatırlıyoruz. Yutkunsak aslında, şimdiye kadar çektiğimiz acıların yanında ufacık bir çentik gibi kalacak. Kafamızı duvara dayadığımız an karşımızda oturanın surat ifadesindeki değişimi görememek görmekten daha utanç veriyor belki. Eller bazen gözlerin önüne çekilen barikat olabiliyor.
Rüzgârın uğultusu çıkarken dalların arasından ve geldikçe kömür kokusu burnumuza, hep o kullandığımız çoğul kavramlar uçuveriyor, aslında sadece bir kişiyiz, anlattıklarımızı kime anlatıyoruz, kime anlatmaya çalışıyoruz ki, biz çoktan tek başımıza kalmışız. Fayda da etmiyor kendimizle konuşmak, aynanın karşısına geçip aksimize yumruk atanlarız.
Düşmemizin sebebi de kelebekler, her zaman birilerinin yakamızdan tutup insanlara yukarılardan bakmamızı sağlayan altıncı katlara bizi geri çekeceğini düşünüyoruz, kendimize yediremesek de kelebek değiliz, düşeriz. Geçmişi gösterdiğimiz parmak ucumuzun önündeki arkamızda, bizi tutacaklar yok, birilerinin halimize güldüğüne adımız gibi eminiz, oysa onlar arkamızdan ağlamak için bekliyorlar.
Kafamızı pencereden çıkarmak için hava çok soğuk ya da içinde bulunduğumuz otomobil çok hızlı ilerliyor. Saymakta güçlük çektiğimiz trafik lambalarının boyunlarının eğikliğini bize acımalarına yormamak gerek, kesikli yol çizgilerini düz bir çizgiye indirgeyenler onlar. Nereye gittiğimizi de sormadık henüz kendimize, yollar nasıl olsa hiç bitmiyor.
Ayağımızın altında ezilen meyvelerin yumuşak hissi bizi kendimize getiren, biz dayansak da esen uğultuya tutunamayıp kendini yere bırakanlar var. Ortada ne bir ışık ne de biz, sadece kendimiz ve ayağımızın altında asfalt. Gelmişiz, oturmuşuz birilerinin karşısına kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Aynanın karşısına geçip kendimize bakabildiğimizde tüm sorunun ortadan kalkacağına da inanmak istiyoruz. Biz sadece düşlerin üzerimizi örtmesini beklerken aklımıza bir de toprak karışıyor, kalkmak istediğimizde kalkamıyoruz yattığımız yerden hâlbuki toprak çok güzel kokar yağmurda. Denemekten yorulmayan bedenimiz, sifonu çekmesini de biliyor, sayfayı çevirmesini de.
Sayfa 53, incir aslında güzel bir meyvedir.


Fotoğraf buradan alınmıştır.
paylaş:

self medicated (2005)


Yönetmen: Monty Lapica
Senaryo: Monty Lapica
Oyuncular: Monty Lapica, Diane Venora, Michael Bowen
Tür: Biyografi | Dram
Yıl: 2005
Süre: 107 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Ödül: 25 ödül, 1 adaylık
IMDb Puanı: 6.5/10
Metascore: 51/100

Babasının ölümüyle hayatı başka diyarlara sürüklenmeye başlayan 17 yaşındaki Andrew, annesiyle birlikte yaşayan, zeki bir çocuktur. Bir dönem karnesinde A’lar ile ailesini sevindirmiştir bile. Lakin babasının ölümü onu bunalıma sokmuş ve babasının ölümünü kabullenmeyen genç için hayat ot, içki, uyuşturucunun verdiği hazdan fazlası değildir.
Kocasının ölümüyle kullandığı depresyon haplarının haddi hesabı olmayan anne karakteri ise aslıda çocuğundan çok da farksız değildir. Aralarındaki tek fark, anne karakteri kullandığı hapları legal yollarla, yeşil reçete ile alırken çocuk ise illegal yolları tercih eder. Her geçen gün hayatları daha da kötüye giden aile, her deneme de aralarındaki bağın daha da zayıfladığını görür. 
paylaş:

river's edge (1986)


Yönetmen: Tim Hunter
Senaryo: Neal Jimenez
Oyuncular: Crispin Glover, Keanu Reeves, Ione Skye, Dennis Hopper
Tür: Suç | Dram
Yıl: 1986
Süre: 99 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Ödül: 3 ödül, 5 adaylık
IMDb puanı: 7.0/10

Geri plana atılmış iyi bir film olma özelliği taşıyan River’s Edge, bir grup lise öğrencisinin başından geçen bir cinayeti ve bu durum karşısındaki davranışlarını inceliyor. Grup içinden birinin kız arkadaşını öldürüp bunu diğer arkadaşlarına söylemesiyle başlayan olay, kişilerin bu duruma nasıl yaklaştığını ve bundan sonraki davranışlarını çözümleyerek devam ediyor.
Aslında film cinayetten ve cinayetin işlenmesinden çok kişiler üzerindeki etkilerine değiniyor. Film cinayet etrafında bile ilerlemiyor. Bu sebeple oyuncuların performansları ve filmdeki diyaloglar gerçekten iyi. Bundan sonrasında ise arkadaşlık kavramını çokça izliyoruz.
paylaş:

asla yeniden çekilmemesi gereken 30 film



İzlediğimiz bir filmden sonra acaba bu filmi tekrar çekseler nasıl olur diye merak ederiz ya ve bazen de yeniden çekim bir film izlediğimizde orijinalinin yerini tutmadığını görürüz yahut yeniden çekim versiyonunu daha çok beğeniriz. İşte Total Film de kendi çapında bir liste oluşturmuş, konu ise yeniden çekilmemesi gereken filmler. Listede bu konuya ait 30 film bulabilirsiniz. Listenin altındaki linkten ise neden bu filmlerin yeniden çekilmemesi gerektiğini okuyabilirsiniz.
İşte bahsi geçen 30 film:
paylaş:

gummo (1997)


Yönetmen: Harmony Korine
Senaryo: Harmony Korine
Oyuncular: Nick Sutton, Jacob Sewell, Lara Tosh
Tür: Dram
Yıl: 1997
Süre: 89 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Ödül: 4 ödül ve 2 adaylık
IMDb Puanı: 6.1/10

Pembe tavşankulağı takmış, tuvalette akordeon çalan yarı çıplak bir çocuk, meme uçlarına bant yapıştırıp çekmeyle memelerini büyütmeye çalışan iki kız, sokaklardan topladıkları kedileri suda boğan ya da tabancalarıyla öldürüp kilo başına Çin restoranlarına satan ve kazandıkları parayla özürlü kardeşini satan adama gidip özürlü bireyle ilişkiye giren iki genç, tornadonun etkisiyle mahvolmuş bir kasaba ve bu yıkımdan sonra normal insan yaşantısı formundan yavaş yavaş uzaklaşan insanlar, akıllara zarar, sinir bozucu, farklı bir film.
paylaş:

Dünya Çeviri Günü kutlu olsun: Ölüm Pornosu'nun çevirmenine 3 yıla kadar hapis isteniyor!


İstanbul Basın Savcılığı Chuck Palahnıuk’un ‘Ölüm Pornosu’ isimli kitabıyla ilgili bir soruşturma başlatmış, kitabı T.C. Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu Başkanlığı’na göndermişti. Soruşturma sonrası Türkçeye tercümesini yapan Funda Uncu ile kitabı yayınlayan Ayrıntı Yayıncılık’ın sahibi Hasan Basri Çıplak hakkında 6 aydan 3 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Davanın "30 Eylül Çeviri Dünya Çeviri Günü"ne denk gelmesi hayli ironik!

İstanbul Cumhuriyet Savcısı İsmail Onaran’ın hazırladığı iddianamede, kitapta cinsel organlara kadar detaylara yer verildiği ve bu anlatımların kitabın birkaç yerinde değil tamamına yakın bölümde bulunduğunu belirtildi.

Kitap üzerinde yaş uyarısının bulunmadığını ve bu nedenle küçük yaştaki çocukların ulaşabileceğinin dikkate alınarak, kitabın T.C. Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu Başkanlığı’na gönderildiği vurgulandı.

İddianamede kurul tarafından yapılan incelemenin sonucu da yer aldı. İnceleme sonrasında söz konusu kitapta birçok gayri ahlaki ve edebi olmayan anlatımların bulunduğu ifade edildi. Kitabın asıl ağırlığının cinselliğe yöneltilmiş olduğu ve bu nedenle toplumun ahlak yapısı ile bağdaşmadığı bu hali ile de müstehcen bulunduğu belirtildi. İddianamede, yine Muzır Kurul raporundaki ifadelerle, ülkelerin ahlak anlayışlarının birbirinden farklılık gösterdiğinin bir gerçek olduğu, kitabın hiçbir uyarı yapılmadan satışa sunulduğu ve çocuklara ulaşmasını engelleyecek hiçbir önlem alınmadığı dolayısıyla suçun oluşumu için yeterli olduğu vurgulandı. Muzır Kurul'un yetişkinler için hazırlanmış bir kitap için traji-komik raporu ilgili haberi ve raporun tümünü bu haberimizde görebilirsiniz: İşte Ölüm Pornosu Raporunun Tamamı!

Yayınevi sahibi Hasan Basri Çıplak alınan ifadesinde suçlamaları kabul etmediğini belirtti. Çıplak, yazarın dünyaca ünlü bir kişi olduğunu, eserde pornografinin değil kadının bir meta olarak kullanılmasının eleştirildiği, yayın evlerinde bu yazarın basılan onuncu kitabı olduğunu belirtti. Kitabın tercümanı Funda Uncu ise alınan ifadesinde kendisinin çevirmenlik yaptığını Ayrıntı Yayınevi’nde yazarın sekiz adet kitabını çevirdiğini eserin kendisinin tercüme ettiğini görevinin kendisine teslim edilen eserin aslına sadık kalarak tercüme etmek olduğunu ve mesleğini icra ettiğini belirtti.


paylaş:

this is england (2006)


Yönetmen: Shane Meadows
Senaryo: Shane Meadows
Oyuncular: Thomas Turgoose, Stephen Graham, Jo Hartley
Tür: Suç | Dram
Yıl: 2006
Süre: 101 dak.
Dil: İngilizce
Ülke: Birleşik Krallık
Ödül: BAFTA Film Award, 8 ödül ve 14 farklı adaylık.
IMDb puanı: 7.8/10
Metasore: 86/100

Faşizmi anlatan diğer filmlere nazaran farklı üslubuyla duruşunu belli eden bir film This is England. Çünkü faşizmi anlatırken bunda kötü bir hal varmış gibi anlatmıyor aksine insanlar faşizmin arkasına saklandıklarında elde edeceklerini, duygularını, kendilerini motive ediş şekillerini inceliyor. Üstelik bahsi geçen insanlar gerçekten yaşadıkları vatanı bu kadar çok seviyor mu, bu yüzden mi yabancılardan nefret ediyorlar yoksa kendilerindeki savaşma arzusundan mı bu nefret doğuyor, bu nefret insanoğlunda nasıl bu derece ileri seviyede olabilir gibi soruları da sormaktan çekinmiyor. Üstelik filmin başlarında avlanmaya gittiklerindeki yakma yıkma arzuları ve bundan zevk almaları bunu düşünmemize de sebep oluyor.
paylaş:

2010un en iyi 10 korku filmi


2010 yapımı korku filmlerine değinen Film School Rejects ekibi izlenilen filmlere ayrı yorumlar getirirken en iyi 10 filmi de sıralamış. Listede gördüğümüz ve ilkten “bu korku filmi mi?” diye tepki verdiğimiz Black Swan için ise muhtemelen böyle tepkilerin geleceğinden ötürü korku filminin aslında ne demek olduğunu açıklamış ve bu yüzden bu filme de korku filmi diyebiliriz demiş. Belki gerilim demek daha doğru olur, neyse.
İşte bahsi geçen 10 film:
paylaş:

en iyi gençlik filmleri (2000-09)


Listenin konusu bu kez gençler. Argo konuşmaları, rekabetçi davranışları, ergen tavırlarıyla beyaz perdeyi süsleyen bireyler.
Film School Rejects seçkisiyle 2000lerin başlarındaki en iyi gençlik filmleri:

paylaş:

la fille sur le pont (1999)


The Girl on the Bridge.
Yönetmen: Patrice Leconte
Senaryo: Serge Frydman
Oyuncular: Vanessa Paradis, Daniel Auteuil
Tür: Komedi | Dram | Romantik
Yıl: 1999
Süre: 90 dak.
Ülke: Fransa
Dil: Fransızca, İtalyanca, azıcık Türkçe
Ödül: Golden Globe adaylığı, 5 ödül, 15 farklı adaylık
IMDb Puanı: 7.5/10
Metascore: 75/100

22 yaşına 2 ay kalmış Adèle’in yaşamındaki birkaç ayının anlatıldığı söyleşi benzeri konuşmayla başlar filmimiz. Şanstan bahseder ve kötü talihin hiç yakasını bırakmadığını ifade eder, ağlar da. Onun istediği sevmek ve sevilmektir sadece. Ama başarısız olunan ilişkileri onu sona doğru sürüklemiş kendisini en sonunda bir köprüde bulmuştur. Ama anlatıldığına göre köprüler bu hayattan kurtulmak için uğrak yerlerden biridir. İnsanın ölümle yaşam arasında gelip gidişi belki de suyun suokluğunu düşünmesiyle ortaya çıkar. Hâlbuki tek yapması gereken ellerini bırakıp gözlerini yummasıdır. Üstelik insanoğlu önüne sunulanlardan ders de çıkarmalıdır ve bu Adéle için pek de mümkün sayılmaz. Sürekli yeni bir ilişki dener, onu sevebilecek, Bay Doğru’yu arar durur. “Gerçek mutluluğu hiçbir zaman yakalayamadım.” der.
paylaş:

en iyi 50 bağımsız film


Total Film’den Simon Kinnear’ın hazırladığı bir listeyle karşınızdayız. Bir süre önce en iyi 15 miramax filmi’nden bahsetmiştik. Listeyi hazırlayan Film School Rejects’ti. Bu kez ise Total Film’in özgün seçkisiyle en iyi bağımsız filmlere göz atıyoruz. Tabii her ne kadar kendini kanıtlamış bir site/dergi olsa da listede kişisel görüş kokusu almamak güç. O sebeple sıralamadan çok izlenecek filmler için bir örnek niteliğinde olduğunu düşünerek paylaşmaya karar verdik.
İşte bahsi geçen 50 bağımsız film:


50. Living in Oblivion (1995)
49. Roger Dodger (2002)
48. Piranha (1978)
47. American Splendor (2003)
46. Napoleon Dynamite (2004)
45. Primer (2004)
44. Safe (1995)
43. Killer of Sheep (1977)
42. Juno (2007)
41. The Station Agent (2003)
40. Gummo (1997)
39. My Own Private Idaho (1991)
38. Happiness (1998)
37. Secretary (2002)
36. Swingers (1996)
35. Winter’s Bone (2010)
34. Spanking The Monkey (1994)
33. Kids (1995)
32. Slacker (1991)
31. Lone Star (1996)
30. Pink Flamingos (1972)
29. Stranger Than Paradise (1984)
28. Pi (1998)
27. THX-1138 (1971)
26. The Passion of the Christ (2004)
25. She’s Gotta Have It (1986)
24. Lost in Translation (2003)
23. The Last Seduction (1994)
22. Grosse Pointe Blank (1997)
21. El Mariachi (1992)
20. A Woman Under The Influence (1974)
19. Sideways (2004)
18. The Evil Dead (1981)
17. Rushmore (1998)
16. Clerks (1994)
15. Being John Malkovich (1999)
14. The Texas Chainsaw Massacre (1974)
13. The Usual Suspects (1995)
12. Hallowe’en (1978)
11. Donnie Darko (2001)
10. Blood Simple (1984)
9. The Blair Witch Project (1999)
8. The Terminator (1984)
7. Mean Streets (1973)
6. Eraserhead (1977)
5. Memento (2000)
4. sex, lies and videotape (1989)
3. Easy Rider (1969)
2. Night Of The Living Dead (1968)
1. Reservoir Dogs (1992)



paylaş:

benim hüzünlü orospularım | gabriel garcía márquez


Dünya üzerinde çok seneler geçirmiş, gezmiş, tozmuş, eğlenmiş, yemiş, içmiş ve doksan yaşına gelince kendine şöyle körpe bir bakire hediye etmek istemiş birini hayal edin. Sizce nasıl olur? Asıl soruya gelelim; peki bu vatandaş bu on dörtlük bakire kıza âşık olursa neler olur? Bunu nasıl karşılarsınız, sapıkça mı? Olmaz mı böyle bir şey, yoksa komik mi olur? Akla pek yatkın değil mi yoksa?
Elimizde tuttuğumuz kitap 1982 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Gabriel García Márquez’e ait.
Başkarakterimiz, parasını vermediği sürece bir kadınla beraber olmamış bir gazeteci, zamanın tutsağı olmuş ve nice yaşlar geçirmiş biri. Yalnızlığını işte bahsi geçen kadınlarla tamamlamaya çalışan biri aynı zamanda. 90 yaş da çoğu kişiye nasip olmayan bir rakam ve karakterimiz de buna özel bir hediye vermek ister kendine, 90 yaşa uygun bir hediye. Tanıdık bir genelev patroniçesini arar ve el değmemiş birini ister yeni yaşının şerefine. Kadın da bu yaşlı adamın dileğini kırmayarak on dördünde el değmemiş bir kızı karşına çıkarır. Lakin yaşlı amcamızın bu yaşına kadar hissetmediği duygular ölüme bu kadar yaklaşmışken düşüverir yüreğine. Küçük bayanı seyretmekten başka bir şey yapamaz, kıyamaz belki, belki de buna aşk deniyordur onun mısralarında. Kendi kaderine boyun eğmeye mahkûm ihtiyar delikanlımız, bu zamana kadar tatmadığı duyguların minnettarlığını yaşamaktadır böylelikle.
paylaş:

big fish (2003)


Yönetmen: Tim Burton
Senaryo: Daniel Wallace(roman), John August
Oyuncular: Ewan McGregor, Albert Finney, Billy Crudup, Helena Bonham Carter
Tür: Macera | Dram | Fantastik
Yıl: 2003
Süre: 125 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Ödül: Oscar adaylığı ve 32 farklı adaylık
IMDb Puanı: 8.0/10
Top 250: #225
Metascore: 58/100

Adamın biri o kadar çok öykü anlatır ki kendi de öykü olur, öyküler ondan sonra da anlatılır böylece ölümsüz olur.
Tim Burton’ın Big Fish’i tam anlamıyla ılık, sevecen, şaşırtıcı, renkli, dopdolu ama tek kelimeyle ifade edilecek olsa sanırım bunu karşılayan sıfat “masalsı” olurdu.
İçinde birkaç film çıkacak düzeyde konu barındırmasıyla da anlatılacak öykünün doyuruculuğu seyirciyi tatmin ediyor.
paylaş:

reprise (2006)


Yönetmen: Joachim Trier
Senaryo: Joachim Trier
Oyuncular: Anders Danielsen Lie, Espen Klouman-Høiner, Viktoria Winge
Tür: Dram
Yıl: 2006
Süre: 105 dak.
Ülke: Norveç
Dil: Norveççe
Ödül: 12 ödül, 5 adaylık
IMDb puanı: 7.3/10
Metascore: 79/100

Başarısızlıklardan yılmadan ilerlemeyi bilen, düştüğünde ağlamadan kalkabilen ve yeniden düşmekten de korkmayan iki yakın arkadaş, yazar olmayı kafaya koyduklarında ellerindeki taslakları yayınevlerine gönderirler. Erik olumsuz cevap alırken, Phillip ise bir anda yazar olur.
Kitabı basıldıktan sonra psikolojisindeki bozuklukları kaldıramayan Phillip hastaneye yatırılır. Bu süre zarfında sevgilisi Kari’nin ziyarete gitmesi Phillip için iyi olmayacağı söylenir. Denildiğine göre Kari, Phillip üzerindeki bu psikozu olumsuz yönde etkiler.
paylaş:

Fransız Filmlerinden Nefret Edenler İçin On Bir Fransız Filmi



Aşağıda okuyacağınız yazı Film School Rejects adlı siteden alıntıdır. Bizlerin Amerikan filmlerini yakından takip etmemiz ve dili "ingilizce" olmayan ya da Amerikan yapımı olmayan filmlere karşı ön yargımız olduğunu düşündüğüm için yayımlamak istedim. Fransız filmlerine karşı olan görüş ise Amerikanlardan pek de farksız değil.
İyi okumalar...
paylaş:

düşüş | albert camus


Saygın bir avukat ve burjuva ortamına söylenen bir küfür, Amsterdam’da bir barda otururken hatırlanmaya çalışılan bir geçmiş, belirsizliklere dönüşen kesinlikler, başarı gibi lanse edilen başarısızlıklar…
Taşın altına koymamız gereken ellerimiz ve kendimizi okuduğumuz bir roman; 1957 Nobel Edebiyat sahibi Albert Camus’nün Düşüş’ü.
Parisli, işinde başarılı, elit yaşamları adalet önünde savunan, çapkın kişiliği de azımsanmayacak bir kişi o. Elitliği, soyluluğu, başarıyı, çaresizliği sorgulamayan bir düşen, aynı bizler gibi. Ahlak anlayışını sivri bir dille alaya alan bir kitap.
Kitap, “Size hizmetlerimi sunabilir miyim, bayım, canınızı sıkmadan? Korkarım ki bu kuruluşun kaderini elinde tutan saygıdeğer gorille anlaşmayı bilmiyorsunuz.” diye başlar ve “Artık çok geç, her zaman hep geç olacak. Çok şükür ki öyle!” diye biter.
Ya doğruluğuna kesinlikle inandığımız duygu ve düşüncelerimiz, kendimizi tatmin etmemizdeki ikiyüzlülüğümüzse?
“Aynı zamanda hem kadınları, hem adaleti sevmeyi başarıyordum ki çok kolay bir iş değildir bu.” diyen bir avukatın yabancıya anlattığı hikâyede kendimizden bir yansımayı görmemek imkansız gibi. Üstelik bunu özgün bir edebi anlatıyla yaparken.
Can Yayınları’ndan çıkan bu 108 sayfalık kitabı Fransızca aslından çeviren ise Hüseyin Demirhan.
20. yüzyılın kuşkusuz en etkileyici yazarların biri olan Albert Camus şöyle diyor romanında; “Bazen, yalan söyleye, doğru söyleyenden daha aydınlatıcıdır. Gerçek, tıpkı ışık gibi insanın gözünü köreltir.”
Ve şöyle der Jean-Paul Sartre kitap için; “Belki de Camus’nün en güzel ve en az anlaşılan romanı.”
İyi okumalar.

Kitabın idefix sayfası için tıklayın.
paylaş: