2012: ocak-mayıs analizi


Normalde sene sonunda topluca bir yazı yazarım ama hem boşluk hem de 2012 in daha ilk yarısında çıkan olağanüstü albümler bizi bu yazıya yöneltti efendim. Şahsi zevklerime göre (her zamanki gibi, altını çizerek) 2012 nin Mayısa kadar olan ilk yarısında çıkan dikkat çekici işler:

Lion's Roar - First Aid Kit (Wichita)



İsveçli folk ikilisi hep işaret ettikleri Amerikan folk/country kültüründen aldıkları ilhamı Avrupai bir dokunuşla harmanlayınca sonuç inanılmaz olmuş. Geçmişe saygıyı esirgemeden progresif olabilmek belkide en zor şey günümüzün müziğinde, ve folk (zaman zaman country) gibi belli dönemlere atfedilen bir müzik türüne teknoloji çağında modern bir yorum katabilmek oldukça etkileyici. Country müzikte artık unutulmaya yüz tutmuş karanlık temaları işleyen Lion's Roar zengin enstrüman aranjmanları ile de dikkat çekiyor. Avrupai kökleri de albümün her köşesindeki müzikal detaylarda bulmak mümkün..

Young & Old - Tennis (Fat Possum)



Soğuk Şubat günlerinde piyasaya çıkmasına rağmen Young & Old deyim yerindeyse "easy listening/feel good" tadında, tam bir yaz albümü. Reggae ye yaptığı ince dokunuşlar ve 'reverb' e bulanmış pop 'sound' uyla zaman zaman 2011 de çıkış yapan Cults'u da andırıyor Tennis 2. albümünde. Şahsen ilk dinleyişten itibaren samimiyetine bayıldığım bu albümü ben güneşli yaz günleri için dolapta tutuyordum bir süredir, şimdi tam zamanıdır, önümüzdeki bir kaç ayın soundtrack i olmaya aday, eğlenceli bir albüm.


Silent Hour/Golden Mile - Daniel Rossen (Warp)



Şanlı Grizzly Bear'imizin üyesi, kendine has tarzıyla günümüzün önde gelen gitaristlerinden Daniel Rossen, Grizzly Bear in 2012 sonunda beklenen yeni albümünden önce ilk solo çalışması olan Silent Hour/Golden Mile ı çıkardı. 5 şarkıdan oluşan EP bu haliyle bile 2012 in en kaliteli müzikal çalışmalarından biri olmaya aday. Bu EP nin internet üzerinde çeşitli sitelerde karşılaşabileceğiniz analizleri (ki genelde aldığı yorumların çoğu övgülerle dolu) hep Rossen'i bir nevi 70 lerin pop müziğini canlandırmaya çalışan modern bir George Harrison olarak etiketlemeye çalışıyor. George Harrison etkileşimi -özellikle 'Silent Hour' da- çok açık olsada, Rossen i ve müziğini başka şeylere benzetmeye çalışmak iyi anlamda olsa bile haksızlık olur. Bu EP yi ilk dinleyşinizden itibaren anlayacaksınız, jenerasyonumuzun en etkili şarkı yazarlarından biriyle karşı karşıya olduğunuzu. Adeta nefes alan, acelesi olmadan örülen bir birine giren ama bütünlüğü sağlayan armoniler, yalın zaman zaman abstrakt ama yürek burkan bir söz yazımı, ve duyduğunuz anda bu Daniel Rossen diyebileceğiniz bir gitar tekniği.. Her anı kulaklar için bir şölen, özellikle şarkıları cilalayan sonik detayları takip etmekten hoşlanıyorsanız.. Çıktığı gün dinleyebildiğim için kendimi şanslı hissettiğim, yaşasın 2012 dedirten bir albüm. Sağol var ol Daniel Rossen, yarattığın için, gerçek anlamda.


Break It Yourself - Andrew Bird (Bella Union)



Andrew Bird hayran bırakmaya devam ediyor. Break It Yourself yavaşça gelişen hikayeleri, geniş bir sonik kadraja yayılan atmosferi ve içgüdüsel bir şekilde şekillenen temaları ile minimalizm le 'ambient' suların kıyılarında geziniyor. Bu yönden punk'ın içgüdüsel, primitif yaklaşımını folk paletinde yorumlayan Yann Tiersen'in 2010 çıkışlı Dust Lane ini de hatırlatıyor. 1 saati aşkın süresiyle modern müzikte uzun soluklu sayılabilecek bir yapıya sahip olan Break It Yourself, Bird ün acelesi olmadığını gösteriyor. Her yönüyle Amerikan müziğinde folklör-ozan sinerjisini en etkili şekilde 2000 li yıllara taşıyan sanatçı rolünü daha da pekiştiriyor Andrew Bird. 2009 un Noble Beast'ine göre kesinilkle daha minimal, sade kurallar temel alınıyor. Sözler le doğru orantılı olarak bahsettiği sahneleri enstrümanlarla neredeyse teatral bir ruhla canlandırması, belkide Anrew Bird ün klasik eğitimine karşı bir saygı duruşu yorumunu da yapabiliriz. Belli şarkılarda Bird ün daha önceki albümlerine nazaran, Güney ABD nin müzik kültürüyle daha detaylı bir ilişki görmek de mümkün.



Blunderbuss - Jack White (Third Man / Columbia)




Blunderbuss, son 20 yılda gerçek rock müziği ayakta tutan sayılı isimlerden Jack White'ın kariyeri boyunca parçası olduğu projelerden tatlar sunmasının yanında, sanatçının daha önce hiç görmediğimiz yanlarınıda paylaşıyor. White'ın alışılmış kan ağlayan gitarlarının yanında, blues (ama old-school blues) öğelerinin belli şarkılarda neredeyse takıntılı (iyi anlamda) bir şekilde takip edilmesine White'ın hafiften retro prodüksiyon seçimleri eklenince ortaya enteresan sonuçlar çıkıyor. Aynı zamanda burda Jack White'ı orkestrasyonu ve aranjmanları yönetirken görmekte ayrı bir zevk: kendi yarattığı nostaljik müzikal dünyada daha önce hiç olmadığı kadar ayrıntılara dikkat eder ve kişisel buluyoruz White ı. Nashville, Tennessee de kaydedilen albüm bölgenin müzikal kültürü, Chet Atkins, Johnny Cash gibi figürlerin meşalesini bir nevi taşıma görevini üstlenirken, modern zamanlarda da bu kültürü geleceğe taşıyacak bir köprü olarak da duruyor. Ama günün sonunda bu albümü açıklayacak tek şey: kelimenin tam anlamıyla, rock'n roll.



Dr. Dee - Damon Albarn (Parlophone)



Blur, Gorillaz, The Good, The Bad & The Queen. Britpop, trip-hop, dünya müziği, rock müzik, elektronik müzik. Müziğe bu kadar farklı kollardan inanılmaz sayıda değerli eser bırakmış Damon Albarn, 2011'de sahnelenen, Ulusal İngiltere Opera'sı tarafından komisyonu yapılan Dr. Dee ile klasik müziğe de adım attı. Yaklaşık bir sene sonra ise Dr. Dee Operası'nın soundtracki, yani ana aria ların daha sade stüdyo kayıtlarının bulunduğu bu albüm çıktı. Özellikle Henry Purcell ve Handel in romantizminin izlerinin de görüldüğü klasik müziğin yanında, İngiliz-folk türünün kaliteli bir örneği Dr. Dee. Damon Albarn'ın 'Apple Carts' da etkileyici bir şekilde enstrümentasyon a dahil ettiği ney gibi, bazı parçalarda doğu elementlerinin cesur kullanımıda ('The Moon Exalted' daki kanun) Albarn'ın geniş müzikal yelpazesini ustaca kullandığını gösteriyor. Opera şan sanatçılarının yanında Albarn ın sigaradan pürüzlü bas sesini duymakta hoş. 'Saturn' gibi bazı parçalarda Albarn'ın klasik müziğin sınırlarınıda progresif bir yaklaşımla sorgulaması gerçekten gerçek yaratıcılığı takdir eden müzik severleri heyecanlandıracak türden bir hareket. Damon Albarn, Dr. Dee ile müzik dünyasına artık kalıcı izini bırmıştır diyebilirz. 2012 nin Mart'ında çıkan bir başka albümde ise Albarn'ın iki diğer efsane, Tonny Allen ve Flea ile birlikte Rocket Juice & the Moon adı altında kaydettiği albüm yayınlandı. Adam durmuyor.




In The Belly Of A Brazen Bull - The Cribs (Wichita)



Wakefield'lı kardeşlerin senelerdir varmaları beklenen noktaydı bu. Potansiyelleri altın da ezilen grupları çok gördük - özellikle 2002-2009 arası ingiliz rock ında- ama sonunda bir grubun büyürken gelecek vaad eden statüsünden çıkıp vaad ettiği büyüklüğü yaşayıp yaşattığını görmek, işte bu eğer senelerdir takip ettiğiniz bir grupsa oldukça zevkli bir şey. İlk 2 albümü lo-fi garaj tınılarıyla geçirdi Cribs. 3. albümde prodüktörlük koltuğuna oturan Alex Kapranos Jarman kardeşlerden bir Franz Ferdinand yaratmaya çalıştı, 4. albüm Ignore the Ignorant ise bir indie şaheseriydi ancak bu albüm sürecinde tarihin en iyi rock gitaristlerinden efsanevi Johnny Marr'ın 4. eleman olarak gruba katılması yine gerçek Cribs ruhunu perdeleyen bir faktördü. Geriye baktığımızda kötü bir albüm yok, ancak In the Belly of a Brazen Bull, 3 kardeşi gerçek kimliklerini, oldukça kaliteli bir prodüksiyonla bulurken yansıtıyor. Olgunluk dönemindeki Cribs eskisi gibi sert hatta daha sert, sahaya hala ölüm-kalım mentalitesiyle çıkıp kulaklarda marş tadında yankılanan oldukça fiziksel melodiler bırakıyorlar. Ancak farklı olan, şarkı formlarındaki olgun seçimler, melodilerde takip edilen yenilikçi yollar, ve artık hiç bir Cribs şarkısının "daha önce bir yerlerden duymuştum" etkisi yaratmaması. The Cribs in şu ana kadarki en sert albümü diyebiliriz. Ve her şeyden önce bu bir punk albümü, vasat Amerikan sanatçıların tekeline düşen bir türün İngilterede canlanmasına tanık oluyoruz.

Aykut İmer

(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)

paylaş:

100 yıllık kamera david lynch'e verilirse | lumiere


Lumiere Kardeşlerden kalma kamera, 95 yılında 41 sinemacıya verilmiş ve film çekmeleri istenmiş. Bahsi geçen kamera yüz küsür yıllık ve sinema tarihinin ilk kamerası. Filmi çekenlere ise üç kural konmuş, 52 saniyelik makaranın dışında başka başka bir film kullanılmayacak, senkronize ses olmayacak ve sadece üç çekim hakkı.
Şimdi bu sinemacılardan biri David Lynch olunca 52 saniyelik filmini paylaşmak istedik. Bas bas “Ben Lynch filmiyim” diye bağırmıyor mu?
İyi seyirler.


paylaş:

cannes film festival 2012 ödül sahipleri



Dünyanın önde gelen film festivallerinden Cannes, 16 Mayıs’ta başlamıştı. Bu akşam (27 Mayıs) biten festivalde ödüller de sahiplerini buldu.
Kısa filmde Türkiye ödül sahibi olurken festivalin büyük ödülü Haneke’ye verildi. Michael Haneke The White Ribbon ile Palme d’Or almıştı, bu ikinci Palme d’Or’u oldu.
Kazanan isimler ise şu şekilde:

Palme d'Or
AMOUR (LOVE) Yönetmen: Michael HANEKE

Grand Prix
REALITY Yönetmen: Matteo GARRONE

Camera d’Or
BEASTS OF THE SOUTHERN WILD Yönetmen: Benh ZEITLIN

En İyi Yönetmen
Carlos REYGADAS - POST TENEBRAS LUX

En İyi Senaryo
Cristian MUNGIU - DUPÃ DEALURI (BEYOND THE HILLS)

En İyi Kadın Oyuncu
Cristina FLUTUR
Film: DUPÃ DEALURI (BEYOND THE HILLS) Yönetmen: Cristian MUNGIU

Cosmina STRATAN
Film: DUPÃ DEALURI (BEYOND THE HILLS) Yönetmen: Cristian MUNGIU

En İyi Erkek Oyuncu
Mads MIKKELSEN in JAGTEN (THE HUNT) Yönetmen: Thomas VINTERBERG

Juri Özel Ödülü
THE ANGELS' SHARE Yönetmen: Ken LOACH

Palme d'Or - Kısa Film
SESSIZ-BE DENG (SILENT) Yönetmen: L.Rezan YEŞİLBAŞ
paylaş:

valtari | sigur rós



“I love Sigur Rós but occasionally they do sound like two cats fucking beside a very encouraging orchestra” yazan tweeti retweet yapan ve bu hareketiyle aslında yaptığı işte kendilerine ne kadar güvendiğini gösteren İzlandalı post-rock grubu Sigur Rós, uzun bir aradan sonra hayranlarına yeni bir albüm sundu.
Her albümüyle büyük ilgi toplayan grubun son albümü Valtari, kendi içlerinde birer başyapıt olarak sıfatlandırabileceğimiz albümlerinde olduğu gibi farklı bir türe kendi çizgilerinden hiç sapmadan yoğunlaşıldığının kanıtı.
Ambient müziğe yeni bir ifade katan grup, diğer albümlerinde olduğu gibi klasik ve minimal öğeleriyle atmosferin durağanlığında her tınının yedirilerek benimsetildiği bir iş ortaya çıkarmış.
Sert tonları beklemediğimiz gruptan bu kez olabildiğince ağır hareketlerle ilerleyen bir albümün gelmesi değişik yorumların yapılmasına neden olabilir. Çünkü diğer albümlerine göre ciddi anlamda “yavaş” bir albüm Valtari. Tabii bu durum albümün kalitesini çok etkiler mi, pek öyle olacağını düşünmüyoruz.
Daha önce Sigur Ros parçalarını çok dinlememiş kişiler bu albümden muhakkak uzak duracaklardır lakin grubu benimsemiş ve üzerine de ambient müzikten hoşlananlar albümü taçlandıracaklardır.
Albüm Ég Anda ile başlıyor. Fjögur Píanó ile bitene kadar da temposundan hiçbir şey kaybetmeden ilerliyor. Albümde yer alan parçaların kendi başlarına bir şeyler ifade etmesinden çok sanki tüm albüm bir bütünmüş gibi belirli bir olayı anlatıyormuşçasına ilerliyor.
Tabii yine de en beğenilen yahut “buradayım” diyen parçalar sorulacak olursa da Varúð, Dauðalogn, Varðeldur söylenebilir.
Albümde yer alan parçalar şu şekilde:

1. Ég Anda
2. Ekki Múkk
3. Varúð
4. Rembihnútur
5. Dauðalogn
6. Varðeldur
7. Valtari
8. Fjögur Píanó

Nefes almanın öneminin vurgulandığı bir klip de aşağıda:



paylaş:

gösterime giren filmler | 25 mayıs


Kan ve Aşk (In The Land of Blood and Honey)
 
Yönetmen: Angelina Jolie
Senaryo: Angelina Jolie
Oyuncular: Zana Marjanovic, Goran Kostic, Rade Serbedzija
Yapım: 2011 / ABD / 127 dk.

Moonrise Kingdom
 
Yönetmen: Wes Anderson
Senaryo: Wes Anderson, Roman Coppola
Oyuncular: Jared Gilman, Kara Hayward, Bruce Willis
2012 / ABD / 94 dk.

Siyah Giyen Adamlar 3 (Men in Black III)
 
Yönetmen: Barry Sonnenfeld
Senaryo: Etan Cohen, Lowell Cunningham, David Koepp
Oyuncular: Will Smith, Tommy Lee Jones, Josh Brolin
Yapım: 2012 / ABD / 103 dk.

Canavarlar Sofrası
 
Yönetmen: Ramin Matin
Senaryo: Kamdine Khosrowkhavar
Oyuncular: Gizem Erem, İbrahim Selim
Yapım: 2011 / Türkiye / 85 dk.

Edepsiz Kız (Dirty Girl)

Yönetmen: Abe Sylvia
Senaryo: Abe Sylvia
Oyuncular: Juno Temple, Jeremy Dozier, Milla Jovovich
Yapım: 2010 / ABD / 90 dk.

Sevimli Kedi İş Başında (Don Gato y su pandilla)

Yönetmen: Alberto Mar
Senaryo: Kevin Seccia, Timothy McKeon
Oyuncular: Rául Anaya, Jorge Arvizu, Mario Castañeda
Yapım: 2011 / Meks-Arj-BK / 90 dk.

Şeytanın Yüzü (Le moine)

Yönetmen: Dominik Moll
Senaryo: Matthew Lewis, Dominik Moll, Anne-Louise Trividic
Oyuncular: Vincent Cassel, Déborah François, Joséphine Japy
Yapım: 2011 / İspanya-Fransa / 101 dk.
paylaş:

adalar: büyük ada'nın sırrı, bölüm: 1, kısım: bölüm 1'in başlangıcı

Bağcılar-Kabataş tramvay hattına binip oradan da vapurla büyük adaya gidecektik. Pazar günüydü. Güneşli ve güzel bir hava. Sevdiğim kıza açılabilmek için süpersonik bir ortam olacaktı. Sınıfça gideceğimiz bir geziydi. Bu yüzden boş anımız hiç olmayabilirdi. Ama umutluydum. En güzel kıyafetlerimi giymek için halıyı açtım. Altında temiz iki tane çorabım vardı. Kıyafetim falan yoktu anlayacağınız. Çaresizdim. Hem parasız hem de kıyafetlerini halının altında saklayan biriydim. Pencereden insanlara bakıp onları kıskanmaya başlamıştım. Kıyafetleri pahalı ve markaydı. Geziye gidemeyeceğim için üzgündüm. Gözümden bir damla yaş düşmüştü. O damla, tam ayağımın altında ki karınca yuvasına düşmüştü. 1 kaç saniye sonra yuvadan çatıya uzanan bir sarmaşık ortaya çıkmıştı. Sarmaşık tavanı delemediği için duvarda ki soba borusu deliğinden yan odaya oradan da delik kapıdan çatıya ulaşmayı başarmıştı. Olanlara anlam verememiştim. ''Nereye gidiyo ulen bu sarmaşık'' diyerekten otu takip edip çatıya çıkmıştım. Sarmaşığın tepesinde 1.60 boyunda, lise üniforması giymiş genç bir nene vardı. Sarmaşıktan uçarak yanıma inmişti. Şaşkındım. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğun üstünde de bir yıldız. ''Bana 70 lik rakı, beyaz peynir ve iki paket sigara bulursan seni büyük adaya en güzel kıyafetlerle gönderirim'' dedi. Şaşkındım. Benim büyük adaya gideceğimi nereden biliyordu? Neden liseli forması giymişti? Genç kalmayı nasıl başarmıştı? Böyle pasta yapmayı nereden öğrenmişti?
Soruların cevapları önemli değildi. İstediği şeyleri almak için tekele gitmiştim. Veresiye yapamayacaktım. Ama istenilen malzemeleri almak zorundaydım. Tekel sahibi Meriç dedeye ''Meriç abi üst sokakta su borusu patlamış! Kepçeler her yeri kazıcak. Kepçe yarışları var yukarıda, koş koş yarış!'' demiştim. Meriç dede Türkiye'nin ilk Meriç'iydi. Meriç dede yaşının tam tersine çok hızlı bir şekilde dükkanı terk etmişti. Zamanım kısıtlıydı. Malzemeleri alıp fazladan da bir çikilita almıştım. Son olarak da veresiye defterinden kendime ayrılmış 4 sayfayı yırtıp evimin yolunu tutmuştum. Yaşlı teyze malzemeleri görünce sihirli değneğini kulağıma ve burnuma sokup ardından kafama vurmuştu. 2 saniye içinde kendi pisliğim ile çok şık olmuştum. Bana bir tane de içinde 50 dolar olan bir akbil vermişti. ''Oğlum sana yaptığım bu iyiliklerin değerini bil. Kızı sevdiğini söyle. Ayrıca akşam namazından önce evde ol'' dedi. ''Gece yarısından önce değil mi o ?'' dedim bende. ''Hayır. Ben Türkiye'de çalışıyorum. Avrupa da öyle. Haydi uç git buralardan.'' dedi. ''Unutma akşam namazından önce burda ol ol ol ol lol lol...'' diye de ekledi.
Okulda buluşacaktık sınıf olarak. Okula varmadan önce ona nasıl açılacağımı hayal ediyordum. Yolda onu görmüştüm. Ne kadar şık olduğumu söyleyince popom kalkmıştı. Havalara girmiştim. Okula varana kadar çok güzel bir şekilde muhabbet etmiştik. Okula vardığımız da çoğu kişi gelmiş ve 15 dakika sonra yola çıkmıştık. Tramvayda yanına oturmayı planlıyordum. Ama olaylar istediğim gibi şekillenmemişti. Tramvayda çok sayıda insan az sayıda oturacak yer vardı. Neyse ki boş bir yer bulmuş, yanıma gelmesini beklemiştim. Ama birden bir şey beynimi kemirmeye başlamıştı. ''Kalk oradan dan dan dan...'' Birisi beynime girmişti sanki. Etrafıma bakıp olanları anlamaya çalıştım. Bir sürü bana bakan yaşlı insan gözüyle karşılaşmıştım. O kadar çoktular ve etkili bakıyorlardı ki beynime girmeyi başarmışlardı. Sonunda oradan kalkmış, bütün yolu ayakta geçirmiştim. Tramvay yolculuğum bittikten sonra vapur maceram başlamıştı. Param vardı ama simit almamıştım. Bunun yerine vapuru didik didik edip yarısı yenmiş simitler arıyordum. Simitler taş gibiydi, simitler ıspanak rengindeydi. Martılara simit atıyor hepsinin ölümüne neden oluyordum. Simitler adeta nükleer bir silah haline gelmişti. Denize attığımda ise kısa süreli bir yeşillik etrafı kaplıyor ardından balıkların hepsi yüzeye çıkıyor daha doğrusu ölüyordu...
Sonunda büyük adaya ulaşmıştık. Her yer insanla kaynıyordu. Çoğu da turistti. Üzerimdeki şıklığın etkisinden mi bilinmez hemen insanların bol olduğu yerlere koşmuştum. Hocam arkamdan ''oğlum gel buraya yok yazarım seni'' demişti. Yerde duran bir bisikleti alıp hemen pedal çevirmeye başlamış adayı keşfetmeye çalışıyordum. 20 dakika sonra açlıktan midemde ki senfoni orkestrasını durdurmak adına bir kuyrukta beklemeye karar vermiştim. İnsanların neyi beklediğini bilmiyordum. Etrafımda bakkal falan da yoktu. Sıra elektrik faturasını ödeyenlerin beklediği sıraydı. Tekrar bisikletime binip yokuş aşağı sürmeye devam etmiştim. Bilmediğim yerlere giriyordum. İnsanlar git gide azalıyordu. 20 dakika sonra kendimi bir kumsalda bulmuştum. Bu kumsal Sörveyvır'ın çekimlerinin yapıldığı kumsaldı. Açtım, yemek bulmam gerekiyordu. ''Oyunlara katılmak istiyorum Acun Beyy '' diye çemkirmiştim. Acun yanıma gelip beni süzdükten sonra oyunlara katılmama izin vermişti. İlk oyunun ödülü tuvalet kâğıdıydı. Boşuna kazanmıştım. İkinci oyunda ise tükenmez kalem vermişlerdi. Yine boşuna kazanmıştım. Son oyunda ise bir dana vermişlerdi. Yine boşuna kazanmıştım. Danayla bir şey yapabilirdim. Onunla bir şey yapmalıydım. Dana ile göz göze gelmiştik. Benden kaçmıştı ama sonra onu yakalamıştım. Ona ne yapacağımı anlamıştı herhalde. Çok açtım...
Bisikletimle birlikte tekrar dananın üzerinde insanların olduğu yerlere dönüyorduk. Ayaklarım ağrıdığı için dananın üzerinden seyahat ediyordum. Sonunda bir bakkal bulmuştum. Karnımı iyice doyurduktan sonra bir şey yapmayı unuttuğumu fark ettim. O'na açılmayı bırak yanında bile olamamıştım 5 saattir. Hemen sınıftakileri bulmaya çalıştım ama sonuç hüsrandı. İskelenin orada beklemeye karar verdim. Buraya geleceklerdi. Yarım saat sonra sınıfça iskeledeydiler. Hocam sürekli nerede olduğumu sorup duruyordu ama zamanım azdı. Onu bulup açılmam gerekiyordu. Ama vapurun kalkış saati gelmişti. Vapurun içi tıklım tıklımdı. Sınıfça boş bir yer bulup orada pineklemeye başlamıştık. Bizimkiler yavaş yavaş martılara simit atmaya gidiyordu. Az kişi kalmıştı. ''Dolaşsak mı biraz?'' demiştim. Kafa sallamıştı. Merdivenden inmiş, oraya buraya girmiş ama bir türlü sessiz bir yer bulamamıştık. Sonunda kaptanın odasına girmiştik ama kaptanın kendisi yoktu. Vapur kendi kendine gidiyordu anlaşılan. Bunu sorun etmemiştik nedense. ''Ee naptın bugün, hiç gözükmedin?'' dedi. ''Benn şey yaptım, yarışma vardı ona katıldım'' dedim. ''Ciddi misin ''demişti. ''Hee'' diye yanıtlamıştım ben de. Uzatmaya gerek yoktu. ''Ben seni çok sev...'' TAKKK!!! Bir şeye çarpmıştık. Hemen dışarıya baktım ki önümüzde kocaman bir gemi vardı. Çarpmak üzereydik. Hemen rotayı sağa çevirmeliydim. Dümeni aradım yoktu. Onun yerine iki tuş vardı. Bir çarpma anında sağa kayma diğeri ise çarpma anında yolculara 'ölüyoruz' ikazında bulunan düğmeydi. Yanlış düğmeye bastığımda insanların bağrışmaları ve küfürleşmeleri hoşuma gitmişti. Sonra doğru düğmeye basarak vapuru çarpmaktan kurtarmıştım. O boynuma atlayıp ''Kahramanım'' diye bağırdı. Kısa bir sessizlik olmuştu. ''Bir şey söylüyordun'' diye ekledi sonra. ''Seviyorum seni'' dediğim anda akşam namazı okunmaya başlanmış kıyafetlerim kaybolmaya başlamıştı. Altımda bana ait içlik olmasa rezil olurdum. Yine rezil oluyordum gerçi.
Beni böyle görünce yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. ''Gitme'' diye çemkirdim.'' Sana bir şiir yazdım.'' dedim. ''Söyle'' dedi.
 
   Sen ayda ki ışık
   Ben elinde ki kaşık
   Bak ne kadar olmuştum şık
   Oldum sana aşık!

Tekrar boynuma sarıldı yine tek ayak havada ''Kahramanım'' dedi. İskeleye yanaştığımız da bir an için yanımdan ayrılmıştı. Takip ettim. Korktuğum şey başıma gelmişti. Kaptana vurulmuştu. İskeleye onu beklemeye döndüm. Yanıma geldiğinde suratına gülümseyip onu denize atmıştım. Herkes şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ben ise beyaz içliğimle olay yerinden topuklarımı kıçıma vura vura kaçıyordum.

Emre Yıldız
Diğer yazılarını okumak için tıklayın.



(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş:

andrei tarkovsky'nin yaşamı ve sanatı üzerine



Ayna’da bize öz yaşam öykünüzü sundunuz. Ne tür bir ayna kullandınız? Bu, kalabalık bir caddede dolaştırılan, Stendhal’ın aynasına benzer bir ayna mıdır? Ya da içinde kendinizi bulduğunuz, kendinize dair daha önce bilmediğiniz şeyler öğrendiğiniz bir ayna mıdır? Bir diğer ifadeyle, bu gerçekçi bir çalışma mı veya öznel bir yaratım mıdır? Ya da, belki de sizin filminiz kırık bir aynanın parçalarını bir araya getirme ve onları bir bütün halinde sinematik bir suret (imge) içinde verme çabasıdır?

Sinema genel olarak parçaları bir araya getirerek bir bütün oluşturma imkânını verir. Bir film tıpkı bir mozaik gibi farklı sahnelerden, farklı renk ve dokulardan oluşur. Her parça kendi başına bir önemi haiz olmayabilir. Ama bunlar bütünlük içinde mutlak surette gerekli öğelerdir ve yalnızca bu bütünlük içinde var olurlar. Göz için filmin sonuna hizmet etmeyecek hiçbir bölüm yoktur ve olamaz. Sinema bu bakımdan önemlidir. Her parça bütünün ortak anlamından nasibini alır. Bir bölüm tek başına bağımsız bir sembol olarak çalışmaz, ancak özgün bir dünyanın bir parçası olarak var olur. Bu nedenle Ayna, benim sinemayı tanımlama biçimime en yakın filmdir.

Ayna’nın ne tür bir ayna olduğunu soruyorsunuz. Her şeyden evvel bu film benim kendi hayat serüvenime dairdir. Keşfedilmiş yeni bir olay/epizot içermez. Bütün sekanslar aile tarihimizin parçalarıdır. Kurgulanmış tek sahne perdede kendisini görmediğimiz yazarın, anlatıcının hastalığıdır. Ve bu ilginç epizot yazarın spritüel krizlerini, ruh hallerini aktarabilmek için oldukça gerekliydi.

Film anılardan oluşur. Muhtemelen ölmek üzere olan bir adam ölmeden önce hayatının en önemli anlarını hatırlamak ister. Filmi ortaya çıkaran bu hatırlamalardır. Bu hatırlamalar, bir yazarın kendi hafızasına uyguladığı basit bir şiddet değil, ölmek üzere olan bir adamın yaşadığı hatıralarını-tam olarak ne istediğimi hatırlıyorum kendi vicdanında yeniden düşünmesidir. Böylece filmde kurgulanmış olan tek sahne diğer bütün gerçek hatıralar için zorunlu bir ön şart oldu.

Bu tür bir yaratmanın, bireyin kendi dünyasını yaratmasının doğruluk derecesini soruyorsunuz. Şüphesiz doğrudur. Sadece benim hafıza filtremden geçmiştir. Filmde çocukluğumun geçtiği evi düşünün. Ev yıllar önce inşa edildiği yerde yeniden kuruldu Yalnızca bir delik dışında evin temeli de dâhil olmak üzere bize fikir verebilecek hiçbir şey kalmamıştı. Evi eski fotoğrafların yardımı ile yeniden inşa ettik. Bu benim için son derece önemliydi, çünkü filmin içeriğine ilişkin bütün kişisel davranışlarım bu evin aynen inşa edilmiş olma keyfiyetine bağlıydı. Yoksa bir tür gerçekçi görünmek sevdasında değildim. Eğer ev başka türlü görünseydi, bu benim kişisel hikâyem olurdu. Fakat ağaçlar oldukça büyümüştü, her şey büyümüştü, bir sürü şeyi kesmek zorunda kaldık. Filmin birkaç sahnesinde de görünen annemi oraya götürdüğüm zaman öyle heyecanlandı ki inşa ettiğimiz evin doğru intibayı uyandırdığını anladım.

Geçmişi bütün ayrıntılarıyla inşa etmenin ne gereği vardı? Hatta sadece geçmişi değil, onu hatırladığım biçimiyle inşa etmenin ne gereği var diye düşünebilirsiniz. Kendi anılarım için özel bir form arama çabası içine girmedim. Tam tersine olup biten her şeyi yeniden üretme çabasıydı benimkisi, basit bir ifade ile hafızamda olanı tekrar etme çabası. Sonuç benim için tekil bir deneyim oldu: Seyredeni ilgilendirmeyen, dikkatini çekmeyen, ona bir şeyi açıklamayan sekanslardan oluşan bir film yapmıştım. Bunlar doğrudan ailemize ilişkin anılar, benim yaşamöyküm, benim hayatım.

Ayna, yapısı gereği filmlerim içinde en zor olanıdır. Bu güçlük ayrı duruyor gibi görünen bölümlere ilişkin değil, tam olarak yapı ile filmin kurulma biçimi ile ilgilidir. Filmin dramaturjisi olağanüstü karmaşıktır.

Rüya ve hatıraların yapısı gibi. Üstelik film sadece düzenli bir retrospektif (dünden bugüne, geriye dönük) değildir…

Doğru. Bu film düzenli bir retrospektif değil. Filmde birçok zorluklar var ve bunları ben de tam olarak anlayamıyorum. Bazı sahnelerde annemin rol alması benim için çok önemliydi. Filmde yazarın oğlunun yer aldığı bir sahne var. Çocuk, şimdiki zamanda, bizim zamanımızda babasının boş odasında oturur. Anlatıcının oğludur ve çocuk hali ile hem yazarı hem de oğlunu canlandırır. Bir kapı zili duyarız. Açınca içeri bir kadın girer ve şöyle der: ” Ah! Sanırım yanlış yere geldim.” Yanlış kapıya gelmişti. Bu benim annem. Kendisine kapıyı açan çocuğun büyükannesidir. Fakat onu niçin tanımaz? Torun niye büyükannesini tanımaz? Kimsenin buna dair bir fikri yok. Öncelikle bu sahne senaryoda, öykünün içinde açıklanmamış. Ayrıca bu benim için de muğlâk bir sahne.

Hayatta her şey anlaşılır ve açık değil…

Evet değil, hayat benim için-nasıl söylemeli- çeşitli hissi bağlar ile anlaşmaktır. Kapının eşiğinden kaygıyla, mahcup bir ruh hali içinde giren annemin yüzünü görmek benim için çok önemliydi. Biraz Dostoyevski’nin Marmyeladovs’un haline benzer bir durum. Üstelik bu biraz da onun öyküsüydü. Sonra kendi torununa şöyle der: “sanırım yanlış yere geldim.” Bunu hayal edebiliyor musunuz? Zihni karışınca, mahcubiyet ve utangaçlık hissedince yüzünün alacağı biçimi görmek önemliydi. Annemi bu ruh hali ile görmek istedim. Fakat torununu niçin tanımamış olmasına ilişkin senaryoya açıklık getirmek, bir takım alt öyküler yazmakla mümkün olabilirdi. Meselâ, belki görme bozukluğu vardı… Bunu açıklamak çok kolay bir şey olurdu. Bu da senaryonun başka bir mecrada yazılması demekti. Fakat bunun için artık çok geçti. Basitçe kendime şunu söyledim: yeni bir kurgu yapmayacağım. Bırak, kadın kapıyı açsın, içeri girsin, kendi torununu tanımasın, çocuk da onu tanımasın. Bu durumda kapıyı kapatsın ve ayrılsın. Kendime çok yakın bulduğum bir insanlık halidir bu. Bir tür keder hali, bir tür ruhsal sınırlanmışlık hali. Bunu görmek benim için önemliydi. Bu hal bir ölçüde hakir görülmüş, aşağılanmış bir insanın duygularının yansıtılmasıydı. Bu bana başka bir sahneyi çağrıştırıyor: Genç bir kadınken küpelerini satmak için doktora gelişinin anlatıldığı bölüm. Yağmurda durup bir şey açıklar, bir şey hakkında konuşur. Niçin yağmurda? Bu tür muammalar olmasaydı belki daha iyi olurdu. Bunun gibi bütünüyle açıklanamayan, anlaşılması imkânsız birkaç epizot var. Çok basit bir şekilde bunların ne anlama geldiğine ilişkin hiçbir fikrimiz yok. Örneğin insanlar başka bir sahneye ilişkin soruyor: orada oturup çocuktan Pushkin’in Chaadayev’e gönderdiği mektubu okumasını isteyen bu yaşlı kadın da kim? Nasıl bir insan bu? Akhmatova mı? Birçok insan bu kadının Akhmatova olduğunu söyledi. Gerçekten de Ona biraz benziyor. Aynı profile sahip olduğu için onu hatırlatıyor olabilir. Kadını, bizim yapım sorumlumuz Tamara Ogorodnikova canlandırdı. Tamara Rublov için de bizim yapım sorumlumuz olmuştu. Hemen bütün filmlerimde yer verdiğim ve çok sevdiğim bu hanım arkadaşım benim için bir tılsım gibiydi. Filmde bu kadının Akhmatova olduğunu düşünmedim. Benim için bu kadın belli bir kültürel geleneğin devamını temsil eden biri. Bütün zorluklara rağmen çocuğu geleneğe, geleneği de bu çağda ve bu günde yaşayan genç birine bağlamaya çalışan biri. Bu bakımdan önemli. İşte size ev ve işte evin içinde yaşayan yazar ve işte bir şekilde bu kültürel köklerin ve bu atmosferin etkisinde kalmış yazarın oğlu. Sorun bu kadının kim olduğu değil. Niçin Akhmatova? Basitçe söyleyelim, bu kadın Shakespeare’in Hamlet’indeki gibi zaman bağı kurmaya çalışan, bir kadın. Onun yaptığı kültürel ve ruhsal düzeyde bir iyileştirme çabası. Modern zamanlarla geçmiş zamanlar arasında bir bağ, hatta Puşkin ile sonraki zamanlar arasında bir bağ oluşturma çabası.

Film benim için olduğu kadar seyirciler için de önemli oldu. Bu, filme dair edindiğim en önemli deneyimdi. Onun sadece ailemizin hikâyesini anlatan bir film olmasının bir önemi kalmadı. Bu deneyim sayesinde birçok şey görme imkânım oldu ve birçok yeni şey öğrendim. Bu film bir yönetmen olarak, bir sanatçı olarak, benimle kendileri için çalıştığım insanlar arasında bir bağ olduğunu gösterdi. Bu benim için çok önemliydi, zira insanlar için film yapmadığım gibi bir töhmetten kurtarıyordu beni. Fakat daha sonra bir hayli bu türden suçlamalara maruz kaldım.

Sizin ve ailenizin hayatı gerçekçiliğin tipik gereklerine göre şekillenmemiş. Gerçi her ne kadar seyirciler filmde kendi hayatlarını buluyorlarsa da bu, geçmiş imgeleri klasik bir biçimde hatırlama filmi değil. Ebeveyniniz, aileniz, yakın aile çevreniz size ne verdi. Estetik ve kültürel ilhamınızın kaynakları nelerdir? Bunları soruyorum, çünkü Polonyalı bir seyirci için Rus sanatçılar biyografileri olmayan insanlardır. Bu karakteristik bir şey. Batıdaki sanatçıların ise sıklıkla biyografilerinden başka bir şeyleri yok.

Bu doğrudur ve yanlıştır. Modern sanatçıları söz konusu ederseniz haklı olabilirsiniz. Ben asla kendimle günümüz sanatçıları arasında bir paralellik kurmadım. Kendimi daima 19. asır sanatçılarıyla ilişkili biri olarak hissettim. Tolstoy, Dostoyevski Çehov, Turgenyev, Lermontov gibi sanatçıların hayatlarına bakarsanız şunu görürsünüz: hayatları benzersiz/unique; çalışmaları da sıkı sıkıya hayatlarına ve kaderlerine bağlıdır. Bunu söylemekle kendimi bütünüyle Sovyetler Birliğinin 60′lı, 70′li, 80′li yıllarının kültür ortamından koparmış olmuyorum. Mesele bu değil. Ben esas olarak bir ihtilâlden sonra uçurum yaratan fikirlere karşıyım.

Platonov’u alın örneğin. Hayatı tümüyle Sovyet Rusyası dönemindeki gelişmelere bağlı. Oysa tipik bir Rus yazarıdır. Müşfik bir hayatı var ve bu çalışmalarına dokunaklı bir biçimde yansıyor. Bu nedenle bütünüyle haklı sayılmazsınız. Bana gelince; bu bağlam içinde klâsik Rus kültürü ilişkili olmam benim için çok önemlidir. Bu kültür tabi olarak devam ediyordu ve bugün de sürüyor. Bu kültürün ölmüş bir kültür olduğunu düşünmüyorum. Hayatları ve çalışmalarıyla Rusya’nın geçmişi ile geleceği arasında bağ kurmaya çabalayan ve muhtemelen bunun da şuurunda olmayan sanatçılardan biriyim. Bu bağın kaybı benim için ölümcül olurdu, o bağ olmadan var olamazdım. Nedense daima sanatkâr kişi geçmiş ile geleceğin bağını kurmaya çalışır. Bu nedenle o sadece belirli bir dönemde yaşayan kişi değildir.

Şimdi aileme dair neler söyleyebilirim. Babam bir şair. İhtilâl olduğunda genç bir çocuktu. Bundan önce olgun biri olduğunu söylemek zor. Sovyet Rusya’sında büyüdü. 1906 senesinde doğdu. 1917 senesinde 11 yaşındaydı ve toy bir çocuktu. Fakat kültürel geleneğe aşinaydı. İyi bir eğitim aldı. Bryusov edebiyat enstitüsünden mezun oldu ve hemen hemen bütün kalburüstü Rus şairlerini bilirdi. Şüphesiz O’nu Rus şiir geleneğinden ayrı düşünmek mümkün değil, Akahmatova, Mandelstam, Pasternak, Zabolotsky. Bunlar benim için çok önemliydi. Kuşkusuz bunları babamdan aldım.

Ebeveynim tarafından büyütüldüm, özellikle annem tarafından. Babam ben 3 yaşındayken annemi terk etti. Aslında annem yetiştirdi beni. Bir şair olarak babamın üzerimde kesin bir etkisi olduğunu söylemem zor. Freud’un hayranı değilim, ama daha çok, bilinçsizce, bir tür biyolojik etkisinden söz edilebilir. Kesinlikle bir Freud hayranı değilim. Jung da bana uymuyor.

İç etki anlamında babamın üzerimde hayli tesirli olduğunu düşünmüyorum. Esas olarak her şeyi anneme borçluyum. Kendimi bulmamda bana yardım eden kişi annemdir. Hatta Filmde bile hayat şartlarımızın çok sert, çok zor olduğu açıkça görülür. Sonra annem yalnız kaldı. Ben üç yaşında, kız kardeşim bir buçuk yaşındaydı. Zorluklara rağmen bizi iyi yetiştirmek için çaba gösterdi. Bir daha evlenmedi, daima bizimleydi. İkinci kez evlenmedi, hayatı boyunca yalnızca kocasını sevdi. Olağanüstü bir kadındı, gerçekten bir azize. Başlangıçta hayata karşı hazırlıksız olan bu kadının etrafındaki dünya çöktü. İki çocuk sahibi olmuştu ama bir mesleği yoktu. Anne-baba Bryusov enstitüsünde çalışıyordu. Annem o zaman kız kardeşime hamileydi, diploması, hiçbir şeyi yoktu. Kendisini hazırlamaya, yetiştirmeye vakit bulamamıştı. Edebiyatla uğraşmaya çalıştı, bazı düz yazılarını gördüm. Eğer şu musibete uğramasaydı kendisini tümüyle farklı biri olarak gerçekleştirebilirdi.

Gerçekten bir imkânımız yoktu. Annem bir yayınevinde editör olarak çalışmaya başladı. Bu iş hayatı Savaştan sonra uzun bir süre, emeklilik imkânına kavuşuncaya kadar devam etti. Nasıl idare edebildiğini, hatta fiziksel olarak nasıl tahammül edebildiğini hiç anlayamadım. Nasıl yaptı da bize eğitim imkânı sağlayabildi? Moskova’da resim ve heykel okulunu bitirdim, parayı nereden buldu? Ayrıca bir müzik okulunu bitirdim ve bir öğretmenden dersler aldım. Bunların ödemeleri de annemce yapıldı.

Bu savaştan önce miydi?

Savaştan önce, savaş sırasında ve sonraki dönemleri kapsıyor bu söylediklerim. Aslında benim müzisyen olmam bekleniyordu, fakat bu bana cazip gelmedi. Bütün bunların nasıl mümkün olabildiğini anlayamıyorum. İnsan şöyle düşünebilir: kuşkusuz bazı imkânlar hazır olmuş olmalı, eğitimli bir ailede bir çocuk vs. bütün bunlar tabi. Hayır, bunda tabi olan bir şey yok, çıplak ayakla yürüdük. Yazları hiç ayakkabı giymedik, çünkü yoktu. Kışın keçe çizmeler giyerdim. Annemin dışarı çıkması gerektiği zamanlar… biz… yoksulluk bunu adlandırabilecek doğru bir kelime değil, yoksulluktan çok daha kötü bir haldi bu. Annem… aklın alabileceği bir şey değil bu. Eğer Annem için olmasaydı, bunların hiçbiri olmazdı. Her şeyi O’na borçluyum.

Bu yüzden annemin üzerimde güçlü bir etkisi var. Etki, yine bunu adlandıracak doğru bir kelime değil. Basitçe benim için bütün dünya ile kurduğum ilişkinin ortasında annem var. Yazık ki hayattayken bunu akıl edemedim. Ancak sonraları, ölümünden sonra ansızın bunu fark ettim. Hazırlık aşamasında filmin tam olarak neye dair olduğunu bilmiyordum. Annem o zaman hayatta idi. Odessa’da yaşadığı zamanlarda kendi hayatına ilişkin Çocukluğum ve Gençliğim’i yazan Tolstoy gibi ben de kendime dair bir film yaptığımı sanıyordum. Ancak bitirince anladım ki film bana değil annemin hayatına ilişkindi. Filmin annemin hayatına dair olduğunu düşünmekle zihnimin başlangıçtaki düşüncelerime nazaran çok daha soylu bir zemine oturduğunu hissettim. Film üzerinde çalışırken bu fikri soylu kılan değişim sanki kendiliğinden geldi: Film benimle başladı, ben bir tür bütün bu hatıralara bakan bir göz idim. Sonra bir şeyler değişmeye başladı.

Sinemadan çıkınca işte şiir gibi yapılmış bir film diye düşündüm. Sinematik imkânsızlık gibi görünüyordu, Çok candan lirik bir monolog…

Belki, bilmiyorum. O zamanlar biçim üzerinde düşünmedim, özel bir şey yaratmaya çalışmadım. Peşinde olduğum şey bellekte bir yeniden canlandırma veya daha çok benim için önemli olan anıların perdede yeniden canlanması. Fakat yaptığım biçimiyle yapmak benim için önemliydi. Hatıralarını kurgulayan Alain Resnais gibi yapmak istemedim meselâ. Ya da modern edebiyattan Robbe-Grillet gibi yapmak istemedim. Bir Rus sanatçısı için artistik yaratının en önemli yönü, onu olduğundan çok güzel göstermek değil, onu ahlâkî bir çerçeve içinde sunabilmektir.

Büyük Rus sineması geleneği ile olan ilişkiniz nedir? Ustalarınız kimlerdir?

Büyük Rus sineması ne demek?

Eisenstein, Pudovkin…

Ah evet. Biliyor musunuz benim için Dovzhenko ile Pudovkin Eisenstein’dan çok daha önemlidirler.

Korkunç Ivan ile Alexander Nevsky’nin yaratıcısından daha önemli?

Genel olarak daha önemli. Bu arada şunu belirteyim, Eisenstein özellikle Stalin başta olmak üzere Sovyet liderleri tarafından tümüyle yanlış anlaşılmış bir yönetmendir. Eğer Stalin Eisenstein’ın çalışmalarının özünü anlamış olsaydı O’na asla baskı yapmazdı. Bu bütünüyle bir gizdir. Nasıl olduğunu biliyorum, buna dair yaklaşık bir fikrim var. Eisenstein zeki biriydi, iyi eğitim almıştı; bu dönem sinemada hiçbir yönetmen O’nun kadar iyi bir eğitim almadı. O zamanlar sinema kendilerini yetiştirmiş gençler tarafından yapılıyordu. Bu çocukların formel bir eğitimi yoktu, bunlar sinemaya devrim çocukları olarak geldiler.

Duygular vardı ama…

Evet, duygular vardı… İhtilâlden gelen acılar, geleceğe ilişkin umut, birtakım yapıcı kültürel dönüşümler… genel olarak bunlar güzel şeylerdi… Eisenstein geleneğin önemini takdir eden birkaç kişiden biriydi, hatta belki tek kişiydi. Devamlılığın, kültürel mirasın ne anlama geldiğini biliyordu. Ama bu mirası öncelikle kendi kalbinde özümseyemedi. Çok fazla entelektüeldi. Felâket bir rasyonalistti; soğuk, hesaplı, sadece akılla gidiyordu. Kurgularını önce kâğıt üzerinde yapardı. Bir hesap adamı gibiydi. Her şeyi çizerdi. Her şeyi önceden düşünürdü, sonra da bütün bu düşündüklerini bir film karesinin içine sıkıştırırdı. Hayattan almıyordu Eisenstein, hayat hiçbir şekilde onu etkilemedi. Bunun yerine bütünüyle cansız, katı, biçimsel, kuru ve duygudan yoksun olarak kurguladığı ve bir takım formlar haline dönüştürdüğü düşüncelerini esas alıyordu. Film biçimi, onun biçimsel özellikleri, fotoğraf, ışık, atmosfer, bunların hiçbiri yoktu O’nun için. Bütün bunlar ya resimlerden yapılmış alıntılar ya da kurgulanmış bileşimlerdi. Bu bir anlamda grafik sanatlar, resim, tiyatro, müzik ve başka şeylerin bileşiminden oluşan sentetik sinema anlayışıydı. Fakat aslında orada sinema yoktu. Sadece parçalar toplanıyor bu yeni sanatı oluşturuyordu.

İnsaflı ve saygılı ifade edilirse bu büyük bir hatadır, çünkü sinema kendi özgün karakteriyle var olur ve bu niteliğiyle diğer sanatlardan ayrılır. Eisenstein, sanatı ile bizim özel olarak sinema sanatı dediğimiz şeyi ifade etmeyi başaramadı. Her şeyden birazını alıp kullandı ve sinematografiye özgü olan şeye dikkat etmedi. Eğer dikkat etseydi sinema dışı bütün sanat türlerini bir tarafa ayırır, geriye sadece “onu” bırakırdı.

Mexico hakkındaki filmini de hatırlamalı…

Evet, onu yurt dışında görmüştüm. Oyunculuk, sahne ve karakter gelişimi açısından bana zayıf ve naif göründü. Zayıf bir tiyatro, oldukça naif bir dizaynın posteri.

Korkunç Ivan’ı alalım örneğin. Filmin ilk bölümünün neden yüceltildiğini anlayamadım. Buna karşılık ikinci bölüm büyük bir gürültü ile mahkûm edildi. Niçin? Bunu da anlayamam. Film oprichnina’dan söz ediyor, Eisenstein, terörün ve özellikle boyar’ların başlarının kesildiği Oprichnina’nın meşru kılınmasından söz ediyor. Eisenstein bu filmde güçlendirilmiş otokrasi ile merkezi yönetimi yan yana koyar. Filmin neye dair olduğu körler için bile açıktı. Eisenstein’a altın ve madalyalar yağdırmak yerine bu film yüzünden anîden O’na baskı yapmaya başladılar. Bütünüyle bir sır. Alexander Nevsky’den söz etmeyeceğim, zira bu filmde toplumun beklentilerini tatmin etme arzusu açıkça anlaşılıyor. Sonra bir sonraki filmi olan Bezhin Çayırı’nı yaptı.

Onu bilmiyorum.

Ne demek bilmiyorum? Bana Eisenstein’a ilişkin sorular soracaksanız bu filmi bilmelisiniz. Eisenstein kolektivizm dönemi, 1920’ler ve 1930’ların kahramanıydı. Okulda izcilerin başını çeken bir çocuktu. Kötü talihi bir kulak ailesinden geliyor olmasıydı. Sonradan, nasıl söylesem, Sovyet azizi oldu, çünkü kendi ebeveynini egemenlere şikâyet etmişti.

Ah, evet bunu biliyorum, bu Pavlik Morozov.

Evet, O’ndan söz ediyorum.

Ama bu filmi bilmiyorum.

Burada Eisenstein filmin kahramanını bir aziz olarak sunuyor, kutsal bir kurban, bir fikir uğruna kendi hayatını veren bir şehit. Eisenstein kendini kaybetmek üzeredir, bir felâketin eşiğinde olduğunun farkına varır. Bunu anlayamam. Her şey tersine işler gibidir. O zamanlar boşlukta olan, ama daha sonraları yayılacak olan bazı düşünceleri güçlendirme imkânı arar. O an için bu fikirleri reddedilmektedir.

Bu film yapılırken şunlar yaşandı: Eisenstein filmi çekmeye başladığı zaman, arkadaşları, meslektaşları Eisenstein’ın Sovyet karşıtı bir film yaptığına dair otoriteleri uyardılar. Resmi ve Sovyet karşıtı şüpheli bir mistisizm de bu sürece karıştı. Bundan ürken sinematografi ekibinden biri, olanları Stalin’e ihbar etti. Bir şeyler hesap edilerek yapılmıştı bu. Stalin malzemenin Kremlin’e getirilmesini istedi. Seyretti ve bir şeylerin yandığını gördü. Variller ikinci kattan yuvarlanır. Kulak’ların yaktığı kolhozun mallarını korumaya çalışırlar. Ateşler içinde yuvarlanan variller görüntüye gelir; bir kez, iki kez, üç kez, yakın çekim, uzak çekim, üst açıdan, alt açıdan… Bir süre sonra Stalin dayanamaz. Bu skandala bir son verin, diye bağırır ve odayı terk eder. Bence, Sovyet sinemasının en büyük üyelerinden biri olan, Eisenstein meslektaşlarının kurbanı oldu. Çünkü bu insanları tanıyordum, bitmek bilmeyen toplantılarda bu insanlarla karşılaşıyordum. Onu formalizm ve ideolojik sapma ile suçluyorlardı. Bağırıyorlardı; O’ndan kendisini suçlamasını istiyorlardı. Onları biliyorum, Onlarla bu sorunu tartıştım. Yirminci toplantıdan sonra bu insanlar tamamıyla değişti. Kendilerini, O’nu koruyan meslektaşları olarak sundular. Eisenstein hakkında bir takım öyküler anlatıyorlardı. Bu hikâyelerle O’nun arkadaşları olduklarını ima ediyorlardı. Oysa hepsi ayaklarıyla O’nu çiğniyorlardı. Bunu çok iyi biliyorum. Bunlar ilginç hayat hikâyeleridir.

Ya Dovzhenko?

Dovzhenko kesinlikle kalbime çok yakın biridir, çünkü tabiatı kimsenin hissetmediği kadar hisseder. Genel olarak bu benim için çok önemlidir. Sessiz sinemadan Dovzhenko’nun erken dönemini düşünüyorum. Ayrıca O’nun spritüel tabiat anlayışı, (bir tür varlığın birliği ilkesi), bu bana çok şey ifade ediyor. Bir anlamda, literal değil, kendimi panteizme çok yakın hissediyorum. Panteizm Dovzhenko’yu çok etkiledi. Tabiatı çok seven Dovzhenko onu görebiliyor, hissedebiliyordu. Bu benim için çok anlamlı. Sovyet sinemacılar doğayı hiç hissedemediler, onu anlayamadılar. Tabiat onlarda yansımadı, onlar için bir anlam taşımadı. Dovzhenko sinematografik imgeleri çevreden, yeryüzünden, hayattan vs. ayırmayan tek yönetmendir. Diğer bütün yönetmenler için tabiat yaklaşık tabi olanı sağlayan bir arkaplan iken, Dovzhenko için hayatla ilişkisi içinde, bir biçimde içsel olarak hissedilen temel öğedir.

Tabiata duyarlı olan, onu hisseden diğer bir yönetmen de Kızıl Cranberry ağacı ile Shukshin’dir.

Evet, doğru… O tabiatı hissedebiliyordu; köy hayatı ile büyümüş olması nedeniyle ile onu hissedebiliyor ve anlayabiliyordu. Dovzhenko ise onu gösterecek yeteneğe sahipti. Shuksin bunu yapamazdı. O’nun kır manzaraları sanatsal olmaktan yoksundur, bazen sıradan görünürler, sanki filmine kazara girmişlerdir. Dovzhenko ise onlara büyük bir özen gösterir, kendisini doğanın içinde bulmaya çalışır.

Filmlerinizi romantik olarak nitelendirir misiniz?

Hayır, böyle nitelemem.

Onlarda tekrar tekrar perdeye gelen motifler görürüz. Kişi romantik bir seyahat yapıp kendi kimliğini arar. Mutlak değerler; dünyanın kutsallaştırılması, kutsallık arayışı, olayların mitikleştirilmesi… Sonuçta başlangıçtaki spritüel kültürün saflığına olan inanç. Bütün bunların ruhu çok romantik.

Çok güzel söylediniz, ama burada karakterize ettiğiniz biçimiyle bende uyanan izlenim hiç de romantizm değil. Söylediğiniz şeyin romantizmle kesinlikle bir ilgisi yok. “Romantizm” lafını duyduğum vakit korku alır beni. Romantizm bir bakış açısını ifade etmenin yolu. Olaylarda, dünyada olan gerçeğin hakikatte olduğundan daha büyük bir hal içinde algılanma biçimi. Bu nedenle kutsal bir şeyden söz edince veya hakikati arayış vs. bu benim için…

Romantizm değil mi?

Bu romantizm değil çünkü gerçeği olduğundan daha büyük gösteremem. Benim için gerçek onda bulacağımdan çok daha büyük, çok daha derin ve algılayabileceğimden çok daha kutsaldır. Romantikler hayatın, hayatta görebildiklerinden çok daha zengin olduğunu düşündüler. Başka bir biçimde söyleyelim, hayatın sade bir şey olmadığına inandılar, onda fizik ötesi ve exotik bir derinlik, bizim algımızdan kaçan ve bilgi ile elde edemediğimiz bir şey olduğunu sandılar. Bir örnek vermeme izin verin: Bazı insanlar aura, insan bedeninin etrafında birçok renkten oluşan bir parlaklık görebilir. Bu insanlar diğer insanlara kıyasla üst düzeyde gelişmiş duyulara sahiptir. Bir süre önce Berlin’de bu özelliklere sahip bir Çinli ile konuştum. Sizi tedavi edebilir, durumunuzu kusursuz bir biçimde bilir, neler hissettiğinizi, sorunlarınızın ne olduğu, bütün bunları aura’nızda görebilir.

Bu olgu Kirlian fotografisinde teyit ediliyor.

Evet, bu deneyler onunla ilişkili, ama bu sözünü ettiğim kişi basitçe, gözleriyle bu aura’yı görebiliyor. Buna karşın romantikler onu yaratmaya çalışırlar, “orada olmalıdır” diye tahminde bulunurlar. Bir şair ise aracısız görür bunu.

Şunu söyleyebilirsiniz: romantikler arasında da şairler vardı. Kuşkusuz vardı, bu yadsınamaz. Hayranlık duyduğum Hoffmann var, Lermontov var, hayretlere düşürecek bir derinlikte olan Tyutchev var ve başkaları… Bütün bunlar doğru. Fakat gerçekten onlara romantikler denilir mi? Hayır onlar romantik değildiler, kesinlikle değildiler. Bana “Romantizm hayatın bu sanatçılar tarafından daha itibarlı kılınması, büyütülmesi, güzelleştirilmesi, daha soylu kılınmasına ilişkin bir formdur” derler. Ben de derim ki, hayat yeterince güzeldir, O’nda yeterince derinlik ve spiritüalite vardır, bir şey değiştirmeye gerek yok. Gerçeği daha çok güzelleştirmek yerine, Dikkat etmemiz gereken şey spritüel anlamda kendi varlığımızın gelişimidir. Ayrıca bu romantik giysinin insana karşı bir inanç beslemediğini de eklemeliyim.

Bu solifsizm/var olan şey sadece benliktir.

Evet. Benim için Romantizmin özü budur, en azından önemli bir boyutu budur. Dovzhenko bir zaman yerinde bir söyleyişle, çamurlu bir birikintide bile yıldızların aksini görebildiğini söylemişti. Böyle bir imgeyi mükemmel bir biçimde anlayabilirim. Ama biri çıkıp cennetin yıldızlı ekmeğini ve çevrede uçuşan melekleri gördüğünü söylerse bu alegorik bir biçim olur. Bütünüyle gerçek dışı, hayattan uzak bir şey. Fakat anahtar bu, Dovzhenko onu görebiliyordu, çünkü O bir şairdi, hayat O’nun için, gerçeği yaratıcı etkinliklerine sadece bir ek olarak düşünenlere göre, spiritüalite ile dopdoluydu. Bir romantik için hayat, yaratmak için sadece bir araçtır. Şair için yaratmak bir zorunluluktur, çünkü bunu isteyen ve başından beri canlı olan bir ruha sahiptir O. Böylece bir sanatçı, bir şair- bir romantiğin aksine- herkesten çok tanrıya olan yakınlığını anlar. Bu mantıklı. Yaratmaya ayarlanmış yeteneğin anlamı budur. Sanki bu yetenek başlangıçta alınmıştır. Öte yandan bir romantik ise kendi kabiliyetinde, kendi yaratıcı faaliyetinde özgün bir güzellik bulmaya çalışır.

Veya bir misyon.

Bir misyon. Güzel. Burada bütünüyle sizinleyim.

Leh dilinde bir kelime var, “Wieszcz”, örneğin deriz ki Adam Mickiewicz milletin “wieszcz”i idi, bir peygamber, bir kâhin, örtülü gerçekleri açığa çıkaran kişi.

Evet. Ama bu romantizm değil.

Nasıl?

Pushkin böyle biriydi, sonra birçok sanatçı aynı yolu izledi. Bu gün de birçok sanatçı var ve hizmet ediyorlar. Bir sanatçının kendisini beğenmek ile zehirlemesi, kendi sanatında kendisini yaratması, işte dar anlamıyla romantizm budur. Romantizmin bu özelliğini çok iğreti buluyorum. Bu kendi benliğini teyit, sonu gelmez kendi kendini sunma, romantik sanatın hem sonucu hem de amacıdır. Bu benimseyebileceğim bir şey değil. Boğucu ve riya kokan bir şeydir bu, göstermelik resimler, artistik kavramlar vs. Schiller’de kahramanın seyahatini hatırlayın. Basitçe bu, sanatta kötü bir zevk. Rusya’da hiç bir sanatçı Novalis gibi, Kleist gibi, Byron gibi, Schiller gibi, Wagner gibi kendisinden söz etmedi. Sanıyorum bu Polonya için de doğru bir şey.

Ama bu romantik bireyselcilik, romantizmin ayırıcı özelliklerinden biri.

Bu benmerkezciliktir, “bana ait olabilecek başka ne kaldı?”nın sınırları içinde düşünmektir bu. Kötü bir ikiyüzlülük, kendisini evrenin merkezi kılma ihtiyacı. Bunun zıt kutbu diğer dünyadır, doğu olarak, doğunun dünyası olarak düşündüğüm şiirin dünyası. Wagner’in müziğini alın örneğin veya Beethoven, kendisi hakkında sonu gelmez bir monolog: Bakın ne kadar fakirim, paçavralar içindeyim, ne sefalet, neyim ben, ne kadar mutsuzum, hiç kimsenin çekmediği kadar acı çekiyorum, antik Prometheus gibi ıstırap çekiyorum…bakın nasıl seviyorum… anladınız. Bir süre önce M.Ö. altıncı yüzyıla ait kimi müzikler dinledim. Çin’in klâsik ayin müziği. Bireyin bütünüyle hiçlikte, tabiatta ve evrende mutlak erimesini önerir. İşte bu zıt kutup asıl hayatın gerçek yüzüdür. Sanatçı kendi benliğini sanat eserinde bir biçimde erittiğinde, bir iz bırakmadan ortadan kaybolduğunda, işte bu başlı başına inanılmaz bir şiir olur.

Son derece büyüleyici bulduğum bir örnekten söz edeceğim. Ortaçağ Japonya’sında shogun’ ların veya feodal lordların saraylarında birçok ressam yaşardı. O zamanlar Japonya birçok bölgeye ayrılmıştı. Onlar şöhretlerinin doruklarına ulaşmış, mükemmel sanatçılardı. Onların çoğu bu zirveye erişir erişmez anîden uzaklaşıp ortadan kaybolurlardı. Sonra başka bir shogun’un sarayında farklı adlarla ve bütünüyle bilinmeyen kişiler olarak yeniden ortaya çıkarlardı. Bunlar bir saray ressamı olarak kariyerlerinin başından başlayarak tamamen başka bir üslûpta sanat eserleri yaratırlardı. Böyle bir inanma biçimi ile onların bir kısmı beş veya altı hayat yaşardı.

Alçakgönüllülük…

Bu tevazu değil. Bir başkası buna alçakgönüllülük diyebilir, fakat ben farklı bir kelime kullanma eğilimindeyim. Bu benim için neredeyse içinde benim kendi “ben”imin hiç bir önem taşımadığı ibadet gibi bir şey. Çünkü bana bağışlanmış olan yetenek bana yukarıdan verilmiş ve eğer gerçekten bu yeteneğe sahipsem, bu seçilmiş olmam nedeniyledir. Eğer ben seçilmişsem bu yeteneğim doğrultusunda davranmalıyım. Ben evrenin merkezi değil, bir köleyim. Her şey çok açık. Haklı olarak tevazudan söz ettiniz, fakat bu tevazudan çok daha önemli.

Şimdi Andrei Rublov’a yakınız…

Rublov dindar bir insandı, bir keşiş…

Filmlerinizde karakterler romantik kahramanlara benzer ve sürekli bir yoldadırlar, sonra bu yolculuk bir şeylere başlangıç olur: örneğin Stalker tipik bir romantik yolculuk modeli etrafında inşa edilir.

Dostoyevski’nin bir romantik olduğunu iddia edebilir misiniz? Hayır, O romantik değildi. Bu O’nun yaşadığı dönemden ve hayata bakışından anlaşılıyor. Ama O’nun kahramanları da sürekli bir yoldadırlar.

Daha çok bir labirentin içindeymiş gibi.

Bunun bir önemi yok. Hikâye aynıdır; insanın arayış hikâyesi. Diogenes ve feneri meselinde olduğu gibi insanın asıl amacına doğru gidişi. Suç ve Ceza’da Raskolnikov budur, bunda şüphe yok. Alosha Karamazov, O daima yoldadır, ama bir romantik değil. “İnsanın sürekli bir yolda olması” mutlak surette romantizmin bir özelliği sayılmamalıdır. Romantizmde bu en önemli öğe değil.

Çeviren: Arif Kızılay

(cafrande.org aracılığı ile)
paylaş:

chuck palahniuk ile bir söyleşi



Chuck Palahniuk bir ''rock star'' değil, ama olabilir de. "Dövüş Kulübü" ve "Invisible Monsters"ın (Görünmez Canavarlar) yazarı Palahniuk konser salonlarında ''okuma günleri'' düzenliyor, seyircilerine şişme erotik bebekler atmakla tanınıyor ve hayranları ismini kollarına yazdırıyor.

Yazarın resmi web sitesi kendilerini açıkça "the Cult" diye adlandıran 47.000'in üstünde çılgın hayranıyla dolu. Onlar tanıtım tişörtleri ile müzik piyasasını canlandırıyor, konser biletleri satıyorlar.

Son kitabı "Pygmy" (Pigme) öğrenci değişim programıyla Orta Amerika'ya gelmiş ergen bir öğrencinin/gizli ajanın terör planlarını konu ediniyor.
Palahniuk yeni romanı ile ilgili TIME dergisine konuştu ve tüm Alman ulusuna yanlışlıkla nasıl hakarette bulunduğunu ve "the Cult " için gerçekte neler düşündüğünü anlattı.

Bu kitapla ilgili fikir nasıl oluştu?

"Fight Club" filmi yayınlanmaya başladığında, tam zamanlı yazabilmek için işimi bıraktım. Beni yataktan erken kaldıracak bir şeye ihtiyacım vardı. Ve gönüllü evsizlere ''çorba yapmaya'' başladım.

Kimse kim olduğumu ve niye orada olduğumu bilmiyordu. İnsanlar benle ilgili hikaye üretmeye başladılar. Kimilerine göre tescilli bir seks suçlusuydum, hapisten yeni çıkmıştım ve kamu hizmetiyle cezalandırılmıştım. Kimilerine göre ise bir katildim… bir kundakçı. Bütün bu dehşetengiz düşünceler bana yöneltilmişti çünkü kimse bu adamın neden her sabah 5 te gelip ekmek kızarttığını bilmiyordu.

Ve sen bozmadan devam ettin…''katil değilim'' demedin öyle mi?

Demedim. Onların hikayesi gerçekten daha iyiydi. Öylece devam ettim.

Nasıl Pygmy'e dönüştü hikaye?

Neşeli ve karşılaştığınızda güçlük çekmeden açıklayamayacağınız bir karakter oluşturma fikri hoşuma gitti. Bu, Pygny'yle tanışan herkesin en kötü önyargıyla, kendini beğenmişlikle ve bağnazlıkla yüzleşmelerini sağlıyor. Kimse onun hangi ırktan olduğunu bile bilmiyor. Gerçek ismi "Pygmy" bile değil.

Kitaptaki karakterler, Amerika'nın dünyadaki ya en iyi ülke ya da en kötüsü olduğunu düşünüyor. Aslında kitap politikayla iç içe.

Bana göre bu, politik bir kitaptan ziyade bir olgunluk romanı. Halkının en iyi halk olduğunu düşündüğün o 10-11 yaşlarını hatırlar mısın? O yaşlarda onlar her şeyi bilirdi ve onların dediği doğruydu. VE sen büyüdün; bu berbat döneme ulaştığında onların birden şeytan, zorba ve hiçbir şey bilmeyen alıklar olduğunu gördün.

Pygmy'yi konuk eden aile, Amerika'yı her şeyin mükemmel olduğu bir yer olarak tanıtır oysa Pygmy Amerika'yı bir zorba ve şeytansı bir aptal olarak görecek şekilde eğitilmiştir. Sonuçta her iki aşamanın ötesinde ailenin mükemmel olmadığını ama seni sevdiğini ve sana en iyisini vermeye çalıştığını kabullenirsin. Pygmy, bu insanları sevgi dolu ama çoğu şeyden ''bir haber insanlar'' olarak tanımladı.

Pygmy çok özel ve kırık bir şiveyle yazıldı. Kitabı okuduktan sonra kendimi o şiveyle düşünmekten alıkoyamadım. Nasıl bir şeydi bu şekilde yazmak?

Gerçekten de tahripkardı. Düzyazı yerine şiir yazmak gibiydi. Kasten yanlış yapıyordum ve birçok nedenim vardı. Örneğin; önek kullanmadım… unhappy, unconscious gibi. Onun yerine "no happy, no conscious" şeklinde yazdım. Benim de no conscious dediğim çok oldu. Bu dili içselleştiriyorsunuz ve düşünce şekliniz kafanızda ve bilincinizde korunuyor. Bu WalMart, megakilise gibi gündelik ve taze şeylerde daha sıradan düşünmemi kolaylaştırdı.

Tanrının insanları cezalandırmak için onların günah işlemelerine ihtiyacı olduğuyla ilgili birçok bölüm var kitapta. İlginç bir yaklaşım. Biraz bahseder misiniz?

Alman ulusal radyosuna berbat bir röportaj vermiştim. Bir yerinde ''Sieht so aus als haettest du all dein Deutsch vergessen'' demek istedim ''Sanırım Almancayı unutmuşumdur'' anlamında. Sadece tek bir fiili yanlış kullanmıştım. Vergessen yerine Vergast. Programdan çıktığımda yayıncılar bana çok kızgındı. Vergast, "insanları ölüme sürüklemek" fiilinin geçmiş zaman haliydi. Almanca sözcüğünü de yanlış telaffuz etmiş "r" harfini eklemiştim. Anlamı Almanca yerine Alman halkına dönüşmüştü ve ben "Almanları ölüme yönlendirdiğim için üzgünüm" demiştim. Çok utanmıştım.

Ne oldu… hiç tepki aldınız mı?

Hayır. Sıvıştım, trene binip oradan uzaklaştım; kendimi çok kötü hissediyordum. Binlerce kişiyi aşağılamıştım. Bunları nasıl söyleyebildim? Bizim ayıbımız olan bu korkunç yanlışların, Tanrı'nın canımızı alırken keyiflenmesine vesile olduğunu düşünmeye başladım. Kim bilir belki de bu günahlarımız Tanrıya bize sonunda kanser hastalığını verirken üzülmemesi için bir tür teselli oluyordur.

Çok sıkı bir hayran kitleniz var.''Cult''larla ilişkiniz nasıl?

Yaklaşık 10 yıl önce, 3 kişi New York'taki ''okuma etkinliğine'' geldi ve resmi hayran sitemi kurmak istediklerini söyledi. "Hiçbir şeyi düşünmenize gerek yok biz halledeceğiz" dediler. Bir çeşit tevekkülle ''Tamam, yapın'' dedim. O günden beri site çok büyüdü. Yazılanlara, eleştiri ve tavsiyelerimle katkı sağlıyorum. Her ay bana 6 veya 8 hikaye gönderiyorlar ve ben de görüşlerimi belirtip geri yolluyorum.

Sizin ''kitap okuma''larınız normal okumalara benzemiyor. Daha çok konser gibi, kutlama günleri gibi. Bütün bu çılgın şeyleri neden yapıyorsunuz?

7 yıl kadar önce, okumaların sıkıcı geçtiğini fark ettim. Oraya çıkıp etkinlik boyunca uyurgezer gibi kitabımdan pasajlar okuyordum. Daha çarpıcı bir şeyler yapmalıydım. Hoplamak, zıplamak istiyordum; böylece etkinlik daha heyecanlı olabilecekti. Her seferinde farklı bir yol buldum eğlenmek için. Kaldığım otelin oda numarasını veya uçağımın koltuk no'sunu hatırlamam ama her organizasyonum aklımdadır.

Plastik vücut parçalarını insanların üstüne attığınızı duydum…

İnsanlar benden vücutlarına imza atmamı istiyorlardı. Ve ben bir sonraki etkinlikte herkesin imzamı dövme yaptırdığını görüyordum. Ve insanların vücutlarına imza atmamaya karar verdim. Artık onlara kol ve bacak verecek ve istediklerinde bu kol ve bacakları imzalayacaktım.Bir iki yıl boyunca insanların üzerlerine kol-bacak fırlattım ve sonra yüzlerce ucuz erotik bebekler atmaya başladım. Bir yarışma düzenliyorduk ve kim daha hızlı bebek şişirirse kitap kazanıyordu.

Bu seferki etkinlikte ne yapıyorsunuz?

Penguen.

Gerçekten mi?

Bütün kışı şişirerek, imzalayarak ve tarih atarak geçirdiğim 200 şişme penguen. Her organizasyona 250 penguen gönderdim. Çeşitli yarışmalar düzenledik. İnsanları eğlendirmektenhoşlanıyorum. Daha çok duygu ve kaos eklemek iyi oluyor.

Çeviren: Artun Kendirli
(edebiyathaber.net aracılığı ile)
paylaş: