Şehzade

Evet, sesini duymak hala bir işkence
evet, yüzünü görmek hala katlanılmaz
ve evet, hala seviyorum seni...
Üstelik ne zaman merdiven çıksam
çıkarken ne zaman Yann Tiersen dinlesem
seni görürdüm karşımda
evvel zaman içinde
sen bir tellal, ben de berber iken.
İşte bu yüzden,
kalbur samana düştüğünden beri yürüyen merdiven kullanmayışım
işte bu yüzden hep aynı şarkıları dinleyişim
hep aynı basamakta bekleyişim
merdiven çıkarken ayaklarıma bakışım.
Masallar anlatan sesine kulaklarımı açıp,
yüzünü görmekten
elindeki yatağandan, belindeki boş hançer kınından kaçışım.
Bu yüzden ayaklarıma bakışım,
merdiven çıkışım.
Rüyalarımda saraylara kapatılışım
cepken, şalvar giyişim
şarkı söyleyen bülbüllere gergef işleyişim
hepsi bu yüzden!
Ve evet,
hala seviyorum seni...



paylaş:

cinsel bir obje olarak kadın vücudu


Flüoresan ışığı altında bedeni, tüm kıvrımlarını odaya dolduruyor; ten kokusu adeta zevkleri alt üst etmek için çaba sarf ediyor; ölüymüşçesine vücudu, soğuk parkenin üzerinde kımıldamadan sonunun gelmesini bekliyor; tüm estetiğin arasında halatlar, salıncakları oluşturmak için düğümlenmeyi bekliyor.
Korku, kapı arkasına saklanan korku, kadının üzerinden geçip gözlerinde birikirken, adam ellerini kadının bacak arasına sokuyor, eteğini sıyırırken var olan istek körüklendikçe, gözbebekleri o kadar büyüyor.
Sivri çeneden göğüslere doğru inen vadilerde soluklanırken, iki dağın arasında dilini gezdiriyor; meme uçlarının dirilişini, körpeliğini her dokunuşta avuç içlerinde hissediyor, konaklamak için yamaçlara tırmanıyor, kalp atışlarından inip kalkan kafesin ritmine ayak uydurarak, parmaklarının arasında tuttuğu alt dudağı dişleriyle yoklarken, elleri beyne yenik aşağı ovalara iniyor; keşfedilmeyen çukurların içine girmek, tadılmayan et parçalarını çiğnemek, kokuları ciğerlerine doldurabilmek için burnunu teninde gezdiriyor. Belinin kıvrımlarında kavisleri, durakları geçip, tümseklere doğru başını çevirip, iki tepeyi birbirinden el kuvvetliliğiyle ayırıyor ve dibe dönük kuyunun insanı kudurtan güzelliğine kurban oluyor. Açılmamış tüm delikleri deşmek için bedenindeki kalp atışları, uzuvlarının dikilişi, nefes alışlarındaki bütünlük ve geberecekmişçesine titreyen elleri, hepsi ama hepsi, zevkine yenik düşmenin basitliği.
Kadının giydiği sadece uzun topuklu ayakkabıları. Yürüyüşlerinde zıplayan jöle kıvamında körpe göğüsleri, adım atışlarında birbirine sürtünen götünün lopları, hafif bir kavisle bir noktada toplanan göbek deliği, acıdan şişmiş dudakları, parmaklarının uzunluğu, kırmızı ojeler ve içine girildiğinde sırtları parçalayan uzun tırnakları. Acının dışavurumu, zevkten titreyen bedenler ve çığlıklar.
Sodomi sanrılarında halatların bilekleri yırtması, yuvarlak organın yuvarlak deliğin içinde püskürüşü, soğuk parke üzerindeki dudağın yere kırmızı ruju bırakması ve kuduran bedenin istemsiz kasılması. Ölürken acıdan, yine de dibe kadar girildiğinde oluşan haz, belirli bir ritimde seyreden ileri gidişler, geri dönüşler.
Ayak bileğinden yukarı çıkışlardaki pürüzsüzlük, baldırlarda ellerin soluklanışı ve apış arasındaki susamalar, her vuruşta dalgalanan loplar ve bütünlüğü koruyan buğday renkli terli ten, uzun uzun iç çekişler, ellerin bele doğru bükümü, zorlamalar, adamın parmaklamaları, parkede kayan ayaklar, yenilişler, adam ve duvar arasında sıkışmış ve sıkışmakta olan kadın, teni yalayan dil, duvara sürten göbek deliği ve sıkışan göğüsler, bedenin zıplatılması, girmek için değil çıkmak için olan deliklere girilmesi, acının vücuda yayılması, inlemeler, kalp atışları, kalp durmaları, kesik kesik çığlıklar, gözlerden süzülen yaş ve sonrasında gelen zevk, ohlamalar, iki bedenin tekliği, ağza alınmayacak laflar, ağza alınmayacak organlar, tavandan sarkan halatlar, uzun topuklu ayakkabılar, dirilen meme uçları, iki kolun bir bedeni sarması, titremeler, pozisyonlar, birlikte salınım hareketleri, salıncaklar, kucağa oturmalar, ete geçen tırnaklar, dişe geçen et parçaları, kudurmalar, hırlamalar, sahiplik duygusu, utanmaların kaçışları, dillerin düğümlenmesi, zehirler, sarmaşıklar…
Apış arasını örten incecik bir iç çamaşırının bacaklardan geçerken tene dokunuşu, bedeni sarıp sarmalayan incecik elbisenin tende kayıp gitmesi, uzun topuklu ayakkabıların iplerinin bacaklara geçmesi, kan kırmızı rujun şişmiş dudaklara sürtünmesi, terli tene sıkılan baygın kokular.
Her adımda yukarı kalkan eteğin baldırlara dokunuşu, akılların yetmediği kadar cazibe, sahip olma arzusunun apış arasından süzülüşü.
Geride kalan, soğuk parke üzerinde bitkin düşmüş, çırılçıplak, uzuvları büzüşmüş, soluk almakta zorlanan, sırtında dört tırnak, göğsünde diş izleri ve ruj kalıntıları bulunan erkek vücudu.


paylaş:

önce düşmek vardı sonra uçmak

Meymenetsiz suratları, sudukları, kırık dişlerinin arasından sarkıttıkları dilleri, çatlamış dudaklarına sürttükleri armonikalarla hiç olmadıkları kadar mutlu ve hüzünlü görünüyordu melekler ve ellerinde olmadan gelişigüzel çaldıkları senfoniye ayak uydururcasına salınıyorlardı gökte, suyun tutunması gibi bulutlara, gök gürlese düşeceklerdi. Benim yaşamım dedikleri senin, seninki benim.
Çığlıklarına karışırdı sustuklarında nefesleri ve nefeslerine karışırdı çığlıkları susadıklarında. İçebilmek için susadıkça çığlıkları, kendi boğaz çukurlarında boğulurlardı acılar içinde, suskunluklarına kavuşurlardı. Desenine bürünmüş tenim, dikenlerini batırıyorsun.
Bir kadeh şarap olsa tanrıyı yok sayacaklar, sevaplarından arınıp cehennem patikalarında keçileri kaçıracaklar, tutabilseler ne mutlu azıcık olsun karınları doyacak. Sana susadım, açlığım senin elinden.
Kol çırpınışları kediden kaçan köpek misali ve bir de zebani homurtuları. Yüklemsiz cümlelerinde öznen olayım.
Kırılan kanatlar, her yer tüy. Bedenine kavuşup da keşfine çıkmış bir beyin, ne zaman fark edecek apış arasını. Salıncaklarda salınalım, derelerim ırmaklarına karışsın.
Kasıklarından süzülen suyu yalayanlar, hislerini yalanlayanlar da çıktı aralarından, kaçınılmaz günahkârlar, tanrının kucağında oturup çukurlara atılacaklar. Gel beraber düşelim, sonu görünmeyen kuyulara.
Tüm kinlerini içlerine kustular ve ellerinin tersiyle ağızları silişler. Oje siyah, gözler yeşil. Hiç olmadığı kadar uzun, hiç olmadığı kadar kaçınılmaz dakikalar, sonrasında hüzün, sonrasında tütün. Dumanında gebereyim.
Ellerin titremesi, armonikanın suskunluğu, küçülen gözbebekleri, çürümüş döl kokuları, biraz da ter. Ateşler hiç bu kadar yakmamıştı. Bile bile düştükleri kuyular, bedenlerinin insanlıklarına yenilişleri ve yolunan tüyler. Acında yak beni.
Korkusuzluklarının ödülü kırmızı, kopkoyu. Sonu gelmez inleyişlerin bedeli çığlık ve tüm hislerinin karşılığı dipsiz cehennem. Yeşilinin içinde gezineyim.
Doruk noktasında tepişenler, yarın ölecekler. Pişmanlıklarını gömmüşler, arkalarına bakmaya niyetleri yok. Yedikleri haltların öcünü aldılar, öcü alınma sırası bizde. Nefeslerini tutup birbirlerinin içine atlıyorlar. Tutmasan düşüyordum.
Ve varmadan yere, çek beni içine. Tek derdimiz yorulmak, tanrıya gözükmeden bedenden kaçmak.
Önce düşmek vardı sonra uçmak.



paylaş:

Ağlamak veya Regl Olmak

Ağlamak neden hep olumsuz çağrışımlar yaratır? Neden insanlar ağlamaktan korkar, birileri ağladığını görünce utanır, gözyaşlarını saklamaya çalışır, boğazındaki düğümü bastırır, yıllardır ağlamadığını ya da ölüm hariç hiçbir şeye ağlamayacağını gururla söyler, kadınlar ağlayan erkekleri (genelde) itici bulur, babalar “Sadece zayıflar ağlar!” diye azarlar kızlarını, ağladığı görülen insana ağlamaması söylenir… Neden yapılır bütün bunlar?
İnsana en iyi gelen şeydir aslında ağlamak, bir genç kızın regl oluşuna benzer. Öncesi rahatsız ve huzursuz, oluş anı da sancılı. Ama ikisi de huzuru getirir bitişiyle. Şu an aynadaki yansımamdan seçebildiğim kadarıyla, iki katına çıkmış gözlerim, sarhoş olmuş Hoptediks’in burnunu andıran burnum, pamuk prensesin dudak tanımına benzeyen dudaklarım, karman çorman kısmen ıslak saçlarım ve buruk gülümsemem bunu düşündürüyor bana.
Çünkü az önce yatağımın üzerinde bir cenin gibi kıvrıldım ve ağladım. Hem de en rahatsız edici haliyle, titreyerek, hıçkırarak, biraz da anlamsız sesler bütünüyle nefes almakta zorlanarak… Tutmadım gözyaşlarımı, hıçkırıklarımı bastırmaya çalışmadım, bir insanın en zayıf en çaresiz en güçsüz haliyle, yani kendime sarılarak ağladım. Bir de ağlamamı hızlandıracak, sonra da arttırıp patlama noktasına getirecek şarkılar dinledim ki ağlamam yarım kalmasın, başlasın ve son gözyaşına kadar akıtayım plasentayı atar gibi vücudumdan. Bıraktım normalde kendimi düşünmekten men edeceğim şeyler gelsin aklıma, gelsin ve canımı acıtıp geçip gitsinler içimden. Zaten başlamış bir kere, acının azı çoğu fark etmez, bilen bilir, acıyabildiği kadar acısın. İyileşme süreci de aynıdır üstelik, dediğim gibi acının azı çoğu fark etmez çünkü.
Hem birçok kadın da dahil olmak üzere reglin vücuttaki pis kanı atmak olduğunu zannetmez mi insanların çoğu? Oysa genç kız da olsa koca kadın da olsa, sahip olamadığı bebeğe ağıt yakar dişi vücudu regl olurken, aynı ağlamak gibi. Ağlamak olmayana ağıt yakmaktır, olmayanı kalbinden atmaktır gözyaşlarınla. Belki de bu yüzden kadınlar daha kolay ağlar, regl olmayı bildiklerinden, erkeklerse acıdan korkarak daha çok acıtırlar canlarını, ağlamamayı marifet sayarak. Biz kadınlar da regl olamayan erkeklere ağlamayı yakıştıramayız, bizim hem lanet hem nimetimiz olan bu doğa olayını kendimize içkin kılarak hem erkeği aşağılar hem de dışlarız. Ağlayışını bir regl oluş taklidi sayarız bilinçaltlarımızda. Bu zulmün bu nimetin bize getirdiği toplumsal aşağılanmayı ve toplumsal yüceltilmeyi(tabi varsa…) erkeğe veremeyiz, bize ait çünkü, içimize işlemiş, benimsetilmiş bize.
Oysa regl olmak bedensel bir durumken, ağlamak duygusaldır. Hem biz kadınlar neden gerçek duyguları, sevebilmeyi, kalbinden bir parça kopması durumunu bir erkeğe veremeyiz? Hadi biz vermeyi kabul etmiyoruz, neden erkekler de kaçar bundan, ağlamayı bir aşağılanma sayarak? Neden “Erkek adam ağlamaz!” diye bir klişemiz var hala çok revaçta olan? Hatta ağlayan kadınlara da gıcığız muhtaç göründükleri iddiasıyla. Neden korkuyoruz ağlamaktan, regl olmaktan korktuğumuz gibi? Neden korkuyorlar ağlamaktan, regl olmaktan korktukları gibi…
Çünkü unuttuğumuz bir şey var, vücut ne zaman regl olsa, ne zaman kurtulsa plasentasından, yerine yenisini koyar. Her ay yeni bir bebeğe gebe kalmak üzere, hatta bazen kalır da. Aynen biz de yeni bir kalbe hamile kalmak için ağlarız. Kırılan kalbimizin bütün parçalarını, tek tek ve ayrı ayrı, gözyaşlarıyla attıktan sonra yenisini koyarız yerine, tekrar kırılsın ya da bir çocuk dünyaya getirsin de o çocuk gururumuz, gözümüzün nuru, devamımız, bizden ayrı, bizden bağımsız ama bizim bir parçamız olsun diye, adını aşk koyalım diye…
O yüzden bırakın ben ağlayayım. En küçümseyeceğiniz, en aşağılayacağınız, en acıyacağınız veya en kaçacağınız biçimde. Ben ağlayayım her seferinde yeni bir kalbe gebe kalmak üzere, eninde sonunda biri aşk olur diye. Siz mi, sizse istediğinizi yapın. Nasılsa kimse sizin çocuğunuza ya da çocuksuzluğunuza dil uzatamaz. Burası özgür(!) bir ülke.



paylaş:

yine evvel zaman içinde


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler de berber iken bir de biz dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, seninle az gitmişiz uz gitmişiz, dönüp de baktığımızda görmüşüz ki bir arpa boyu yol gitmişiz.
O arpa boyu yolda biz ne kadarlık yaşamışız orası ise bu zamanın en tartışılır konularından biri. Bu hikayenin en hatırlanabilir başında sen varsın/biz varız ve muhtemelen sonunda da sen olacaksın. Gerçi kabarık etekli prensesler, şatolar, kaftanlı yatağanlı şehzadeler ya da beyaz atlı prensler, saraylara kapatılmış cariyeler, sihirli atlar, gökten yıldırım yağdıran tanrılar yok bizim hikayemizde. Ama biz bu hikayeyi o kadar çekiştirdik o kadar eğlenceli kıldık ve o kadar ağladık o kadar ağladık ki hiçbir anonimin ya da Grimm kardeşler benzeri insanlardan birinin anlatmayı akıl edemeyeceği hale geldi.
Tabi, biz böyle düşünsek de kabul etmeliyiz ki dışarıdan bakan insanlar için hiç de ilginç bir hikaye değil bu. Bize masal gibi, bize ilginç, bize eğlenceli ve bize duygusal sadece. İşte böyle ortada zebellah gibi, uzun, kocaman, esmer mi esmer bir çocuk var bir de onun en yakın arkadaş(lar)ı. Bu iki çocuğun bir araya getirdiği iki kız var ilk bakıldığında sonlarının böyle olacağı tahmin edilmeyen. Bu iki kız (uzun saçlı yüzünde her zaman gülümsemesi olan ile kısa saçlı kemik gözlüklü somurtuk güya asi olan) hem kendilerini hem de çevrelerindekileri çok ama çok şaşırtarak bütün değişen kahramanlara rağmen beraber ve aynı(!) kalmayı başarıyorlar.
Lise günlerinde okuldan kaçıp araba kaçırıyorlar, beyaz atlı prensler hatta belki kaftanlı cesur şehzadeler bulduklarını sanıyorlar, töre cinayetlerine konuk olup, kendilerini sihir dünyasında kaybediyorlar, birisi bunu iç yazan şişeden içip anahtar deliğinden geçecek kadar küçülüyor diğeri de bunu ye yazan kurabiyeden yiyerek tavana değecek kadar uzuyor. Burunlarının uzaması pahasına yalan söyleyip ukalalık yapıyorlar sonra bütün bunları altı eylül parkında kimseye anlatmadıkları şekilde birbirlerine anlatıyorlar. Bu olanlar arasında bir düzen bir süreklilik yok ama buna ihtiyaçları da yok. Daha en başından biliyorlar beraber geçirilen dakikaların sürekliliğinden çok içtenliğinin önemli olduğunu. İkisinin de ayrı dertleri var o sıralar, bu ayrı dertleri beraber çözebileceklerini de bilmiyorlar henüz. Olsun, öğrenecekler…
Her acılı ve kendi dünyasında kaybolmuş ergenin düşündüğü gibi yüzyıllar sürmez lise, çabuk geçer aslında. Daha ne olduğunu anlamadan, öğrendiklerini sindiremeden bitiverir. Onlar için de çabuk bitiyor, kalp ağrıları, fos çıkan beyaz atlı prensler, sihir diye bir şey yoktur çığlıkları, agresif ergen şarkıları, geride bırakılanlar ve geleceğe -yani üniversiteye- dair kocaman umutlarla birlikte. Taşınma telaşı ve kaybolup gitmesinden korkulan bir sevginin derdinde birbirlerinden habersiz aynı şehre gidiyor bizimkiler. Habersizliğe rağmen o şehre aynı trende gidiyorlar, bir tren koltuğunu mesajlarını ve hayallerini paylaşıyorlar, hayatta bir başına olmanın külfetini hiç bilmeden kurdukları küçük kız hayallerini hem de.
Üniversiteye gitmesine gidiyorlar ama üniversite onlara resmen döve döve gösteriyor lisenin çok uzakta kaldığını. Bir şehirde bir başına, parasız, sevgisiz, annesiz ve haritasız kalmanın nasıl bir şey olduğu ikisinin de birbirinden bağımsız olarak öğrendiği ilk şey. Zaten ilk senelerinde yeni şeylerin verdiği heyecanla birbirlerinden kopuyorlar, birkaç telefon görüşmesine rağmen yüzyüze görüşmek nasip olmuyor bu iki kıza. Gerçi artık kız olmaktan ziyade, yalnız başına tökezleyerek genç birer kadın olma çabasındalar.
Ne ailelerinin ne de kendilerinin beklemediği bir şekilde yaralar bereler ve başarısızlıklarla birinci yıllarını tamamlıyorlar. Kabus gibi geçirilen yazların ardından ikinci senelerine başlarken, uzun saçlı olan hayatında hiç aşık olmadığı kadar aşık geliyor beraber okudukları şehre, kısa saçlı ve kemik gözlüklü olansa artık uzun saçlı ve aşık olmayı beceremediğini anlamanın hüznüyle. Genç bir kadın olmaya çalışırken destek gerektiğinin bilinci, lise arkadaşlıklarının masumiyetinin farkındalığı ve ikisi arasındaki arkadaşlığın kimseye benzemediği önsezisiyle sımsıkı tutunuyorlar birbirlerine bu sefer. Çünkü hayalini kurdukları büyük aşklardan daha kıymetli bir dostluk bunu öğrenmişler artık. Aşk yokken dost var, aşk oluşurken, aşk coşarken, aşk biterken ve aşk giderken hep orada dost. Gerçek olacağını bildiğin hayaller kurarken sabit karakter dost. İyi, kötü, eğlenceli ya da depresyonda, her zaman, her hatada, özellikle de bile bile hata yaparken orada dost, tam da arkanda hatana ortak oluyor yargılamadan.
İşte bu birbirine kenetlenme durumu yıllar sonra şöyle bir cümleye yol açıyor. “Sizin hiç iki kalbiniz oldu mu? Benim var. Biri bazen durduğunda yaşamak diyor diğeri. Diğerim.” Artık uzun saçlı olan kısa saçlı hala genç kadın adayımız uzun uzun bakıyor bu cümleye. Önce gülümsüyor, cümlenin edebi güzelliğine, çok güzel çünkü. Sonra çok duygulanıyor, artık kısa saçlı olan uzun saçlı hala genç kadın adayımıza sarılıyor sımsıkı, diğerine.
Garip aslında, sevgililer böyle şeyler söyler birbirine, derin bağlılıklarını ifade etmek için. Ama onlara göre derin bağlılıklar aşk gerektirmiyor. Ve bu gerçeğin ilk defa bu kadar açık bu kadar bariz söylenmesi aşırı duygusallığın yanında bazı şeylerin de hatırlanmasına yol açıyor. Sımsıkı sarılma ile teşekkür etme anının tam ortasındaki duraksamada, pencere önünde yapılan muhabbetler, Dilara’yı Kloş’a çevirme başarısını, emniyet müdürlüğünün önünden lise formasıyla bir arabanın içinde (ehliyetsiz beyaz gömlekli lacivert kravatlı zebellah gibi sürücüsüyle) geçerken arka koltukta birbirine destek olmalar, mangal yapma niyetiyle yenilen pizzalar, ayık kalmak niyetiyle oturulan masalardan sarhoş kalkmalar, 5 ayrı piercing macerası, en zayıf anlarını gözyaşlarıyla hiç düşünmeden paylaşmalar, intihar etmeye çalışan ama hep yalan çıkan, 3 cenaze haberine rağmen hala sağlam gezen sevgililer, kitapçı muhabbetleri, sıcaklığı birbirinden bilinen tekila shotlar, saç boyama eylemleriyle lezbiyen yaftası yemeler, elinde kamera saçmalamalar, Küçük İskender okuyup isyan etmeler, likörlü kahveler, yüzde yetmiş aynı dolaplar ve bu dolaba rağmen hiç pişti olmama becerisi ve muhtemelen şu an yazmayı düşünemediğim milyonlarca şey hatırlanıyor. Bir insan sekiz yıla ne kadar sığabilirse o kadar işte.
Sekiz yıl ve geri kalan bütün hayatları. Dakika dakika anlatacak olsalar yaşadıkları kadar sürecek hikayeleri, koskoca bir hayat. Ama işte anlatılmaya da ihtiyaç yok aslında, zamanı gelir anonim olur bu hikaye, mitleşir. Sonsuza kadar mutlu yaşarlar. Ama son sözü hiç değişmez:
“Sizin hiç iki kalbiniz oldu mu? Benim var. Biri bazen durduğunda yaşamak diyor diğeri. Diğerim.”
paylaş:

Üçü Bir Arada - Beklemek Korkmak ve İstemek



“Dudaklarımın gerisin geriye çekildiği; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim.” diye küçük iskender yazmasaydı da ben yazabilseydim keşke. Çünkü hem delicesine korktum senden hem de ölürcesine bekledim seni. Bir de çok istedim, inanılmaz istedim. Hala bekliyorum, ama hala korkuyorum ve fakat yine de istiyorum…


Sen bakma dışarıdan cesur göründüğüme, her şeyi yapabilirim yeter ki isteyeyim ayaklarıma, umursamaz görüntüme, gülüp geçişime, suratına bakmayışıma, baktığımda alaycı tek kaşımın yukarda oluşuna, kırk yıllık dostuma görüşürüz der gibi tek elimle selam verip veda ettikten sonra arkama bile dönmeyişime, bana baktığında görmezden gelişime. Bakma sen bu yaptıklarıma, hepsi korkudan.


Sensizlikten korkuyorum, şu dünya nasıl bir daha aynı olur sensiz? Bana şiir okuyacak insan bulunur, kitapları anlatacağım, sesine bayıldığım, sabahları beni öpücüklerle uyandıracak birileri eninde sonunda bulunur ama o ses sen olmadıktan sonra neye yarar? Yine de seninle olabilmek daha çok korkutuyor, seninle birlikte olmadan yitiremem çünkü seni. Esas korkaklığım burada işte! Sevmekten, şu insanoğlunun birilerini kendinden daha çok sevmesi mümkünmüş gibi beylik laflar etmekten, ardından insanlıktan çıkmaktan ve seni kendimden daha çok sevmekten, sonra seni kaybetmekten, canımın çok ama çok yanmasından, çok acımaktan, içimde oluşacak boşluktan ölesiye korkuyorum. Bu yüzden seni istemekten korkuyorum; istedikçe kendimden, daha çok istedikçe senden, istemeye inatla devam ettikçe yaşanacak bir sonraki saniyeden korkarak geçiriyorum vaktimi. Oysa sen öyle güzelsin ki!


Bazen iki adım uzağımda durur ve sana baktığımı fark etmezken, aslında kilometrelerce uzaklık anlamına gelen o iki adımı aşıp, yüzünü ellerimin arasına alıp sana bütün uzuvlarımla tek tek bir de ben olarak tek bir bütünlük halinde nasıl korktuğumu, korkup bakamayan gözlerimi, korkup uzanamayan, uzansa dokunamayan ellerimi, duymaktan korktuğu şeylerden kaçan kulaklarımı, korktuğunu bile kabul etmeyen mantıklı davrandığını iddia eden aklımı ya da kaburgalarımla ciğerimin arasına saklanıp korkudan yüzünü göstermeyen kalbimi anlatmak istiyorum. Ben anlatmak istiyorum da sen dinlemek istiyor musun işte bütün mesele bu. Bütün cevaplarının olduğu gibi bu soruya da cevabının muğlâk oluşu zaten korkan benim anlık cesaretlerime de gölge düşürüyor.


Aslında… Aslında bunların hiçbiri değil olay. Olay beni istemeyişin. Olay senin beni istemeyişini kabullenemeyişim? Daha önceleri yapmış olsam da bu sefer “Beni nasıl istemez!?” diye bağıran egomun küstah sesi değil bu, sadece umut. Belkiler… Belki sinirle söyledi, belki öyle demek istemedi, belki ben yanlış anladım, belki sadece, belki, bel… Hem belki de istiyorsun? En yakınlarımla oturup hiçbir şeyim yokmuş gibi gülerken beynimi yavaş yavaş kemiren “umut” adlı kurdun zırvaları bunlar. Üstelik beynimi yedikçe besleniyor, yedikçe büyüyor ve yedikçe semiriyor kendisi, kurtulamıyorum. Beynimi kemiren kurtla birlikte korkumu da katınca işin içine elim kolum bağlı beklemekten başka bir şey yapamıyor, bekledikçe korkuyor, korktukça istiyor, istedikçe bekliyorum seni.


Ama sen benden çok korkuyor, benden çok kaçıyor, üstüne üstlük inkâr ediyorsun yaptıklarını. Hoş belki de gerçekten istemiyorsun. Ben de burada sadece umut mu ettiğimi yoksa gerçeği mi gördüğümü bilemeden, yani cesur mu egoist mi olduğumu anlamadan bekliyorum. Korkmayan cesur olamazmış, çünkü cesur korkuya rağmen devam edenken, hiç korkmayan aptal olanmış, sadece aptallar korkmazmış. Ama madem korkuyorsun, küçük iskenderin de dediği gibi; “senin yaşın aşka tutmuyor çocuğum, hiç gelme / açıkta kalırsın / aşk insanı acıktırır / aşk insanı bir ölüme susatırsa aşk diye anılır”


Senin yaşın aşka tutmuyor sevgilim


lütfen gelme!


Ya da,


Gel…

paylaş:

Üç

Altı harftir aşk!
Senin için üç harf, benim için üç harf.
Senin altı harfin ve iki hecen,
benim altı harfim ve üç hecem,
bir de üçer harfimiz ve teker hecemiz.
Sence on sekiz harf ve yedi hece mi ederiz
yoksa sadece üç harften mi ibaretiz?
paylaş:

gökyüzü şemsiyelerini açmadan

Esen yelleri izlerken ellerinde, gözlerin kirpiklerine tutsak olduğunu fark eder ve düşeriz beraber görünenin içine görünmeyenler olarak, uzun uzun süzülürüz boşlularda ve ellerimiz çarpar birbirine, kuru dallar gibi kırılır ve ardından gözyaşlarımızda yüzeriz, arkamızdakilere çoktan elveda demişken, hiç de korkmadan tanrıya dikleniriz, sonumuz kırmızı, sonumuz mavi. Küçücük açar gülücüklerimiz biz yokken, utanırlar bizden saklanırlar kapı arkalarına, biz saklanırız birbirimizin arkasına, soluklarımız tam da durmuş, yollar uzadıkça. Yaparız, ellerimize alıp da fırçaları süreriz tuvale birbirinizin bedenini, kıvılcımlar çıkartırız.


Beyinlerimiz içerken şarapları, birbirimizde yeniden doğar ve ölmek için bekleriz avuç içlerimizde, parmaklarımız birbirine dolanmışken, biz sarmaşık misali.

Geçmişte takılı kalmaktansa kahkahalara takılır, açılmayacağını bildiğimiz halde uçurumlardan paraşütlerimize güvenerek atlarız. Açılmaz da. Kadere yenilmekse bu yenilelim anasını, kaybedeceğimiz sadece bedenlerimiz, kuru, çatlamış, susamış.

Acıkırız birbirimize, susarız, acıları tattırırız tuzlu tuzlu.

İkilemelerde zıplarken sessiz harflerime ses katar, gaydaları küstürürüz kendimize ve armonikaları. Sevişmelerimizden lirler utanır, arkalarını dönerler. Şarkılar söyleriz karşılıklı, ağza alınmayacak sözleri dişlerimizde çiğner, sindirime sokar üzerine krema sıkarız.

Çırılçıplak sokaklarda, çırılçıplak gezer, köşe başlarında çoraplarımızı bulur giyeriz, boynu bükük sokak lambaları boyunlarını büküp seyre dalar tenimizi ve biz sokak kokusuna bulanır, birbirimizi koklarız, sonu, sonu gelmez sonsuzlular. Dibe vururken uyanırız çöp kutularında, bir de soluyan köpek yavrusu.

Biz bakarken enceğe, encek bakar bize. Patilerine patilerimizi dokundururken, salyaları akar ağzından bizim de suduklarımız.

Ulumaya başlarız, havlamaya başlarız.

Gökyüzü şemsiyelerini açarken bize, biz yüzümüzü döner göğe, gözlerimizi açarız.






paylaş: