william shakespeare etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
william shakespeare etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

alternatif shakespeare kitap kapakları

Biliyoruz ki birçok yazara, film yapımcısına ilham kaynağı olmuş İngiliz Dili ve Edebiyatı için önemli katkılarda bulunmuş bir deha Shakespeare. Günümüzde halen kitapları beyazperdeye uyarlanmakta, tiyatrolarda canlandırılmakta. Popüler kalabilmeyi başarabilen başka yazar var mıdır bilemiyoruz fakat tasarım dünyasında da sıkça konu ediniliyor. Örneğin kitaplarının kapak tasarımla farklı sanatçılar tarafından zaman zaman beğenimize sunuluyor. İşte birkaç örneği,









(Short List’ten Sirenin Sesi aracılığı ile)


paylaş:

Kadın yazarlardan Shakespeare gibi bir deha neden çıkmıyor?


Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan sorduğu bir soru vardır: “Bizler kadar iyi düşünme yeteneğiniz varsa, siz neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”

İşte bu saçma sapan seksist soruya en esaslı cevabı Virginia Woolf verir: “Yazmak yetenek olduğu kadar eğitim meselesidir” ve “Eğer bir kadın kurgu şeyler yazmak istiyorsa kendisine ait bir odası ve parası olmalıdır.”

Çünkü Woolf’a göre yaratıcı gücü ancak bağımsızlık serbest bırakır. Kadınlar da elbette Shakespeare gibi bir yazar olabilir, “yeter ki özgürlüğe alışalım, düşündüğümüzü aynen yazmaya cesaretimiz olsun!”

İngiliz feminist, yazar, romancı ve eleştirmen Virginia Woolf’un 1929’da kaleme aldığı, Shakespeare’in yetenekli olduğu halde kız olduğu için kendine ait bir odası olmayan, okula yollanmayan, kitap okuması bile yasaklanan ve hayatı erkekler tarafından yönlendirildiği için başarısızlık ve acı içinde ölen hayali kız kardeşi Judith’i konu alan “A Room of One’s Own / Kendine Ait Bir Oda” adlı deneme kitabı, yazan bir kadının bağımsızlığı için ilk savunmadır. Elbette, kadının yüzlerce yıldır süren ezilmişliğini ortaya koyarak feminist hareketin klasik kitaplarından biri olmuştur. Ve belki de Woolf’un en kolay okunan kitabıdır. Çünkü iş romanlarına geldiğinde, okuyucuyu bekleyen derin, karanlık ve oradan oraya sürüklenen hayli karmaşık bir dünya vardır. Bu dünyaya girmek içinse önce Virginia Woolf’u bilmek gerekir.

BİR ERKEK İŞİ: BİLGİ

1882’de Londra’da dünyaya gelen Virginia, yazar ve eleştirmen Leslie Stephen ile Julia Prinsep Duckworth’un kızıydı. Kalabalık entelektüel bu aile ortamında daha çocukken yazar olmaya karar verdi. Şansına, babasının büyük kitaplığı kız, erkek, tüm çocuklara açıktı. Ama ağabeyleri okula, “dışarıya” gönderilirken o, kız kardeşi Vanessa ile evde eğitim aldı. Çünkü eğitim ve bilgi erkek işiydi. Bir sürü ayrıcalıktan yararlansalar da bu temel ilke Stephen’ın kızları için de geçerliydi. Bu tatminsiz yılları takiben 13 yaşında annesi, hemen sonra da ablası öldüğünde Virginia ağır bir sinir hastalığı geçirdi. Depresif ruh hali peşini hayatı boyunca da bırakmayacaktı. Genç kızlığa adımını atarkense ne dikişte ne de yemek pişirmede başarılıydı. Çünkü asıl yeteneği yazarlıkta yatıyordu; zira o toplumun dayattığı kurallara uymayacak, kendini kitaplara gömecek ve 20. yüzyılın en büyük kadın yazarlarından biri olacaktı.

1904’te babasının ölümünden sonra çok ağır bir depresyon daha geçiren ve ardından kardeşleriyle Bloomsbury’e taşınan Virginia’nın yazarlık macerası da burada filizlendi. Burada girdiği ressam, eleştirmen, yazar ve felsefecilerden oluşan çevreyle birlikte Londra’nın entelektüel yaşamını belirleyecek olan Bloomsbury grubunu kurdular ve bu oluşum Virgina’nın yazarlığını besleyen en büyük etken oldu. Virginia, 30 yaşındayken de bu çevreden gazeteci ve deneme yazarı Leonard Woolf ile evlendi. Birlikte kurdukları Hogarth Yayınevi, Virginia Woolf’un kitaplarını yayımlatması için de önemli bir fırsat oldu. Çünkü o klasik romandan farklı, hikayeyi dış olaylarla değil insanın iç dünyası, bilinçaltı ve düşünce akışıyla, yani insanın içindeki ritmle anlatan yepyeni bir anlatım biçimi benimsemişti.

33 yaşında ilk romanı “Voyaga Out / Dışarıya Seyahat”i yayınlayan Woolf’un, üçüncü romanı “Jacob’s Room / Jacob’un Odası”nın (1922) ardınan, dile özgün katkılarıyla “romanı ıslah etmekte iddialı” bir yazar olduğu fark edildi. Zira The Times gazetesinin ünlü edebiyat dergisi The Times Literary Supplement’ta çıkan bir yazı şöyle diyordu: “Renk, ritm, atmosfer ve gözlem Mrs. Woolf’un düzyazısındaki akıl çeliciliktir.” 1925’te yazdığı ‘‘Mrs. Dalloway”deyse, tüm eleştirileri göze alıp, klasik roman anlayışından cesurca ayrılıyor, insan ruhunun sınırsız derinliklerinde dolaşan sıradışı anlatım tekniğini, yani ‘bilinç akışı’nı net bir şekilde ortaya koyuyordu.

Ardından gelen “To The Lighthouse / Deniz Feneri,” dönemin ahlakçılarına meydan okuyarak cinsel ikilemi ele aldığı “Orlando” ve “Flush” gibi ünlü romanları onu “akıp giden yaşantıların yazarı” yaptı. Virginia Woolf’a göre, hayatı, geçmişteki anıların şu an yaşadıklarımıza mütemadiyen ışık tutarak yarıda kestiği, birbirinden kopuk bir dizi an olarak yaşıyorduk. Kopmalar, sonu olmayan başlangıçlar, üzerinde düşünüp taşınmak üzere havada bırakılan anlar romanlarının can alıcı özellikleri haline gelmişti. Zira ona göre yaşam “saatte 50 mil hızla giden bir metroda savrulmak”tı ve bu kopmalar hareket halindeki bir trenin camından görülen başka insanların evlerindeki anlardı. Ve Woolf ‘un düşüncesine göre “Kişi düşüncelerini aktarmak için durana dek, yalnızca pasif bir obje”ydi. Woolf, bu anları karakterlerinin bilinçlerinde tasvir ederek benzersiz bir üslup oluşturdu.

DENEYSEL GERÇEKÇİ

1931’de yayımladığı şiir gibi roman “Waves/ Dalgalar”ı ise, o güne değin başka hiçbir romancının göze alamayacağı derecede deneysel yapısıyla gerçekçi roman geleneğinden tam bir kopuşu temsil ediyordu. Woolf şöyle diyordu: “Hayat simetrik olarak sıralanmış bir dizi at arabası lambası değildir, hayat bizi tüm bilincimizle sarıp kuşatan parlak bir ışık halkası, yarı saydam bir zardır. Romancının görevi durmadan değişen, meçhul ve sınırları çizilmemiş ruhu, ne kadar düzensiz ya da karmaşık olursa olsun, olabildiğince yabancı ve dış öğeler karıştırmadan anlatmak değil midir?”

Bugün onun adıyla anılan “bilinç akışı” tekniğiyle işte bunu başaran ve edebiyatta devrim yapan Virginia Woolf, modernist hareketi başlatan en önemli ve öncü isimlerden biri. Roman ve makalelerinde kadın hakları, sınıfsal farklılıklar, sosyal adalet, aşk, evlilik, özgürlük, savaş, kimlik arayışı, delilik ve ölüm gibi toplumsal ve psikolojik pek çok ağır konuyu masaya yatırmış önemli bir eleştirmen aynı zamanda.

50 YAŞINDA CAMBRİDGE’TE

“Kendine Ait Bir Oda”yla kadın hareketlerinde de öncü bir figür olan Woolf, üniversiteye gidememiş olsa da Çağdaş İngiliz Edebiyatı’nın en etkileyici kadın yazarlarından biri olarak 50 yaşındayken Cambridge’de ders vermek üzere davet edilmiş bir savaşçı. Ancak iki Dünya Savaşını ve yakın çevresinde de pek çok ölümü yaşamış, depresif, sorunlu ve yaralı savaşçıydı Woolf. Nitekim, 2. Dünya Savaşı sebebiyle umutsuzluğa kapılıp bunalıma giren Virginia Woolf, 28 Mart 1941’de, 59 yaşındayken, “artık savaşacak gücüm kalmadı” diyerek hırkasının ceplerine çakıl taşları doldurup kendini Ouse nehrinin sularına bırakarak intihar etti.

İletişim Yayınları’ndan çıkan ünlü İngiliz edebiyat eleştirmeni Anthony Curtis imzalı “Virginia Woolf, Bloomsbury ve Ötesi” adlı kitap işte edebiyat tarihinin bu sıradışı kadın yazarının hem edebi dehasını hem de bu dehayı ortaya çıkaran hayat hikayesiyle ruhsal yolculuğunu keşfetmek için yola çıkıyor. Curtis, hem Woolf’un hayatını hem de dönemini farklı açılardan belgeleyen günlüğü, mektupları, deneme ve kurgu eserleri, en yakınları tarafından yazılan biyografiler ve eserleri üzerine yapılan eleştiriler gibi çok sağlam kaynaklardan yararlanarak Virginia Woolf’un bir yaralı savaşçı olarak son derece detaylı bir portresini önümüze koyuyor. Ailesi ve yakın çevresinden art arda verdiği kayıplarla hep ölümün gölgesinde yaşayan, bu yüzden hep ağır depresyonun kıyısında gezinen, öte yandan bir kadın ve kalıplara karşı çıkan modern bir yazar olarak göğüslediği eleştirilerin yarattığı baskıya karşı savaş veren Woolf’u bu detaylı biyografide, hem son derece hassas ruhu hem de kaya gibi sert karakteriyle birden görüyoruz. Hem gizli güvensizlikleri ve travmalarıyla beslenen sonsuz endişelerine, hem de kararlı, cesur ve özgüvenli adımlarla ilerleyerek yaratıcılığının sınırlarını zorlamaktan asla vazgeçmeyişine tanık oluyoruz. Anthony Curtis, tıpkı Woolf’un eserleri gibi, onu ve çevresindeki herkesi, ailesini, dostlarını, Bloomsbury Grubu’nda girişilen entelektüel tartışmaları, dönemin sanat akımlarını da kitabına yoğun olarak yediriyor. Woolf’un yazarlığında büyük etkisi olan Bloomsbury Grubu üyelerinin etik, cinsellik ve sanat tartışmaları, aşk ilişkileri, entelektüel tutkuları, cesur fikirleri ve bunları dile getiriş yöntemlerini detaylı olarak anlatırken, Virginia’nın cinselliğin eksik olduğu evliliği, lezbiyen ilişkileri ve kişilik bozukluğuna dair kişisel detayları da irdeliyor. Ve geri planda Britanya İmparatorluğu’nun dönüşümünü, iki dünya savaşının yankıları, feminist hareketin gelişimi, kısacası 20. yüzyılın ilk yarısındaki zamanın ruhunu yansıtan pek çok şeyi de satır aralarına taşıyor.

“Düşünmek istiyorum sessizce, sakince, ferahça, yarıda kesilmeden, sandalyemden kalkmak zorunda kalmadan, bir şeyden diğerine kolayca süzülerek, husumet ya da engel duygusu olmadan. Derinlere, daha derinlere dalmak istiyorum, yüzeyin ötesine, yüzeysel kaskatı gerçeklerden kurtulmak istiyorum. Kendimi sabitlemek için akıp giden ilk düşünceyi yakalamalıyım” diye yazıyor günlüğüne Virginia Woolf… Ve Anthony Curtis, okuyucuyu Virgina Woolf’un kalbinden ve aklından geçen en samimi duygu ve düşüncelerle buluşturarak ünlü yazarın edebi dehasının ardında yatanlara ışık tutmayı başarıyor.

Vatan Kitap (23 Temmuz 2012)
paylaş:

my own private idaho (1991)


Yönetmen: Gus Van Sant
Senaryo: William Shakespeare (oyun), Gus Van Sant
Oyuncular: River Phoenix, Keanu Reeves, James Russo
Tür: Dram | Romantik
Yıl: 1991
Süre: 104 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce, İtalyanca
Ödül: 11 ödül, 4 adaylık
IMDb Puanı: 7.0/10
Metascore: 77/100

Kendinizi bir yerlere ait hissetmediğiniz anlar olur zaman zaman ve amacınızın peşinden koşturduğunuz sürece yaşamaya devam edersiniz. Bu koşuşturmacada en yakınlarınız ya da sevdiğiniz insanlar bile sizi yarı yolda bırakabilir ki bu önünüze çıkan engellere göre size en büyük acıyı veren olur. Güvendiğiniz insanlar ve arkanıza bile bakmayacaklarınız, hepsi ama hepsi aynı kefeye sığmaya çalışan ama her zaman sizin gözünüzde farklı değerler biçtiğiniz varlıklar.
My Own Private Idaho’da da buna benzer bir konu işleniyor aslında. İki başkaraktere sahip film Mike ve Scott üzerinden sunuluyor seyirciye lakin her ne kadar iki başkarakter bulunsa da filmde asıl karakter Mike oluveriyor daha ilk sahnede. 
paylaş: