Saygın
bir avukat ve burjuva ortamına söylenen bir küfür, Amsterdam’da bir barda
otururken hatırlanmaya çalışılan bir geçmiş, belirsizliklere dönüşen
kesinlikler, başarı gibi lanse edilen başarısızlıklar…
Taşın
altına koymamız gereken ellerimiz ve kendimizi okuduğumuz bir roman; 1957 Nobel
Edebiyat sahibi Albert Camus’nün Düşüş’ü.
Parisli,
işinde başarılı, elit yaşamları adalet önünde savunan, çapkın kişiliği de
azımsanmayacak bir kişi o. Elitliği, soyluluğu, başarıyı, çaresizliği
sorgulamayan bir düşen, aynı bizler gibi. Ahlak anlayışını sivri bir dille
alaya alan bir kitap.
Kitap,
“Size hizmetlerimi sunabilir miyim, bayım, canınızı sıkmadan? Korkarım ki bu
kuruluşun kaderini elinde tutan saygıdeğer gorille anlaşmayı bilmiyorsunuz.” diye
başlar ve “Artık çok geç, her zaman hep geç olacak. Çok şükür ki öyle!” diye
biter.
Ya
doğruluğuna kesinlikle inandığımız duygu ve düşüncelerimiz, kendimizi tatmin
etmemizdeki ikiyüzlülüğümüzse?
“Aynı
zamanda hem kadınları, hem adaleti sevmeyi başarıyordum ki çok kolay bir iş
değildir bu.” diyen bir avukatın yabancıya anlattığı hikâyede kendimizden bir
yansımayı görmemek imkansız gibi. Üstelik bunu özgün bir edebi anlatıyla
yaparken.
Can
Yayınları’ndan çıkan bu 108 sayfalık kitabı Fransızca aslından çeviren ise
Hüseyin Demirhan.
20.
yüzyılın kuşkusuz en etkileyici yazarların biri olan Albert Camus şöyle diyor
romanında; “Bazen, yalan söyleye, doğru söyleyenden daha aydınlatıcıdır. Gerçek,
tıpkı ışık gibi insanın gözünü köreltir.”
Ve
şöyle der Jean-Paul Sartre kitap için; “Belki de Camus’nün en güzel ve en az
anlaşılan romanı.”
İyi
okumalar.
Kitabın idefix sayfası için tıklayın.