Vargüdüsel Bir Afroizma Eleştirisi

Politik duygusallığımın afrodizyaklı tepkimesinde aseksüel patlamalar yaşadığım, zihnimin zindanlarında ideal dünya mastürbasyonları yaptığım bir gecenin 500 ışık yılı uzaktaki bir nötron yıldızının kendi içine çökmesine tanık olmasına mütevellit, durup dururken, hiç sebepsiz bazı fikirlerimi seninle paylaşmaya karar verdim sevgili okur. Şimdi ben bu cümleyi yazarken iki kere düşündüysem sende anlamak için biraz o beyincik kapakçıklarını kullanırsan ikimizi de mutlu etmiş olursun. Öbür türlü okumayı bırakmanda ciddi fayda görmekle beraber merakına yenik düşmeni de saygı ile karşılayıp bu vesile ile beyin damarlarındaki bir kaç tıkanıklığı açmakta belki, bir ihtimal bilfiil yardımcı olabilitemi test edebiliriz.

Demek hala okumaya kararlısın, azmindeki küstah bilmişliği takdire şayan bulduğumu belirtmezsem çatlarım.  Şimdi sevgili okur dünyada bir çok insanın belirli belirsiz amaçları uğruna yaşadığını, çabaladığını ve bu amaçlar uğruna, 25 milyar yıllık bir büyük patlama, evrim vs sürecinin sonunda eriştiği bu hayatı bir şekilde yaşadığını(ki ömür ile yaşam arasındaki fark bakış açısına göre değişkendir) iyi kötü bildiğini varsayıyorum.  Şimdi buradan varmak istediğim noktayı iyi yakala sevgili okur, insanoğlu milyonlarca fiziksel varlığın bir çoğundan görece daha akıllı iken neden evrimsel zeka seviyesi kendisinden muhtemelen bir kaç milyon yıl gerideki bir aptalın zeka seviyesine eş insanları -ki bu insanlardan kapitalist düzende patron veya siyasetçi olarak bahsedilir- takip etmektedirler. Neden 25 milyar yıllık elektromanyetik kuvvet etkisinde var olan bünyelerinin 70-80 yıllık enerji dilimini bir aptalın kölesi olmak için çabalayarak, bir aptalın kölesi olarak(bravo hedefe ulaşılmış) ve bir aptalın emeklisi olarak yaşarlar? Eğer bu yazıyı hala okumaya devam ediyorsan,  ilk aklına gelen ve bir o kadar aptalsı cevapları bir kenara bıraktığını düşünmek istiyorum.
Hadi şu şarkıyı dinlede devam edelim bu şarkuterya reyonu tadındaki tartışmamıza.

paylaş:

Sonsuzlğun Temsilcisi

Bu sonsuz gecenin buzla dolu bir pisuvara işercesine zıtlıkla dolu sabahına hoşgeldiniz. Şimdi sensizlikle yalnızllaşmış benliğime merhamet deilemekteyim. Sensiz sevgilim yani sensiz sevgili Naz tek bir an bile .. inanmayacaksın ama gerçekten tek bir an bile.. sensiz.. tek bir an.. nasıl desem

O kadar yalnız ve kimsesiz.. anlamsız ve kayboluşla dolu. Sana ulaşamayışın köpüğünde tütüyor sanki, bira cinsinden yontulmuş zamanın parçacığı erirken parmaklarımın ucunda.

Yani ellerin, sevgilim ellerin kimseyi bu denli kalabalıklaştırmaz lakin doğuştan gelen soluk bir sabah benimkisi. Gün doğarken var olan kızıla bürünmüş gri sessizliğinde bir martının çığlığında parıldayan bir deniz tutkusu bendeki.

Çatısı yarım, bacası siyah tüten bir deniz manzarasında yarı hüzünlü fakat tümden sarhoş bir uyanış belkide.

Kimsesizliğin seni sardığı o soğuk ve çıplak çığlığın sabahında gitme diyebilmekti aslında sevmek, ki seni sevmek sevmelerin en güzeliyken, sana aşık olmak sevgilim.. Bir insanın erişebileceği hissedilebilesi en güçlü duyguydu muhtemelen. Naz. İsminde kayboluşların muhteşem yakarışı var. İsminde adeta aşkın tasavvufu dolu, ödenmemiş temttü kalpazanlığında bir inkar ediş sanki seni seninle alıkoymak. Sevmek seni kimsesiz bir sokak kaldırımı soğukluğunda belkide.. Bahçedeki en güzel gülü bulduğuna ikna olmak.

Naz kimsesiz yalnızlığımın annesi, sevgimin doğan güneşi sabahlarımın karanlığını inadına aydınlatan bir VENÜS sanki. Kendi başına ve bugünün sabahına ışıl ışıl yine yeniden usandaman doğacak olan yine kendini sorumsuzca güzelleştirecek ve inadına VENÜS, inadına KIZIL, inadında afrodit.. Nötron yıldızında ışıldayan ve utanmadan aydınlık sanki... Hani diyorum ya yanında mutluluk bir evrenin rüyasında uyanmaktır esasen. Çemberidir emsalsiz gezegenlerin europa gibi emsalsiz uydudur zaman zaman ve zamansız tam güneş tutulmasıdır kendisi tahmin edilenden daha yakın.

Ağlamaktır Naz, onu çok sevmek ve fakat bir o kadar halleydir zamansız.. Zamansız titrer kopar gelir öyle amansız zıplatır ki seni yerinden .. Şahidi olursun dnen mavi gezegenin.

Bazen bir mandalina kokusunda hatılarsın bu sonsuzluğun temsilcisi aşkı. Öyle bir anlığına değer ve geçer benliğinden. Sana dokunur, tenine dokunur, yalnız bir gecene dokunur bu aşk. İnsan gibi hissetmek istersin kimi zaman, zamansızlığın tekerrür eden yağmur dolu, çığlık dolu gecesinde tek bir anlığına kayboluşun hışımndan uzandığın zaman sabahın ilk ışıklarına..Halbuki pençelerin o kadar güçsüz ki.. Ki çok seversin onu, soğuk gecenin buhar dolu şişesinde anlık aşkların zamansız takıntılara döüşüp ta ki ceninine işlemiş bir sorguyla ararcasına delirirken sabahın gri ve patavatsız bir ayı kovalayışını beklersin.

Bir de bakmışsın sonbahar gelmiş, sararmışız, eylül olur hüzünleniriz..
paylaş:

Adalet ve İktidar Pastanesi



    "Yani bana öyle geliyor ki adalet fikri kendi içinde, farklı tipteki toplumlar tarafından belli bir siyasi ve ekonomik iktidarın bir aracı olarak ya da bu iktidara karşı bir silah olarak icat edilmiş ve devreye sokulmuş bir fikir. Ama bence, adalet kavramının kendisi, her halükârda sınıflı bir toplumda ezilen sınıf tarafından, kendisini haklı çıkarmak amacıyla yapılan bir hak iddiası işlevini görüyor. Sınıfsız bir toplumda hâlâ bu adalet kavramını kullanır mıyız, emin değilim." (michel foucault)

   Burjuva tekeline geçmiş adalet pratiğinin kendisi, bin yıllardır özel mülkiyetle beraber bu kadar özdeşleşmişken, "mülk allahındır" "adalet mülkün temelidir" gibi iktidar söylemlerini düşünerek, bu kavramın gerçekte sınıflı toplumlar arası diyalog illüzyonundan ileri gitmeyeceğini biliyoruz.

    Özel mülkiyetin doğuşundan itibaren, adillik fikrinin schopenhauer'ın 'negatif adalet' kavramıyla, zaten hakkı olanı geri veren ve en başında neden bu hakkı aldığı belli olmayan (olan) iktidar diyalektiğini görmek zor değil.

   Her olayda, özellikle son dönemde, sürekli aynı silahla vuruyor bu nasyonal sosyalizm ile neoliberal siyaset arasına sıkışmış iktidar. Herhangi bir olaydan sonra, bastırılmış öfkeyi yahut muhalif tepkiyi 'vicdan mastürbasyonu'na çevirmek.

   "Bir sonuç yerine, bir neden olarak vicdan" konusunu bir düşünek mi?

(Yazının devamına da, yine fuko dan bir yazı ekleyeceğim.)

Şerefe!

"Hiçbirimiz hapishaneye girmeyeceğimizden emin değiliz. Bugün her zamankinden de az eminiz. gündelik yaşamımız üzerinde polisin sıkı denetimi artıyor: Sokakta ve yollarda; yabancıların ve gençlerin etrafında; düşünce suçu yeniden ortaya çıktı. 'Gözaltı' koşullarında yaşıyoruz. Adalet aşıldı deniyor bize. Farkındayız. Peki ama ya aşan polisse? Bize deniyor ki, hapishaneler aşırı kalabalık. Peki ama ya aşırı-hapsedilmiş olan halksa?''
''Sorun model hapishane veya hapishanelerin ortadan kalkması değil. Günümüzde, bizim sistemimizde, marjinalleşme hapishane tarafından gerçekleştiriliyor. Bu marjinalleşme, hapishaneyi ortadan kaldırmakla otomatik olarak yok olmayacaktır. Bu durumda toplum, bir başka araç oluşturuverirdi. Sorun şudur: Günümüz toplumunun nüfusun bir bölümünü dışarıya itiş sürecini açıklayan bir sistem eleştirisi sunmak. işte sorun.''
''... kesinlikle içler acısı maddi koşullar; ceza evinde en utanmaz sömürü ve kölelik düzeyindeki çalışma; tıbbi bakım yokluğu; gardiyanların dayak ve şiddeti; tek yargıcı hapishane müdürü olan ve mahkûmları ilave cezalara çarptıran keyfi bir mahkemenin varlığı.''
''Disiplinleriyle hastaneler, tımarhaneler, öksüzler yurdu, okullar, eğitim evleri, fabrikalar, atölyeler ve nihayet hapishaneler; bütün bunlar on dokuzuncu yüzyılın başında yerleştirilmiş ve hiç kuşkusuz sanayi toplumunun ya da kapitalist toplumun işleyiş koşullarından biri olmuş olan iktidarın bir tür büyük toplumsal biçiminin parçasıdır. İnsanın vücudunu, varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürmesi ve onu kapitalizmin işletmek istediği üretim aygıtının hizmetine sokması için bütün bir zorlama aygıtı gerekli oldu; ve bana öyle geliyor ki, insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehdit ederek -"ya fabrikaya gidersin, ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin!"- sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor. Diğer alanların çoğunluğunda bu kurumlar esnekleşmiş ama işlevleri aynı kalmıştır. Günümüzde insanlar artık sefalet tarafından değil, tüketim tarafından kuşatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi, başka bir biçimde de olsa, insanlar kendilerini gün boyu çalışmaya, fazla mesai yapmaya, işe bağlı kalmaya zorlayan (bir ev, mobilya... satın almışlarsa) bir borç sistemi içine sürekli kapatılmışlardır. Televizyon imajlarını tüketim nesneleri olarak sunar ve on dokuzuncu yüzyılda insanların yapmalarından onca korkulmuş olan şeyi yapmalarını engeller, yani siyasi toplantıların yapıldığı, işçi sınıfının kısmi, yerel, bölgesel gruplaşmalarının siyasi bir hareket yaratma tehlikesi, belki de bütün bu sistemi devirme imkânı taşıdığı bistrolara gitmek.''
''Kapitalizmin on dokuzuncu yüzyılda varmış olduğu noktanın ortaya çıkardığı iktidar mekanizması; bu mekanizmanın kullandığı söylemsel pratikler ile söylemsel olmayan pratikler; yani insan bilimleri ve onların "insan"a dair ürettiği hakikatler ile bu hakikatlerin üretilmesi için oluşturulan kurumsal mekânlar ve prosedürler, deliliği akıl hastalığına, hastalığı patolojik vakaya, suçu suça eğilimliliğe dönüştürerek yepyeni deneyimler kurmuş ve Batı insanını bu deneyimlerin öznesi haline getirmiştir.
Büyük kapatılmanın gerçekleştiği asıl mekân insan ruhudur...''

Foucault - BÜYÜK KAPATILMA



paylaş:

sosyal şizofren


Okyanusu bile bir kaşık suda boğmak istiyorum, nedir bu bendeki öfke bu nefret?
Sağanakla beraber sokaklarda sürüklenen şeyler gibi kendimi damarlarımdaki kanın akışına bırakmak istiyorum, olmuyor. Her defasında sanki kalbim daha hızlı atıyor ama damarlarımdaki kan duruyor, normal mi bu?

İlk başta sandığımın aksine bir aşk, bir heyecan değil bu. Bir güzel uğruna yaşanan dengesiz duygular değil bunlar. Hayatımın her saniyesinde savaştığım ben bu. Düşünüyorum da yoksa dengesizlik kanımda mı var?
Bende eksik olan ne, fazla olan ne bilmiyorum ama eğrisinin doğrusuna denk düşmüyor. 

Çabalamak mı, bocalamak mı?

Kültür sıkışması koydu bazıları bunun adını, bazıları ağır travma dedi, depresyon, yalnızlık hissi, artık iyicene şaşırdım hangisi, hangisi gerçek ben?

Son teşhisi de oldukça yaratıcı buluyorum: Şizotipal kişilik bozukluğu

Herkes bir isim takıyor bana fakat en sevdiğim: Sosyal şizofren. biraz sarkastik, biraz eğlenceli geliyor bana. Sanki her şeyi biraz tiye alıyor.



Sevdiğim bir arkadaşımın yorumu, artık beni aşağı, dibe çeken şeylerden kurtulmalıymışım, semer vurulan eşeğe yük çok vurulurmuş.
O sıra çok üstünde durmadımsa da, düşündüm de harbi, onca yükü indirsem sırtımdan bir amacı kalmıyor hayatımın. Ulaşmak istediğim hiçbir hedefin sonunda mutlu bir ben bulamıyorum, ben ben olamıyorum bir türlü. Avaz avaz küfürler savurmak istiyorum etrafıma ama kimseyi de üzmek istemiyorum, bu ne yama çelişki anne?

Belli ki kızgınlığım kimseye değil, o halde, sahi neden kızgınım ben, neyle alıp veremediğim benim?

Şu sıra sanki bu dünyada değilim. Bu gün birkaç kişinin olduğu bir meclise girdim. Küçük bir oda. Nasıl olduysa ilk bir kaç dakika odadaki insanlardan sadece birini gördüm. Bir anda kalabalık olduğumuzu fark ettim. Turgut Uyar, kalabalık oluyorum, derken bunu mu kast etmişti acaba? Aklını yer küreye sabitleyecek bir pranga mı bulmuştu kendine? Aşk bir pranga mıydı onun için? Bu mudur yani?

Sonra, düşünüyorum. Ben gerçek beni aramalı mıyım gerçekten. Belki de bütün sorun burada. 

Konuştuğumda veya yazdığımda artık neredeyse her cümlem soru işareti ile bitiyor. Ne kadar çok sorum var benim böyle!

Bir an oluyor, öyle hızlanıyor ki kanım, bedenimin her santimetresinde damarlarımı hissediyorum. İşte bu, ruh bu, diyorum ve bir anda uçucu kimyasallar gibi yok oluyor. Afallıyorum. Dönüyorum dolaşıyorum olmuyor, uçmuş artık.

Kafam patlayacak sanki. Her şey toplanamayacak kadar dağıldı artık. bir cümlem de doğru bitse, bitmeyecek bir akın başlayabilse artık içimde, ya başlamasa ya da bitmese, keşke.

Sürekli aklımda Nietzsche’nin şu sözleri: Bazıları çok erken bazıları çok geç hayattan ayrılıyor, asıl iş tam zamanında ölmektir.

Yine geldim. Yine kendime bir not bırakma ihtiyacı, okuyup okuyamayacağımı bilemeden. Çok da gerekli mi? Değil fakat iyi hissettiriyor.

Umarım okurken gülümserim. 
paylaş: