dosya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dosya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

insana yönelik şiddette cinsiyetçilik


Sokak ortasında kavga eden bir çift gördüğünüzde ne yaparsınız? Bir erkek kadının kolundan tutup ona tacizde bulunduğunda, seslerin yükseldiği durumda, yolun kenarına çekip kimseyi umursamadan şiddet uygulamaya başladığında ne yaparsınız? Muhtemelen en azından kadına yardım edeceğinizi düşünüyorsunuz, duruma göre, şiddetin boyutuna göre müdahale edip olayı çok da büyütmeden araya girmeyi düşünebilirsiniz.
Peki, roller değiştiğinde ne yaparsınız? Sokağın ortasında kadın, muhtemelen çifti olarak gördüğünüz erkeğe küfürler yağdırsa, kolundan çekiştirse, vurmaya başlasa? Çok komik olur öyle değil mi? Çekirdeğinizi çıkarıp seyre dalarsınız.

Birleşik Krallık’ta insanlara yönelik şiddetin %40’ını kadınların erkeklere yönelik şiddeti oluşturuyor. ManKind Initiative adlı oluşumun hazırladığı videoda da görülüyor ki yukarıda bahsettiğimiz hal ve hareketleri İngilizler de gerçekleştiriyor.  

paylaş:

2 dakikada game of thrones 4. sezon ölümleri


Kimler geldi kimler geçti dediğimiz Game of Thrones’un son sezonunda ilaç sıkılan kara sineklerin patır patır halıya dökülmesi gibi onlarca ölüm izledik. On bölüm olmasıyla ancak bu kadar ölüm sığdırılabilir moduna büründüğümüz bu sezonda kimi ölümler kahvehanelerde lokum dağıtılmasına kimi ölümler ise yas tutulmasına sebebiyet verdi. Bir dakika sonra kime ne olacağını kestiremediğimiz her bölümü pür dikkat izlesek de saymaya gerek duymadığımız ölüm sahnelerini Digg bizler için hazırlamış ve YouTube aracılığı ile paylaşmış. Videoyu hazırlayanın ruh hali harap olmuş diyor sizleri bol kanlı, bol vahşet dolu video ile baş başa bırakıyoruz. Hemen altında da ilk üç sez sezonda tahtalı köyü boylayanları izleyebilirsiniz.



paylaş:

ders çalışırken dinlenecek 99 şarkı

Ödev yapmak çoğu kez sıkıcıdır, bunu eğlenceli hale getirebilmek için çeşitli yollar bulunabilir. Bunlardan en kolay olanı fonda çalan müzik olabilir. 8tracks’tan evansmusic adlı kullanıcı bunu düşünmüş ve bu iş için en uygun 99 parçayı bir araya getirmiş.

İyi dinlemeler.

paylaş:

cloud atlas da kim kimi oynadı?

    Cloud Atlas’ı izlediniz, beğendiniz. Fakat filmde hangi karakterin hangi zaman diliminde hangi rolde olduğunu çözmekte zorlandınız. Ya da gözünüzden birkaç detay kaçtı da fark etmediniz. Aşağıdaki görselde kimin nerede, ne zamanda neler yaptığı açıklanmakta. Filmi pür dikkat izledim diyenleri bile yanıltabilmekte.


paylaş:

Bukowski'nin "Özgürlük Bildirgesi"


“Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler.” Bukowski, yayıncısına yazdığı ve tam zamanlı işe sahip olmamanın nasıl bir his olduğunu anlattığı mektupta böyle diyordu.
1969 yılında yayıncı John Martin, Charles Bukowski'ye ömrünün sonuna kadar her ay 100 dolar ödemeyi teklif etti. Tek bir şartı vardı: Postanedeki işini bırakacak ve bir yazar olacaktı. 49 yaşındaki Bukowski bu teklifi kabul etti ve 1971 yılında ilk kitabı Postane, Martin'in Black Sparrow Press yayınevinden çıktı.
15 yıl sonra Bukowski Martin'e, tam zamanlı bir işe sahip olmamanın nasıl bir his olduğunu anlattığı aşağıdaki mektubu yazdı.

8-12-86

Merhaba John,

Mektubun için teşekkür ederim. Sanırım bazen insanın nereden geldiğini hatırlaması çok da canını yakmıyor. Nerelerden geldiğimi iyi biliyorsun. Bir şeyler yazmaya ya da film çekmeye çalışan insanlar bunu doğru düzgün anlatmayı beceremiyor. “9'dan 5'e” deyip işin içinden çıkıyorlar. Hiçbir zaman 9'dan 5'e değildir, oralarda öğle tatili yoktur, hatta işten atılmamak için çoğu yemek arası bile vermez. Bir de fazla MESAİ vardır ki kitapların çoğu fazla mesaiyi doğru düzgün anlatmayı beceremez ve bundan şikayetçiysen senin yerini dolduracak bir enayi daima bulunur.
Eskiden ne dediğimi hatırlarsın; “Kölelik hiçbir zaman kaybolmadı, sadece yeni renkleri de içine alacak kadar genişledi.”
En acıtanı da, sırf daha beterinden korktukları için, çalışmak istemedikleri işlerini kaybetmeme uğruna verdikleri insanlıkdışı mücadele. İnsanlar kolayca harcanıyor. Korku dolu ve itaatkâr bedenler. Gözlerinin feri sönmüş. Sesleri çirkinleşmiş. Bedenleri de. Saçları. Tırnakları. Ayakkabıları. Yaptıkları her şey.
Gençken insanların böylesi koşullara hayatlarını adadıklarına inanamıyordum. Yaşını başını almış biri olarak hâlâ aklım ermiyor. Bunu niçin yapıyorlar? Seks? Televizyon? Taksitle bir araba satın almak için mi? Yahut çocukları? Aynı hayatı yeniden yaşayacak çocukları için mi?
Bir zamanlar, işten işe koşturduğum vakitlerde, mesai arkadaşlarımla konuşacak kadar budalaydım: “Hey, patron her an gelebilir ve hepimizin işine pat diye anında son verebilir, bunun farkında değil misiniz?”
Öylece bakarlardı, çünkü akıllarına getirmek istemedikleri şeyleri söylüyordum onlara.
Bugünlerde büyük işten çıkarmalar gerçekleşiyor (çelik fabikaları öldü, teknolojik gelişmeler insana olan ihtiyacı azalttı). Yüz binlercesini kapı önüne koydular ve atılanlar serseme döndü:
“Bu işe 35 yılımı verdim...”
“Böyle olmamalıydı...”
“Ne yapacağımı bilmiyorum...”
Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Sadece hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler. Bunların hepsini görebiliyorum. Onlar niye göremiyor? Baktım parktaki banklar fena değil yahut bir bar taburesine tüneyip bar kuşu da olunabilir... Onlar beni yollamadan neden önce davranıp da gitmeyeyim oraya? Ne diye bekleyeyim?
Tüm bunları tiksinerek yazdım ama yine de içimden atmak beni rahatlattı. Ve şimdi buradayım, sözde profesyonel bir yazarım artık. Ve hayatımın ilk elli yılını verdikten sonra farkettim ki bu sistemin de ötesinde çirkinlikler mevcut.
Bir aydınlatma şirketinde çalıştığım dönemde, iş arkadaşlarımdan birinin durduk yerde, “Asla özgür olamayacağım!” dediğini hatırlıyorum.
O sırada patronlardan biri (adı Morrie'ydi) yanımızdan geçiyordu ve bunu duyunca müthiş bir kahkaha patlattı. Çalışanının ömrünün sonuna dek burada tutsak kalacak olması onu eğlendirmişti.
Ne denli uzun sürmüş olsa da sonunda o yerlerden kurtulmuş olmak beni keyiflendiriyor. İşte sonunda bu yerlerden kaçma şansını elde etmiş olmak, ne kadar uzun sürmüş olur olsun hiç fark etmez, bana bir tür hazzı, bir mucizenin sağlayabileceği baş döndürücü bir hazzı tattırdı. Artık yaşlı bir zihin ve yaşlı bir bedenden, çoğu insanın böyle bir şeyi sürdürmeyi aklından bir kereliğine de olsa geçireceği bir zamanın çok ötesinden yazıyorum, fakat bu kadar geç başladığım için devam ettirmeyi kendime bir borç biliyorum ve sözcükler teklemeye başladığı, merdivenleri yardım almadan çıkamadığım ve artık bir mavi kuşu kağıt tutacağından ayıramadığım bir zaman geldiğinde hissediyorum ki içimde bir şeyler cinayet, hengame ve ölesiye çalışmaktan sıyırıp en azından ölmenin cömert bir haline nasıl da vardığımı hatırlayacak (kafam ne kadar bulanmış olursa olsun).
İnsanın hayatını bütünüyle harcatmamış olması önemli bir hasletmiş demek ki, kendimden biliyorum.
Senin çocuk,
Hank

paylaş:

fotoğrafçılıkta 10 klişe



Sosyal paylaşım platformları arttıkça bireylerin fotoğraf paylaşımı da aynı oranla arttı, hele hele çekilen fotoğrafın başka kişilerce beğenilip yorumlaması olayı işi çığırından çıkardı. Fotoğraf çekmek güzel uğraş ama klişeler olduğu sürece insanlar hep aynı şeylere bakıyormuş hissi veriyor. Şu adreste karşılaştığımız klişeler ise tam da demek istediğimizi özetler nitelikte.
İşte fotoğrafçılıkta kötünün de kötüsü 10 klişe:

10. gündoğumu/günbatımı


9. siyah-beyazda seçici renk kullanımı


8. su/nehir/şelale


7. bulaşık ağız/yüz


6. kafasız çıplak


5. evsizler


4. çürük/bozuk/hurda


3. iPhone kurcalaması


2. aşırı vurgu/renk


1. yukarıdan kendini çekmeler


paylaş:

marilyn monroe | güzeller genç ölür


Bu bilgileri siz okurlara neden verdiğimden emin değilim.

Büyük ihtimalle, Marilyn Monroe hakkında yazmam istenen yazıya (katiyen kendim gönüllü olmadım) nasıl başlayacağımı bilemememdendir.

Ya da Marilyn Monroe deyince aklıma ilk gelen düşüncenin ‘ölüm’, ikinci gelenin ise ‘hayali hayat’ olmasıdır.

Onu öldükten sonra tanıdım... Hayır, hiçbir zaman tanımadım onu, nerden tanıyacağım? Hakkında yazılanları o öldükten sonra okudum, demek daha doğru. Hakkında yazılanları , ‘ölmeden önce’ ve ‘öldükten sonra’ olarak ayırmak mümkün ise de, bu iki kategoriyi birbirinin tersi ama bir yandan da birbirinin devamı olarak tanımlamak da olası.

Yaşadığı, ilk ünlendiği, çok ünlendiği, dünyanın bir numaralı seks sembolü haline geldiği dönemlerde bu kadın benim ilgi alanımın tamamen dışındaydı. Ölmüş bir Jimmy Dean’in kalbimdeki yerini Marlon Brando (‘Baba’ dan çoook çok önce, internetten ‘İhtiras Tramvayı’na bir göz atın), Paul Newman (bütün eski filmlerini izleyin), Elvis Presley (kim olduğunu açıklamam gerekiyor mu? Eyvah!) The Beatles (Son Olimpiyatları değil, ilk konser çekimlerini dikkate alın) gibi yaşayan yakışıklılar almıştı.

Günümüz gençliğine, ‘gazete bile okumuyorlar’ diye dudak büktüğüme bakmayın, Amerika’da yaşadığım ilkgençlik yıllarımda ben de gazete filan okumazdım. Her hafta ya da her ay heyecanla alıp okuduğum dergiler ise Screenplay, Photoplay, Motion Picture, Screen Stories gibi hiçbir ciddiyeti ya da sinemasal değeri olmayan magazin türü dergilerdi.

Bu dergilerde Marilyn’in, uçuk sarı saçlı, kara kaşlı, kıpkırmızı dudaklı, bol memeli, uzun bacaklı resimleri olurdu, o sırada kiminle çıktığı (‘birlikte olmak’ gibi bir deyim Amerika’da bile yoktu) ya da kiminle evlendiği, kimden boşandığı falan yazıyordu mutlaka ama, ben o sayfaları okumazdım. Dedim ya, kadın ilgi alanım içinde değildi. Elisabeth Taylor’a, Jean Simmons’a, Natalie Wood’a özenirdim belki ama Marilyn Monroe’ya özenmek derli toplu, okuyan yazan bir kızın aklından bile geçmezdi.

Etekleri havaya uçtuğunda donunun göründüğü bir film sahnesinin resimleri gazetelerde çıktığı için ( o zamanlar tweeter filan yok tabii) ünlü beyzbol yıldızı Joe Di Maggio’nun onu boşadığını olaydan çok sonraki bir tarihte öğrendim yanılmıyorsam. Ama ‘aptal sarışın’ın Amerikanın o sırada yaşayan en büyük oyun yazarlarından biri olan Arthur Miller ile evlendiğini ne zaman öğrendiğimi çok iyi hatırlıyorum: Televizyon haberlerinden! O yıl hem liseye başlamış, hem de tiyatroya merak salmış olduğumdan Miller’in Satıcının Ölümü’nü yazan bir dahi olduğunu, ve kızıl dudaklarını büzerek dünya aleme dergi kapaklarından öpücük gönderen, oyunculuktan ise hiç nasibini almamış bu sahte sarışın seks bombasının o dahiye hiç layık olmadığını gayet iyi biliyordum. Gayet iyi biliyordum çünkü televizyon ekranlarında bu evlilik haberini verenler kaşlarını kaldırıp omuzlarını silkiyor, ‘aktris Marilyn Monroe’ derken dudak büküyorlardı. Üstelik o sırada Arthur Miller bir kahramandı. Ünlü McCarthy soruşturmalarında dik durmuş, sorguya çekildiğinde kimsenin adını vermemiş, derken söz konusu soruşturmaları konu alan Cadı Kazanı adlı bir oyun yazmıştı. Monroe ile evlendiğinde bu eserin yeni bir gösterimi için provalar başlamıştı.

"Edebiyata çok meraklıyım. Dostayevski’nin Karamazov Kardeşleri’nde oynamak istiyorum. Kardeşlerden birini değil..çünkü onlar erkek, ben Gruşenka adında bir kızı oynamak isterim."
Bütün zamanların en çok alay konusu olan cümlelerinden biriydi bu herhalde.“Yatakta üstümde Chanel Number Five’dan başka birşey yoktur." cümlesi dünya çapında erkek milletini nasıl deliye döndürdüyse, "Dostayevsky" diye başlayan bu cümle de ünlü Rus yazarın adını duymuş duymamış herkesi güldürdü.

Çünkü o sıralar Marilyn Monroe adlı aptal sarışın herkesin alay konusuydu. Kimse onun anasız babasız büyüdüğünü, annesinin akıl hastanesinde yattığını, babasının kim olduğunu bilmediğini bilmiyordu. Bilinen şeyler ise, ona buna çıplak poz vermiş, onun bunun koynuna girerek şöhretin kapılarını zorlamış, üne kavuşmak için kullandığı erkekleri bir tekmeyle savurmuş, hayasız, terbiyesiz bir kadın olduğuydu. Üne kavuştuktan sonra ise, Laurence Olivier gibi dünya çapında bir aktörü saatlerce sette bekletmiş, iki kelimelik bir repliği 29 defada ancak söyleyebilmiş, birlikte çalıştığı yönetmenlerin korkulu rüyası olup birlikte oynadığı herkesi deli etmiş, koskoca Clark Gable’i kalp krizine sürüklemiş kabiliyetsiz bir oyuncu müsvettesi olduğuydu. Kocasının burnunun dibinde Yves Montand ile sevişmiş, üstelik film çekimleri biter bitmez, fransız şarkıcı tarafından epeyce aşağılayıcı sözlerle terkedilmiş bir sürtük olması da cabası!

Bizler bütün bunları rüyalarımızda görmüyor, dergilerde okuyor, televizyonlarda duyuyorduk. John F. Kennedy, Robert Kennedy, Peter Lawrence gibi siyaset ve sosyete adamlarıyla ilişkilerini ise herhalde bilen biliyordu ama, biz halk çocukları bu tür gizli saklı skandallardan habersizdik. John F. Kennedy vurulduğunda gözyaşlarına boğulan milyonlarca Amerikalı da habersizdi.

Kennedy’nin sokakta vurularak öldürülmesinden bir buçuk yıl kadar önce evinde, yatağında ölü bulunan Marilyn Monroe’nun arkasından kaç kişi gözyaşı döktü?

Birileri ağlamıştır belki...

Ağlayan olmuş mudur sahiden?

"Ben artık büyümüştüm, Türkiye’ye dönmüştüm, Robert Kolej’de okuyordum, yaz vakti tiyatro festivalinde oynayacağımız oyunun provalarını yapıyorduk. Yaş ortalaması 17-18... Marilyn Monroe ölmüş, öldürülmüş, ya da kendini öldürmüştü.. Yaaa, öyle mi? Çok da etkilenmedik. Tiyatroya meraklı gençlerin ciddiye alacağı türden bir oyuncu değildi, üstelik otuz altı yaş bizlere o kadar uzaktı ki... Şimdi utanarak söylüyorum ama, insan kaç yaşında olursa olsun, kendisinden beş yaş büyüğünü yaşlı görür. Provaya devam ettik…

Geçti böyle bir zaman... Derken kitaplar çıkmaya başladı.. Önce adı sanı bilinmeyen, ya da takma adla yazan birtakım tipler.. Bir ihtimal en doğruları yazanlar, kadının en gizlilerini, en gizlice bilenler, en gizlice yazanlar çıktı ortaya. Sonra birileri onları korkuttu… Birileri ne yapacaklarını şaşırıp birtakım belgeleri sızdırma yoluna gittiler… Hayali konuşuyorum tabii… İsim sahibi yazarlar heveslendiler…

Fred Guiles, Anthony Summers, Carl E. Rollyson gibi ciddi yazarların yanı sıra, edebiyatcı olarak büyük ün yapmış Truman Capote, Norman Mailer ve Joyce Carol Oates da konuya el atanlar arasındaydılar.

Roman malzemesi var burada!!!

Ve böylece, ‘aptal sarışın’ birden ‘efsane kadın’ oldu. Marilyn’in ne kadar naif, ne kadar kırılgan, ne kadar sevecen olduğunu usta kalemlerden öğrendik. Önüne ya da işine gelenin koynuna giren bir ‘yosma’ değilmiş meğer. Anasız babasız, sevgisiz büyümüş bir yetim kızcağız olarak çeşitli erkeklerin kollarında gerçek sevgiyi arıyormuş.

İntihar mı etti, kazaya mı yoksa cinayete mi kurban gitti, hiçbir zaman tam olarak açıklığa kavuşmadı ama, bu da iyi bir şeydi çünkü herkes kendi teorisini istediği gibi üretebilirdi. Yalnızca ölümü üstüne değil, yaşamı üstüne de üretilen teorilerin de biri bin paraydı tabii. Çektiği acılar...ona bu acıları çektirenler...Hollywood sahteliği... taş kalpli stüdyo patronları... hiç kalbi olmayan yakışıklı ve çapkın zenginler, hiç bitmeyen sevgi arayışı... hakkında yalanlar uydurarak ekmek yiyen dedikodu yazarları... politikacılar.. kendine güvensizliği... aklını kaçırmaktan korkması... daha bir sürü şey. Yazılanların hepsini okumuş değilim ama hepsinin meali aşağı yukarı aynıdır: Kimliğini hiçbir zaman gerçekleştirememiş zavallı bir kurbandı Marilyn. Çok güzel olduğu için çok çekmişti. Çok zeki olduğu halde aptal numarası yapmak zorunda kalmıştı. Oyunculuğunun değeri hiç anlaşılmamıştı. Edebiyata, okumaya gerçekten meraklıydı. Ama hep itilip kakılmış, hep kullanılmıştı. Ölürken bile kendi iradesini kullanıp kullanmadığı belli değildi. Ya da, kimi kitaplarda belliydi ama, kimilerinde değildi...ve o kadar çok kitap yazılmıştı ki...

Kitapları, TV dizileri, filmler izledi çok geçmeden. Hollywood günah çıkartmaya koştu.

Marilyn Monroe yaşarken onun için kurgulanan ‘hayali hayat’ ile öldükten sonra kurgulananlar ilk bakışta birbirinin karşıtı olarak görünse de, aslında kurgulayıcıların yaklaşımı açısından hiç de o kadar farklı değiller. Onun bunun orospusu olarak aşağılanmak yerine onun bunun zavallı kurbanı olarak yüceltilmek arasındaki çizgi o kadar belirsiz ki...

Alaylar, dudak bükmeler acımalara, vahvahlara dönüşmüş olsa da hoyratlık devam ediyor. Güzelliğinin cezasını çekti, bedelini ağır ödedi türünden yazıklamaların altında yatan haset öyle ya da böyle sırıtıyor en acıklı anlatımlarda bile. Yaşarken de, öldükten sonra da ‘malzeme’ olmaktan kurtulamadı bu güzeller güzeli kadın. Hep kullanıldı, hâlâ da kullanılıyor.

Güzel olmak gerçekten bu kadar zor mu?

Bilemeyiz.. Genlerle, kemik yapısıyla, ten kıvılcımlarıyla ilgili bir soru bu. Asıl soru --ya da sorun: güzelliği yaşamak, güzelliği taşımak, güzellikle baş etmek...ve en zoru, güzelliği sürdürmek nasıl bir şeydir? Ve hattâ...mümkün müdür?

Marilyn Monroe 36 yaşında ölmeseydi bir efsane olur muydu? Ellisini, altmışını devirseydi, yetmişine merdiven dayasaydı..? Bir vakitler en can alıcı özellikleri olan memeleri, kıçı sarkmış ve pelteleşmiş; parıltısının sırrı hâlâ anlaşılamamış teni donuklaşmış, yüzü kırış kırış, ışıl ışıl mavi gözleri içeri kaçıp soluklaşmış, dudakları kurumuş (ya da botoksla aşırı ve aykırı şişirilmiş) olarak görüntülenseydi ne olurdu? Vah vahların yerine, utanmazca keyifli ohohlar mı duyardık?
Güzelliğin en büyük cezası, er ya da geç yok olması mıdır?

Marilyn’den daha genç, bir ihtimal daha güzel, ama vaktinde ölmemiş olan Brigitte Bardot’nun birkaç aydır internette gezinen resimlerine bakıyorum da, Norma Jeanne’in hayatta yaptığı en akıllı işin erkenden ölmek olduğuna inanasım geliyor.



paylaş:

incredibox: kendi müziğini kendin yarat


Yaratıcı aklın ürünlerinden biri daha, mükemmel bir zaman geçirme aleti, üstelik zevkinizi ve fikrinizi tüm yaratıcılığınızla göstermek için de bire bir.
Incredibox, önünüze gelen karakterlere elinizdeki efektleri, sesleri yükleyerek kombine bir müzik icra etme aparatı. Farklı kategorilerden seçeceğiniz her bir ikon ayrı bir sesi çıkartmanıza olanak sağlarken bunların hangi zaman aralıklarıyla gelmesini istiyorsanız da kendiniz ayarlayarak ritim tutturmaya çalışıyorsunuz. Ayrıca size verdiği bonusları müziğinizin aralarına serpiştirerek daha da güzelini yapmak için çaba sarf ediyorsunuz. En güzel yanlarından biri de çıkardığınız işi kaydetme özelliği vermesi ve bu icraatınızı paylaşabiliyorsunuz.
Bizden çıkan müzik linkteki oldu, siz neler yapabiliyorsunuz. Kaydedin, yorum olarak bize yazın, dinleyelim.

Bizim ki, adını da Hop Ciki koyduk, linke tıkladıktan sonra "see the composition"a basın.

Siz de yapın: http://www.incredibox.com




paylaş:

150 saniyede 0'dan 100 yaşına


Giderek yaşlanıyoruz, yaşlanacağız da. Giderek korkmaya da başlayacağız belki ama mutlu yaşadıktan sonra gerisi çok da mühim değil.
100 kişiye yaşlarını sormuşlar ve ortaya bu video çalışması çıkmış. Şirinlik varken orta yaşara doğru azalıp yeniden artmıyor mu?


paylaş: