Bu
bilgileri siz okurlara neden verdiğimden emin değilim.
Büyük
ihtimalle, Marilyn Monroe hakkında yazmam istenen yazıya (katiyen kendim
gönüllü olmadım) nasıl başlayacağımı bilemememdendir.
Ya
da Marilyn Monroe deyince aklıma ilk gelen düşüncenin ‘ölüm’, ikinci gelenin
ise ‘hayali hayat’ olmasıdır.
Onu
öldükten sonra tanıdım... Hayır, hiçbir zaman tanımadım onu, nerden
tanıyacağım? Hakkında yazılanları o öldükten sonra okudum, demek daha doğru.
Hakkında yazılanları , ‘ölmeden önce’ ve ‘öldükten sonra’ olarak ayırmak mümkün
ise de, bu iki kategoriyi birbirinin tersi ama bir yandan da birbirinin devamı
olarak tanımlamak da olası.
Yaşadığı,
ilk ünlendiği, çok ünlendiği, dünyanın bir numaralı seks sembolü haline geldiği
dönemlerde bu kadın benim ilgi alanımın tamamen dışındaydı. Ölmüş bir Jimmy
Dean’in kalbimdeki yerini Marlon Brando (‘Baba’ dan çoook çok önce, internetten
‘İhtiras Tramvayı’na bir göz atın), Paul Newman (bütün eski filmlerini
izleyin), Elvis Presley (kim olduğunu açıklamam gerekiyor mu? Eyvah!) The
Beatles (Son Olimpiyatları değil, ilk konser çekimlerini dikkate alın) gibi
yaşayan yakışıklılar almıştı.
Günümüz
gençliğine, ‘gazete bile okumuyorlar’ diye dudak büktüğüme bakmayın, Amerika’da
yaşadığım ilkgençlik yıllarımda ben de gazete filan okumazdım. Her hafta ya da
her ay heyecanla alıp okuduğum dergiler ise Screenplay, Photoplay, Motion
Picture, Screen Stories gibi hiçbir ciddiyeti ya da sinemasal değeri olmayan
magazin türü dergilerdi.
Bu
dergilerde Marilyn’in, uçuk sarı saçlı, kara kaşlı, kıpkırmızı dudaklı, bol
memeli, uzun bacaklı resimleri olurdu, o sırada kiminle çıktığı (‘birlikte
olmak’ gibi bir deyim Amerika’da bile yoktu) ya da kiminle evlendiği, kimden
boşandığı falan yazıyordu mutlaka ama, ben o sayfaları okumazdım. Dedim ya,
kadın ilgi alanım içinde değildi. Elisabeth Taylor’a, Jean Simmons’a, Natalie
Wood’a özenirdim belki ama Marilyn Monroe’ya özenmek derli toplu, okuyan yazan
bir kızın aklından bile geçmezdi.
Etekleri
havaya uçtuğunda donunun göründüğü bir film sahnesinin resimleri gazetelerde
çıktığı için ( o zamanlar tweeter filan yok tabii) ünlü beyzbol yıldızı Joe Di
Maggio’nun onu boşadığını olaydan çok sonraki bir tarihte öğrendim
yanılmıyorsam. Ama ‘aptal sarışın’ın Amerikanın o sırada yaşayan en büyük oyun
yazarlarından biri olan Arthur Miller ile evlendiğini ne zaman öğrendiğimi çok
iyi hatırlıyorum: Televizyon haberlerinden! O yıl hem liseye başlamış, hem de
tiyatroya merak salmış olduğumdan Miller’in Satıcının Ölümü’nü yazan bir dahi
olduğunu, ve kızıl dudaklarını büzerek dünya aleme dergi kapaklarından öpücük
gönderen, oyunculuktan ise hiç nasibini almamış bu sahte sarışın seks
bombasının o dahiye hiç layık olmadığını gayet iyi biliyordum. Gayet iyi
biliyordum çünkü televizyon ekranlarında bu evlilik haberini verenler kaşlarını
kaldırıp omuzlarını silkiyor, ‘aktris Marilyn Monroe’ derken dudak
büküyorlardı. Üstelik o sırada Arthur Miller bir kahramandı. Ünlü McCarthy
soruşturmalarında dik durmuş, sorguya çekildiğinde kimsenin adını vermemiş,
derken söz konusu soruşturmaları konu alan Cadı Kazanı adlı bir oyun yazmıştı.
Monroe ile evlendiğinde bu eserin yeni bir gösterimi için provalar başlamıştı.
"Edebiyata
çok meraklıyım. Dostayevski’nin Karamazov Kardeşleri’nde oynamak istiyorum.
Kardeşlerden birini değil..çünkü onlar erkek, ben Gruşenka adında bir kızı
oynamak isterim."
Bütün
zamanların en çok alay konusu olan cümlelerinden biriydi bu herhalde.“Yatakta
üstümde Chanel Number Five’dan başka birşey yoktur." cümlesi dünya çapında
erkek milletini nasıl deliye döndürdüyse, "Dostayevsky" diye başlayan
bu cümle de ünlü Rus yazarın adını duymuş duymamış herkesi güldürdü.
Çünkü
o sıralar Marilyn Monroe adlı aptal sarışın herkesin alay konusuydu. Kimse onun
anasız babasız büyüdüğünü, annesinin akıl hastanesinde yattığını, babasının kim
olduğunu bilmediğini bilmiyordu. Bilinen şeyler ise, ona buna çıplak poz
vermiş, onun bunun koynuna girerek şöhretin kapılarını zorlamış, üne kavuşmak
için kullandığı erkekleri bir tekmeyle savurmuş, hayasız, terbiyesiz bir kadın
olduğuydu. Üne kavuştuktan sonra ise, Laurence Olivier gibi dünya çapında bir
aktörü saatlerce sette bekletmiş, iki kelimelik bir repliği 29 defada ancak
söyleyebilmiş, birlikte çalıştığı yönetmenlerin korkulu rüyası olup birlikte
oynadığı herkesi deli etmiş, koskoca Clark Gable’i kalp krizine sürüklemiş
kabiliyetsiz bir oyuncu müsvettesi olduğuydu. Kocasının burnunun dibinde Yves
Montand ile sevişmiş, üstelik film çekimleri biter bitmez, fransız şarkıcı
tarafından epeyce aşağılayıcı sözlerle terkedilmiş bir sürtük olması da cabası!
Bizler
bütün bunları rüyalarımızda görmüyor, dergilerde okuyor, televizyonlarda
duyuyorduk. John F. Kennedy, Robert Kennedy, Peter Lawrence gibi siyaset ve
sosyete adamlarıyla ilişkilerini ise herhalde bilen biliyordu ama, biz halk
çocukları bu tür gizli saklı skandallardan habersizdik. John F. Kennedy vurulduğunda
gözyaşlarına boğulan milyonlarca Amerikalı da habersizdi.
Kennedy’nin
sokakta vurularak öldürülmesinden bir buçuk yıl kadar önce evinde, yatağında
ölü bulunan Marilyn Monroe’nun arkasından kaç kişi gözyaşı döktü?
Birileri
ağlamıştır belki...
Ağlayan
olmuş mudur sahiden?
"Ben
artık büyümüştüm, Türkiye’ye dönmüştüm, Robert Kolej’de okuyordum, yaz vakti
tiyatro festivalinde oynayacağımız oyunun provalarını yapıyorduk. Yaş
ortalaması 17-18... Marilyn Monroe ölmüş, öldürülmüş, ya da kendini
öldürmüştü.. Yaaa, öyle mi? Çok da etkilenmedik. Tiyatroya meraklı gençlerin
ciddiye alacağı türden bir oyuncu değildi, üstelik otuz altı yaş bizlere o
kadar uzaktı ki... Şimdi utanarak söylüyorum ama, insan kaç yaşında olursa
olsun, kendisinden beş yaş büyüğünü yaşlı görür. Provaya devam ettik…
Geçti
böyle bir zaman... Derken kitaplar çıkmaya başladı.. Önce adı sanı bilinmeyen,
ya da takma adla yazan birtakım tipler.. Bir ihtimal en doğruları yazanlar,
kadının en gizlilerini, en gizlice bilenler, en gizlice yazanlar çıktı ortaya.
Sonra birileri onları korkuttu… Birileri ne yapacaklarını şaşırıp birtakım
belgeleri sızdırma yoluna gittiler… Hayali konuşuyorum tabii… İsim sahibi
yazarlar heveslendiler…
Fred
Guiles, Anthony Summers, Carl E. Rollyson gibi ciddi yazarların yanı sıra,
edebiyatcı olarak büyük ün yapmış Truman Capote, Norman Mailer ve Joyce Carol
Oates da konuya el atanlar arasındaydılar.
Roman
malzemesi var burada!!!
Ve
böylece, ‘aptal sarışın’ birden ‘efsane kadın’ oldu. Marilyn’in ne kadar naif,
ne kadar kırılgan, ne kadar sevecen olduğunu usta kalemlerden öğrendik. Önüne
ya da işine gelenin koynuna giren bir ‘yosma’ değilmiş meğer. Anasız babasız,
sevgisiz büyümüş bir yetim kızcağız olarak çeşitli erkeklerin kollarında gerçek
sevgiyi arıyormuş.
İntihar
mı etti, kazaya mı yoksa cinayete mi kurban gitti, hiçbir zaman tam olarak
açıklığa kavuşmadı ama, bu da iyi bir şeydi çünkü herkes kendi teorisini
istediği gibi üretebilirdi. Yalnızca ölümü üstüne değil, yaşamı üstüne de
üretilen teorilerin de biri bin paraydı tabii. Çektiği acılar...ona bu acıları
çektirenler...Hollywood sahteliği... taş kalpli stüdyo patronları... hiç kalbi
olmayan yakışıklı ve çapkın zenginler, hiç bitmeyen sevgi arayışı... hakkında
yalanlar uydurarak ekmek yiyen dedikodu yazarları... politikacılar.. kendine
güvensizliği... aklını kaçırmaktan korkması... daha bir sürü şey. Yazılanların
hepsini okumuş değilim ama hepsinin meali aşağı yukarı aynıdır: Kimliğini
hiçbir zaman gerçekleştirememiş zavallı bir kurbandı Marilyn. Çok güzel olduğu
için çok çekmişti. Çok zeki olduğu halde aptal numarası yapmak zorunda
kalmıştı. Oyunculuğunun değeri hiç anlaşılmamıştı. Edebiyata, okumaya gerçekten
meraklıydı. Ama hep itilip kakılmış, hep kullanılmıştı. Ölürken bile kendi
iradesini kullanıp kullanmadığı belli değildi. Ya da, kimi kitaplarda belliydi
ama, kimilerinde değildi...ve o kadar çok kitap yazılmıştı ki...
Kitapları,
TV dizileri, filmler izledi çok geçmeden. Hollywood günah çıkartmaya koştu.
Marilyn
Monroe yaşarken onun için kurgulanan ‘hayali hayat’ ile öldükten sonra
kurgulananlar ilk bakışta birbirinin karşıtı olarak görünse de, aslında
kurgulayıcıların yaklaşımı açısından hiç de o kadar farklı değiller. Onun bunun
orospusu olarak aşağılanmak yerine onun bunun zavallı kurbanı olarak
yüceltilmek arasındaki çizgi o kadar belirsiz ki...
Alaylar,
dudak bükmeler acımalara, vahvahlara dönüşmüş olsa da hoyratlık devam ediyor.
Güzelliğinin cezasını çekti, bedelini ağır ödedi türünden yazıklamaların
altında yatan haset öyle ya da böyle sırıtıyor en acıklı anlatımlarda bile.
Yaşarken de, öldükten sonra da ‘malzeme’ olmaktan kurtulamadı bu güzeller
güzeli kadın. Hep kullanıldı, hâlâ da kullanılıyor.
Güzel
olmak gerçekten bu kadar zor mu?
Bilemeyiz..
Genlerle, kemik yapısıyla, ten kıvılcımlarıyla ilgili bir soru bu. Asıl soru
--ya da sorun: güzelliği yaşamak, güzelliği taşımak, güzellikle baş etmek...ve
en zoru, güzelliği sürdürmek nasıl bir şeydir? Ve hattâ...mümkün müdür?
Marilyn
Monroe 36 yaşında ölmeseydi bir efsane olur muydu? Ellisini, altmışını
devirseydi, yetmişine merdiven dayasaydı..? Bir vakitler en can alıcı
özellikleri olan memeleri, kıçı sarkmış ve pelteleşmiş; parıltısının sırrı hâlâ
anlaşılamamış teni donuklaşmış, yüzü kırış kırış, ışıl ışıl mavi gözleri içeri
kaçıp soluklaşmış, dudakları kurumuş (ya da botoksla aşırı ve aykırı
şişirilmiş) olarak görüntülenseydi ne olurdu? Vah vahların yerine, utanmazca
keyifli ohohlar mı duyardık?
Güzelliğin
en büyük cezası, er ya da geç yok olması mıdır?
Marilyn’den
daha genç, bir ihtimal daha güzel, ama vaktinde ölmemiş olan Brigitte
Bardot’nun birkaç aydır internette gezinen resimlerine bakıyorum da, Norma
Jeanne’in hayatta yaptığı en akıllı işin erkenden ölmek olduğuna inanasım
geliyor.