yazmayı bırakan yazarların hikayesi



Hermann Melville, Bartleby adını taşıyan öykü kişisiyle ‘Bartleby sendromu’nun isim babası olmuştu. Bartleby sendromu, herhangi bir sebeple yazmayı bırakan, yazarlık hayatının zirvesindeyken susmayı tercih eden yazarları nitelemek için kullanılıyor.

J. D. Salinger (1919-2010):

Eğer Bartleby’ler arasında bir sıralama yapmak gerekirse ilk sıraya Jerome David Salinger konulmalıdır. Salinger, ünlü olduğu kadar göz kamaştırıcı da olan dört kitabın yazarıydı. Başyapıtı Çavdar Tarlasında Çocuklar 1951’de, yayımladığı son kitap Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ise 1963’te basıldı. 45 yıl fotoğraf çektirmedi, söyleşi vermedi, ortalarda görünmedi, tek satır yayımlamadı. Yazarın öz kızı Margaret A. Salinger  babasına dair Dream Catcher bir anı kitabı yayımlamıştı. Yazarın oğlu, tanınan bir aktör oldu. Yine de Salinger’ın izine ulaşan olmadı. Budizm’e yöneldiği, hatta “Scientology” tarikatına ilgi duyduğu yazıldı. Okurları, yayımlamasa da Salinger’ın hâlâ yazdığına inandı. Dünyanın en gizemli yazarını görebilme umuduyla Birleşik Devletler’e giden tutkunlarından bazılarının Salinger’ı Beşinci Cadde’de gördükleri rivayet edilir. Onu bulması için dedektif tutan saplantılı okurları bile vardı.

Kendini mobilya sanıyordu

Clement Cadou (?-?): Genç Cadou yazar olmaya hevesliydi. Ailesi ünlü yazar Gombrowicz’i bir akşam yemeği için evlerine davet ettiğinde Cadou 15 yaşındaydı. Gombrowicz’i kendi evinde görmek onu o kadar etkiledi ki, ağzından ancak birkaç sözcük çıkabildi, kendini odadaki mobilyalardan biri gibi hissetmeye başladı. Bütün yaşamını yazmayı unutmak için kendini bir mobilya kabul ederek geçirdi. Gençliğindeki yazarlık hayalleri anımsatıldığında, “Kendimi bir mobilya gibi hissediyorum ve bildiğim kadarıyla mobilyalar yazmaz.” diyordu. Kuşkusuz Bartleby’lerin en ilginci Cadou’nun tek yapıtı mezarı için yazdığı kitabe oldu.

Sıradanlık ve ret

Robert Walser (1878-1956):

Robert Walser, bir kurmaca metnin kahramanı olan Kâtip Bartleby’ye belki de gerçek hayatta en çok benzeyen kişiydi. Kitapçıda tezgâhtarlık, avukat sekreterliği, banka memurluğu, dikiş makineleri fabrikasında işçilik gibi pek çok iş arasında zaman zaman Zürih’te bulunan “Boşgezenler Yazma Kulübü”ne çekilirdi. Walser, aslında pek fark edilmeyen bir aşırı uçtu. Bartleby’nin itaatsizliğinin aksine onun itaati, dünyaya karşı reddini ve derin kopuşunu gösteriyordu. Bartleby, “değişim yapmam” diyordu, Walser’in başkahramanı Jacob Von Gunten de “açılımı sevmem” diyecekti. Walser reddini, yazmayı bırakarak değil, susmayı tercih ederek gerçekleştirdi. Unutulmak, hayatta en çok arzuladığı şeydi. Hayatının son 28 yılı tımarhanelerde küçük kâğıt parçalarına okunması mümkün olmayan karalamalar yazmakla geçti. Herman Hesse şöyle demişti bu sıra dışı sıradan yazar için: “Walser’in yüz bin okuru olsa dünya daha güzel bir yer olurdu.”

Otuzuna gelmeden bıraktı

Arthur Rimbaud (1854-1891):

Rimbaud, “Sarhoş Gemi” şiirini on altı yaşındayken yazdı. On dokuzuna geldiğinde edebiyat camiasınca tanınmak veya şöhret onu ilgilendirmiyordu. Yirmi dokuz yaşındayken çıkan ikinci kitabının ardından yirmi yıl sonraki ölümüne kadar yazmayı bıraktı, kendini seyahatlere ve tehlikeli maceralara verdi. Rimbaud, Bartleby’ler arasında en ürpertici olandır. Borges’in dediği gibi, “Şairin bazen yetenekli, bazen neredeyse utanç verici biçimde yeteneksiz olması gibi yaygın bir durum vardır. Çok daha sıra dışı ve hayranlık uyandırıcı olansa şairin sınırsız bir ustalığa sahip olduktan sonra yapıtlarını küçümsemesi ve suskunluğu yeğlemesidir.”

Yazmıyorum çünkü amcam öldü

Juan Rulfo (1917-1986):

Juan Rulfo, Güney Amerika edebiyatının Türkçeye de çevrilen en güzel yapıtlarından birini, Pedro Paramo’yu yazdıktan sonra otuz yıl hiçbir şey yazmadı. O da tıpkı Bartleby gibi bir büroda yazıcılık yapıyordu ve kendi durumunu sürekli Rimbaud’nunkiyle karşılaştırıyordu. Yazarın Kızgın Ova adlı öykü kitabı neredeyse tamamen amcasının anlattığı öykülerden esinle yazılmıştı. Rulfo, yazmayı niçin bıraktığını soranlara yıllarca hep aynı cevabı verdi: “Yazmıyorum çünkü bana bu öyküleri anlatan Celerino amcam öldü.”

Katalan Salinger’ı

Felipe Alfau (1902-1999):

Vila-Matas, Alfau’yu “Katalan Salinger’ı” diye tanımlıyor. Barcelona doğumlu yazar, Birinci Dünya Savaşı’nda göç ettiği Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk romanını yazdı. Onu izleyen sessizliğin ardından 1948’de Chromos’u yayımladı, sonra kesin bir suskunluğa gömüldü. New York’taki bir bakım evine gizlendi ve orada öldü. Kendisiyle röportaj yapmaya gelen gazetecilere hırçın bir şekilde, “Bay Alfau, Miami’de” diyordu. Yazmayı bırakışını, “İngilizce öğrenmeye başladığınızda sorunlar da başlıyor.” diye açıkladı. Buna yakın bir zaman diliminde, “İngilizcenin işleri karıştırdığını düşünen” bir başka yazar, Samuel Beckett da kendini bakımevinde bulacaktı.

Artık kitap yazılamaz

Bobi Bazlen (1902-1965):

Eleştirmen ve çevirmen Bobi Bazlen’in Svevo, Montale gibi yüzyılın önemli edebiyatçılarıyla dostluğu vardı. Bütün dillerde yazılmış bütün kitapları okumaya çalıştı. Bir tek yapıt üretmemek, onun yapıtının bir bölümü oldu. Gerekçesi şöyleydi: “Artık kitap yazılamayacağına inanıyorum. Bu yüzden kitap yazmıyorum. Hemen hemen tüm kitaplar, ciltlere dönüşene kadar şişirilen dipnotlardan başka bir şey değildir.”

Yazmanın imkânsızlığı

Hart Crane (1899-1932):

Amerikalı şair, epik şiiri “Köprü”yle sayısız övgü almıştı. Gördüğü ilgi onu tatmin etmedi, yazılabilecek tek şeyin yazma eyleminin imkansızlığı olduğuna inandı ve Meksika’ya gitmeye karar verdi. New Orleans’a gitmek üzere bir gemiye bindi ama oraya hiç varmadı. Crane’i bir daha gören olmadı.

Kuş uzmanı oldu

Ferrer Lerin (doğ. 1942):

Ferrer Lerin, Barcelona’da geçen gençliğinde yazdığı isyancı şiirlerle dikkat çekiyordu. Altmışlı yılların sonunda her şeyi bıraktı, Jaca adlı bir köye yerleşti. Otuzu aşkın yıldır bu şartları pek de iyi olmayan köyde akbabaları inceliyor. Artık bir kuş uzmanı olan şairin trajik yazgısı, kendini çağdaş edebiyatçıların bir hayvan hikâyeleri antolojisinde sınıflandırılmasına adayan Franz Blei’yı akla getiriyor.

Kayboluş sanatının mutluluğu

Joseph Joubert (1754-1824):

Joubert, hayatı boyunca kendini tek bir kitap yazmaya hazırladı, sonra bu hedefini de unuttu. Hiç kitap yazmadan öldü. Oysa başından beri ilgilendiği tek şey yazmaktı. Arkadaşları ünlü yazarlardı. Günlüğüne şu cümleleri yazmıştı: “Yazmak beni okudukları anlamına mı gelecek? Herkes bunu istiyor! Peki ama, benim istediğim bu mu?” Joseph Joubert, yazmasa da kendini hep sanatın saf bölgesinde saydı, kayboluş sanatının mutluluğuna aşina bir şekilde dünyadan ayrıldı.

Bartleby’lerin isim babası

Herman Melville (1819-1891):

Herman Melville, ilk yayımlandığında değeri pek de anlaşılmayan Kâtip Bartleby adlı yapıtıyla “Bartleby sendromu”nun isim babası oldu. Melville daima tedirgin, tuhaf, melankolik saatler geçirmeye eğilimli biriydi. Yayımladığı ilk deniz öykülerinin gördüğü ilgiden sonra kaleme aldığı Mardi, okunması zor bir romandı ve Melville’in “başarısızlığı”nın habercisiydi. Ardından edebiyat tarihinin en büyük romanlarından birine, Moby Dick’e imza attı. Bu kitabı okumaya katlanan herkes Melville’deki ışığı sezmişti ama o henüz 34 yaşındayken yenilgiyi kabullenmişti. Yaşamının son yıllarında tıpkı Bartleby gibi New York’taki bir büroda sıkıcı işler yaptı. 1891’de unutulmuş olarak öldü. Herman Melville, Bartleby’yi belki de kendi sendromunu tanımlamak için yazmıştı.

Kâtip Bartleby’nin varisi

Franz Kafka (1883-1924):

Aslında Kâtip Bartleby, Kafka karakterlerinin öncüsüydü. Borges, Bartleby için, “1919’a doğru Kafka’nın yeniden bulduğu ve derinleştirdiği bir türü tanımlar.” demişti. Kafka da karakterleri gibi hep o varoluşsal sıkıntıyı yaşadı, yazmanın yetersizliğini imâ etti. “İnsanlar ne kadar yürürlerse, varış noktasından o kadar uzaklaşırlar.” diyordu. Arkadaşı ve yayıncısı Max Brod ondan geriye kalanları yok etmeyi seçseydi Kafka belki de yeryüzünün en gizemli Bartleby’si olacaktı. Ya da bütün ret yazarlarının arzuladığı gibi unutuluş ırmağında kaybolup gidecekti.

Satranç oynamayı seçti

Marcel Duchamp (1887-1968):

Adı Dadacı ve Gerçeküstücü akımlarla anılan Fransız ressam, öteki Bartleby’lerden farklı olarak yazı yazmayı değil, resim yapmayı bıraktı. Duchamp, Büyük Cam adlı eserinden sonra fikirsiz kalmıştı ve kendini tekrarlamak yerine resmi bırakmayı seçti. Niçin bıraktığı sorulduğunda, “Artık bende fikir kalmadı.” diye cevap vermişti. Elli yılı aşkın bir süre resim yapmak yerine satranç oynadı. Duchamp, yıllar sonra genç ressamlar tarafından tekrar keşfedildi ve hiçbir şey yapmadan da “sanatçı” olunabileceği üzerine girdiği iddiayı kazandı.

Susturucu takmış gibi

Edmundo de Bettencourt (1899-1973):

Edmundo de Bettencourt, en iyi kitabı Poemas Zurdos’u 1940 yılında yayımladı, ardından 23 yıl sürecek suskunluğuna gömüldü. Kitabının beklediği ilgiyi görmemesi onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Edebiyat dergilerinin kendisiyle ilgili hazırladıkları özel sayılara, dosyalara itibar etmedi. Ölümünden on yıl önce eski şiirlerini bir kitapta topladı ve suskunluğuna devam etti. Şair öldüğünde Republica gazetesi şöyle yazdı: “Şair, yaşamını bir susturucu takmış gibi tek bir dize mırıldanmadan geçirmeyi yeğlemişti.”

Bir ret biçimi olarak intihar

Jacques Vaché (1895-1919):

İntiharı Bartleby’lerin ret biçimlerinden ayrı bir yerde değerlendirmek gerekse de Vaché’ye bir parantez açmak gerekiyor. Jacques Vaché, Breton’un “En çok ona borçluyum.” dediği kişiydi. “Sanat aptallıktır” dedi ve intihar etti. Vaché’yi bir Bartleby yapan, intiharı değil, sanatı aptallık olarak gören derin ret duygusudur.

Yazmadığı romanla ünlü

Nicolas Chamfort (1741-1794):

Sonu intiharla biten bir başka Bartleby, yazmadığı romanla ünlenen Chamfort, geride eser bırakmamış olsa da eserini hayal edebilmemiz için gerekli malzemeyi bıraktı. “Ruhun acılarının yanında solda sıfır” olduğunu düşündüğü şiddetli bir ölümü seçti. “Niye yazmıyorum?” sorusuna kendi kendine şu cevapları veriyordu:
Çünkü halkın zevksizliği ve hasedi had safhada,
Çünkü halk beğenmediği başarılarla hiç ilgilenmiyor,
Çünkü edebî yaftam ne kadar çabuk yok olursa ben o kadar mutlu oluyorum.

Kırk beş yıl sustu

Emilio Adolfo Westphalen (1911-2001):

Emilio Adolfo Westphalen, Peru şiirini İspanyol şiir geleneğiyle dâhiyane bir şekilde birleştiren iki şiir kitabı yazdıktan sonra tam 45 yıl boyunca hiçbir şey yazmadı. Uzun yıllar boyunca unutulmadı, aksine bu suskunluk onu tanımladı. Neden yazmadığı sorusuna yüzünü sol eliyle kapatarak hep aynı cevabı veriyordu: “Hazır değilim.”

Yazma krizinin kökeni

Hugo von Hoffmansthal (1874-1929):

Hoffmansthal’ın Der Brief des Lord Chandos adlı eseri, Vila-Matas’a göre ret edebiyatının doruğudur ve 20. yüzyıl edebiyatındaki Bartleby gölgesini ortaya koyar. Hoffmansthal, edebiyatın harika çocukluğundan yazma krizinin ortasına düşmüştür. Bu süreçte yazma krizinin kökenine iner ve edebiyatın tümüyle yetersiz ve imkansız olduğunu gösterdiği unutulmaz Der Brief des Lord Chandos’u kaleme alır. Ancak Hoffmansthal, öteki Bartleby’lerin aksine sözün iflasını saptadıktan sonra zarafetle edebiyata geri döner.

Ölümsüzlük yanılsaması

Guy de Mauppasant (1850-1893):

Oğlunun büyük bir yazar olmasını isteyen ihtiraslı anne Maupassant, onu büyük yazar Flaubert’e emanet etti. Genç Guy, 30 yaşına kadar hiçbir şey yazmadı. Yazmaya başladıktan sonra da büyük bir öykücü olacağını gösterdi ve kısa bir süre içinde lüks bir yaşam sürmeye başladı. Maupassant’ın yanılsaması “ölümsüzlük” oldu. Büyük bir yazar olarak ölümsüzlüğünden emin olmak istiyordu. Kafasına iki kere tabanca sıktıktan sonra kâhyasını çağırarak “Bak,” dedi, “bana kurşun işlemiyor, ben ölümsüzüm.” Maupassant aynı deneyi hançerle yapmak isteyince başarılı olamadı. Kanlar içinde kaldığı o günden ölümüne kadar hiçbir şey yazamadı. Gazetelerde resminin altına şöyle cümleler konuluyordu: “Ölümsüz mösyö Guy de Maupassant’ın delilik hali sürüyor.”

Yazacak bir şeyim yok

Oscar Wilde (1854-1900):

Oscar Wilde’ı Bartleby’lerle buluşturan şey, trajik yazgısının yanı sıra unutulmaz cümleleriydi. “Kesinlikle hiçbir şey yapmamak, bu dünyanın en zor şeyidir, en zor ve en entelektüel olanı.” diyordu bir oyununda. Wilde, “hiçbir şey yapmamak” özlemini ancak yaşamının Paris’te geçen son yıllarında gerçekleştirebildi. Açıklaması şuydu: “Yaşamı tanımadan önce yazıyordum; şimdi yaşamın anlamını bildiğim için yazacak bir şeyim yok.” Reading Zindanı’nda yazdığı De Profundis, Oscar Wilde’ın susmadan önceki son çığlığı oldu.

Unutulmayı seçti

Henry Roth (1906-1995):

Henry Roth, Amerika’ya göç etmiş bir ailenin çocuğuydu. Amerika deneyimini, 28 yaşında yazdığı bir romanla anlattı. Roman pek dikkat çekmedi, Roth da su tesisatçılığından akıl hastanesinde hasta bakıcılığa kadar pek çok farklı iş yaptı. Romanı 30 yıl sonra yeniden basılınca Amerika’da büyük ilgi gördü, bir klasik kabul edildi. Henry Roth, daha sonra ölümüne kadar geçen on yıllarda tek kitap dışında bir şey yayımlamadı, yaşamın akışında unutulmayı seçti.

Karısı ölünce kalemi bıraktı

Juan Ramon Jiménez (1881-1958):

Juan Ramon Jiménez, 1956 yılında Nobel edebiyat ödülüne değer görülmüştü. Ama ödülü aldığını öğrendiği günlerde Jiménez, karısı, sevgilisi, sekreteri, kısacası her şeyi olan Zenobia’nın da kansere yenildiğini öğrenecekti. Jiménez’in hizmetçisi, karısının ölümünden sonra şairin Nobel ödülünü yere fırlatıp öfkeyle çiğnediğini anlatır. Jiménez, o günden sonra tek dize yazmadı. Geride bir Bartleby aforizması sayılabilecek şu cümleyi bıraktı: “Benim en iyi yapıtım, yapıtlarımdan pişmanlık duymak olmuştur.”

Konuşulamayan konusunda susmalı

Ludwig Wittgenstein (1889-1951):

Wittgenstein’ın Tractatus’taki çok ünlü önermesi aslında ret edebiyatını en iyi açıklayan cümlelerden biri olarak da okunamaz mı? “Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.” Hayattayken yayımladığı tek felsefe kitabının son önermesinde böyle diyordu Wittgenstein. Bir daha felsefe üzerine kitap yayımlamadı. Tüm diğer kitapların pabucunu dama atacak bir kitap yayımlamak istiyordu ama bu olmayan kitap, imkânsız bir kitaptı. Ve öyle kaldı.

Goethe’nin şiirlerini yazan gizemli kadın

Marianne Jung (1784-1860):

Büyük Alman şairi Goethe, 60’lı yaşlarının ortalarında Doğu Batı Divanı’ndaki şiirleri yazıyordu. Kitaptaki bazı şiirlerde Züleyha ortaya çıkar ve konuşur. Ama Züleyha’nın konuştuğu dizeleri Goethe değil, Marianne Jung adında genç bir kadın yazmıştır. Jung, dünya lirik şiirinin başyapıtlarından birindeki seçkin parçalara imza attıktan sonra bir daha asla yazmadı. Bartleby’lerin en gizemlilerinden biri olarak kaldı.

Geç kalmış Bartleby

Lev Tolstoy (1828-1910):

Tolstoy, geç kalmış bir Bartleby idi. Uzun yaşamının son günlerinde, edebiyatta bir uğursuzluk olduğuna karar verdi ve yıllarca yaşadığı Yasyana Polyana’yı bir daha dönmemek ve yazmamak üzere terk etti. İlkelerin, disiplinin, görkemli yapıtların Tolstoy’u öleceği tren istasyonuna doğru yol alırken aslında Bartleby’ler cemaatine katılıyordu. Tüm edebiyatın, kendi kendisinin reddinden ibaret olduğunu daha iyi ne anlatabilir?

Türk edebiyatının Bartleby’leri

Edebiyatımızda bir Bartleby’ler kuşağından veya topluluğundan söz etmek mümkün gözükmese de, Bartleby sendromuna yakalanmış Batılı yazarlarla ruh akrabası olan edebiyatçılarımız olduğuna kuşku yok. Bu sendrom yalnızca yazmayı bırakan şairleri/yazarları değil “unutuluş sanatının” tadına varmak isteyenleri de içine alıyorsa eğer bizim Bartleby’lerimizden de söz edebiliriz. Has edebiyat okurunun aklına gelecek ilk örnek elbette, Gülderen Bilgili. Edebiyatımızın bu gizemli yazarı Bir Gece Yolculuğu adlı kitabıyla 1988’de Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülmüştü. Bir daha öykü yazmadı, kayıplara karıştı. Bir başka soy öykücü, Selçuk Baran, geç başladığı (ama geç kalmadığı) edebiyata son yıllarında küstü. Selim İleri’nin deyişiyle, “gitgide kendi içine çekilip yazarlığını unutturmaya çalıştı.” Seçkin eleştirmen Hüseyin Cöntürk de bir dönem suskunluğa gömülmüş, yazmamayı seçmişti. Cöntürk, en verimli çağını “susarak” geçirdi. Ne yazık ki, edebiyata döneceğinin işaretlerini vermeye başladığı dönemde aramızdan ayrıldı. Türk şiirindeki en iyi Bartleby örneği ise Celal Sılay olmalı. Cemil Meriç, onun için “Türkiye’nin Oscar Wilde’ıdır.” demişti. Sılay, gençliğinde şiirleri dilden dile dolaşırken zamanla edebiyattan uzaklaştı ve sonunda susmayı tercih etti.

Servet-i Fünun’dan Aylak Adam’a

Eser vermeye devam ettiği halde “görünmemeyi” tercih eden yazarları/şairleri birer Bartleby olarak değerlendirmek elbette yanlış olur. Ancak böylesi münzevi bir tutumun bu sendroma yakalanmış yazarları çağrıştırdığı da bir gerçek. Edebiyatımızda akla iki isim geliyor hemen: Nuri Pakdil ve Sezai Karakoç. İkisi de yazmayı, üretmeyi sürdürüyorlar ama ısrarla “görünmek”ten kaçınıyorlar.
Yazmayı kesin bir reddedişle bırakan yazar/şair sayısının Batı edebiyatına göre bizde epey az olmasının psikolojik, kültürel, geleneksel, toplumsal pek çok sebebi bulunabilir. Kesin olan şu: Aralarında Servet-i Fünuncuların “Yeşil Yurt” hayalinden Yusuf Atılgan’ın Bartleby’ye benzeyen Aylak Adam’ına, Necatigil’in “yazmak süresiz ertelenmiştir”ine kadar pek çok örnek, “yazıyı bırakma tereddüdü”nün bizim edebiyatımızda da öteden beri var olduğunu gösteriyor.

Özge Yalın - kitapzamani.zaman.com.tr


paylaş:

en klas 30 film



Bir süre önce yine aynı kaynaktan En Klas Kitaplar listesini yayınlamıştık. Bu kez ise konu filmler.

Casablanca
The Wild One
Rebel Without A Cause
Vertigo
Breathless
Blow-Up
If…
Bullitt
Easy Rider
A Clockwork Orange
Get Carter
Shaft
Mean Street
Quadrophenia
American Gigolo
Blade Runner
Goodfellas
Singles
Resevoir Dogs
Dazed & Confused
Pulp Fiction
Trainspotting
The Big Lebowski
Out of Sight
Rushmore
Fight Club
Ocean’s Eleven
This is England
Control
Drive
paylaş:

filmler hakkında en iyi 50 film



İçerisinde film çekimi, sinema sahnesi ya da sinemanın direkt kendisi olan filmleri Total Film kendine has yorumlarıyla sıralamış.

50. For Your Consideration (2006)
49. My Week With Marilyn (2011)
48. White Hunter, Black Heart (1990)
47. Son Of Rambow (2008)
46. Tropic Thunder (2008)
45. Broken Embraces (2009)
44. State And Main (2000)
43. Through The Olive Trees (1994)
42. Whatever Happened To Baby Jane? (1962)
41. Inland Empire (2006)
40. Stardust Memories (1980)
39. Be Kind Rewind (2008)
38. Shadow Of The Vampire (2000)
37. Bowfinger (1999)
36. The Aviator (2004)
35. A Cock And Bull Story (2006)
34. Gods And Monsters (1998)
33. Man Bites Dog (1992)
32. Wes Craven's New Nightmare (1994)
31. Matinee (1993)
30. The Bad And The Beautiful (1952)
29. Get Shorty (1995)
28. Hugo (2011)
27. The Last Picture Show (1971)
26. Swimming With Sharks (1994)
25. Adaptation (2002)
24. L.A. Confidential (1997)
23. Who Framed Roger Rabbit? (1988)
22. Sullivan's Travels (1941)
21.Boogie Nights (1997)
20. The Purple Rose Of Cairo (1985)
19. Living In Oblivion (1995)
18. A Star Is Born (1954)
17. Peeping Tom (1960)
16. The Blair Witch Project (1999)
15. Super 8 (2011)
14. The Artist (2011)
13. King Kong (1933)
12. Sherlock, Jr (1924)
11. Mulholland Dr. (2001)
10. Hearts Of Darkness: A Filmmaker's Apocalypse (1991)
9. Contempt (1963)
8. Ed Wood (1994)
7. Barton Fink (1991)
6. The Player (1992)
5. Cinema Paradiso (1988)
4. Sunset Boulevard (1950)
3. Eight And A Half (1963)
2. Day For Night (1973)
1. Singin' In The Rain (1952)
paylaş:

fight club parodisi: kiss club


Fight Club birçok açıdan diğer filmlerden farklı, konusu itibariyle ve sevenlerinin çokluğuyla hem kitabının hem de filminin farklı hayranlarının sayesinde birçok yaratıcı fikirde hammadde olalarak kullanılabiliyor. Bir süre önce Fight Club’ı Jane Austen yazsa nasıl olurun cevabının arandığı bir videoyu paylaşmıştık. Bu kez ise Fight Club’ın Hustlebot tarafından hazırlanan parodisi Kiss Club’a şöyle bir göz atıyoruz. Keyifli anlar.


paylaş:

gösterime giren filmler | 29 haziran


Buz Devri 4: Kıtalar Ayrılıyor
Ice Age: Continental Drift
Yapım yılı : 2012
Gösterim Tarihi : 29 Haziran 2012
Filmin Türü : Komedi,Animasyon,Aile,Macera
Buz Devri 4 : Kıtalar Ayrılıyor (Ice Age: Continental Drift); Manny, Diego ve Sid'in, kendilerini diğerlerinden ayıran afetten sonra sürüklendikleri bir kıtada başlarına gelenleri beyazperdeye taşıyor. Bir buzdağından derme çatma bir gemi yapan kahramanlarımızın maceralarla dolu epik deniz seferi böyle başlıyor. Manny ve arkadaşlarını bu yeni dünyada egzotik deniz canavarları ve acımasız korsanlar da bekliyor.
Tarih öncesi sincap Scrat ise bildiğiniz gibi, lanetli palamudu onu nereye sürüklerse oraya gidiyor...

Çernobil'in Sırları
Chernobyl Diaries
Yapım yılı : 2012
Gösterim Tarihi : 29 Haziran 2012
Filmin Türü : Korku
Avrupa'da tatile çıkan altı kişilik bir arkadaş grubu, gezilerinde rehberlik etmesi için farklı bir turist rehberi tutarlar. Adam onları, Çernobil nükleer faciasından önce işçilerin ikamet ettiği ama artık terk edilmiş olan Pripyat şehrine götürür. Yıkıntıların arasında gezerken turist kafilesi aslında yalnız olmadıklarını fark edeceklerdir...

Ya Aşk Olmasaydı?
Lo contrario al amor
Yapım yılı : 2011
Gösterim Tarihi : 29 Haziran 2012
Filmin Türü : Komedi
Merce, karmaşık bir kızdır, sevgilisi yoktur ve sevgili istememektedir, çünkü sevgilisi olduğunda diğer yüzü ortaya çıkar, kontrol cadısına dönüşür. Masördür, özel bir yeteneğe sahiptir, dokunduğu müşterileri duygusal bir çözülmeye düşerler. Asansörde mahsur kalır ve üç itfaiyeci tarafından kurtarılır. İtfaiyeciler, Merce’yi kim yatağa atacak diye iddiaya girer.

Faust
Faust
Yapım yılı : 2011
Gösterim Tarihi : 29 Haziran 2012
Filmin Türü : Dram,Fantastik
Goethe’nin bilginin arayışı hakkındaki trajedisinden esinlenen Faust, 19. yüzyılda geçiyor ve ruhunu şeytana satan kahramanını izliyor. O bir düşünürdür, haberleri yayan kişidir; entrikacıdır, hayalperesttir. Açlık, açgözlülük, şehvet gibi temel güdülerin yönlendirdiği adsız bir adamdır. İlerlemek mümkünse neden bulunulan yerde durulsun ki?

Daha İyi Bir Hayat
Une vie meilleure
Yapım yılı : 2011
Gösterim Tarihi : 29 Haziran 2012
Filmin Türü : Dram
Aşçı Yann ve bekâr bir anne olan Nadia, tanıştıkları andan itibaren aşık olup büyük bir tutkuyla birbirlerine bağlanırlar. Nadia ve oğluyla bir aile kurmak isteyen Yann, kırsal bölgede bir restoran satın almaya karar verir. Kendi restoranında şef olmak ve yeni ailesi ile sakin bir hayat sürmenin hayaliyle yaşamaktadır. Ancak onları bekleyen hayat bundan çok farklı olacaktır.
paylaş:

bekleyemeyen kitap


Daha ilk günden baskısı tükenen ve sipariş yağmuruna tutulan kitabın özelliği paketi açıldıktan iki ay içinde okunması gerektiği, aksi halde tüm yazılar hava ile teması sayesinde siliniyor. Bunu sağlayan ise yapısı gereği kullanılan mürekkep.
“the book that can’t wait” (bekleyemeyen kitap) projesinin çıkış noktası ise kitapların yeteri kadar ilgi görmediği, satın alındıklarından aylar sonra bile okunmadıkları, bir diğer kitaba tercih edildikleri ve bu durumun yazarlar üzerinde olumsuz etki oluşturduğu.
"Kitaplar çok sabırlı objelerdir. Onları satın alırız ve kitaplar bizim onları okumamızı bekler. Günler, aylar hatta yıllar boyunca. Kitaplar için bu sorun olmaz ancak yeni yazarlar için sorundur. Eğer insanlar ilk kitaplarını okumazsa hiçbir zaman ikinciyi yazamazlar" diyor yayınevi.
Videosu ise aşağıda:




Kaynak: dipnot ve sabitfikir
paylaş:

okumadığınız bir kitap hakkında yorum yapma rehberi


Hepimizin başına gelebilir: günlük bir sohbette birisi Ulysses’ten bahsettiğinde başımızı belli belirsiz sallamışızdır. Herkesin sürekli eline aldığı ve tekrar yerine koyduğu kitapları vardır. Edebiyat dolabımızdaki bu iskeletler, sürekli olarak yazlık okuma listelerimizin altında görünürler ve kaderlerinde asla bitirilememek vardır. Paris Üniversitesi Profesörü Pierre Bayar’ın tartışmalı kitabı How to Talk About Books You Haven’t Read (Okumadığınız Bir Kitap Hakkında Nasıl Konuşmalı?) adlı kitabı, bizleri klasik edebiyattaki akıcılığın nasıl iyi eğitim almış, kültürlü bir insanı işaret ettiği üzerine düşünmeye zorluyor.  Bu yüzden, daha iyi bir okuyucu gibi görünmek ilginizi çeker diye, muhtemelen okumadığınız ancak kültürel önemini bilmeniz gereken bazı kitaplarla ilgili ufak bir dosya hazırladık sizlere. Böylece, kumsalda geçirdiğiniz değerli vaktinizi Stephen King kitabıyla harcamadan bir sonraki kokteyl partisini güvenle atlatabilirsiniz. (Ama yıl bitmeden bu kitaplardan en az birini okumayı deneyeceğinize söz verin).


 ULYSSES  - JAMES JOYCE

Kitap Üzerine: Ulysses 1998’de 20. Yüzyılın en iyi 100 İngiliz romanı arasından birinci seçildi. Kitap, Homer’ın epik şiiri Odyssey’e paralel olarak yazılmıştır ama Truva Savaşı’nın kahramanı Odysseus yerine dönemin günlük yaşamını, Yahudi ana karakter Leopold Bloom’un Dublin’deki sıradan bir günü üzerinden anlatır. James Joyce’un bilinç akışını, kinayeleri kullanışı ve parodi tarzıyla bu roman İngiliz edebiyatı dünyasında devrim yarattı.

Püf noktası: James Joyce’un önceki romanlarından Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nin genç ana karakteri Stephen Dedalus, Ulysses romanında da başkahramandır. Bu romanda, neredeyse Bloom’un oğlu yerine geçen Stephen, Telemachus’a benzer ve Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ndeki romantik kahraman, gerçekte bir narsisttir. Ayrıca beklenenin aksine gösteriş meraklısı olmasıyla da hayal kırıklığı yaratır.


DON KİŞOT - MIGUEL DE CERVANTES

Kitap Üzerine: Miguel de Cervantes tarafından 1600'lerin başında yazılan Don Kişot, İspanyol edebiyatının en önemli romanlarından biri olarak nitelendirilir. Romanın okunma sayısı arttıkça kitabın beyazperdeye uyarlanma sayısı da artmıştır.

Püf Noktası: Don Kişot, yayınlandığı günden beri popüler kültürdeki pek çok “zırhta parıldayan şövalye” karakterine ilham verdi. Bu kahramanların çoğu “quixotic”  ya da hayali idealistler olarak tanımlanabilir.


SAVAŞ VE BARIŞ - LEV TOLSTOY

Kitap Üzerine: Tolstoy’un en ünlü edebi başarısı olarak bilinen Savaş ve Barış, Rusya’nın Fransız işgalini ve Napolyon dönemi olaylarını konu eder. Roman, pek çok Rus klasiği gibi,  karmaşık konulara, aşk, savaş, barış, seks, hayatın anlamı gibi neredeyse her evrensel insani temaya değinir.


Püf Noktası: Bu tarihsel romanın bir parçasında, Tolstoy tarih kayıtlarını dosdoğru sunma vizyonunu üstlenmiştir. Tolstoy, sadece tarihi şekillendiren büyük adamları değil, küçük ve önemsiz görünen karakterleri de ön plana çıkarmak için her türlü çabayı gösterir.


KAYIP ZAMANIN İZİNDE - MARCEL PROUST

Kitap Üzerine: Marcel Proust’un 3500 sayfalık 7 ciltten oluşan, yarı otobiyografik şaheseri Kayıp Zamanın İzinde, anlatıcının aşk maceralarını, sanatı öğrenişini ve toplumdaki gelişmesini konu eder.

Püf Noktası: Bilinçli bir çaba harcamadan, sıradan olayların uyandırdığı istenmeyen hatıralar romanın en önemli konusudur ve kültüre sağladığı en önemli katkı budur.



MOBY DICK - HERMAN MELVILLE

Kitap Üzerine: Herman Melville’in Moby Dick’i, Ishmael olarak adlandırılan sıradan bir denizci tarafından anlatılır. Denizci Ishmael, Kaptan Ahab’ın bulunmaz bir balina türü olan Moby Dick’i bulup öldürmeyi amaçladığı takıntılı yolculuğunu bizlere aktarır.

Püf Noktası: Roman çok fazla seks şakası içerir. Penisle ilgili laf oyunları ve hatta erkekler arasındaki eşcinsel bağlar romanın içerisinde sık sık görülür. Bilim adamları Ishmael’in Queequeg’le olan ilişkisinin bir aşk hikayesi mi, duygusal bir yakınlık mı yoksa cinsel bir birliktelik mi olduğunu belirlemek için yıllar harcayabilir.


ATLAS SİLKİNDİ - AYN RAND

Kitap Üzerine: Atlas Silkindi, Ayn Rand’ın kendi felsefi düşüncesini dramatize ettiği uzun bir romandır. Kitap, maddi zorlukların yaşandığı zamanlarda yozlaşan hükümete karşı isyan eden bir grup cesur sanayiciyi konu eder.

Püf Noktası: Atlas Silkindi, Rand’ın nesnellik ilkelerinde kurmaca bir metin olarak geçer ve yayımlanışından 55 yıl geçmesine rağmen hala tartışmalı bir kitaptır. Liberaller pro kapitalist bir tutuma sahip olduğu için, müstehcen seks tanımlamaları ve Hıristiyanlık karşıtı görüşleri için eleştirirler onu. Bu arada, birileri de kitabı sadece uzun, sıkıcı ve zayıf bir üsluba sahip bulurlar. Ama Rand’ın hürriyet yanlısı takipçileri o kadar çoktur ki roman 21. yüzyılda bile okunmayı sürdürür.


Çeviren: Irmak Taştan

paylaş:

yazarların ilk kitapları nasıl reddedildi?



Ethem Baran, iki sayı önce Kitap Zamanı'na yazdığı yazıda James Joyce'tan Hasan Ali Toptaş'a, Orhan Pamuk'tan Cemil Kavukçu'ya kadar birçok yazarın ilk kitaplarını yayımlatmak için çektikleri sıkıntılara değinmişti. Dosyamızın fitilini ateşleyen, Ethem Baran'ın o cümleleri oldu. Dünya edebiyatında, bugün birer başyapıt sayılan çok sayıda eser yayınevleri tarafından reddedilmişti. Bu reddedilme hikâyelerinden bazılarını tadımlık olarak derledik.
2007 yılında David Lassman adında bir İngiliz, yazdığı kitapların yayınevlerinden sürekli geri çevrilmesinin kabahatini kendi yazdıklarında değil yayınevlerinin sallapatiliğinde arar ve tuhaf bir oyunla bunu ispatlamaya girişir. Sadece İngiliz edebiyatının değil, dünya edebiyatının temel taşlarından sayılan Jane Austen'ın üç büyük romanını ufak tefek değişikliklerle kopyalayan Lassman, kitapların altlarına kendi imzasını atar ve değerlendirilmeleri için onları 18 büyük yayınevine gönderir. Yazarı intihalle suçlayan bir tanesi hariç, diğer 17 yayınevi romanları yayımlamayı reddeder.

    J. K. Rowling'in temsilcisi, adı "İlk İzlenimler" olarak değiştirilmiş Aşk ve Gurur'un, "Herhangi bir yayınevine sunulabilecek yeterlilikte bir eser olmadığı" kanaatine varmıştır. Aşk ve Gurur'un yayın haklarını elinde tutan Penguin yayıneviyse Lassman'ın gönderdiği ilk bölümlerin "okunması ilginç ve orijinal" olduğunu kabul etmekle birlikte, romanın geri kalan kısımlarını okumak için pek heves göstermez. Bloomsbury, Random House, Harper Collins gibi yayınevleri ise gerekçe dahi belirtmeden eseri geri çevirmekle yetinirler.

Don Kişot bugün basılır mıydı?

Amerikalı bir editörün, Don Kişot üzerine yazdığı bir incelemede romanı "editörlerin problemli bulacağı cinsten" ve "bugün yayımlanması şüpheli" olarak nitelendirmesinin ardından bir gazete, Türkiye'deki büyük yayınevlerine "Bugün size gelse Don Kişot'u basar mıydınız?" sorusunu yöneltmiş ve bazılarından dürüst bir "Hayır" yanıtı almayı başarmıştı.

    Umberto Eco 1992 yılında kaleme aldığı Yanlış Okumalar'da, en büyük metinlerin bile nasıl reddedilebileceğini kurgusal bir editörün ağzından yazar. Editör, Proust'un Kayıp Zamanın İzinde romanının ancak sıkı bir düzeltmeden sonra karton kapaklı ciltlere bölünerek basılabileceğini söyledikten sonra kestirip atar: "Eğer yazar buna razı olmazsa, o zaman unutun gitsin. Bu haliyle kitap çok, çok -ne demeli?- çok tıknefes". Kant'ın Pratik Aklın Eleştirisi uğraşmaya değer bile bulunmaz: "Susan'dan şuna bir bakmasını rica ettim, Barthes'tan sonra bu Kant'ı çevirmenin hiçbir anlamı olmadığını söyledi bana." Editörümüz İncil'in de ilk birkaç yüz sayfasını soluk soluğa okur ama sonrasında "haddinden fazla şiirsel uzantıları, açıkça tiksindirici ve sıkıcı pasajları, anlamsız feryat ve figanı olan bir antoloji olduğunu fark edip" basmaktan vazgeçer.

    Adam Öykü dergisi 2003 Ocak sayısında Amerikalı bir editörün "Satılmayan Öyküler İçin Kontrol Listesi" adlı makalesini yayımlamıştı. İşte bir zamanlar böyle faydalı makaleler yazılmadığı için yığınla yazar eserlerini kontrol edememiş ve kaçınılmaz olarak yayınevi kapılarından geri dönmüştü.

Herkes reddedilir, hem de kaç kere…

Kimi büyük yazarların eserlerini bastırabilmek için giriştikleri yorucu ve sinir bozucu çaba, "hayatta başarı" kitaplarının temel düsturunu doğrular niteliktedir: Reddedilmekten korkmayın, inatçı olun, amacınızın peşinden yılmadan koşun. Bakınız George Bernard Shaw, ünlü olmadan önce yazdığı beş romanla tam tamına 60 yayınevinden ret cevabı almasına rağmen pes etmez. William Golding'in bugün bir klasik kabul edilen romanı Sineklerin Tanrısı, 20'den fazla yayınevinin burun bükmesine maruz kalır. John Fowles, Koleksiyoncu'yla türlü yayınevleri tarafından itilip kakılır. Bahsettiklerimiz, inatla gelen, ibret verici birer başarı öyküsüdür. John Kennedy Toole gibi hassas bir ruh ise başyapıtı olarak gördüğü Alıklar Birliği'nin ardı ardına geri çevrilmesine tahammül edemez ve 32 yaşında hayatına son verir. Romanı, ölümünden 12 yıl sonra Pulitzer Ödülü'yle taçlandırılacaktır.

T. S. Eliot, Orwell'ı nasıl reddetti?

Başlangıçta hor görülüp sonradan klasik mertebesine yükselen eserler, sahiplerine birer taç; onları reddetme gafletine düşmüş editörlere ise birer maskara külahı giydiriverir. 1944 yılında George Orwell, ünlü eseri Hayvan Çiftliği'yle, Faber&Faber'ın başında olan T. S. Eliot'ın kapısını çalar. Yanıt, Eliot'ın karısının kaleminden gelecektir: "Benim bu yapıtla ilgili genel tatminsizliğimin temeli, en yalın haliyle, yapıtın olumsuz havası. Yazarın istediklerine, karşı çıktığı şeylerin bazılarına sempati duyuyorum ama kitaba hâkim olan ve genelinde Troçkist diyebileceğim bakış ikna edici değil."

    Alfred Humboldt adlı bir yayınevi sahibi, kendisine Proust'un Kayıp Zamanın İzinde adlı dosyasını gönderen arkadaşına dehşetle, "Sevgili dostum, muhtemelen kafam durdu, ama Tanrı aşkına, bir insanın uykuya dalmadan önce yatakta oradan oraya dönmesini anlatmak için otuz sayfaya ihtiyaç duymasını bir türlü anlayamıyorum" diye yazar. Bu sıkıntı Humboldt'a has kalmaz. Kendisi de büyük bir yazar olan André Gide, Gallimard Yayınevi'nin başındayken önüne gelen Kayıp Zamanın İzinde'yi paketini bile açmadan geri gönderir ve Proust kitabını nihayet kendi imkanlarıyla bastırıp da beklenmedik bir başarı kazanınca utançtan kendini paralar. Joseph Conrad ve D. H. Lawrence'ı edebiyat tarihine kazandırmış olmakla onurlanan Edward Garnett ise James Joyce'un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi'ni yayımlamayı reddederek falso yapar.

14 yaşındaki Victor Hugo…

Bu olgunluk dönemi sayılabilecek romanların geri çevrilmesini gördükten sonra Victor Hugo'nunkine üzülmek elden gelmez. Hugo daha 14 yaşındayken Paris'te bir editörün karşısına dikilir ve şiirlerini bastırmak istediğini söyleyip net bir "hayır" yanıtı alır. Hugo kendine değil editöre acımıştır: "Hata ettiniz. Bu ilk şiirlerimi basacak olsaydınız, sonraki bütün eserlerimin yayın hakkını size verecektim."

    Balzac'ın ilk romanı ise değil basılmak, yayınevi kapısına gidecek kadar bile talihli değildir. Kitabın reddedilme şerefi bizzat Balzac ailesine nasip olur. Tarihi tragedya tadındaki bu ilk eser, yazılma sürecini finanse eden aileye sunulur ve ana-baba sevgisi bile romana duyulan tiksintinin önüne geçemez. Balzac bile eleştirilere hak verir ve romanı bir daha hiç çıkmamak üzere bir çekmeceye kilitleyip yıllar sürecek fabrikasyon romanlarına başlar. Sönmüş Hayaller adlı romanında kendisi gibi edebiyat dünyasını sarsmak üzere yola çıkan hırslı bir genç yazarın eserini bastırabilmek için girdiği dolambaçlı yolları ve bu yolların çıktığı ahlaki çürümeyi ayrıntılarıyla işleyecektir.

    Nabokov ve Dreiser ise eserlerindeki ahlak zafiyeti yüzünden reddedilirler. Swinburne'ün müstehcen şiirlerine bulduğu yayıncı önce tongaya düşüp eseri basar sonra da alelacele toplatır. Bulgakov'un Usta ile Margarita'sı ve Imre Kertesz'nin Kadersizlik'i devlet tarafından bloke edilir. Henry David Thoreau, yirmi cilt tutan eserlerinin sadece iki cildini dünya gözüyle basılmış görecek; yayınevi toplam 219 adet satabildiği kitabın elde patlayan 706'sının parasını yazardan talep edecektir.

Yayımlarız ama bir şartla…

Küçük Kadınlar'da Jo, ilk romanını büyük hayallerle yayınevine gönderir. Editör kitabı basmayı kabul eder ancak bir şartı vardır; işaretlediği yerler çıkartılacaktır. Jo kendini "bebeğin beşiğe sığabilmesi için bacaklarının kesilmesinin gerektiği söylenen bir anne gibi" hisseder. Kerime Nadir'in Ruh Gurbetinde'sinde Neslihan da aynı istekle yüz yüze gelir. Üstüne üstlük ondan bir de romanının adını değiştirmesi talep edilir.

    Malcolm Lowry'nin başına gelenler düşünülürse bu iki hayali yazar çok şanslıdır. Lowry, on yıldan fazla zamanını Yanardağın Altında adlı romanını yayınevlerinin istediği şekle sokmaya çalışarak geçirir ve sonunda isyan bayrağını çeker.

    Yazara eserini değiştirmesi yönünde tavsiyede bulunan ya da emir veren editörler bazen de minnetle anılırlar. Patricia Highsmith, Trendeki Yabancılar romanını değiştirmesini tavsiye eden editörüne boyun eğer ve ortaya çıkan sonuçtan kendisi de memnun olur. Çehov ise küçük hikayelerini yayımladığı derginin editörünün diretmesiyle daha da kısa yazmak zorunda kalır. Bu zorunlu minimalizm, sonraları üslubunun başat özelliği olacaktır.

    Thomas Hardy, İngiliz yüksek sosyetesinin snopluğunu saldırgan bir şekilde işlediği ilk romanıyla kapısını çaldığında eleştirmen George Meredith, bu roman piyasaya çıkarsa bir daha hiçbir kitabının yayımlanmayacağı uyarısında bulunur genç yazara. Hardy, sonradan kaybolup maalesef hiç gün yüzüne çıkmayan romanını geri çekmeyi uygun bulur. Meredith bu öğüdüyle dünya edebiyatına bir yazar kazandırırken bir roman kaybettirir.

Rüzgar Gibi Geçti satar mı?

Günümüzde klasik kabul edilen çoğu romanın kendi çağlarında epey avangart çalışmalar olduğu düşünülürse, kitleler tarafından okunmayacakları kaygısıyla reddedilmeleri doğal karşılanabilir. Asıl ilginç olan, vasat ve kitlesel bir okuma zevkine hitap eden çok-satar kitapların da yayınevi kapısından dönmeleridir. Yayımlandığı zamandan beri çok-satar kimliğini hiç kaybetmemiş Rüzgar Gibi Geçti'nin, "Kimse İç Savaşı anlatan bir romanı okumaz" gerekçesiyle reddedilmesi editörün basiretsizliğinden başka bir şey değildir. Ya da Richard Bach'ın kolay yoldan hayatın anlamı romanı Martı'nın 18, Adam Fawler'ın Olasılıksız'ının 50, Tavuk Suyuna Çorba kitabının tam tamına 140 yayınevi tarafından "satılması çok zor" diye çevrilmesi akıl havsala alacak şeyler değildir. Bunlara Paul Auster'ın 17 yerden geri dönmesini ekleyelim ve Yüzüklerin Efendisi'nin "Satmaz", Harry Potter'ın "Fazla kalın ve pahalı" bulunmasını da unutmayalım. Gülten Dayıoğlu'nun, Türkiye'nin ilk çocuk best-seller'ı olan romanı Fadiş, bir yarışmada ilk on roman arasında seçilmesine rağmen yıllarca raflarda bekler. Ayşe Kulin 25 yıl romanlarını basacak bir yayınevi arar. Buket Uzuner ilk romanının hemen hemen tüm yayınevleri tarafından reddedildiğini anlatır. Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk, ilk kitabını basacak yayınevi bulmak için uzun ve acılı bir çaba gösterir. Sonradan ünlü bir yazar olduğunda da bu karanlık dönemi unutmayacak ve "Reddedilmek İçin Yazmak" adlı bir grup kuracaktır.

Alternatif çözümler!

Kitapları tabiri caizse peynir ekmek gibi satan Agatha Christie, Çölde Kar adlı polisiye olmayan romanı şöyle üstünkörü reddedilince hemen kaldırıp köşeye koyacak kadar iddiasızdır. Yıllar sonra yazdığı ve meşhur dedektifi Hercule Poirot'nun da ilk defa görücüye çıktığı ilk polisiyesinin geri dönmesini bile doğal karşılasa da başka bir yayınevinde şansını denemekten geri duramaz (iyi ki): "Müsveddenin üzerinde hiçbir oynama yapılmadan doğruca geri gönderilmişti. Buna şaşırmadım -başarıya ulaşmayı beklemiyordum- fakat müsveddeyi başka bir yayıncıya gönderdim."

    Kabul edildi- edilmedi, basıldı- basılmadı stresine dayanamayan yazar adayları için alternatif çözümler de mevcut. Örneğin William Blake gibi şiirlerini kağıda bastırmayıp kendi elleriyle bakır levhaya çizip, resim ve gravür olarak çoğaltmak mümkün. Ya da Horace Walpole gibi yayınevi kurup hem kendi kitaplarınızı hem de sevdiğiniz yazarları hiçbir baskı altında olmadan basabilirsiniz. Bu lüksten faydalanan Virginia Woolf, romanlarının, kocasıyla beraber kurduğu yayınevinde basılacağından duyduğu emniyetle istediği gibi yazabilmenin ona nasıl bir özgürlük bahşettiğini yazılarında sık sık vurgulamaktadır.

Yazma bağımlıları

Ne yazık ki, yazdıklarını ille de yayımlama inadı, ancak sonunda başarılı olduğunuzda takdir görecek bir meziyettir. Nihayet olayın bir de yayıncı cephesi vardır ve neredeyse her editörün en az bir tane; yazdıklarında en ufak bir pırıltı olmamasına karşın benliği yazmak ve yayımlamak azmiyle dolup taşan yazar adayından çektikleri temalı bir anısı vardır. Yazdıkları başlarda sıkça geri çevrilen Çehov dahi, bir yazar adayının sıkıcının da fevkinde eseriyle bunaltılan yazar hikâyesi kaleme almadan duramamıştır. Jean- Marie Laclavetine'in Adsız Yazarlar Kulübü adlı romanı, hikâyeyi bir de yayınevi cephesinden anlatır. Ünlü bir yayınevi sahibi, eserini reddettiği bir yazar adayının canına kıydığını duyunca şok geçirir. Hata kendisinde değildir; eser cidden basılacak nitelikten uzaktır. Nihayet, kötü yazdıkları habire izah edildiği halde yine de yeni kitaplar yazıp getirmeden duramayan bu insanların olsa olsa birer bağımlı olduklarına kanaat getirir. Onlar da tıpkı alkolikler gibi tedaviye muhtaçtır.

    Buraya alınan ya da alınmayan türlü örneğin gösterdiği üzere kimin gelecekte anlaşılacak bir yazar kimin salt bir "yazma bağımlısı" olduğunu kesin olarak tespit etmek mümkün değildir. Son tahlilde kararı tarih verir. Yazar adayına düşen, yılmadan yazmaya devam etmekten ibarettir.

YELDA EROĞLU
paylaş: