aydınlığa adanmış yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aydınlığa adanmış yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

sayfa 53


İncir aslında güzel bir meyvedir.
Sapkınlığımızın mükâfatı cehennemse bu dünya, biz acizlerin anlaşılmak için kıvrandığı anlamak istemeyenlerin karşısında, haritada bir nokta bile etmeyen bizler, yakıştırmalarda bulunduğumuz bu boşlukta aslı dünyada, sonunu hiçbir zaman göremeyeceğimiz kara asfalt kaplı otobanlarda ömrümüz el verdiği kadar yürümeye cesaret ediyoruz.
Gece çoktan gündüz karşısında galip…
Destenin içinde sahiplerini bilmediğimiz ellerle bir bahisten öte geçemiyoruz oysa. Yürürken burnumuza gelen acı kömür kokusundan, yanımızda en azından birer eldiven getirmeyi akıl edecek kadar beynimiz çalışıyor. Halimize gülen varlıkların oluşu kaçınılmaz hâlbuki. Aksini iddia ettikçe günaha giriyoruz.
Yutkunurken boğazımızdan geçen mantarın bıraktığı acıdan anlıyoruz azıcık üşüttüğümüzü yahut birlikte olmamak için boğaz acımızı bahane ediyoruz. Düşüşümüzün sebebi kaldırımlar değil, birileri ayağımızı kaydırmıyor, aksine biz düşmemek için tutunduğumuz kişilerin ayaklarına dolaşıyoruz.
Sayfa 52, “…mutlak bir dehşet ifadesi!” ya da “…altı yaşında babasının serbest bırakılması için mahkemelerde ricada bulunurmuş.” ya da “…sahipliği yapar.” ya da “…Pru’yu ırgalamıyordu açıkçası.” ya da “…gülerek-”…
Kendi sayfamıza geldiğimizde üç noktayı koymadan önce uzunca düşünüyoruz, ardına yerleştireceğimiz birkaç kelime bulmak zorlaşıyor, 53. Sayfaya atlamak yerine kapağımızı kapatıyoruz.
Geceleri çok da fark etmiyor yaprakların rengi, ışık olmayınca bulutların ardına saklanan aya suç bulamıyoruz, gözlerimizi kapatsak kayboluyor birden nasılsa, gölgemiz uzadıkça uzuyor yanımızdan geçen farla, sonrasında sağımızdan kıvrılıp yok oluyor. Arkamıza bakmaya cesaret edemiyoruz.
Bir alışveriş mağazasının tuvaleti kapılarını açtığında bizlere, cennete girmiş gibi seviniyoruz hoş kokulardan, sifonu çekene kadar tedirgin oluşumuz arkamızda bırakacağımız ışıktan ama biz hala gecenin altında, tepelere kurulu yollardayız. Solumuzdan arabalar geçtikçe sesi duyuyor, varlığımızı hatırlıyoruz. Yutkunsak aslında, şimdiye kadar çektiğimiz acıların yanında ufacık bir çentik gibi kalacak. Kafamızı duvara dayadığımız an karşımızda oturanın surat ifadesindeki değişimi görememek görmekten daha utanç veriyor belki. Eller bazen gözlerin önüne çekilen barikat olabiliyor.
Rüzgârın uğultusu çıkarken dalların arasından ve geldikçe kömür kokusu burnumuza, hep o kullandığımız çoğul kavramlar uçuveriyor, aslında sadece bir kişiyiz, anlattıklarımızı kime anlatıyoruz, kime anlatmaya çalışıyoruz ki, biz çoktan tek başımıza kalmışız. Fayda da etmiyor kendimizle konuşmak, aynanın karşısına geçip aksimize yumruk atanlarız.
Düşmemizin sebebi de kelebekler, her zaman birilerinin yakamızdan tutup insanlara yukarılardan bakmamızı sağlayan altıncı katlara bizi geri çekeceğini düşünüyoruz, kendimize yediremesek de kelebek değiliz, düşeriz. Geçmişi gösterdiğimiz parmak ucumuzun önündeki arkamızda, bizi tutacaklar yok, birilerinin halimize güldüğüne adımız gibi eminiz, oysa onlar arkamızdan ağlamak için bekliyorlar.
Kafamızı pencereden çıkarmak için hava çok soğuk ya da içinde bulunduğumuz otomobil çok hızlı ilerliyor. Saymakta güçlük çektiğimiz trafik lambalarının boyunlarının eğikliğini bize acımalarına yormamak gerek, kesikli yol çizgilerini düz bir çizgiye indirgeyenler onlar. Nereye gittiğimizi de sormadık henüz kendimize, yollar nasıl olsa hiç bitmiyor.
Ayağımızın altında ezilen meyvelerin yumuşak hissi bizi kendimize getiren, biz dayansak da esen uğultuya tutunamayıp kendini yere bırakanlar var. Ortada ne bir ışık ne de biz, sadece kendimiz ve ayağımızın altında asfalt. Gelmişiz, oturmuşuz birilerinin karşısına kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Aynanın karşısına geçip kendimize bakabildiğimizde tüm sorunun ortadan kalkacağına da inanmak istiyoruz. Biz sadece düşlerin üzerimizi örtmesini beklerken aklımıza bir de toprak karışıyor, kalkmak istediğimizde kalkamıyoruz yattığımız yerden hâlbuki toprak çok güzel kokar yağmurda. Denemekten yorulmayan bedenimiz, sifonu çekmesini de biliyor, sayfayı çevirmesini de.
Sayfa 53, incir aslında güzel bir meyvedir.


Fotoğraf buradan alınmıştır.
paylaş:

yukarılara doğru



İkinci yarımı kaybediyorum sokaklarda, sokaklar çok üşüyor, ay yukarılarda, kendi gölgesine sığınır olmuş. İnsanlar yavaş yavaş akıyor sokaktan, ışıklar bir kırmızı oluyor, bir sarı, bir yeşil. Bir yerlerden müzik sesleri geliyor, sıcak metal üzerinde kızaran et sesleri, dumanlar…
Hafifliyoruz, yer ayaklarımızın altından kayıveriyor. Parmak uçlarımızda yürüme başlıyoruz, yer çekimi azalıyor. Kravatlarımız havaya doğru kalkıyor, etek giymişler telaşlı. Uçmamak için kendimizi aşağıya çekiyoruz.
Herkes düşünceli, korkmuş, hissettirmiyor. Alınlarında yatay çizikler, derinleşiyor.
Kalplerinden pompalanan kanın sıcaklığı ısıtmaz olunca bedenlerini, sırf ısınmak için başka çareler düşünür oluyorlar bazen ve susadıkları için değil günlük sıvı ihtiyaçlarını karşılamak için içiyorlar suları, havalanıyorlar.
Herkes hep beraber, usul usul gecenin içine doğru yükseliyor, gece yukarıda, ayın hemen sol yanında. Karın yağdığı yer orası ve durmadan güneş ışığı geçiyor saçaklardan.
Işık huzmeleri balerinin ayağının altında dönerek suratımıza vurmaya başlıyor, merkez kaç kuvvetine dayanamayıp savrulan peri tozları gibi yüzümüzü yaladıkça anlamsızlaşmaya başlıyor bu hayat, geceye çıkmamız şart oluyor.
Sabahlardan usanmış insanoğlunun kavgası bu kendiyle, yoksa soluklansa iki adım öteden bırakıverecek kendini sokaklara. O da herkes gibi olacak, kırmızıya bulayacak etrafı, sonra uçmaya başlayacak.
Büyük bir senfoni bu karanlığın içinde, duymak için gözleri kapamak ve dinlemek yeterli oluyor. Hareketlenen ellerin arasından yere düşen bir dünya misali, ayaklarımız yere değmediği zaman özgürlüğün tadına varıyoruz, denizdeyken de tam tersi oluyor; ayağımız basmayınca boğuluveriyoruz, güzel şey, uçmak, yukarılara düşmek adeta.
Ayakkabı bağına takılmalar yok artık, sonsuzluğa doğru açılan kapının ardında uyuyanları keşfetmek, ışıkların içinde gecenin gizemine şahit olmak var, düşmek yok artık.
Mekanik hareketlerle dışarıya doğru açılan kolların bitiminde var olan parmakların ucunda süzülen bir hayat, kıvrımlarında dudakların, boyundan aşağıya süzüldükçe durmuş şah damarının üzerinde soluklanırken fark ediyor aslında her şeyin çoktan bittiğini, havada o da, yerden yüksek, sonsuzlukta, soğudukça bedeni üzerine sarmak için battaniyeye gerek duymadan hatta üzerindekileri çıkararak çıplaklığın ayıp olmadığı bir dünyaya doğru herkesle beraber emin adımlarla usul usul yol alıyor, gecenin tam içine, yukarılara…
Bazen yerlere gazete kâğıtları sermek gerekir, sokaklara asfalt dökmek, kirpiklere rimel sürmek. Bazen yorulmak gerekir, bıkmak, ağlamak gerekir. Bazen de gitmek gerekir, arkana bile bakmadan, sokaklara doğru, geceye doğru koşmak gerekir, ölmek gerekir bazen de.


(görsel buradan alınmıştır)

paylaş:

karanlığa gömülü bedenler



Kirpiklerim birbirine bağlanmış gibi gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Başımın arka bölgesi soğuk zemine kaynaklanmışçasına, ağırlığını tüm bedenimde hissediyorum. Zaman diliminde hangi çeyrekteyiz bilmiyorum. Tek bir ışık huzmesi sütun halinde zemine dökülüyor. Odanın içinde sis varmış gibi görüş mesafemin kaç santim olduğunu düşünüyorum. Üşüyorum. İliklerim kemiklerimin arasında sümük kıvamında, ayağa kalksam jel gibi süzülecek ayak parmaklarımdan. Beynimin içinde milyonlarca sivrisinek uçuşuyor, varlıklarından çok sesleri beni yıpratan.
Üzerimde iç çamaşırımdan başka bir şey yok. Ruhumu kaplayan bedenim, ıslaklığın içinde titriyor. Her kıvrımında tüylerim dışa doğru bedenimi çekiyor, kaçmak istedikleri yeri ya da kaçma isteklerini çözemiyorum. Soğuk, kaygan zeminin üzerinde ayakta durmaya çalışıyorum. Her adımımda ayak topuğumun sertlik üzerinde yayıldığını hissediyorum. Sol elimle sağ kolumun dirseğini tutmuş vaziyetteyim, kaslarım titreşimlerini tüm odaya aktarıyor. Titreşimler odanın içinde suya düşen taş parçasının oluşturduğu dalgalar misali yayılıyor. Dan, dan, dan, dan…
Kafamın içinde fareler, beynimi kemiriyor. Her daldırışlarında etime dişlerini, gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi hissederken, kaslarım kasılıyor, soğuğun etkisi ve sis ve bilinmeyen bir oda ve ışık huzmesinin kaynağı, yalın ayaklar, dan, dan, dan, dan, tüm benliğim sarsılıyor.
Boşluğa düşmek gibi bir his var midemde, gurultusu çığlıklara karışıyor.
Tavanda yıllardan kalmış, yaşını belli eden bir avize, kırık lambalarıyla hüzünlenen bir senfoni gibi kulaklarımı tırmalıyor. Odanın içinde esinti yok, odanın içi yalnız.
Yanlış zamanda yanlış yerlerde bulunmak mı doğuruyor boş odaları, çözemediğim bilyon tane sorudan biri bu.
Boş oda, sessizliğin içinde feryatlar besleyen yaşlı bir nine, kırış kırış bedeni, arzulayan gözlerinde bakışlar ve avizeler üzerinde ölü bir ışık.
Boş oda, ışık huzmesinde dans eden tek bacaklı bir balerin, dönüp dururken tek bacağının üzerinde, saçıldıkça saçılıyor etrafa toz dumanı, altın gibi görünen sırçalığında, ipi dolanıp bacağına düşene kadar.
Boş oda, içerisinde yüklerini Mısır’a yetiştirmeye çalışan develer kervanı, sakallarından yüzleri seçilmeyen Arap kabilesi ve susuzluğundan kendi terine muhtaç siyah köleler.
Odanın içinde fareler, buldukları her kanı içmek için var edilmiş organizmalar, dişlerinde kötülüğün kavuğu, baykuşlar var bir de hiç acımadan saldıran. Ve sesleri, geceyi bir darbede ikiye bölen sesleri…
Odanın duvarları yıkık, göremezken yitiriyorum hislerimi, soğuğa yenik düşüp nasıl düştüğümün farkına varmadan. Bu bir rüya değil, bu bir karabasan.
Kaçıp da kurtulamadığımız karanlığımız hepimizin. Boş odalarda duran ikinci yüzümüz, yüzsüzlüğümüz. Kalburu kırık yarınlarımızda yeşeren solucanımız hepimizin ya da elimizle ittirdiklerimiz.
Odalar boş, odalar tozlu, odalar yalnız. Biz, mahkûmlar, odaları dolduran, biz, siyah köleler…
Odalar boş, odalar tozlu, odalar yalnız. Biz, karanlığa gömülü bedenler, biz…

paylaş:

Alive

Geceyi aydınlatacak ilk ışık huzmesi güneşten ayrıldıktan 8 dakika sonra ulaşır yeryüzüne. İşte o 8 dakika, ışığın 8 dakikalık o yolu gecenin en karanlık zamanıdır. Ay batar, yıldızlar görünmez olur, gökyüzü ışıktan olabildiğince yoksun uzayın en karanlık tarafına bakar. Şafaktan önceki son saniye en karanlık zamandır şu yeryüzünde. En kötü şeyler o sırada olur, en kötü haberler o sırada alınır, kaderlerimiz o saniyede yazılır. Bütün ışıklar söner o tek saniye için.

İnsana en uzun gelen 8 dakikadır sanırım, o kadar ki nanosaniyeleri sayabiliriz o sırada normal şartlarda saliseleri algılayamazken. İşte ben de hepsini saydım tek tek. O 8 dakikanın her bir nanosaniyesini. Şimdi düşünüyorum, çok da uzun süre değildi aslında günlere dökersek, aylar bile değil. Bense kışın insana hep uzun gelmesi gibi, üstünden yıllar geçmiş gibi hissediyorum. Sanki o kadar uzun zaman geçmiş ki, ben büyümüşüm, fiziksel işkencelerden geçmişim de öyle kurtulmuşum. Oysa hiç de büyümedim, çok bir şey de görmedim korkumun her zaman beni durdurmadığını, bazen cesur bir tarafım olduğunu fark etmek haricinde. Fiziksel olarak tek bir acı çekmedim, insanın kendi kalbinin kendisine yaptığı işkencenin, kalp acısının, can acısına eş değer olduğunu öğrendim o kadar.

Kış uykusuna yattım sanki o süre zarfında, gülmedim bile, kendi kahkahamın sesini unuttum. Neşeli zamanlarımı aramayı bırak hatırlamadım bile, oysa ben sürekli gülerdim, sürekli hareket halindeydim. Boş boş baktım etrafa, insanların suratlarını görmedim, ifadesiz yüzlü maskelerle gezdim, sesimi kaybettim konuşmadım… Sadece yazı yazarken bir anlamı oldu surat ifademin. Sayfalarca yazı yazdım, yırttım attım sonra çoğunu, yine yazdım. Sonra yine maskemi taktım.

Sonra bir gün, elimde adı umursamaz olan maske, otobüse bindim, 203’e. Sekiz dakikamın bittiği an işte o otobüse rastladı. Kulağımda kulaklık müzik dinlerken, tam da The Pigeon Detectives - This Is An Emergency* çalıyordu, kafamı kaldırdım camdan dışarı baktım. Motosikletli bir kadın gördüm Ulus’ta, karşı yolda otobüsün ters yönünde giden. Yüzünü bile tam görmeden, tanımadan, bilmeden hayran oldum kendisine çünkü liseden beri olmak istediğim yerdeydi, trafiğin orta yerinde motosikletiyle. Kocaman gülümsedim, durduramadım gülümsememi, bıraksalar kahkahalar atacaktım otobüsün ortasında. Baktım gülemiyorum, arkamda oturan amcanın duyamayacağı biçimde alçak sesle küfür savurdum birkaç tane kendime.

Çünkü hayat tam da olması gerektiği gibiydi, her şey olması gerektiği yerde, olması gerektiği zamanlarda oluyor, bahar gelmesi gerektiğinde geliyordu. Güneş batıyordu belki ama eninde sonunda doğuyordu yeniden. Hem bazen bulutlar kapatmıyor muydu güneşi gündüz vakti, görünmez oluyordu. Bazen ay geçmiyor muydu önüne bizi elimizde röntgen filmleriyle sokak ortasına dikerek. Eninde sonunda gelmiyor muydu ışık, her şey bitmiyor muydu, her şey yeniden başlamıyor muydu, sonra tekrar bitip bir daha başlamak ve yeniden bitmek ve yeniden başlamak üzere? Kış bitince gelenin adı bahar değil miydi, yerini yaza, ardından sonbahara ve yine kışa bırakmak üzere?

O zaman ben niye üzüyordum kendimi? Bu işkenceyi neden yapıyordum kendime, kalbimi kanatınca elime bir şey geçmediği halde. Bunu kendime ve çevremdekilere yapma sebebim neydi? Yapmayacaktım işte! Artık bunu yapmayacaktım. Bu yüzden otobüs Tandoğan’a gidecek olsa da Kızılay’da indim ben de otobüsten, yurduma yürümek üzere. Gökyüzüne baktım ve gülümsedim, yürürken hep böyle yapar, yukarılara bakarım. Gülümserken hem kendime hem de yukarıdakine(aramız genelde iyidir kendisiyle) “Kendimi üzmeyeceğim bundan sonra, ama lütfen izin ver mutlu olayım artık!” dedim. Çünkü sadece tanrının izni değil kendi rızam da gerekiyordu mutlu olabilmek için.

Üstelik ekstra bir şeyler vermesine gerek de yoktu, hayat güzeldi her şeye rağmen. Can acısı bile güzeldi eninde sonunda bitiyordu, kıymet nedir anlıyordun sonucunda. Parmak sayısını geçmeyecek ama hayatımdan da geçmeyecek insanlar vardı, annem vardı, her şeye sahiptim, sağlıklıydım, müzik dinleyebiliyordum, yağmuru görebiliyordum hala, kitap okuyabiliyordum, gülebiliyordum, bir sürü şeyi daha yapabiliyordum, mutsuz olmak niyeydi?

Hem cesurdum ben, cesur! Bunu biliyordum, bunu görebiliyordum, devam edecek cesareti de gösterebilirdim üstelik. It is alive** diye bağırabilirdim sokağın ortasında kendimi tanrı sanarak, yanımdan geçen sevimli küçük çocuğa göz kırpabilirdim, sahip olduğum piercing yüzünden kınayan gözlerle bakan yaşlı teyzeye gülümseyebilir, sokakta dans edebilirdim. Hepsini yapabilirdim, çünkü içimdeki kış uykusu bitmişti, cemre düşmüştü tenime. Sırada kanıma düşecek olan vardı, ardından da iç organlarıma düşecek cemreyi bekliyorduk hep birlikte. Bahar gelecekti sonra içime, çiçekler açacaktım, yağmurlar yağacaktı üstüne, gökkuşakları görecektik.

Baharın bizi hep çok bekletmesinin aksine ikinci cemre çok bekletmedi beni. Fellik fellik izleyecek film ararken “Bence one flew over the cuckoo’s nest’i izle ben çok beğenmiştim.” cümlesiyle geldi kendisi. Sonrası mı, sonrası başka bir hikâye…

Siz kanıma da cemrenin düştüğünü, 8 dakikaların hep sona erdiğini, şafağın görülecek en güzel görüntü olduğunu çünkü sabah ezanının eninde sonunda okunup akşam ezanına kadar cinleri uzaklaştıracağını ve bize bileklerine çuvaldız batırıp onlardan kurtulmanın fırsatını sağlayacağını, güneş tutulmalarının geçici olduğunu bilin yeter. Ben mi, ben ölmedim daha. Yaşıyorum! Efendim? Evet hala bağırabilirim: “IT IS ALIVEEEE!!!”. I am alive.

*This is an emergency: Bu acil bir durum

** Frankenstein’da yarattığı bedenin yaşadığını gören Dr. Frankenstein hayat vermenin sevinciyle öyle bağırır; yaşıyor!



paylaş:

yanılsamalar

Ve tanrı hayal kahvesinden çıkma bir günü suratlarımıza sıvamış, biz yarabbi şükür demişken, susup da konuştuklarımıza sardığımız yumakları kedilerin patileri arasına vermiş, kaçan farenin peynirini tuzlayıp beyinlerimize katık edip yemişken, bizler, o sıfat yakıştırılamayan insanlar, çamurlayıp vücutlarımızı “biz çıplak değiliz” demek için kuyruklarımızla apış aramızı örtmüş, saçımıza belikler örmüşken kırmızı kurdelelerle ve biz tanrının lütfettiği günü koyup da rakı bardağına midemize bir dikişte indirmiş, ağırlaşan başlarımızı avuç içlerimize alıp da tutamamış, düşen başımıza arkasından selam çakmış, üzülen kalplerimizi pırıl pırıl tabaklarda başkalarına sunmuş, keskin bıçaklarla kesilmesine izin vermişken, tanrı da bu olayların olacağını bildiği halde izlerken gülmekten yerlere yatmış, biz koyabilmek için sırtımızı bir kucak ararken, dayanmak için bile bir beden bulamamış, halimize küfredip, susuzluğumuzu tükürüklerimizle gidermiş, kayan ayaklarımızın altındaki kaldırım taşlarını sırf parçalamak için suratlarımıza atıvermiş, akan kanları gördükçe, zevkten kendimizden geçmiş, homurtular içinde boşalırken, tanrı bizden vazgeçmiş, odunları teker teker cehenneme götürüp sıcacık kırmızılıklar hazırlarken bizlere, bizler, faniler, ellerimiz mahkûm, arkamızdan koşanlara küfredip, ilerimize gelenleri, ellerimizi tutup da üzülmemiz için bir sebebimizin olmadığını söyleyenleri, parmağımızın küçücük ucuyla siliverip, uçurumların kenarından bit kadar benliğimizi kayalıklara bir kelebek misali bırakıp da sayfalar dolusu ağıtlar yakıp, sayfalar dolusu takvimlerimizden birini daha koparıp, reddedilmişliğimizden bıkıp usanmış dövülmelerimiz konup da bir havanın içine ezim ezim ezilmiş, kendi suçlarımızın nedenini tanrı, kendi çaresizliğimizin kurtuluşu O’nu görmüş, ezenlere birer de biz alkışı çekmiş, akıp giden nehirlere takılan dal parçasını alıp da elimize, kırıvermişiz.

ÇIT!

paylaş:

tanrısal sinekler



Tek derdimiz uyumaktı aslında, olmasaydı sivrisinekler. Avucunu açıp patlatınca duvara kanımız yapışıyordu elimize ve katil oluveriyorduk bilmeden.

Tek derdimiz okumaktı aslında, olmasaydı sivrisinekler. İki elimizle kitap kapağını tutup kapattığımızda fışkırıveriyordu sayfalara bağırsakları, bilmeden katil oluyorduk.
Tek derdimiz azıcık eğlenmekti aslında, bilmeden katil oluyorduk sivrisinekler yüzünden.
Tek derdimiz yaşamaktı aslında, olmasaydı sivrisinekler. İçmeselerdi kanımızı, katil falan olacağımız yoktu aslında.
Tek derdimiz tanrılaşmaktı aslında, olmasaydı faniler.
Belki de tek derdimiz katil olmaktı, iyi ki varsınız sivrisinekler.


paylaş:

Hoşça-kal

Bu kadar az alkolle hiç bu kadar başım dönmemişti daha önce. Gece çok soğuktu, çok üşüyordum, yürüyorduk hatta bazen koluma dokunuyordu kolun, ellerimiz ceplerimizde, ben konuşuyordum, sen susuyordun. Gece kendini bırak diyordu, zaten soğuk, kal olduğun yerde, Medusa’nın gözleriyle karşılaşmış titanlar gibi önce taşa sonra toprağa dönüş ya da her zaman yaptığın gibi sus ve gökyüzüne bakarak yürü. Ama sendin yanımdaki, kendini bırakmak olmazdı, söylemeye geldiklerimi söylemeden gitmek olmazdı, hem bize tek bir güçsüz yeterdi bu gece, o da sendin.

Beraber attığımız her adımda ruhumun bir parçasını çekip, her adımda içimde bir boşluk açıyordun. O boşluğa kendini koyabilirdin ama adım attıkça büyüyordu boşluk, sen bunu biliyordun yine de elini uzatıp gözyaşımı silemiyordun, korkuyordun… Ben ağlıyordum ruhumu mikron mikron teslim ederken sana, çünkü çok canım yanıyordu, sen yüzüme bakamadıkça ben merak ediyordum, neden konuşmadığını, neden sadece arkadaşım olmayı beceremediğini, beni neden bu soruları sormak zorunda bıraktığını, lanet telefonunun neden Yann Tiersen çaldığını, çok sevdiğimi bildiğin halde Küçük İskender Ankara’ya gelince beni neden arayamadığını ve daha milyonlarca “neden” kelimesini içeren cümleyi…

Yüzüme bak diyordum, YÜZÜME BAK! Ama sen bakamıyordun yüzüme, sessiz sorularıma cevap veremiyordun o soruları benden daha net duyduğun halde. Üstelik korkmak sana tek yakıştıramadığım şeydi. Sana neyi mi yakıştırıyordum? Benim sorularımı cevaplamadan sana neleri yakıştırdığımı sarhoş dudaklarımdan bile olsa alamayacağındı bilmediğin şey.

Kalbim acıyordu, kalbim çok acıyordu, biliyordum bu gece sondu ve elimden bir şey gelmiyordu… Yapabileceğim son şeydi “neden korkuyorsun?” diye açık açık sormak, soruyordum cevap vermiyordun. Beni sadece arkadaş olarak gördüğünü söyleyemiyordun oysa biz çok iyi arkadaş olabilirdik, bir sonraki adımı zaten atamıyordun oysa çok iyi bir çift olabilirdik, ama sen beni sadece acıtıyordun. Hem bence beni acıtmaktan içten içe zevk alıyordun ki her aradığımda tereddütsüz geliyordun.

Bahanen de hazırdı zaten, “Neler yaşadığımı bilmiyorsun…”. Ah, sen benim neler yaşadığımı biliyor musun peki! Herkesin vardır geçmişi, geçmişten kalan yaraları, unutamadıkları… Sen sadece geçmişine tutunma çabasını korkmak sanıyordun. Eğer izin verseydin silebilirdik o geçmişi, yenisini inşa edebilirdik, biraz cesaretti ihtiyacımız olan. Ya da koruyabilirdik beraber geçmişlerimizi, şu anda kesişen ama bir zamanlar iki ayrı dünya olduğunu bilerek, sen nasıl istersen öyle olabilirdi yani…

Yürek yoktu sende sevebilmek için, ah evet yürek yoktu… Bu bana yapılacak tek bir şey bırakıyordu, her şeyi açıkça söylemek ve gitmek. Yanağına kondurduğum tek bir öpücüğün ardından gitmekti işte yaptığım. Çok acımaktı, göreceğini ve arkamdan seslenmeyeceğini bile bile hüngür hüngür ağlamaktı ve gitmekti. Yanımdan geçen insanların ne düşüneceğini aklımın ucundan geçirmeden ağlamaya devam etmek, odama gelip kendimi yatağa atmak, Yann Tiersen dinlemek ve hala ağlıyor olmaktı… Üstelik bütün bu başımızdan geçenlerin sana karşı ne hissettiğimi zerre kadar değiştirmemesiydi. Bizse öyle bir noktadaydık ki her şey sende bitiyordu, sen karar veremiyordun.

Böyleydik işte, hiç bitmeyecek bir hikâyeydik. Hiç başlamayacaktık. Sen hep korkacaktın, ben hep ağlayacaktım. Ben bu yazıları tekrar tekrar yazacaktım, sen okuyacaktın ama okumamış gibi davranacaktın, korkacaktın. Bu yüzden, canımı çok daha fazla yakacak olsa da, benim artık bu kısır döngüye bir son vermem gerekiyordu. Çünkü benim hala umudum vardı. Ben senin gibi değildim, anlamanı beklemez anlatırdım. Sevmeye ihtiyacım vardı, sevilmeye ihtiyacım vardı ve sen beni sevmekten korkacaksan yapabileceğim şey şuydu; çok ağlamak, çok isyan etmek, seni geride bırakmak ve hazır olduğumda gerçekten aşık olmak.

Sana veda edebileceğim tek yer ise burasıydı. Canım çok yanıyordu, içimde açtığın kocaman bir boşluk vardı seninle dolması gereken. Ama böyle olması gerekiyordu, bitmesi gerekiyordu…

Son söz ise senin söylediğin şekliyle;

“Hoşça-kal”dı.

Hoşça-kal şehzade. Ben beyaz atlı prensimi bulmaya gidiyorum.


paylaş:

rahibeler ve fahişeler

Apış arasından çıkan çığlıkları susturmanın yolu nedir fahişe hanım? Üzerine lapalar mı basmak lazım? Hey o gözlerinin içine şeytanlar düşmüş, pelerinli hanım, söyle bana kalbindeki karaların çaresizliği kimdendir? Kimler geçmiştir bacaklarından, hangileri girmiştir kapı aralarına ve kimler soluklanmıştır nefes alışlarında?
Sen ki tüm umutlarının üzerine kızgın korları yapıştıran şehvetli cazibe, sen ki karalara bulanmış ateşli fahişe, ne yaptın bataklıklarına merdivenler dayamak için, sen uğraştın mı tuvallerine beyazı bulamak için? Yaptın mı hiçbirini, peki dayatılan hakaretlerin hangileri benliğinden bir parça kopardı? Zenci olmak için karanlığa saklanmak yeter! Sen adım attın mı hiç ışığa?
Uzun uzun gecelerin birkaçında, ellerini sokup sokup apış arasına çıkaran hanım, tanrı sevgin ne zamandan beri kalp atışlarınla köreldi de yitip gitti senden tanrı ve sen ne zamandan beri arzularsın bu kadar uzuvları, koltukaltlarından ne zamandan beri süzülür bu kadar sıcak terler, boynunda ne zamandan beri inip inip kalkar şah damarın?
Nefessiz kalışın arzudan mı?
Beyaz olmak için dönmek yüzünü göğe yeter! Sen bakabilir misin gözün açık güneşe? Gördün mü rüyalarında taptığın varlığı?
Hey o kalbinin diplerine sığ sular çekilmiş hanım, sen hiç aynanın karşısında göğüslerini avuçladın mı? Dikildi mi körpeliği memelerinin? Bacak arandaki acıya göğüs gerdin mi?
Sordun mu kendine rahibe hanım, kim olduğunu kendine cesaret edip sordun mu? Hey o kulaklarına cehennem senfonileri fısıldanan hanım, sen hiç çıplak ayaklarını korların üzerine koyup da yürüdün mü cennet bahçelerinde gezinirmiş gibi ve kopardın mı yasak elmayı, bir güzel de yedin mi?
Sen fahişe hanım, sigaran söndü mü hiç tablada ve temizlendi mi tırnak aralarındaki tenleri, sıcacık duşun altında ölmeyi diledin mi? Ah o uzun uzun saçlarında rüzgârlar sevişen hanım, beyninde bedenini kemiren adamların hangisini aldın kuytularına, kaçı yalayıp yuttu seni benliğinde. Soğuk gecelerin arasında sıcak koyunlar bulabildin mi bari?
Sen rahibe hanım, baktın mı hiç, fark ettin mi bedenini? Temizledin mi ruhunda kemirilmeyi bekleyen kurtlu elmayı? Maymunları gördün mü, üzüm yapraklı maymunları? Sen alıp da eline içine çeke çeke sigara içtin mi hiç? Bedeninden akan kırmızılığa ‘kan’ diyebildin mi? Peki sen ruhu öbür dünyalara saklanan fahişe rahibe, dişlerinin arasına alıp da alt dudağını ısırıp, bacak aranı ilk gördüğün adama açtın mı?
Sen fahişe hanım, tanrıdan af diledin mi?
Sen rahibe hanım, geneleve gidip fahişeye hiç ‘merhaba’ dedin mi?

paylaş:

düşler

Tutsaklığın içinden yalnızlığa doğru yol alır düşler, sinesi yapış yapış, elleri tutmaz titrer hep. Her adımında geriye bakar, bıraktıklarına, pişman olur azcık, üzülür belki, dili acır, ağzında buruşukluk.
Kalır bir başına çıktığı macerada, etrafında insan sürüsü, görmez gözleri, hissetmez teni. Okşamaz yüzünü yalamaz rüzgâr, yağmur geçmez onun gittiği yoldan, ardında sırtı dönük şahıslar.
Kalkamaz yerinden istediğinde oturamaz, dalamaz rüyaya, göremez güzellikleri, elleri kavuşmaz birbirine, çamurun kokusunu alamaz.
Düşler içimizi yer, kemirir, bitirir adeta. Uçurur uçurumun kenarından ve çarpar insanı kayalığa, her yer kan.
Koşar sevinçlerin arkasından, zevkleri tadar dünyadaki bütün zevkleri, belki mutlu olur ama çoğu zaman hüsran.
Ölür belki, hissizleştirir kişiyi ama yok olmaz salgın hastalık gibi. Geçer ondan ona hepsine bulaştırır mikrobunu, panzehiri yoktur onun.
O, içimizde belki büyüttüğümüz belki çürüttüğümüz isteklerimizin yokluktan varlığa akışını sağlar fakat yol yakınken dönmek en büyük acıdır sahip olunan için.
Tutsaklığın içinden yalnızlığa doğru yol alır düşler ve bir gün elbet bir gün amacına ulaşır ve yalnız kalır.
Özgür ve yalnız…
paylaş:

Güneşi Tutmak

Aydınlığı aramak, koşar adım yürüdüğün yolların maviye çıktığı yerlerde ulaşmaya çalışmaktır on'a. saklandığın karanlıktan çıktığında yanıbaşında durur o. Yürüdüğün yolların ardından bıraktığın izlerde, seni sen yapan tüm değerlerde...
"Geldim" der; "yakını uzak eden yolları aştım da geldim..." Sığınırsın sıcaklığına bir anne şefkatinde, özgürlüğe süzülen kuşların kanadında o'nu izlersin. Hafif hafif mırıldandığın şarkıyı o'na armağan edersin. Bir güvercin ürkeklikliği sarmışken bedenini; "hep senin için" dersin, "bu koşturmalarım, bu isyanım senin için, sana ulaşmak adına..." O der ki "yorgunum, yoruldum..." O vakit gitmek düşer aklına, o'nu arayanların yanına götürmek istersin o'nu... Ve yelkovan kuşlarının peşi sıra düşersin yollara. Zamanı o'na katarsın o'nu zamana...
Anlarsın, o'nu aramak o'na ulaşmaya çalışmak değilmiş, sadece dikkatlice bakabilmekmiş gözlerine...
paylaş: