yukarılara doğru
(görsel buradan alınmıştır)
karanlığa gömülü bedenler
Alive
Geceyi aydınlatacak ilk ışık huzmesi güneşten ayrıldıktan 8 dakika sonra ulaşır yeryüzüne. İşte o 8 dakika, ışığın 8 dakikalık o yolu gecenin en karanlık zamanıdır. Ay batar, yıldızlar görünmez olur, gökyüzü ışıktan olabildiğince yoksun uzayın en karanlık tarafına bakar. Şafaktan önceki son saniye en karanlık zamandır şu yeryüzünde. En kötü şeyler o sırada olur, en kötü haberler o sırada alınır, kaderlerimiz o saniyede yazılır. Bütün ışıklar söner o tek saniye için.
İnsana en uzun gelen 8 dakikadır sanırım, o kadar ki nanosaniyeleri sayabiliriz o sırada normal şartlarda saliseleri algılayamazken. İşte ben de hepsini saydım tek tek. O 8 dakikanın her bir nanosaniyesini. Şimdi düşünüyorum, çok da uzun süre değildi aslında günlere dökersek, aylar bile değil. Bense kışın insana hep uzun gelmesi gibi, üstünden yıllar geçmiş gibi hissediyorum. Sanki o kadar uzun zaman geçmiş ki, ben büyümüşüm, fiziksel işkencelerden geçmişim de öyle kurtulmuşum. Oysa hiç de büyümedim, çok bir şey de görmedim korkumun her zaman beni durdurmadığını, bazen cesur bir tarafım olduğunu fark etmek haricinde. Fiziksel olarak tek bir acı çekmedim, insanın kendi kalbinin kendisine yaptığı işkencenin, kalp acısının, can acısına eş değer olduğunu öğrendim o kadar.
Kış uykusuna yattım sanki o süre zarfında, gülmedim bile, kendi kahkahamın sesini unuttum. Neşeli zamanlarımı aramayı bırak hatırlamadım bile, oysa ben sürekli gülerdim, sürekli hareket halindeydim. Boş boş baktım etrafa, insanların suratlarını görmedim, ifadesiz yüzlü maskelerle gezdim, sesimi kaybettim konuşmadım… Sadece yazı yazarken bir anlamı oldu surat ifademin. Sayfalarca yazı yazdım, yırttım attım sonra çoğunu, yine yazdım. Sonra yine maskemi taktım.
Sonra bir gün, elimde adı umursamaz olan maske, otobüse bindim, 203’e. Sekiz dakikamın bittiği an işte o otobüse rastladı. Kulağımda kulaklık müzik dinlerken, tam da The Pigeon Detectives - This Is An Emergency* çalıyordu, kafamı kaldırdım camdan dışarı baktım. Motosikletli bir kadın gördüm Ulus’ta, karşı yolda otobüsün ters yönünde giden. Yüzünü bile tam görmeden, tanımadan, bilmeden hayran oldum kendisine çünkü liseden beri olmak istediğim yerdeydi, trafiğin orta yerinde motosikletiyle. Kocaman gülümsedim, durduramadım gülümsememi, bıraksalar kahkahalar atacaktım otobüsün ortasında. Baktım gülemiyorum, arkamda oturan amcanın duyamayacağı biçimde alçak sesle küfür savurdum birkaç tane kendime.
Çünkü hayat tam da olması gerektiği gibiydi, her şey olması gerektiği yerde, olması gerektiği zamanlarda oluyor, bahar gelmesi gerektiğinde geliyordu. Güneş batıyordu belki ama eninde sonunda doğuyordu yeniden. Hem bazen bulutlar kapatmıyor muydu güneşi gündüz vakti, görünmez oluyordu. Bazen ay geçmiyor muydu önüne bizi elimizde röntgen filmleriyle sokak ortasına dikerek. Eninde sonunda gelmiyor muydu ışık, her şey bitmiyor muydu, her şey yeniden başlamıyor muydu, sonra tekrar bitip bir daha başlamak ve yeniden bitmek ve yeniden başlamak üzere? Kış bitince gelenin adı bahar değil miydi, yerini yaza, ardından sonbahara ve yine kışa bırakmak üzere?
O zaman ben niye üzüyordum kendimi? Bu işkenceyi neden yapıyordum kendime, kalbimi kanatınca elime bir şey geçmediği halde. Bunu kendime ve çevremdekilere yapma sebebim neydi? Yapmayacaktım işte! Artık bunu yapmayacaktım. Bu yüzden otobüs Tandoğan’a gidecek olsa da Kızılay’da indim ben de otobüsten, yurduma yürümek üzere. Gökyüzüne baktım ve gülümsedim, yürürken hep böyle yapar, yukarılara bakarım. Gülümserken hem kendime hem de yukarıdakine(aramız genelde iyidir kendisiyle) “Kendimi üzmeyeceğim bundan sonra, ama lütfen izin ver mutlu olayım artık!” dedim. Çünkü sadece tanrının izni değil kendi rızam da gerekiyordu mutlu olabilmek için.
Üstelik ekstra bir şeyler vermesine gerek de yoktu, hayat güzeldi her şeye rağmen. Can acısı bile güzeldi eninde sonunda bitiyordu, kıymet nedir anlıyordun sonucunda. Parmak sayısını geçmeyecek ama hayatımdan da geçmeyecek insanlar vardı, annem vardı, her şeye sahiptim, sağlıklıydım, müzik dinleyebiliyordum, yağmuru görebiliyordum hala, kitap okuyabiliyordum, gülebiliyordum, bir sürü şeyi daha yapabiliyordum, mutsuz olmak niyeydi?
Hem cesurdum ben, cesur! Bunu biliyordum, bunu görebiliyordum, devam edecek cesareti de gösterebilirdim üstelik. It is alive** diye bağırabilirdim sokağın ortasında kendimi tanrı sanarak, yanımdan geçen sevimli küçük çocuğa göz kırpabilirdim, sahip olduğum piercing yüzünden kınayan gözlerle bakan yaşlı teyzeye gülümseyebilir, sokakta dans edebilirdim. Hepsini yapabilirdim, çünkü içimdeki kış uykusu bitmişti, cemre düşmüştü tenime. Sırada kanıma düşecek olan vardı, ardından da iç organlarıma düşecek cemreyi bekliyorduk hep birlikte. Bahar gelecekti sonra içime, çiçekler açacaktım, yağmurlar yağacaktı üstüne, gökkuşakları görecektik.
Baharın bizi hep çok bekletmesinin aksine ikinci cemre çok bekletmedi beni. Fellik fellik izleyecek film ararken “Bence one flew over the cuckoo’s nest’i izle ben çok beğenmiştim.” cümlesiyle geldi kendisi. Sonrası mı, sonrası başka bir hikâye…
Siz kanıma da cemrenin düştüğünü, 8 dakikaların hep sona erdiğini, şafağın görülecek en güzel görüntü olduğunu çünkü sabah ezanının eninde sonunda okunup akşam ezanına kadar cinleri uzaklaştıracağını ve bize bileklerine çuvaldız batırıp onlardan kurtulmanın fırsatını sağlayacağını, güneş tutulmalarının geçici olduğunu bilin yeter. Ben mi, ben ölmedim daha. Yaşıyorum! Efendim? Evet hala bağırabilirim: “IT IS ALIVEEEE!!!”. I am alive.
*This is an emergency: Bu acil bir durum
** Frankenstein’da yarattığı bedenin yaşadığını gören Dr. Frankenstein hayat vermenin sevinciyle öyle bağırır; yaşıyor!
yanılsamalar
ÇIT!
tanrısal sinekler
Tek derdimiz uyumaktı aslında, olmasaydı sivrisinekler. Avucunu açıp patlatınca duvara kanımız yapışıyordu elimize ve katil oluveriyorduk bilmeden.
Hoşça-kal
Bu kadar az alkolle hiç bu kadar başım dönmemişti daha önce. Gece çok soğuktu, çok üşüyordum, yürüyorduk hatta bazen koluma dokunuyordu kolun, ellerimiz ceplerimizde, ben konuşuyordum, sen susuyordun. Gece kendini bırak diyordu, zaten soğuk, kal olduğun yerde, Medusa’nın gözleriyle karşılaşmış titanlar gibi önce taşa sonra toprağa dönüş ya da her zaman yaptığın gibi sus ve gökyüzüne bakarak yürü. Ama sendin yanımdaki, kendini bırakmak olmazdı, söylemeye geldiklerimi söylemeden gitmek olmazdı, hem bize tek bir güçsüz yeterdi bu gece, o da sendin.
Beraber attığımız her adımda ruhumun bir parçasını çekip, her adımda içimde bir boşluk açıyordun. O boşluğa kendini koyabilirdin ama adım attıkça büyüyordu boşluk, sen bunu biliyordun yine de elini uzatıp gözyaşımı silemiyordun, korkuyordun… Ben ağlıyordum ruhumu mikron mikron teslim ederken sana, çünkü çok canım yanıyordu, sen yüzüme bakamadıkça ben merak ediyordum, neden konuşmadığını, neden sadece arkadaşım olmayı beceremediğini, beni neden bu soruları sormak zorunda bıraktığını, lanet telefonunun neden Yann Tiersen çaldığını, çok sevdiğimi bildiğin halde Küçük İskender Ankara’ya gelince beni neden arayamadığını ve daha milyonlarca “neden” kelimesini içeren cümleyi…
Yüzüme bak diyordum, YÜZÜME BAK! Ama sen bakamıyordun yüzüme, sessiz sorularıma cevap veremiyordun o soruları benden daha net duyduğun halde. Üstelik korkmak sana tek yakıştıramadığım şeydi. Sana neyi mi yakıştırıyordum? Benim sorularımı cevaplamadan sana neleri yakıştırdığımı sarhoş dudaklarımdan bile olsa alamayacağındı bilmediğin şey.
Kalbim acıyordu, kalbim çok acıyordu, biliyordum bu gece sondu ve elimden bir şey gelmiyordu… Yapabileceğim son şeydi “neden korkuyorsun?” diye açık açık sormak, soruyordum cevap vermiyordun. Beni sadece arkadaş olarak gördüğünü söyleyemiyordun oysa biz çok iyi arkadaş olabilirdik, bir sonraki adımı zaten atamıyordun oysa çok iyi bir çift olabilirdik, ama sen beni sadece acıtıyordun. Hem bence beni acıtmaktan içten içe zevk alıyordun ki her aradığımda tereddütsüz geliyordun.
Bahanen de hazırdı zaten, “Neler yaşadığımı bilmiyorsun…”. Ah, sen benim neler yaşadığımı biliyor musun peki! Herkesin vardır geçmişi, geçmişten kalan yaraları, unutamadıkları… Sen sadece geçmişine tutunma çabasını korkmak sanıyordun. Eğer izin verseydin silebilirdik o geçmişi, yenisini inşa edebilirdik, biraz cesaretti ihtiyacımız olan. Ya da koruyabilirdik beraber geçmişlerimizi, şu anda kesişen ama bir zamanlar iki ayrı dünya olduğunu bilerek, sen nasıl istersen öyle olabilirdi yani…
Yürek yoktu sende sevebilmek için, ah evet yürek yoktu… Bu bana yapılacak tek bir şey bırakıyordu, her şeyi açıkça söylemek ve gitmek. Yanağına kondurduğum tek bir öpücüğün ardından gitmekti işte yaptığım. Çok acımaktı, göreceğini ve arkamdan seslenmeyeceğini bile bile hüngür hüngür ağlamaktı ve gitmekti. Yanımdan geçen insanların ne düşüneceğini aklımın ucundan geçirmeden ağlamaya devam etmek, odama gelip kendimi yatağa atmak, Yann Tiersen dinlemek ve hala ağlıyor olmaktı… Üstelik bütün bu başımızdan geçenlerin sana karşı ne hissettiğimi zerre kadar değiştirmemesiydi. Bizse öyle bir noktadaydık ki her şey sende bitiyordu, sen karar veremiyordun.
Böyleydik işte, hiç bitmeyecek bir hikâyeydik. Hiç başlamayacaktık. Sen hep korkacaktın, ben hep ağlayacaktım. Ben bu yazıları tekrar tekrar yazacaktım, sen okuyacaktın ama okumamış gibi davranacaktın, korkacaktın. Bu yüzden, canımı çok daha fazla yakacak olsa da, benim artık bu kısır döngüye bir son vermem gerekiyordu. Çünkü benim hala umudum vardı. Ben senin gibi değildim, anlamanı beklemez anlatırdım. Sevmeye ihtiyacım vardı, sevilmeye ihtiyacım vardı ve sen beni sevmekten korkacaksan yapabileceğim şey şuydu; çok ağlamak, çok isyan etmek, seni geride bırakmak ve hazır olduğumda gerçekten aşık olmak.
Sana veda edebileceğim tek yer ise burasıydı. Canım çok yanıyordu, içimde açtığın kocaman bir boşluk vardı seninle dolması gereken. Ama böyle olması gerekiyordu, bitmesi gerekiyordu…
Son söz ise senin söylediğin şekliyle;
“Hoşça-kal”dı.
Hoşça-kal şehzade. Ben beyaz atlı prensimi bulmaya gidiyorum.
rahibeler ve fahişeler
Sen ki tüm umutlarının üzerine kızgın korları yapıştıran şehvetli cazibe, sen ki karalara bulanmış ateşli fahişe, ne yaptın bataklıklarına merdivenler dayamak için, sen uğraştın mı tuvallerine beyazı bulamak için? Yaptın mı hiçbirini, peki dayatılan hakaretlerin hangileri benliğinden bir parça kopardı? Zenci olmak için karanlığa saklanmak yeter! Sen adım attın mı hiç ışığa?
Uzun uzun gecelerin birkaçında, ellerini sokup sokup apış arasına çıkaran hanım, tanrı sevgin ne zamandan beri kalp atışlarınla köreldi de yitip gitti senden tanrı ve sen ne zamandan beri arzularsın bu kadar uzuvları, koltukaltlarından ne zamandan beri süzülür bu kadar sıcak terler, boynunda ne zamandan beri inip inip kalkar şah damarın?
Nefessiz kalışın arzudan mı?
Beyaz olmak için dönmek yüzünü göğe yeter! Sen bakabilir misin gözün açık güneşe? Gördün mü rüyalarında taptığın varlığı?
Hey o kalbinin diplerine sığ sular çekilmiş hanım, sen hiç aynanın karşısında göğüslerini avuçladın mı? Dikildi mi körpeliği memelerinin? Bacak arandaki acıya göğüs gerdin mi?
Sordun mu kendine rahibe hanım, kim olduğunu kendine cesaret edip sordun mu? Hey o kulaklarına cehennem senfonileri fısıldanan hanım, sen hiç çıplak ayaklarını korların üzerine koyup da yürüdün mü cennet bahçelerinde gezinirmiş gibi ve kopardın mı yasak elmayı, bir güzel de yedin mi?
Sen fahişe hanım, sigaran söndü mü hiç tablada ve temizlendi mi tırnak aralarındaki tenleri, sıcacık duşun altında ölmeyi diledin mi? Ah o uzun uzun saçlarında rüzgârlar sevişen hanım, beyninde bedenini kemiren adamların hangisini aldın kuytularına, kaçı yalayıp yuttu seni benliğinde. Soğuk gecelerin arasında sıcak koyunlar bulabildin mi bari?
Sen rahibe hanım, baktın mı hiç, fark ettin mi bedenini? Temizledin mi ruhunda kemirilmeyi bekleyen kurtlu elmayı? Maymunları gördün mü, üzüm yapraklı maymunları? Sen alıp da eline içine çeke çeke sigara içtin mi hiç? Bedeninden akan kırmızılığa ‘kan’ diyebildin mi? Peki sen ruhu öbür dünyalara saklanan fahişe rahibe, dişlerinin arasına alıp da alt dudağını ısırıp, bacak aranı ilk gördüğün adama açtın mı?
Sen fahişe hanım, tanrıdan af diledin mi?
Sen rahibe hanım, geneleve gidip fahişeye hiç ‘merhaba’ dedin mi?
düşler
Kalır bir başına çıktığı macerada, etrafında insan sürüsü, görmez gözleri, hissetmez teni. Okşamaz yüzünü yalamaz rüzgâr, yağmur geçmez onun gittiği yoldan, ardında sırtı dönük şahıslar.
Kalkamaz yerinden istediğinde oturamaz, dalamaz rüyaya, göremez güzellikleri, elleri kavuşmaz birbirine, çamurun kokusunu alamaz.
Düşler içimizi yer, kemirir, bitirir adeta. Uçurur uçurumun kenarından ve çarpar insanı kayalığa, her yer kan.
Koşar sevinçlerin arkasından, zevkleri tadar dünyadaki bütün zevkleri, belki mutlu olur ama çoğu zaman hüsran.
Ölür belki, hissizleştirir kişiyi ama yok olmaz salgın hastalık gibi. Geçer ondan ona hepsine bulaştırır mikrobunu, panzehiri yoktur onun.
O, içimizde belki büyüttüğümüz belki çürüttüğümüz isteklerimizin yokluktan varlığa akışını sağlar fakat yol yakınken dönmek en büyük acıdır sahip olunan için.
Tutsaklığın içinden yalnızlığa doğru yol alır düşler ve bir gün elbet bir gün amacına ulaşır ve yalnız kalır.
Özgür ve yalnız…
Güneşi Tutmak
"Geldim" der; "yakını uzak eden yolları aştım da geldim..." Sığınırsın sıcaklığına bir anne şefkatinde, özgürlüğe süzülen kuşların kanadında o'nu izlersin. Hafif hafif mırıldandığın şarkıyı o'na armağan edersin. Bir güvercin ürkeklikliği sarmışken bedenini; "hep senin için" dersin, "bu koşturmalarım, bu isyanım senin için, sana ulaşmak adına..." O der ki "yorgunum, yoruldum..." O vakit gitmek düşer aklına, o'nu arayanların yanına götürmek istersin o'nu... Ve yelkovan kuşlarının peşi sıra düşersin yollara. Zamanı o'na katarsın o'nu zamana...
Anlarsın, o'nu aramak o'na ulaşmaya çalışmak değilmiş, sadece dikkatlice bakabilmekmiş gözlerine...