Kopuk Başlar ve Gar | Doğuş Serçe



Kopuk Başlar ve Gar

Elimde, avucumun içinde türünü bilmediğim bir kuşun kafası duruyor. Onu az önce yerden aldım ve şimdi yeniden yerine bırakamıyorum. Ne zaman öldüğünü kestirmeye çalışıyor kestiremiyorum. Kurumuş göz yuvaları, toprak ve kumdan kirlenmiş yaşarken parlayan ama öldüğünde tiftik tiftik olmuş tüylerinde parmaklarımı gezdiriyorum. Çürümüş kafasına biraz iğreti ile biraz hayranlıkla göz gezdiriyorum. “Niye öldüğünü anlayamıyorum” diyorum avucumun içine doğru. Kafasından kesif bir koku önce elime sonra burnuma yapışıyor.

“Niye öldüğünü kim anlamış ki bu zamana kadar” diye devam ediyorum. Ölü olan kafasını cebime koymak geliyor içimden ama iğrenme duygusuna bir türlü engel olamıyorum. Olduğum yerde kalakalmış bekliyorum. Tek elimle telefonu cebimden çıkartıp Savaş’ı arıyorum.

“Savaş nasılsın abi, ne var ne yok?”

“Ne olsun be oğlum bildiğin gibi çalgı çengi işleri çalmaya devam ediyoruz işte, sende ne var ne yok?”

“Bak Savaş ben bir şey söyleyeceğim sana daha doğrusu danışacağım ne yapacağımı bilemedim.”

“Söylesene oğlum ne duruyorsun?”

“Savaş benim elimde ölü bir kuşun kafası var. Cebime koymak istiyorum ama iğreniyorum onu burada bırakmakta istemiyorum.”

“Saçmalama Tamer at onu elinden, bak yine başlamadın değil mi? Melike yanında mı?”

“Sen şimdi atmamı söylüyorsun yani, onu burada bırakıp gideyim mi?”

“Tamer Melike yanında mı?”

“İşe gitti. Bende onun yanına gideceğim galiba.”

“Kardeşim kendine gel, lütfen.”

“Ama…”

“Aması falan yok nerede olduğunu konum olarak at Süha almaya gelsin seni.”

Telefonu kapatıyorum. Bir daha çalıyor, bir daha kapatıyorum. Melike arıyor, meşgule atıyorum. Bir daha arıyorlar, telefonu fırlatıp atıyorum. Savaş’a küfürler ediyorum. Kuştan özür diliyorum. Savaş’a daha ağır küfürler ediyorum. Başım dönmeye başlıyor gözlerimi etrafta dolaştırmaya başlayınca nerede olduğumu anlıyorum. Haydarpaşa Gar'ındaki metruk trenlerin arasındayım. Elimi sabit tutarak, baş dönmesinin verdiği afallamayla yalpalayarak trenlerin, vagonların arasında yürüyorum. Yoksa alkollü müyüm? Ama olamam, bıraktım. Bırakalı çok oldu. Yoksa geçmişi mi yaşıyorum? Ama olamaz, şimdiki zamanı koklayabiliyorum.

Kapısı açık vagondan yavaşça içeriye giriyorum. Hiçbir yere dokunmamaya çalışıyorum. Çürümüş koltuklara, kirli camlara, bira şişelerine, kadın çoraplarına, ateş yakıldığı ve bu ateşte yakılmış olduğuna emin olduğum nesnelere…

Ağzımda büyüyen bu ekşi tat kusma isteğimin göstergesinden başka bir şey değil. Bunu hissedebiliyorum. Gitmek isteği bastırıyor ama gidemiyorum. Hiçbir zaman hiçbir yerden doğru zamanda gidememiştim zaten. Çocukken tek başıma böyle yerlerde geziyor, korkudan ödüm kopuyor bedenim zangır zangır titriyordu ama gidemiyordum. Yoksa beni buraya çocukluğum mu getirmişti? “Bu kuş buraya ait değil, buraya ait olamaz” deyince kendi sesimden ne kadar korktuğumu fark ediyorum. Sanki bir anda bu metruk yere hırsızlar, baliciler, şarapçılar, müptezeller doluşacak ve ben kendimi topyekûn kaybedecekmişim gibi geliyor.
  
Vagondan çıkıp hızlı adımlarla kalabalığın nerede olduğunu bilerek yöneliyorum. Kafamı kaldırıyor ve vagonların birinde erkek ayağı görüyorum. Vagonun üzerine yatmış, kırk iki numara siyah Converse ayakkabı ve dize kadar bacağı vagonun üzerinden aşağıya sarkmış. Görüş açımı genişletmek için geriye birkaç adım atıyorum ve daha iyi görebilmek için zıplıyorum. Zıplarken kuşun kafasını elimden düşürüyorum. Düşmenin şiddetiyle zaten bir iki çürük bağ ile duran gagası bir yana kalan kısmı öbür yana dağılıyor. Bende dağılıyorum. Görebildiğim kadarıyla adam çırılçıplak yalnızca ayağında ayakkabıları var. Genç bir erkek bedeni usulca duruyor vagonun üzerinde. Ölü olduğunu kesik boğazından ve kandan anlayabiliyorum. Geriye doğru koşup fırlattığım telefonu arıyorum ama bulamıyorum. Adamın o hali gözümün önünden gitmiyor, bir şey yapmanın telaşı içinde sağa sola korkulu bakışlar fırlatıyorum. Telefonu bulamayacağımı anlayınca gerisin geri Haydarpaşa Köprüsüne doğru koşuyorum. Çünkü biliyorum oradan az da olsa insan geçiyor. Sesimi duyarlar umuduyla bağırıyorum ama kimse duymuyor. Biraz daha yakınlaşıyorum, kimse duymuyor. Belki de ilgilenmiyorlar. Kaçıp gitmek geliyor içimden, ama engel oluyorum kendime. Yarım saat ölü bir kuşun kafasını dert edinmişken ölü bir adamı burada nasıl bırakabilirim?

Kimseye sesimi duyuramayınca köprüye çıkıyorum. Bu seferde kimse geçmiyor, arabalardan birini durdurmaya çalışıyorum hiçbiri durmuyor. Köprüden adama bakıyorum. Kıllı ve sıska bedeni elimde tuttuğum kuşu andırıyor. Daha dikkatli bakıyorum. Adam bana benziyor. Sakinleşiyorum bir anda ve tekrar aşağıya iniyorum. Melike’nin sesini duymak istiyorum. Savaş’a küfür etmek istiyorum. Süha’nın gelip beni almasını istiyorum.

Kuşun kafasını düşürdüğüm yere dönüyorum. Bu sefer koşmadan, yeniden elime almak için eğildiğimde ayakkabılarım gözüme çarpıyor. Kırk iki numara siyah Converse…

Zihnim bulanıklaşıyor, vagona yaklaşıyorum adamın üzerime düşmeyeceğine emin olduğum bir pozisyon seçiyorum. Zıplayıp adamın bacağını yakalıyorum ve aşağıya çekiyorum. Çuval gibi düşüyor. Kafasını bedeninde tutan şeyin on santim kadar deri olduğunu görüyorum. Ama bana neden bu kadar çok benziyor? Boynumda hissettiğim bu şey kopma hissi mi?

Tek elimi vagona koyuyor, eğiliyor ve kusuyorum. Kusarken bir yandan da olay yerine kanıt bıraktığım için kendime kızıyorum. Yerde yatan cesede yaklaşıyor ve sanki daha önce defalarca yapmış gibi büyük bir sakinlikle adamın kafasını bedenden ayırıyorum. Şimdi iki elimin arasındaki kafa bir insana ait. Ve ben iğrenmiyorum.

Bir ayna istiyorum. Bakmak için, benzerliğimizin boyutlarını kavrayabilmek için. Ne olduğunu anlayabilmek için. Açık ağzından sarı dişlerini görüyorum, başparmağımı burnunun üzerinde gezdiriyorum. Gözkapaklarının arkasına saklanmış sönük ela gözlerine gözlerimi dikiyorum. Kalın kaşlarında bana ait bir benzerlik arıyorum. Başının önünde toplanmış beyaz saçlarını göz kararı saymaya çalışıyorum. Hava bozuyor, kesik kesik ahmakıslatan yağmuru dökülüyor gökyüzünden. Vagon camlarının kiri biraz olsun temizleniyor. Adamın kafasını saçlarından kavrayıp tek elimi boşa çıkartıyorum. Boş kalan elimle camı temizliyorum. Adamın kafasını yanağıma birleştirerek ikimizin kafasını yan yana getiriyorum. Boynunu omzuma koyup başı sabit tutmaya çalışıyorum. Hayatta ilk defa bir ölüyle karşılaşıyorum ve bu ölü bana benim kadar benziyor. Neredeyse eminim, bu cesedin bana ait olduğuna. Kendimi hayalet olarak görmeye başlıyorum. “Haydarpaşa’da bir hayalet dolaşıyor, kendi bedeninden kafasını söküp elinde tutuyor.” Bütün sinirlerim boşa çıkıyor ve gülmeye başlıyorum.

Polis arabası görüyorum, gülüyorum. Kapıları açıp silahlarını bana doğru doğrultuyorlar, gülüyorum. Bir şeyler bağırıyor, anons ediyorlar, kahkaha atıyorum. İki el silah sesiyle kendimden geçiyorum. Polis Haydarpaşa Gar’ında bir hayalet vuruyor. Kafam elimden düşüyor. Ben benden düşüyor, bedenimin yanına kıvrılıyorum. 

Fotoğraf:Murat Kulak
paylaş:

Kuyruk Acısı ve Kertenkele Sığınağı |Doğuş Serçe



Kuyruk Acısı ve Kertenkele Sığınağı

Kertenkelelerin kuyruğunu, bedenlerini kestim ve yaptığım bu iş, hiç hoşuma gitmedi. Ama önemli değildi. Zaten yaşantım hoşuma gitmeyenlerden ibaretti. Sürüngenlerle çocukluktan beri uğraşan ben, sürüngenleştim. “Zaman dönek bir şeydir” derdi dayım. Dayım niye böyle ulvi cümleler kurardı anlamazdım. Zira bu görev onun değildi. Dayımdı en nihayetinde. Böyle cümleler kurmasına gerek yoktu. Ama birinin bana “Kertenkele kesme sonunda sende sürüngen olursun” demesi lazımdı. Fakat bunu söylemesi gereken adamların, kadınların, bilhassa akrabalarımın çoğu toprağın altında sürüngenlere çoktan yem olmaya başlamıştı. Sanırım bizim aile geleneğimizdi bu. Sürüngenlerle, bin türü böcek, haşeratla kan bağımız belki kan davamız vardı. Yaşarken biz onları öldürüyorduk, en azından ben öldürüyordum öldükten sonra da onlar bizimkilerden ziyafet çekiyordu.

On yaşında annemin yanına koşup “Anne, kulağıma kertenkele kaçtı.” dedim. Cevabı netti. Elindeki tabağı mutfak masasına bırakıp “Hangi kulağına?” diye sordu. Gösterdim. Kulağımla yanağıma denk gelecek şekilde tokadını savurdu ve tam isabet tokat, yerine yani yüzüme oturdu. O gün anladım ki kulağından içeriye kertenkele girerse kendini bütün gücünle tokatlayacaktın ya da birinden bu konuda yardım alacaktın. Benim için ikinci ihtimal pek söz konusu değildi.
Çünkü suratıma tokat atacak birini bulamayacak kadar utangaçtım. Ve kulaklarımdan içeriye yıllar boyunca onlarca sürüngen girmesine rağmen atmam gereken o sert tokatları kendime atamadım. İnsana acıyacak, kıyamayacak kimse yoksa bu işi de kendisi üstleniyor ve kendine kıyamıyordu.

Her şeyin ötesinde yaşadığım bu sıkıntının aslında yıllar yılı süren koca bir hayal olduğunu biliyordum. Ama modern zamanlardaydık. İnsanların problemleri, sıkıntıları, yalanları, acınacak halleri olmalıydı. Psikoloji dedikleri bilim bizim gibi insanlar olmasaydı ne işe yarardı? Kulağımdan içeriye çocukken öldürdüğüm sürüngenler giriyor diye bin türlü hap yutuyordum. Sorun şuydu ki haplar, hiçbir işe yaramıyordu. Kimi zaman dozları artıyor, azalıyor fakat hiçbir tesiri olmuyordu. Kafamın içinde yumurtalar vardı. Çalılar vardı. Su vardı. Beslenebilmeleri için beynim vardı. Hep şu soruyu soruyordum kendime “Allahın belası kafam bu kadar büyük olmak zorunda mıydı?” Kafama giren hiçbir şey bir daha dışarı çıkmıyordu. Kendime elektrik verdim çıkan olmadı, kafamı duvarlara vurdum çıkan olmadı. Ve her şeyin nihayetinde tek sonuca vardım.

Bu hayvanlar girdiği yerden dışarı çıkamıyorlardı. Onların çıkması için kafamda yeni bir delik lazımdı. Ve ben öyle bir noktadaydım ki o deliği seve seve açabilirdim. İnsan kendisine acıyacak, kıyamayacak birini bulamadığında bu işi kendisi üstlenir demiştim ya, üstlendiği bu kutsal görevin süresi sanıldığından kısa sürüyordu. Hiç tereddüt etmeden kafama silahı dayadım ve BAM! Kafama bir delik açtım. Ne yazık ki açtığım delik beni öldürmedi. Uyandığımda bedenimi hayatım boyunca eskisi gibi kullanamayacağımı öğrendim. Beynime kertenkelelerden daha fazla zararı saniyeler içinde vermiştim. Beni bulanların hepsi odanın içinde, kafamın yanında onlarca kertenkele gördüklerine yemin ettiler. Ve dayanamayıp bütün gücümle bağırdım.

“Buna inanmanız için kafama bir delik açmak zorunda mıydım? Hepsi, bunların hepsi sizin 
yüzünüzden!”

Ya gerçek sandığım şeyler koca bir hayaldi ya da tam tersiydi. Bedenini eskisi gibi kullanamayan, beyninin bir kısmını kurşunla yakan adam olarak hayatıma devam ettim. Buna devam etmek denirse, kesinlikle devam ettim. Ama yeni bir soru vardı kafamda.

“Buna devam etmek denilebilir miydi?”

paylaş: