Yastıksız Uyku ve Kahve Kokusu

Hani bazı kitaplar vardır, adında bir şeyler vardır, daha okumayı sökmeden babanın kitaplığında gördüklerin gibi, çok merak edersin ama uzanamazsın. Sonra okumayı öğrenince, okumayı dener, anlamaz sıkılır bırakırsın. Yüzüklerin Efendisi’ni ilkokulda okumaya çalışmak gibi aynen… Ağır gelir, okunmaz. Üstelik Orta Dünya’dan da uzaklaştırır insanı bu çaba. Arada bir tekrar eline alır kaldığın yerden okumaya devam etmeye çalışırsın, kitaptan uzaklaştığını, hala anlamadığını hissedersin. Kitap rafta durur, uzaktan bakarsın sadece. Belki de artık büyüdüm der baştan okumaya niyetlenirsin ama korkarsın, ya yine anlamazsan? Günlerden bir gün, evde boş boş otururken, yapacak tek bir şey yokken, dünya çok ama çok sıkıcıyken o yeşil kapak çarpar yine gözüne.

Yaramazlık yapacak çocuk gibi önünü arkanı kollar, yavaşça kitaplığa yaklaşırsın. Bu arada boyunun ne kadar uzadığını, kitabı görmek için parmak uçlarında yükselmene gerek kalmadığını da fark edersin. Cilde bakarsın, üstünde “J. R. R. Tolkien – Yüzüklerin Efendisi” yazar. Önce “je re re tolkien” diye heceleyerek okursun, ardından aksanlı konuşmaya çalışır, “ci ar ar tolkiyın” der kendi kendine gülersin. Farkına varmadan kitaba uzanır alırsın. Cildini kontrol edersin, ellerini üstünde gezdirir okşarsın kitabı, kokusuna bakarsın, sonra en yakın koltuğa oturur ilk sayfasını açarsın. Bu sefer oldukça uzun okursun üstelik hiç sıkıcı da gelmez. Kitaptan kafanı kaldırdığında, “Araf kaçıncı kez sesleniyorum, bırak artık kitap okumayı gözlerini bozacaksın! Yemek hazır. ” diyen anneni duyar, gözlerinin acıdığını hissedersin. Ne mükemmel bir şeydir o kitap, nasıl daha önce anlamamışsındır bunu? Yemeği aceleyle yer kitaba koşarsın. Uykunun gelmesi, babanın gelip odanın ışığını kapatması ve “Uyu artık! Saat kaç oldu?” diyerek seni azarlaması seni durdurmaz, huyunu bildiklerinden masa lambanı aldıkları için, telefonunun ışığına razı olur onunla okumaya devam edersin bütün gece, kitap üstünde uyuyakalana kadar.

Gün içindeki eylemler seni durdurmaz, ta ki kitap bitene kadar. Otobüste okursun, derste okursun, serviste okursun, yolda yürürken okursun son sayfaya kadar. Bittiğinde bir acı hissedersin kalbinde, neden bitti? Bir süre döner döner, belli yerleri tekrar tekrar okursun. Başucuna koyarsın kitabı, görüş mesafende olur hep, elinin altında. Zaman geçer, etkisi azalır kitabın ama nereye gitsen kıyamaz, yanında götürürsün. Senin için özel kitaplar arasındadır artık, arada rastgele bir sayfa açıp okunması, arkadaşlara anlatılması, alıntılar yapılması gereken.

İşte o kitaplar gibisin sen de! Sadece bir kitap değilsin üstelik. Boynumun ağrısı geçsin diye birkaç gün yastıkla uyuduktan sonra, yastıksız uykuya dönüş gibisin. Başka türlü uyumayı becerememek gibi, kafanı yastığa koyup uyuduktan sonra, uykunun arasında yine yastığı kenara ittirdiğini fark etmek gibisin. 2-3 yastıkla uyuyan insanları anlamamak gibisin, yastıksız uykusun sen. Herkesin kıymetini bilemediği, bir benim anladığım.

Sadece bir kitap ve yastıksız uyku değilsin sen. Kızılay’dan Kuğulu Park’a yürürken geldiğini fark ettiğim bahar gibisin. Şu sorunlu bünyeyi bayıltacak kadar değil ama t-shirt giymeme izin verecek kadar sıcak. Havada uçuşan polenler gibisin biraz, bazen sinir bozucu, hassas insanları hapşırtan cinsten. Gülümsememi sağlayan nisan yağmuru gibisin, elimde kahve bardağı, altında ıslanırken zıp zıp zıpladığım, kahkahalar attığım, bıraktığı birikintilerde su sıçrattığım, aylardan nisanken gökten düşen su damlaları gibisin. Baharın insan vücudunda yarattığı etkilere benziyorsun.

Sadece bir kitap, yastıksız uyku ve baharın etkileri değilsin sen. Kahveye benziyorsun. Yaşlıların her gün aynı saatte içtikleri türk kahvesi gibisin, ağzında hissettiğin acı kahve telvesisin sanki. Heyecanla kapatılmış bir fincansın, bol telveli kahveden arta kalan, soğusun da yengem fal baksın diye beklediğim. Janjanlı Starbucks kahvesi gibi değil de, evde kettleda su kaynattıktan sonra üçü bir arada paketini en sevdiğin kupaya boşaltıp, camın önüne geçmek, dışarı bakarken kahveyi ne kadar karıştırdığını fark etmemek, sonra kokusunu içine çekip mutlu olmak gibisin biraz da, kahve kokusu gibi işte.

Aslında yastıksız huzurlu bir uykudan sonra, cam kenarına oturup nisan yağmurunu dinler ve koklarken elimde kahveyle kitap okumak gibisin. Çok sevdiğim bir kitabı tekrar okumak, satır aralarına yeni anlamlar yüklemek sanki. Bu sahneye sürekli yeni öğeler eklemek bir de. Gibisin işte. Bir sürü şey gibisin, birçok şeye benzetip tanımlamaya çalıştığım ama tam oturtamadığım. Kimseye anlatamayacağımı fark ettiğim kitabımsın. Siz de okuyun diye kimseye veremediğim, kıskandığım, herkesten sakladığım.

Öylesin işte, böylesin… Fincanımın içindesin, dinlediğim şarkıda yazdığım yazıdasın, her yerdesin. Kilometrelerce uzakta olduğunda bile buradasın. Başucumda duran Yüzüklerin Efendisi tek cildimsin. Yıpranmış yeşil kâğıdım, eskimiş kırmızı cildim, solmuş altın yaldızlı başlığımsın. Her kapağını açıp yüksek sesle okuduğumda sanki gümüşdil* okuyormuş gibi kelimelerin tadını hissettiren kitapsın. Kitaplığımda değil başucumda bekleyen, sık sık elimi uzattığımsın. Zamanında kıymetini bilemediğim, anlamadığım, geç keşfettiğim…

*Mürekkep Yürek’te (Cornelia Funke) esas oğlan Mo (adam demeliyim aslında) bir kitabı yüksek sesle kelimelerin tadını hissederek okuduğunda o hikaye gerçek olur, kitap kahramanları hikayeden çıkar bazen de yerine başkaları kitabın içine girer.

paylaş:

ağlamak


Anılarımızın ücra köşelerinden kendimize en sivrilerini seçtiğimiz o unutulmaz dakikaları hatırladığımızda, göz pınarlarımız coşar da umutsuzluğumuzun elinde mahkûm duruma düşeriz, yalnızlığımıza dem vurup dizlerimizi karnımıza çekip, geçmiş günlerin bitmişliğini unutup, yaşadıklarımızı şeritler halinde gözlerimizle yalar, beynimiz bu anlardan boğulurken biz kendi gözyaşlarımızla ıslanırız ya hani, gözbebeklerimiz daha iyi görebilmek için büyümüşken.


Unutulması gerekir hey kardeş, yaşanmışlıkları parmak ucumuzla silmemiz gerekir. Oysa ne kadar da mutlu olabilirdik.

Buram buram bergamot kokan bir fincan çayımızı alıp elimize, upuzun soluklanabilirdik tutunduğumuz korkuluklarda, derinliklerine kapılır her bir saniyenin ve kollarımızı açıp avazımız çıktığı kadar bağırabilirdik özgürlüğümüzün farkına vararak.

Her bir köşesi helikopter böcekleriyle dolu sazlıklarla dolu kulübemizin içinde karanlıklara bir perde açıp, güneşin galip geldiği arenalar kurardık, düşünmesek mağlupluklarımızı ve de parmağımızı bal kavanozuna sokup şapırdatarak yerdik bir güzel.

Gözümüzü tırmaladığında güneş, tutacakmış gibi uzatırdık beş parmağımızı açıp güneşe, parmaklıklardan uzanan baba eli gibi dokunurdu, okşardı belki de bizi güneş, biz tüm çıplaklığımızla seriliverirdik karşısında ve o bizi okşardı.

Karnımıza çektiğimiz dizlerimizin üzerine dayayıp yüzümüzü ağladıkça ıslanır bedenimiz, hıçkırıklardan arda kalan zamanlarda nefes almayı becerir ve her gülüşün nasıl da bir gün bittiğinin farkına varırız. Bilerek elimizin tersiyle ittiğimiz varlıklar göz açıp kapayıncaya kadar gelirken aklımıza, korlar düşer tane tane yüreklerimize ve biz durup, yeniden başlarız hıçkırmaya. Bir el arar sırtımız, ittiğimiz varlıkların elinin dokunmasını bekleriz yüreğimize, saçımızı okşamasını isteriz. Her saniye bir omuz ararız başımızı koymak için, sadece konuşmak için ya da sadece birlikte çay içmek için bir dost, bir sevgili ararız.

Oysa ne kadar da mutlu olabilirdik. Yalnız kaldığımızda kendi varlığımızın gerçekten dünya üzerinde bir yer ettiğini anlar, yüzümüzü göğe dikip bulutlara anlamlar yüklerdik. Sigaranın tek dost olduğu zaman dilimlerinde en güzel mumu biz dikerdik bu dilimlere ve biz üflerdik dilekler dilemeden. Olmasını istediğimiz her şeye sahip olduğumuzu hatırlar, ağzımıza attığımız kekin yumuşaklığında homurtular çıkarır, mutluluğumuzun farkına varırdık.

Umutsuzluklarımızın üzerine bir de biz basıp, şaraplar yudumlardık gecenin dolunaylarında, belki de kulaklarımıza uzaklardan kurt sesleri gelir, romanlar yazardık kendi kafamızdan, gülüp geçerdik halimize kurtların bizi kaçırdığı sayfalarda, belki bir gün biz de kurt adam olur vampir avlardık kim bilir? Yapabilirdik bunların hepsini, çayımızı yudumlayıp sesimizi yumuşatır ve gırtlağımızdan acı duyana kadar bağırırdık da. Tüm sayfalarda, romanımızın başkarakteri olur, önemli bir yere sahip olur, kendimizi özel hissederdik.

Göz pınarlarımız kuruduğunda, kalbimiz de normal seyrine döndüğünde gülebilseydik keşke yaptığımız yanlışlara, ders alabilseydik bu hatalardan, böyle olmazdı.

Belki mutlu bile olabilir, çıkarıp da çoraplarımızı toprağın içine gömüp ayaklarımızı bir güzel de koşardık, dünyanın varlığını bedenimize hissettirerek, biz, biz olduğumuzun farkına varıp, ağlamanın ne olduğunu unutur, istemezdik belki de ne ifade ettiğini bilmek.

Hey o dakikalara yağmurlar yağdıran gözlerim, sularken yanaklarımı benliğimden çaldığının farkında değil misin?

Yok, eğer unutabilseydik ağlamanın acılığını yapar mıydık hiç böyle hatalar, siler miydik dostlukları ve iter miydik elimizin tersiyle tüm mutlulukları, yapar mıydık, kendimiz olduğumuzun farkına varsak yer miydik tırnaklarımızı ve kalbimiz sevgiden başka bir şeye çarpar mıydı bu kadar hızlı?

Ah o gözler, kinini her kustuğunda, kalbimi dağladığının farkında değil misin?

Sadece düşüp de dizlerimizin acısından ağlasak, sadece bundan boşalsa yanaklarımıza ıslaklık, sadece bundan, sadece bundan yaşarsa gözlerimiz, sadece bundan kalbimiz kırılsa da yeniden yapıştırabilsek tüm parçaları, sadece bundan düşse bakışlarımız derinliklere, gözbebeklerimiz dalıverse, sadece bundan gelse korkular, sadece bundan oluşsa karanlıklar, güneşi çağırırdık aydınlıklara çıkmak için, yara bandı yapıştırırdık yüreğimize, keşke sadece bundan ağlasak.

Acıları çivilerken bedenlerimize, sadece bundan ağlasak.

Kaçamasak da düşsek karanlıklara, sadece bundan ağlasak.

Sırtımızı döndüklerimiz için tırnaklarımızı geçirip boynumuza, sadece bunun için bağırsak.
paylaş:

uzak

Siyahın matemine büründüğüm gecelerde yalnızlığı arkadaş edinen kelimelerde sensizliği arıyordum. Tutunamıyordum… En soluk mavi bile uçarı kalıyordu flu hayatıma. Tanımlarım takılıyordu bir yazarın aslında demek istediklerine. Ve benim kelimelerime katık oluyordu sonra o dile gelişler... Yani demem o ki; bazı insanlar vardı, yaralarıyla doğan, bebek kalbine bırakılmış çetin bir ızdırabı taşımaya mahkum edilen ve yaşama tümlenememe sebepleri olan iç sızılarına saygıda kusur eden... Yaralı insan her daim kanıyordu, ruhunu kemiren o illeti bir türlü atamıyordu. Olağanca hızıyla düşüyordu matemine beden yontularının… Tıpkı benim gibi, tıpkı beni ele veren kelimelerim gibi.. Acıya doğmuş bedenlerden biri olduğumu yineleyen kaybedişlerimde kabullendim ben de. Alıkonulan bir parçam vardı beni tanımlarken benden ayrılan, beni bana düşman eden, ömrüme yalnızlık boyunduruğu takan… Soluğumu daha uzun hissettiğim gecelerde ondan kurtulmak için tarifi imkansız savaşlar veriyor ve kendimden yenik düşüyordum. Bazı günler öyle acıyordu ki bedenim, öyle kalabalıklaşıyor ki yalnızlıklarım… Bedenime kenetlenmiş acılarımı sürgün etmek istiyorum başka mahkumluklara.. Ey beni bana düşman eden kirlenmiş yabancı! Yeter artık git, ne olur bırak peşimi, hayallerimden kaçır sızılarını... Seni taşımaktan yorgunum, yoruldum… Sırf seni unutmak adına kaçıyorum yasaklı şehrime, kaçıyorum en bilinmeyene. Uzaklara gidince tükenir sanıyorum ama kendimden uzağa gidemiyorum ki… Kıyıya vuran dalgaların sesinde kanayan yaralarım dile geliyor, şehir sen kokuyor ya da ben… Muhtelif zamanlarda pusuya yatmış yalanlar gözlüyor beni bu şehrin izbe sokaklarında... Kulağıma çalınan sesler bilindik, karşımda beliren yüzler sarhoş. Belirgin olmayan düşlerden uyanıp binlerce kaçak suratı, yüzlerce dudak palavrasını taşıyorum bir şehirden öteki şehre… Beni bu şehre salan yaralarım daha da belirginleşiyor gecemi sabaha uzatan göz kapattığım yenilgilerimde. Her isyanın katma değer vergisi düşülüyor ömrümden, yaralarımın merhemini başkalarının hayatlarında sınamam en ağır darbeyle tökezletiyor son isyan kalıntılarımı da. Şakağına aydınlık vurmuş kara kaplı insanların dev gölgeleri düşüyor kaldırımlara.. Ufalıp silikleşiyorum bakışsal darbelerinde ve şehir büyüyor gözlerimde… Yeni gitme vakitlerine gebe iğreti yaşamıma her geçen gün daha fazla uzaktan bakıyorum, çok daha uzaktan... Uzak...
paylaş:

Alive

Geceyi aydınlatacak ilk ışık huzmesi güneşten ayrıldıktan 8 dakika sonra ulaşır yeryüzüne. İşte o 8 dakika, ışığın 8 dakikalık o yolu gecenin en karanlık zamanıdır. Ay batar, yıldızlar görünmez olur, gökyüzü ışıktan olabildiğince yoksun uzayın en karanlık tarafına bakar. Şafaktan önceki son saniye en karanlık zamandır şu yeryüzünde. En kötü şeyler o sırada olur, en kötü haberler o sırada alınır, kaderlerimiz o saniyede yazılır. Bütün ışıklar söner o tek saniye için.

İnsana en uzun gelen 8 dakikadır sanırım, o kadar ki nanosaniyeleri sayabiliriz o sırada normal şartlarda saliseleri algılayamazken. İşte ben de hepsini saydım tek tek. O 8 dakikanın her bir nanosaniyesini. Şimdi düşünüyorum, çok da uzun süre değildi aslında günlere dökersek, aylar bile değil. Bense kışın insana hep uzun gelmesi gibi, üstünden yıllar geçmiş gibi hissediyorum. Sanki o kadar uzun zaman geçmiş ki, ben büyümüşüm, fiziksel işkencelerden geçmişim de öyle kurtulmuşum. Oysa hiç de büyümedim, çok bir şey de görmedim korkumun her zaman beni durdurmadığını, bazen cesur bir tarafım olduğunu fark etmek haricinde. Fiziksel olarak tek bir acı çekmedim, insanın kendi kalbinin kendisine yaptığı işkencenin, kalp acısının, can acısına eş değer olduğunu öğrendim o kadar.

Kış uykusuna yattım sanki o süre zarfında, gülmedim bile, kendi kahkahamın sesini unuttum. Neşeli zamanlarımı aramayı bırak hatırlamadım bile, oysa ben sürekli gülerdim, sürekli hareket halindeydim. Boş boş baktım etrafa, insanların suratlarını görmedim, ifadesiz yüzlü maskelerle gezdim, sesimi kaybettim konuşmadım… Sadece yazı yazarken bir anlamı oldu surat ifademin. Sayfalarca yazı yazdım, yırttım attım sonra çoğunu, yine yazdım. Sonra yine maskemi taktım.

Sonra bir gün, elimde adı umursamaz olan maske, otobüse bindim, 203’e. Sekiz dakikamın bittiği an işte o otobüse rastladı. Kulağımda kulaklık müzik dinlerken, tam da The Pigeon Detectives - This Is An Emergency* çalıyordu, kafamı kaldırdım camdan dışarı baktım. Motosikletli bir kadın gördüm Ulus’ta, karşı yolda otobüsün ters yönünde giden. Yüzünü bile tam görmeden, tanımadan, bilmeden hayran oldum kendisine çünkü liseden beri olmak istediğim yerdeydi, trafiğin orta yerinde motosikletiyle. Kocaman gülümsedim, durduramadım gülümsememi, bıraksalar kahkahalar atacaktım otobüsün ortasında. Baktım gülemiyorum, arkamda oturan amcanın duyamayacağı biçimde alçak sesle küfür savurdum birkaç tane kendime.

Çünkü hayat tam da olması gerektiği gibiydi, her şey olması gerektiği yerde, olması gerektiği zamanlarda oluyor, bahar gelmesi gerektiğinde geliyordu. Güneş batıyordu belki ama eninde sonunda doğuyordu yeniden. Hem bazen bulutlar kapatmıyor muydu güneşi gündüz vakti, görünmez oluyordu. Bazen ay geçmiyor muydu önüne bizi elimizde röntgen filmleriyle sokak ortasına dikerek. Eninde sonunda gelmiyor muydu ışık, her şey bitmiyor muydu, her şey yeniden başlamıyor muydu, sonra tekrar bitip bir daha başlamak ve yeniden bitmek ve yeniden başlamak üzere? Kış bitince gelenin adı bahar değil miydi, yerini yaza, ardından sonbahara ve yine kışa bırakmak üzere?

O zaman ben niye üzüyordum kendimi? Bu işkenceyi neden yapıyordum kendime, kalbimi kanatınca elime bir şey geçmediği halde. Bunu kendime ve çevremdekilere yapma sebebim neydi? Yapmayacaktım işte! Artık bunu yapmayacaktım. Bu yüzden otobüs Tandoğan’a gidecek olsa da Kızılay’da indim ben de otobüsten, yurduma yürümek üzere. Gökyüzüne baktım ve gülümsedim, yürürken hep böyle yapar, yukarılara bakarım. Gülümserken hem kendime hem de yukarıdakine(aramız genelde iyidir kendisiyle) “Kendimi üzmeyeceğim bundan sonra, ama lütfen izin ver mutlu olayım artık!” dedim. Çünkü sadece tanrının izni değil kendi rızam da gerekiyordu mutlu olabilmek için.

Üstelik ekstra bir şeyler vermesine gerek de yoktu, hayat güzeldi her şeye rağmen. Can acısı bile güzeldi eninde sonunda bitiyordu, kıymet nedir anlıyordun sonucunda. Parmak sayısını geçmeyecek ama hayatımdan da geçmeyecek insanlar vardı, annem vardı, her şeye sahiptim, sağlıklıydım, müzik dinleyebiliyordum, yağmuru görebiliyordum hala, kitap okuyabiliyordum, gülebiliyordum, bir sürü şeyi daha yapabiliyordum, mutsuz olmak niyeydi?

Hem cesurdum ben, cesur! Bunu biliyordum, bunu görebiliyordum, devam edecek cesareti de gösterebilirdim üstelik. It is alive** diye bağırabilirdim sokağın ortasında kendimi tanrı sanarak, yanımdan geçen sevimli küçük çocuğa göz kırpabilirdim, sahip olduğum piercing yüzünden kınayan gözlerle bakan yaşlı teyzeye gülümseyebilir, sokakta dans edebilirdim. Hepsini yapabilirdim, çünkü içimdeki kış uykusu bitmişti, cemre düşmüştü tenime. Sırada kanıma düşecek olan vardı, ardından da iç organlarıma düşecek cemreyi bekliyorduk hep birlikte. Bahar gelecekti sonra içime, çiçekler açacaktım, yağmurlar yağacaktı üstüne, gökkuşakları görecektik.

Baharın bizi hep çok bekletmesinin aksine ikinci cemre çok bekletmedi beni. Fellik fellik izleyecek film ararken “Bence one flew over the cuckoo’s nest’i izle ben çok beğenmiştim.” cümlesiyle geldi kendisi. Sonrası mı, sonrası başka bir hikâye…

Siz kanıma da cemrenin düştüğünü, 8 dakikaların hep sona erdiğini, şafağın görülecek en güzel görüntü olduğunu çünkü sabah ezanının eninde sonunda okunup akşam ezanına kadar cinleri uzaklaştıracağını ve bize bileklerine çuvaldız batırıp onlardan kurtulmanın fırsatını sağlayacağını, güneş tutulmalarının geçici olduğunu bilin yeter. Ben mi, ben ölmedim daha. Yaşıyorum! Efendim? Evet hala bağırabilirim: “IT IS ALIVEEEE!!!”. I am alive.

*This is an emergency: Bu acil bir durum

** Frankenstein’da yarattığı bedenin yaşadığını gören Dr. Frankenstein hayat vermenin sevinciyle öyle bağırır; yaşıyor!



paylaş:

yeraltına tırmanmacalar



Kusmuk bulamacında yüzüyorum, çek elini üzerimden. Organsal vitesi üçten dörde değiştirirken bastığım debriyaj kadar bir yerim yok dünya kavanozunda ve bir de kulaklarda çınlayan resepsiyon zilleri. Mürekkep desen, balıklarından püsküren malum sıvısal fışkırma. Hey, çek elini üzerimden.

Değiştirdim değiştirmesine vitesi ve bir de gaza bastım hararetlenen aracın içinde, yanımda orospusal bir kadının teki. Badanalanmış anlaşılan, apış arama bıraktığım banknottan anlaşılıyor yeşili. Hayır, avuçlayarak almalısın paranı.

Elini tutuyorum, tırnakları kırıldı kırılacak. Avuçla beni güzelim, yala beni.

Gözbebeklerim büyürken karanlığın içinde hey bulutlar işeyin üzerime, şükrü çekeyim yukarıdakine. Oh diyeyim.

Cehennemlik kırmızılara bulanmışım gecenin kör saatinin birinde, oturan yerlerim yapışık durumda koltuğa, zehirli sarmaşıkların kapattığı haçlar çizdirmek istiyorum ensemin üzerine. Arızasın sen kızım, sapkın arzularımın transistor ü olmalısın.

Sigaranı paylaş benimle, ateşimi isteme.

Yapmadım bunların hiçbirini yapmadım. Montumu kızın tekine üşüyor diye vermedim, barın birinden bira bardağı çarpmadım, deliğime sırf fantezi olsun diye soda şişesi sokmadım, haftada bir aşık olasım gelmedi, soğuk suda duş almasını hiç sevmem, çoraplarımı havalandırmak için pencereye sıkıştırmadım, dizüstüme dizüstü bilgisayarımı hiç koymadım zaten hiç de çökmedi şu ana kadar, hayatım allak bullak olmadı.

Bıkmadın mı kusmaya, kusmuk bulamacının içindeyim. Ne kadar içtin bu gece, mideni bulandıran ben miyim aletim mi?

On beş gramlık aletine on beş gramlık aletimi soksam on beş gramlık çocuklar çıkar mı acaba, düşündüm hep bunu. Gerdek gecesini hayal edenlerden değilim.

Kaç para edersin yavrum sen, kustuklarına say hepsini. Eğlendirdin bu gece, şükrettim bak sana, cennetliksin benim açımdan, gerisi onunla senin aranda.

Zina işleyişim yoktu aslında, apış aramı susturmaktı istediğim, söndü mü ki, küllerimden yeniden doğar mıyım ben de, yapma üstat bu kadar saf olma. Zaten herkes memnun yerinden baksana dönen yok seferinden, belki de bilet bulamıyorlardır, bak yine dalgaya vurdum olayları.

Zaten bir de hayatın dayattıkları olmasa işimiz zormuş bizim, sidik denizinde yüzüyoruz, içtiklerimiz sidik renginde, yeraltına tırmanamamışız ve bir de güneş yüzünü göstermemiş işeyen bulutların arasından, boğuldukça boğulmuşuz zinadan, soluk bile alamamışız yalamalardan. Lolipoplara oldum olası gıcığımdır, kim icat etmişse cehennemin dibini boylasın.

Kirayı ayın kaçında ödüyorduk, avuçlayarak alacaksın o parayı, yalamasını bileceksin. Hastalıkta, sağlıkta bir ömür yanımda olacağına yemin edeceksin, lades kemiğini küçük parmağınla kıracaksın, elinde tuttuğun bir şey görene kadar kazanan sen olacaksın, kaybedene tanrı sabır ve sıhhat versin.

Koltuğun üzerindeki kan lekesinin üzerine elmalı kurabiyenizin üzerinden biraz pudra şekeri dökün, ovalayın geçer, uşaklar da Tarabya’da yaşar unutmayın. Eğer birine kızmış ve kanlı bir cinayet işleyecekseniz iki saat öncesinden elmalı kurabiye yapmasını öğrenmelisiniz.

Atağa kalkmak lazım unutabilmek için yaşananları, her zaman tek kale maç oynayamadığımız gibi bazen kaleye sizin geçmeniz gerekir, çıplak. Apranax içmelisiniz ağrılarınızın giderilmesi için, yaralarınızı üzerine Bepanten sürmeniz gerekir.

Baş ağrısına klasik çözüm çilek yemektir, bitter çikolatayı hafif su katarak su dolu tencerenin içine cezveyle koyup ısıttığınızda erir ve çilekleri eriyen çikolataya batırıp çıkarttığınızda maksimum beş dakikada donacaktır. Bir de böylesini deneyin, emin olun ayak kokusunu bile duymayacak, başınızda ağrının a’sı bile kalmayacak.

Uykum geldi ey kadın, başın ağrımıyor mu ya da regl değil misin, havamda değilim bu gece. Bitter çikolatalı çilek mi yedin yoksa?

Avuçlayarak al dedim o parayı, söndür sigaramı.

Kirayı bu ay ödemesek, ev sahibini öldürebilitemiz yükselir mi dersiniz? Elmalı kurabiye yapmaya başlamak gerek.

Uçtu uçtu kuş uçtu kondu kelebek atın bir yerine ama hayvan dediysek kelebek değil ayı.

Her ay internete verdiğimiz parayla sigara ihtiyacımızın iki katını karşılayamasak da her ay sigaraya verdiğimiz parayla internet ihtiyacımızın on katını karşılamamız, duvara sürttüğümüz kalemin duvarı çizmesinden daha doğal. Banallikler odasında panik içindeyiz. Paramız dipleri boylarken kendimizi satmak için köprü altları arar hale geldik.

Kimisi sever tabii sahip olunmayı. Ben seçilmem seçerim mantığındakiler gitsin Ebru Gündeş dinlesin.

Müritlerim, İsa çarmıha gerileceği gün popüler olmasaydı acaba erteler miydi diğer güne gerilme işlemini. Çarpılacak değilim bunları söylediğim için insanlığa saygım sonsuz, eğildim dizlerimin üzerine, görmedin mi?

Mürekkep balıklarını sıkıp suyunu çıkartmak sonra parmağımı o suya bulayıp duvarlara özgürlük, eşitlik yazmak istedim bir an. O parayı avuçlayarak alacaksın.

Neslinin devamı için sevişmeyen pandaları ben de öldürmek istiyorum, zaten yıkasam elimi kanın tamamı çıkmaz, pudra şekeri deri için uygun değildir, kesilmiş limonu denemelisiniz. Karbon atomuna bağlı hidroksil iyonunun kokusunu alamaz oldum, amma da sıkmışsın o parfümü.

Ben tehdit ettim mi tam ederim, yurdun önünde beklemem, bloğun önünde beklerim, soğuktan sümüğüm donar, aslında benim ayaklarım hiç kokmaz.

Deodorantımı çantamın içinden hiç eksik etmem, insanız terleriz çoğu zaman. Danışmanım henüz çarşafa bulaşmış mürekkep lekesi için bir açıklamada bulunmadı. Bulunur bulunmaz yazacağım.

Sınavlarıma çalışamıyorum hemen uykum geliyor, diyenlere bir çözüm de benden, kolanın içine üçü bir aradayı karıştırın hüpletin ama bir bardak dolusu kolanın içine karıştırılan üçü bir aradanın yarattığı köpürmeden kaynaklanan masa örtüsü lekesinin çözümü size kalmış, önleminizi almanız önemle duyurulur.

Uçağın düşmesi için dört motorun da durması gerekir, sonrası bilmem kaç mille yaklaşan ölüm. Çoğu küçük beyinli arkadaşlar uçak düşmesi sonucundaki ölümleri anlayamadığı gibi uçağın daha dayanıklı maddelerden yapılamamasının sebebini sorgular. Sen o parayı avuçlayarak almalısın bir kere. Sonuçta uçak kırılmayan, kıvrılmayan maddelerden yapılsa bir defa uçmaz, ha uçtu diyelim, bilmem kaç mille yaklaşan çarpma sonucunda senin o bok geçen bağırsakların mideni delerek karın dediğimiz bölgeden ön koltuğun arka kısmına yapışacağı için zaten bunların olmamasını dilerken kalpten gitmiş olacaksın. Sen bunların hiçbirini kendine dert etme karından bağırsaklar fırlar, sen çoktan ölürsün, zorlasak beynin bile fırlayabilir zaten.

Bir bacağım boşlukta, bir ayağım gazı sonuna kadar diplemiş, sol elim, direksiyonu saat olarak düşündüğümüzde tam da on konumunda ve sağ elim vitesin üzerinde. Apış aramdaki pantolon kıvrımının üzerinde banknot duruyor. Yanımda oturan sürtüğün teki badanalanmış vaziyette ağır parfümünü burun direğimi kırmak için kullanıyor. Tırnakları kırıldı kırılacak. İnat edip avuçlamıyor parayı, kibar olası tuttu, parmaklarının ucunu kullanıyor. Her girişiminde bileğini sıkmakla yetiniyorum, ben de bilirim sağa çekip inmesini, Gülşen de bilir.

Tehlikeli masallardan sahneler yaratmışım da haberim yok, telefonumdaki hafıza doldu dolacak, hesap makinesinde tanjant almayı unutmuş haldeyim. Kiramı ödememek geliyor içimden, sigara benim tek sevgilim, belki bir gün baba olurum. Ciddi değilim.

Sapkınlığımızın mükâfatı cehenneme on altıncı perondan bir tren kalkıyormuş, kaçırırsak cennette yer edinmemiz gerekir, şarapları midemize indirip, hurileri avuçlamamız gerekir. O zaman nasıl bakarız aynalarda suratlarımıza. Bu işte bir yalnızlık olmalı bence.

Kaldığım yurdun iki yanındaki ikişer benzin istasyonunun patlaması sonucu hemen yanımızdaki dev Halkbank binasının kaldığım bloğun üzerine yıkılarak ölmeyi dilemiyorum desem, kendime haksızlık etmiş olurum.

O parayı avuçlamadan alamayacaksın, yiyorsa at kendini aşağıya.

Yeraltına insem, inerken merdivenlerden düşsem, belim kırılsa, yeraltında yatalak kalsam, yerüstünde yaşadığım tüm mutlulukların üstsel çarpımından daha büyük bir haz verirdi bana. Keşkelerimin yandan yemişini pudra şekeriyle ovalamak istiyorum.

Avuçla bakalım, evet tam istediğim gibi. Oh.

Yeraltındayım.

Fazla sıkma.

paylaş:

yerçekimli zamanlarda

Acılara gülerdik bir zamanlar, uzun uzun yollara koyulan ayaklarımız vardı başımızın derdini çeken. Oturmuş bir balkon köşesine gelen geçene bakıp vakti tüketiyorduk ve bir de sigara içiyorduk durup durup, dudaklarımız acı mı acı. Şekersizdi çayımız belki de bundandır acılarımız.


Teyzeler vardı bir de buralara gelen, ağzımızda sakız vardı; tabağın kenarına yapıştırıyorduk çenemiz yorulunca. Ve geceler yorulunca uyuyup rüyalarda boğuluyorduk. Ayaklarımız da kayıyordu düşlerde, düşüp duruyorduk.


“Bakar mısınız? Ateşi alabilir miyim? – teşekkürler!”


Önemli değildi tabii, dinlence evinin* birindeydik, teyzeler geliyordu, ayaklarımıza da karasular inmişti, dudaklarımızda acılık ve bir de sigara içiyorduk. Gülerdik bir zamanlar bir de tabii.


Atlasak düşerdik de balkondan.




*Don Kişot Dinlence Evi

paylaş:

yanılsamalar

Ve tanrı hayal kahvesinden çıkma bir günü suratlarımıza sıvamış, biz yarabbi şükür demişken, susup da konuştuklarımıza sardığımız yumakları kedilerin patileri arasına vermiş, kaçan farenin peynirini tuzlayıp beyinlerimize katık edip yemişken, bizler, o sıfat yakıştırılamayan insanlar, çamurlayıp vücutlarımızı “biz çıplak değiliz” demek için kuyruklarımızla apış aramızı örtmüş, saçımıza belikler örmüşken kırmızı kurdelelerle ve biz tanrının lütfettiği günü koyup da rakı bardağına midemize bir dikişte indirmiş, ağırlaşan başlarımızı avuç içlerimize alıp da tutamamış, düşen başımıza arkasından selam çakmış, üzülen kalplerimizi pırıl pırıl tabaklarda başkalarına sunmuş, keskin bıçaklarla kesilmesine izin vermişken, tanrı da bu olayların olacağını bildiği halde izlerken gülmekten yerlere yatmış, biz koyabilmek için sırtımızı bir kucak ararken, dayanmak için bile bir beden bulamamış, halimize küfredip, susuzluğumuzu tükürüklerimizle gidermiş, kayan ayaklarımızın altındaki kaldırım taşlarını sırf parçalamak için suratlarımıza atıvermiş, akan kanları gördükçe, zevkten kendimizden geçmiş, homurtular içinde boşalırken, tanrı bizden vazgeçmiş, odunları teker teker cehenneme götürüp sıcacık kırmızılıklar hazırlarken bizlere, bizler, faniler, ellerimiz mahkûm, arkamızdan koşanlara küfredip, ilerimize gelenleri, ellerimizi tutup da üzülmemiz için bir sebebimizin olmadığını söyleyenleri, parmağımızın küçücük ucuyla siliverip, uçurumların kenarından bit kadar benliğimizi kayalıklara bir kelebek misali bırakıp da sayfalar dolusu ağıtlar yakıp, sayfalar dolusu takvimlerimizden birini daha koparıp, reddedilmişliğimizden bıkıp usanmış dövülmelerimiz konup da bir havanın içine ezim ezim ezilmiş, kendi suçlarımızın nedenini tanrı, kendi çaresizliğimizin kurtuluşu O’nu görmüş, ezenlere birer de biz alkışı çekmiş, akıp giden nehirlere takılan dal parçasını alıp da elimize, kırıvermişiz.

ÇIT!

paylaş:

tanrısal sinekler



Tek derdimiz uyumaktı aslında, olmasaydı sivrisinekler. Avucunu açıp patlatınca duvara kanımız yapışıyordu elimize ve katil oluveriyorduk bilmeden.

Tek derdimiz okumaktı aslında, olmasaydı sivrisinekler. İki elimizle kitap kapağını tutup kapattığımızda fışkırıveriyordu sayfalara bağırsakları, bilmeden katil oluyorduk.
Tek derdimiz azıcık eğlenmekti aslında, bilmeden katil oluyorduk sivrisinekler yüzünden.
Tek derdimiz yaşamaktı aslında, olmasaydı sivrisinekler. İçmeselerdi kanımızı, katil falan olacağımız yoktu aslında.
Tek derdimiz tanrılaşmaktı aslında, olmasaydı faniler.
Belki de tek derdimiz katil olmaktı, iyi ki varsınız sivrisinekler.


paylaş:

Hoşça-kal

Bu kadar az alkolle hiç bu kadar başım dönmemişti daha önce. Gece çok soğuktu, çok üşüyordum, yürüyorduk hatta bazen koluma dokunuyordu kolun, ellerimiz ceplerimizde, ben konuşuyordum, sen susuyordun. Gece kendini bırak diyordu, zaten soğuk, kal olduğun yerde, Medusa’nın gözleriyle karşılaşmış titanlar gibi önce taşa sonra toprağa dönüş ya da her zaman yaptığın gibi sus ve gökyüzüne bakarak yürü. Ama sendin yanımdaki, kendini bırakmak olmazdı, söylemeye geldiklerimi söylemeden gitmek olmazdı, hem bize tek bir güçsüz yeterdi bu gece, o da sendin.

Beraber attığımız her adımda ruhumun bir parçasını çekip, her adımda içimde bir boşluk açıyordun. O boşluğa kendini koyabilirdin ama adım attıkça büyüyordu boşluk, sen bunu biliyordun yine de elini uzatıp gözyaşımı silemiyordun, korkuyordun… Ben ağlıyordum ruhumu mikron mikron teslim ederken sana, çünkü çok canım yanıyordu, sen yüzüme bakamadıkça ben merak ediyordum, neden konuşmadığını, neden sadece arkadaşım olmayı beceremediğini, beni neden bu soruları sormak zorunda bıraktığını, lanet telefonunun neden Yann Tiersen çaldığını, çok sevdiğimi bildiğin halde Küçük İskender Ankara’ya gelince beni neden arayamadığını ve daha milyonlarca “neden” kelimesini içeren cümleyi…

Yüzüme bak diyordum, YÜZÜME BAK! Ama sen bakamıyordun yüzüme, sessiz sorularıma cevap veremiyordun o soruları benden daha net duyduğun halde. Üstelik korkmak sana tek yakıştıramadığım şeydi. Sana neyi mi yakıştırıyordum? Benim sorularımı cevaplamadan sana neleri yakıştırdığımı sarhoş dudaklarımdan bile olsa alamayacağındı bilmediğin şey.

Kalbim acıyordu, kalbim çok acıyordu, biliyordum bu gece sondu ve elimden bir şey gelmiyordu… Yapabileceğim son şeydi “neden korkuyorsun?” diye açık açık sormak, soruyordum cevap vermiyordun. Beni sadece arkadaş olarak gördüğünü söyleyemiyordun oysa biz çok iyi arkadaş olabilirdik, bir sonraki adımı zaten atamıyordun oysa çok iyi bir çift olabilirdik, ama sen beni sadece acıtıyordun. Hem bence beni acıtmaktan içten içe zevk alıyordun ki her aradığımda tereddütsüz geliyordun.

Bahanen de hazırdı zaten, “Neler yaşadığımı bilmiyorsun…”. Ah, sen benim neler yaşadığımı biliyor musun peki! Herkesin vardır geçmişi, geçmişten kalan yaraları, unutamadıkları… Sen sadece geçmişine tutunma çabasını korkmak sanıyordun. Eğer izin verseydin silebilirdik o geçmişi, yenisini inşa edebilirdik, biraz cesaretti ihtiyacımız olan. Ya da koruyabilirdik beraber geçmişlerimizi, şu anda kesişen ama bir zamanlar iki ayrı dünya olduğunu bilerek, sen nasıl istersen öyle olabilirdi yani…

Yürek yoktu sende sevebilmek için, ah evet yürek yoktu… Bu bana yapılacak tek bir şey bırakıyordu, her şeyi açıkça söylemek ve gitmek. Yanağına kondurduğum tek bir öpücüğün ardından gitmekti işte yaptığım. Çok acımaktı, göreceğini ve arkamdan seslenmeyeceğini bile bile hüngür hüngür ağlamaktı ve gitmekti. Yanımdan geçen insanların ne düşüneceğini aklımın ucundan geçirmeden ağlamaya devam etmek, odama gelip kendimi yatağa atmak, Yann Tiersen dinlemek ve hala ağlıyor olmaktı… Üstelik bütün bu başımızdan geçenlerin sana karşı ne hissettiğimi zerre kadar değiştirmemesiydi. Bizse öyle bir noktadaydık ki her şey sende bitiyordu, sen karar veremiyordun.

Böyleydik işte, hiç bitmeyecek bir hikâyeydik. Hiç başlamayacaktık. Sen hep korkacaktın, ben hep ağlayacaktım. Ben bu yazıları tekrar tekrar yazacaktım, sen okuyacaktın ama okumamış gibi davranacaktın, korkacaktın. Bu yüzden, canımı çok daha fazla yakacak olsa da, benim artık bu kısır döngüye bir son vermem gerekiyordu. Çünkü benim hala umudum vardı. Ben senin gibi değildim, anlamanı beklemez anlatırdım. Sevmeye ihtiyacım vardı, sevilmeye ihtiyacım vardı ve sen beni sevmekten korkacaksan yapabileceğim şey şuydu; çok ağlamak, çok isyan etmek, seni geride bırakmak ve hazır olduğumda gerçekten aşık olmak.

Sana veda edebileceğim tek yer ise burasıydı. Canım çok yanıyordu, içimde açtığın kocaman bir boşluk vardı seninle dolması gereken. Ama böyle olması gerekiyordu, bitmesi gerekiyordu…

Son söz ise senin söylediğin şekliyle;

“Hoşça-kal”dı.

Hoşça-kal şehzade. Ben beyaz atlı prensimi bulmaya gidiyorum.


paylaş:

vişnenin felsefesi


Hani kızınca başını çevirir de hızlanıp saçların savrulur, o gözüne kurban olduğum yeller saçını okşayıp taşır ya kokunu, hani ben son kibritle sigaramı yakmışımdır, içerim içerim de senin de canın çeker, kibritimiz bitmiştir, başkasından ateş istemek yerine, kıvrım kıvrım süzülen, boşlukta dumanları, sigaramı alıp yakıverirsin ya ciğerlerini doldura doldura sigaranı ve koyarsın rujuna bulaşmış tütününü tablaya, sönmeye yüz tutmuş benimkinin yanında dumanları birbirine dolanırken biz zehirlerimizi birbirimize bulaştırıp, akıtırken kanımızı dudaklarımızla emerken ruhlarımızı, sen benim öznem, ben senin yüklemlerin olmuşken, fark etmeden külleri kalırken tablada tütünlerimizin, beyinlerimizi bulandıran düşüncelerden sığ sulara çıkabilmek için sadece gözlerimizde boğulmayı seçmiş, …
Hani dokunurken yüreğime, dakikalarımızı tüketiriz yelkovanlarda, sen durana kadar bırakmam elini ve ben yorulana kadar kapatmazsın ya gözlerini, …
İçerken kadehleri, hislerimiz sevişirken masa altlarında, soluklanıp ayaklarımız değer ya birbirimizinkine, hani konuşurken bir an gelir de susup sadece düşler âlemine akarız ya zindan karası gecelerde, hani soluklanmadan birbirimizi içeriz şaraplarla, birbirimizi bularız, …
Hani ben çizerken seni çuvaldan tuvallere, her inip kalkışında fırçanın dayanamayıp gelirsin, eline aldığın yeşil boyayı suratıma sürüp, tenini yanaklarıma sürter, nefes alırsın, … Hani nefes alırsın ya ciğerlerimde ve ben seni kaybetmemek için nefesimi tutup can çekişirim…
Hani hıçkırıklara boğulduğunda akıp giden rimellerini silerim silerim silerim ya gözlerinden, kirlenmiş ellerimi yüzüme sürer, kirlenmiş suratıma kahkahayı patlatır, atıverirsin ya kendini kucağıma sarılır sarılır sarılırız.
Hani bardaklar kırılır buz gibi parkelerde, vazolar uçuşur, çantanı bile almadan vurup kapıyı çıkarsın. Başımı alırım hani iki elimin arasına, düşer ya yüzüme bir gülümseme, açarım kapıyı, bulurum seni basamakların üzerinde, karşına geçtiğimde bacaklarını belime dolayıp öpüşerek geçeriz ya kapı eşiğinden ve bir de yan komşumuz teyze hanım bizi görünce “tövbe, tövbe” der.
Sırf yatak odasında felsefe yapalım diye Marquis de Sade* okuruz fikirlerimiz çoğalır, tanrıdan azıcık uzaklaşır ve bir de midemiz bulanır ya hani, gözlerimiz birbirini izler canlılığımızı görürüz vücudumuzun ve bir cama çarpan serçe vardır. Hani kanadı da kırılmıştır, uçamaz da sen o tatlı kalbinde benim kadar ona da yer ayırmışsındır, seversin beni sevdiğin kadar ve ben sırf seni kızdırmak için onu benden daha çok sevdiğini söylerim ama sen kızmazsın.
Ve bir de Candy’yi izleriz beraber, uyuşturucunun sakıncalarını öğreniriz ve bir de hayatları mahvettiğini, ben sana Candy kadar güzel olduğunu söylerim, sen elindeki portakalı bana fırlatırsın, ben ölürüm, sen bana hayat öpücüğü verirsin, ben canlanmakta gecikirim, sen öpücüğe devam edersin, dudakların portakal kokar.
Hani narçiçeği renginde rujunu sürersin ve sırf filmlerde çekici gelir diye sokağın ortasında bana dönüp, elinin tersiyle dudaklarını silersin, hani, yine tam sokağın ortasındasındır, eylem vardır yine ve sen durup bağıra bağıra Nemesis’i söylersin, herkes bize bakar, sen zafer işareti yapar yoluna devam edersin. Hani, hava buz gibidir, sen ateş gibi yanarsın, beni de yakarsın, …
Gözlerine dumanlar çekilirken, belki olmayacak günlerimizi yaşarız iskambil kâğıtlarında, valenin papazı yendiği bir savaşta galip sen gelir, ben, elimde asımla, …
Parmaklarımız dolaşır birbirine sarmaşıklar misali, akıl almaz düşüncelerden koy veririz, uyuruz bedenlerimiz çıplak, sokak lambalarına dost oluruz zifiri gecelerde, vücutlarımız parlar ışıkların altında, biz dans ederiz diyarlarda ve biz, ayaklarımıza yenilene kadar durmadan dans ederiz.
Dizlerime oturup, parmağınla yüzüme dokunup “babası oğluna bir motor almış, düdüğünü çalmış, bip bip” yaparsın, parmağın dudaklarıma değer dudaklarımı aralarsın, gözlerin kayar, diyeceğini unutursun, sarhoş olursun, …
Burnunu burnuma değecek kadar yakınlaşırsın yüzüme, nefeslerimiz birbirine karışır hızlanırken, gözlerimiz birbirini içer, susuzluklarına çare, biz, öpüşmemeye cesaret eder, cesaretimiz kırılır, güçsüzlüğümüz ortaya çıkar.
Hani ben, bedeninin keşfine çıkarım, dinlene dinlene verimli madenlerin seyrine dalarım, yorar beni bedenin, tutunamazsam düşerim, hani, sıkılır da hayattan, elimizde sigaralar, balkondan dünyayı dumana boğarız, hani dilimiz bulanır erik yemekten, öpersin beni, elma yersin öpersin, çilek yersin öpersin, kiraz yersin öpersin, sigara içersin öpersin, …
Ölümler aklımızı kemirir zaman zaman, birlikte ölmeyi dileriz tanrıdan, sanki yüzümüz varmış gibi, belki tanrı bizi affeder.
Öldüren cazibe olasın gelir, uzun topuklu siyah ayakkabılarını giyersin, başka bir şey giyesin gelmez, tütüne dumana bularsın suratımı, öksürürüm, kahkahalara boğulursun, göğsümden iter, yere yatırsın, ayakkabınla üzerime basarsın, …
Bazen sadece vişne yeriz, televizyonda haberler döner, müzik setinden Mogwai gelir, hava oldum olası sıcaktır zaten, avuçladığın vişnelerin canını okursun, merakla koşar, alır gelir yüksek sesle Vişnenin Cinsiyeti’ni okursun, ben de dinlerim.
Dünya üzerinde küçücük bir nokta bile olamadığımız aklımıza gelir, yedikçe yeriz. Haritada bir yerimiz olur.
Seni daha ne kadar anlatabilirim ki diye düşünürüm, aklım kurcalanır, …
Boş satırlar yazarım, çoğu zaman da anlatamam zaten seni, …
Ölmek isterim o anlarda, sonra senden ayrılmak ölüm gibi gelir, ölemem, …
Yanıma gelirsin, çaresizliğimi görürsün, dudaklarımı ıslatırsın dudaklarınla, çöllerime serap olursun, bırakmam seni, sonra vişne yemeye devam ederiz, sigaramızı yakarız, rüzgârlar saçının kokusunu taşır bana, sokak aralarında sevişiriz, nefeslerimiz yelkovanlara hayat verir, bedenini çuvaldan tuvale aksederim, midemi şarapla, kalbimi seninle doldururum, felsefe yaparız her fırsatta, Mogwai dinleriz, bazen de bardaklar kırılır buz gibi parkelerde, sen soğuk basamaklardan kucağıma atlarsın, bir de teyze hanım vardır tabii, tövbe tövbe ama, parmaklarımız da sarmaşıkları utandırır, sarhoş olursun, ateşlerin bedenimi yakar, sahiplenirsin beni, öldürürsün, öpersin defalarca, boş satırlar yazarım ben, film izleriz, vişnenin cinsiyetini sorgularız, sonra kiraz yeriz, …

*Marquis de Sade: Yatak Odasında Felsefe’nin yazarı.


paylaş:

rahibeler ve fahişeler

Apış arasından çıkan çığlıkları susturmanın yolu nedir fahişe hanım? Üzerine lapalar mı basmak lazım? Hey o gözlerinin içine şeytanlar düşmüş, pelerinli hanım, söyle bana kalbindeki karaların çaresizliği kimdendir? Kimler geçmiştir bacaklarından, hangileri girmiştir kapı aralarına ve kimler soluklanmıştır nefes alışlarında?
Sen ki tüm umutlarının üzerine kızgın korları yapıştıran şehvetli cazibe, sen ki karalara bulanmış ateşli fahişe, ne yaptın bataklıklarına merdivenler dayamak için, sen uğraştın mı tuvallerine beyazı bulamak için? Yaptın mı hiçbirini, peki dayatılan hakaretlerin hangileri benliğinden bir parça kopardı? Zenci olmak için karanlığa saklanmak yeter! Sen adım attın mı hiç ışığa?
Uzun uzun gecelerin birkaçında, ellerini sokup sokup apış arasına çıkaran hanım, tanrı sevgin ne zamandan beri kalp atışlarınla köreldi de yitip gitti senden tanrı ve sen ne zamandan beri arzularsın bu kadar uzuvları, koltukaltlarından ne zamandan beri süzülür bu kadar sıcak terler, boynunda ne zamandan beri inip inip kalkar şah damarın?
Nefessiz kalışın arzudan mı?
Beyaz olmak için dönmek yüzünü göğe yeter! Sen bakabilir misin gözün açık güneşe? Gördün mü rüyalarında taptığın varlığı?
Hey o kalbinin diplerine sığ sular çekilmiş hanım, sen hiç aynanın karşısında göğüslerini avuçladın mı? Dikildi mi körpeliği memelerinin? Bacak arandaki acıya göğüs gerdin mi?
Sordun mu kendine rahibe hanım, kim olduğunu kendine cesaret edip sordun mu? Hey o kulaklarına cehennem senfonileri fısıldanan hanım, sen hiç çıplak ayaklarını korların üzerine koyup da yürüdün mü cennet bahçelerinde gezinirmiş gibi ve kopardın mı yasak elmayı, bir güzel de yedin mi?
Sen fahişe hanım, sigaran söndü mü hiç tablada ve temizlendi mi tırnak aralarındaki tenleri, sıcacık duşun altında ölmeyi diledin mi? Ah o uzun uzun saçlarında rüzgârlar sevişen hanım, beyninde bedenini kemiren adamların hangisini aldın kuytularına, kaçı yalayıp yuttu seni benliğinde. Soğuk gecelerin arasında sıcak koyunlar bulabildin mi bari?
Sen rahibe hanım, baktın mı hiç, fark ettin mi bedenini? Temizledin mi ruhunda kemirilmeyi bekleyen kurtlu elmayı? Maymunları gördün mü, üzüm yapraklı maymunları? Sen alıp da eline içine çeke çeke sigara içtin mi hiç? Bedeninden akan kırmızılığa ‘kan’ diyebildin mi? Peki sen ruhu öbür dünyalara saklanan fahişe rahibe, dişlerinin arasına alıp da alt dudağını ısırıp, bacak aranı ilk gördüğün adama açtın mı?
Sen fahişe hanım, tanrıdan af diledin mi?
Sen rahibe hanım, geneleve gidip fahişeye hiç ‘merhaba’ dedin mi?

paylaş:

Araf

Ona ithaf edip yüklediklerinle beraber

sesi daha net duyabilmek için kafanı da biraz sağa çevirdikten sonra

birkaç arka sıradan

onun sesini dinlemek.

İçinde başkalarına ait olmayan

sadece senin bildiğin sıcaklığı görmek

sesindeki rengi hissetmek bir de.

Metrelerce uzakta yaşanmış

ve metrelerce uzakta yaşanacak, üstüne üstlük

bir öpücükle yarım bırakılacak olmasına rağmen

sana okuduğu şiirleri duymak

sesin söylediklerinden ziyade.

Yüzüne bakmasan da

o sesin suratındaki ifadeyi bilmek, tam olarak.

İşte elimde bir şiir kitabı

sesini duyuyorum gözlerimi her kapattığımda.

O şiir kitabı sen kokuyor.

altını çizdiğim satırlar, bordo kalemim

kitabın dışındaki el izi

çizilecek gözden kaçırılmış diğer mısralar,

hepsi sen.

Dedim ya, bu şiir kitabı buram buram sen kokuyor!

O kitaba uzanırken elim hep havada kalıyor bu yüzden,

gözlerimse yarıda.

Bazen kokunu elimde olmadan duysam da

elle tutulur bir şey olmayınca

çabuk geçiyor o sanrı da.

Ne bakabiliyorum, ne uzanıp dokunabiliyorum

kitaba da sana da.

Önümden geçip gitmeni izlemek geliyor sadece elimden

uzaktan sesini dinlemek

şiir kitaplarına yarım kalan bakışlar atmak.

Yüzüne baktığımda “Günaydın.” diyemiyorum

giderken de “Kendine iyi bak.”

Anca yazdığın notlar kalıyor bana,

bir de şiir kitabındaki koku.

Kahretsin, onlar da çok hızlı soluyor!

Ve ben yine sensiz kalıyorum..

paylaş:

Stiletto


Topuklu ayakkabı. Tık, tık, tık, tık… Tek bir çizgi üstünde, catwalk yaparcasına yürüyor kadın. Her baş dönüyor onun geçişine. Kadının yüzü yok, her bakan sadece onları görüyor, kırmızı bir çift stiletto. Önce biri, tık, ardından diğeri, tık ve tekrar diğeri tık, tık tık!
Kadının yüzü yok, benim de dudaklarım. Üstelik eğer olabilseydi, dolgun ve kırmızıya boyalı olacaktı o dudaklar. Ve sana inadı bırak diyeceklerdi. Eğer kırmızı stilettolu kadının yüzü benim de dudaklarım olsaydı, duyacakların çok farklı olacaktı duyduklarından.
Oturup yalvaracaktım sana, lütfen korkma diye. Kırmızı topuklar sende son bulacaktı, tıkırtıların bittiği yeri bilecektin. Sen yüzü olmayan kadının yüzünü görecektin, ben dudaklarıma kavuşacaktım. Uyanıp kafanı sağa çevirdiğinde yanındaki ben olacaktım, aynı kanepede oturup kitap okuyacaktık, elimde şiir kitaplarıyla sana koşup şu cümleye bak diyecektim, kavuştuğum dudaklarıma dokunan tek insan olacaktın şu ömrü hayatımda.
Ama benim dudaklarım yok ve ince uzun topuklu, kırmızı ve rugan stilettoların tıkırtısı giderek uzaklaşıyor senden. Başlasaydı sende bitecek olan hikâyemle birlikte. Oysa biz şairin dediği gibi birlikte susmayı bile beceremedik. Ben önce dudaklarımı kaybettim, sonra stilettolarımı giydim.
Topuklu ayakkabılarımı. Tık, tık, tık, tık… Tek bir çizgi üstünde, catwalk yaparcasına yürüdüm. Her baş döndü geçişime. Benim yüzüm yoktu, her bakan sadece onları gördü, kırmızı stilettolarımı. Önce bir adım attım, tık, ardından diğerini, tık ve tekrar diğeri, tık, tık tık…
paylaş:

muhabbetlerde ayrılık

Elenore:
Yarım kalanları söylemenin zamanı… Söyleyeceklerim mi yarım kalmıştı, yoksa ben miydim yarım kalan? Söyleyebilir miydim yarım kaldığımı? “senden önce başladım, sensiz yarım kaldım” diyebilir miydim? Olan tam da buydu oysa, senden önce başlamıştım işte. Şairin dediği gibi “önce aşk vardı, sen yoktun o zaman”. Öncesinde yoktun da sonrasında olacak mıydın, soramadım. Yanıt alamamaktan, aldığım yanıtların acıtmasından, kanamaktan, kanatmaktan, kanımın önce yanıtları sonra soruları silmesinden korktum.
Korkaktım, düpedüz korkaktım işte. Korktuğunu kabullenecek kadar cesur…
Monet:
Korkaklığımın sebebi sen, çöküşümün sebebi cesurluğun… Bilmezdim ki düşerken boşluklarda uzatıp elini, ben tutmadan çekeceğini. Düştüm de… Sonuna doğru yaklaşırken diplere, bulmak için gözlerimi açıp umduğum çıkmayınca karşıma, … Evet, ben buyum senin gözünde; kanatan yaralarını, üzerine de tuz döküp kahkahalara boğulan.
Korktum. Korkaklığımın sebebi incitmek, görmese de gözün, kör olduğunu söyleyecek kadar da korkağım. Cesur derken kendine, koymak aynaları önüne ve koyamamak… Evet, korkağın tekiyim. Cesursun. Bana korkak diyecek kadar üstelik…
Elenore:
Boşluk dediğin cevaplardı. Hani bir kez bile vermediğin cevaplar, korkundan veremediğin cevaplar. Ben bıraktım değil mi ellerini, ben senin ellerini tutmadım hiç, ben senin yüreğinden tuttum. Gören anlamazdı benim olduğunu, bende olduğunu. Ben seninleyken ellerim hep cebimde gezdim.
İncitmekten korkmuş, korktukça susmuş, sustukça, susatmış, susattıkça bir de inadına çöllere sürmüştün beni. Korkundan beni çöllere gönderecek kadar korkaktın. Ve işte ben, korkumdan su isteyemeyecek kadar korkak. Gurura korku denirdi o zamanlar…
Monet:
Bitmişim o zaman ben, yitip gitmişim. Hissettirmeden bin parçaya bölmüşsün, yarattığın dünyanda. Adımımı bile atamamışım bahçelerine, burnumu bile sokamamışım. Yalan bunların hepsi, diyemeyecek kadar korkağım, doğru.
Sen ki yüreğimden tuttuğunu iddia eden insan, sen ki benliğimin sebebi… Yıpratıvermişiz bilmeden sevgimizi. Yazık etmişiz kendimize. Lanetler okumak istiyorum tanıştığımız takvim sayfalarına, küfretmek geçirdiğimiz tüm dakikalara.
Gururdan bahsede bakın siz hele! Korkuyu gurura yakıştırana bir bakın!
Ya geceler… Hani tüm şehrin uykulu, sadece sokak lambalarının uyanık olduğu o geceler. Sormak gerek onlara. Haklıyla haksızı ayırmak değil amacım. Amacım, neyse…
Elenore:
Geceler… Alacağın cevaplara hazır mısın peki? Sen yatağın diğer yanında uyurken benim payıma düşen kısamda neler olduğunu öğrenmeye hazır mısın? Bedenler çıplak, parlarken sokak lambasından vuran ışıkla, ruhun girebildi mi bahçelerime? Gözyaşları sokak lambalarını söndürür bilir misin? O yüzden görmediler gözyaşlarımı, hıçkırıklar, ses geçirmez ruhunun çeperlerinde kaldı. Çeperler, tırnak izleriyle yırtılmıştı oysa…
Monet:
Gece inerken gökten, bedenlerden düştüğümüz belliydi aslında. Bitişlerin sebebi ne gurur ne de korku. Yitmelerin sebebi biz…
Birbirimize yetemedik, olan bu. Beklemeden bırakıverdik kendimizi kayalıklara ve düştük. Bilerek birbirimizi bin parçaya böldük.


elenore is created by artemis
monet is created by tunalızade gürkan efendi
paylaş:

Şehzade

Evet, sesini duymak hala bir işkence
evet, yüzünü görmek hala katlanılmaz
ve evet, hala seviyorum seni...
Üstelik ne zaman merdiven çıksam
çıkarken ne zaman Yann Tiersen dinlesem
seni görürdüm karşımda
evvel zaman içinde
sen bir tellal, ben de berber iken.
İşte bu yüzden,
kalbur samana düştüğünden beri yürüyen merdiven kullanmayışım
işte bu yüzden hep aynı şarkıları dinleyişim
hep aynı basamakta bekleyişim
merdiven çıkarken ayaklarıma bakışım.
Masallar anlatan sesine kulaklarımı açıp,
yüzünü görmekten
elindeki yatağandan, belindeki boş hançer kınından kaçışım.
Bu yüzden ayaklarıma bakışım,
merdiven çıkışım.
Rüyalarımda saraylara kapatılışım
cepken, şalvar giyişim
şarkı söyleyen bülbüllere gergef işleyişim
hepsi bu yüzden!
Ve evet,
hala seviyorum seni...



paylaş:

cinsel bir obje olarak kadın vücudu


Flüoresan ışığı altında bedeni, tüm kıvrımlarını odaya dolduruyor; ten kokusu adeta zevkleri alt üst etmek için çaba sarf ediyor; ölüymüşçesine vücudu, soğuk parkenin üzerinde kımıldamadan sonunun gelmesini bekliyor; tüm estetiğin arasında halatlar, salıncakları oluşturmak için düğümlenmeyi bekliyor.
Korku, kapı arkasına saklanan korku, kadının üzerinden geçip gözlerinde birikirken, adam ellerini kadının bacak arasına sokuyor, eteğini sıyırırken var olan istek körüklendikçe, gözbebekleri o kadar büyüyor.
Sivri çeneden göğüslere doğru inen vadilerde soluklanırken, iki dağın arasında dilini gezdiriyor; meme uçlarının dirilişini, körpeliğini her dokunuşta avuç içlerinde hissediyor, konaklamak için yamaçlara tırmanıyor, kalp atışlarından inip kalkan kafesin ritmine ayak uydurarak, parmaklarının arasında tuttuğu alt dudağı dişleriyle yoklarken, elleri beyne yenik aşağı ovalara iniyor; keşfedilmeyen çukurların içine girmek, tadılmayan et parçalarını çiğnemek, kokuları ciğerlerine doldurabilmek için burnunu teninde gezdiriyor. Belinin kıvrımlarında kavisleri, durakları geçip, tümseklere doğru başını çevirip, iki tepeyi birbirinden el kuvvetliliğiyle ayırıyor ve dibe dönük kuyunun insanı kudurtan güzelliğine kurban oluyor. Açılmamış tüm delikleri deşmek için bedenindeki kalp atışları, uzuvlarının dikilişi, nefes alışlarındaki bütünlük ve geberecekmişçesine titreyen elleri, hepsi ama hepsi, zevkine yenik düşmenin basitliği.
Kadının giydiği sadece uzun topuklu ayakkabıları. Yürüyüşlerinde zıplayan jöle kıvamında körpe göğüsleri, adım atışlarında birbirine sürtünen götünün lopları, hafif bir kavisle bir noktada toplanan göbek deliği, acıdan şişmiş dudakları, parmaklarının uzunluğu, kırmızı ojeler ve içine girildiğinde sırtları parçalayan uzun tırnakları. Acının dışavurumu, zevkten titreyen bedenler ve çığlıklar.
Sodomi sanrılarında halatların bilekleri yırtması, yuvarlak organın yuvarlak deliğin içinde püskürüşü, soğuk parke üzerindeki dudağın yere kırmızı ruju bırakması ve kuduran bedenin istemsiz kasılması. Ölürken acıdan, yine de dibe kadar girildiğinde oluşan haz, belirli bir ritimde seyreden ileri gidişler, geri dönüşler.
Ayak bileğinden yukarı çıkışlardaki pürüzsüzlük, baldırlarda ellerin soluklanışı ve apış arasındaki susamalar, her vuruşta dalgalanan loplar ve bütünlüğü koruyan buğday renkli terli ten, uzun uzun iç çekişler, ellerin bele doğru bükümü, zorlamalar, adamın parmaklamaları, parkede kayan ayaklar, yenilişler, adam ve duvar arasında sıkışmış ve sıkışmakta olan kadın, teni yalayan dil, duvara sürten göbek deliği ve sıkışan göğüsler, bedenin zıplatılması, girmek için değil çıkmak için olan deliklere girilmesi, acının vücuda yayılması, inlemeler, kalp atışları, kalp durmaları, kesik kesik çığlıklar, gözlerden süzülen yaş ve sonrasında gelen zevk, ohlamalar, iki bedenin tekliği, ağza alınmayacak laflar, ağza alınmayacak organlar, tavandan sarkan halatlar, uzun topuklu ayakkabılar, dirilen meme uçları, iki kolun bir bedeni sarması, titremeler, pozisyonlar, birlikte salınım hareketleri, salıncaklar, kucağa oturmalar, ete geçen tırnaklar, dişe geçen et parçaları, kudurmalar, hırlamalar, sahiplik duygusu, utanmaların kaçışları, dillerin düğümlenmesi, zehirler, sarmaşıklar…
Apış arasını örten incecik bir iç çamaşırının bacaklardan geçerken tene dokunuşu, bedeni sarıp sarmalayan incecik elbisenin tende kayıp gitmesi, uzun topuklu ayakkabıların iplerinin bacaklara geçmesi, kan kırmızı rujun şişmiş dudaklara sürtünmesi, terli tene sıkılan baygın kokular.
Her adımda yukarı kalkan eteğin baldırlara dokunuşu, akılların yetmediği kadar cazibe, sahip olma arzusunun apış arasından süzülüşü.
Geride kalan, soğuk parke üzerinde bitkin düşmüş, çırılçıplak, uzuvları büzüşmüş, soluk almakta zorlanan, sırtında dört tırnak, göğsünde diş izleri ve ruj kalıntıları bulunan erkek vücudu.


paylaş:

önce düşmek vardı sonra uçmak

Meymenetsiz suratları, sudukları, kırık dişlerinin arasından sarkıttıkları dilleri, çatlamış dudaklarına sürttükleri armonikalarla hiç olmadıkları kadar mutlu ve hüzünlü görünüyordu melekler ve ellerinde olmadan gelişigüzel çaldıkları senfoniye ayak uydururcasına salınıyorlardı gökte, suyun tutunması gibi bulutlara, gök gürlese düşeceklerdi. Benim yaşamım dedikleri senin, seninki benim.
Çığlıklarına karışırdı sustuklarında nefesleri ve nefeslerine karışırdı çığlıkları susadıklarında. İçebilmek için susadıkça çığlıkları, kendi boğaz çukurlarında boğulurlardı acılar içinde, suskunluklarına kavuşurlardı. Desenine bürünmüş tenim, dikenlerini batırıyorsun.
Bir kadeh şarap olsa tanrıyı yok sayacaklar, sevaplarından arınıp cehennem patikalarında keçileri kaçıracaklar, tutabilseler ne mutlu azıcık olsun karınları doyacak. Sana susadım, açlığım senin elinden.
Kol çırpınışları kediden kaçan köpek misali ve bir de zebani homurtuları. Yüklemsiz cümlelerinde öznen olayım.
Kırılan kanatlar, her yer tüy. Bedenine kavuşup da keşfine çıkmış bir beyin, ne zaman fark edecek apış arasını. Salıncaklarda salınalım, derelerim ırmaklarına karışsın.
Kasıklarından süzülen suyu yalayanlar, hislerini yalanlayanlar da çıktı aralarından, kaçınılmaz günahkârlar, tanrının kucağında oturup çukurlara atılacaklar. Gel beraber düşelim, sonu görünmeyen kuyulara.
Tüm kinlerini içlerine kustular ve ellerinin tersiyle ağızları silişler. Oje siyah, gözler yeşil. Hiç olmadığı kadar uzun, hiç olmadığı kadar kaçınılmaz dakikalar, sonrasında hüzün, sonrasında tütün. Dumanında gebereyim.
Ellerin titremesi, armonikanın suskunluğu, küçülen gözbebekleri, çürümüş döl kokuları, biraz da ter. Ateşler hiç bu kadar yakmamıştı. Bile bile düştükleri kuyular, bedenlerinin insanlıklarına yenilişleri ve yolunan tüyler. Acında yak beni.
Korkusuzluklarının ödülü kırmızı, kopkoyu. Sonu gelmez inleyişlerin bedeli çığlık ve tüm hislerinin karşılığı dipsiz cehennem. Yeşilinin içinde gezineyim.
Doruk noktasında tepişenler, yarın ölecekler. Pişmanlıklarını gömmüşler, arkalarına bakmaya niyetleri yok. Yedikleri haltların öcünü aldılar, öcü alınma sırası bizde. Nefeslerini tutup birbirlerinin içine atlıyorlar. Tutmasan düşüyordum.
Ve varmadan yere, çek beni içine. Tek derdimiz yorulmak, tanrıya gözükmeden bedenden kaçmak.
Önce düşmek vardı sonra uçmak.



paylaş:

Ağlamak veya Regl Olmak

Ağlamak neden hep olumsuz çağrışımlar yaratır? Neden insanlar ağlamaktan korkar, birileri ağladığını görünce utanır, gözyaşlarını saklamaya çalışır, boğazındaki düğümü bastırır, yıllardır ağlamadığını ya da ölüm hariç hiçbir şeye ağlamayacağını gururla söyler, kadınlar ağlayan erkekleri (genelde) itici bulur, babalar “Sadece zayıflar ağlar!” diye azarlar kızlarını, ağladığı görülen insana ağlamaması söylenir… Neden yapılır bütün bunlar?
İnsana en iyi gelen şeydir aslında ağlamak, bir genç kızın regl oluşuna benzer. Öncesi rahatsız ve huzursuz, oluş anı da sancılı. Ama ikisi de huzuru getirir bitişiyle. Şu an aynadaki yansımamdan seçebildiğim kadarıyla, iki katına çıkmış gözlerim, sarhoş olmuş Hoptediks’in burnunu andıran burnum, pamuk prensesin dudak tanımına benzeyen dudaklarım, karman çorman kısmen ıslak saçlarım ve buruk gülümsemem bunu düşündürüyor bana.
Çünkü az önce yatağımın üzerinde bir cenin gibi kıvrıldım ve ağladım. Hem de en rahatsız edici haliyle, titreyerek, hıçkırarak, biraz da anlamsız sesler bütünüyle nefes almakta zorlanarak… Tutmadım gözyaşlarımı, hıçkırıklarımı bastırmaya çalışmadım, bir insanın en zayıf en çaresiz en güçsüz haliyle, yani kendime sarılarak ağladım. Bir de ağlamamı hızlandıracak, sonra da arttırıp patlama noktasına getirecek şarkılar dinledim ki ağlamam yarım kalmasın, başlasın ve son gözyaşına kadar akıtayım plasentayı atar gibi vücudumdan. Bıraktım normalde kendimi düşünmekten men edeceğim şeyler gelsin aklıma, gelsin ve canımı acıtıp geçip gitsinler içimden. Zaten başlamış bir kere, acının azı çoğu fark etmez, bilen bilir, acıyabildiği kadar acısın. İyileşme süreci de aynıdır üstelik, dediğim gibi acının azı çoğu fark etmez çünkü.
Hem birçok kadın da dahil olmak üzere reglin vücuttaki pis kanı atmak olduğunu zannetmez mi insanların çoğu? Oysa genç kız da olsa koca kadın da olsa, sahip olamadığı bebeğe ağıt yakar dişi vücudu regl olurken, aynı ağlamak gibi. Ağlamak olmayana ağıt yakmaktır, olmayanı kalbinden atmaktır gözyaşlarınla. Belki de bu yüzden kadınlar daha kolay ağlar, regl olmayı bildiklerinden, erkeklerse acıdan korkarak daha çok acıtırlar canlarını, ağlamamayı marifet sayarak. Biz kadınlar da regl olamayan erkeklere ağlamayı yakıştıramayız, bizim hem lanet hem nimetimiz olan bu doğa olayını kendimize içkin kılarak hem erkeği aşağılar hem de dışlarız. Ağlayışını bir regl oluş taklidi sayarız bilinçaltlarımızda. Bu zulmün bu nimetin bize getirdiği toplumsal aşağılanmayı ve toplumsal yüceltilmeyi(tabi varsa…) erkeğe veremeyiz, bize ait çünkü, içimize işlemiş, benimsetilmiş bize.
Oysa regl olmak bedensel bir durumken, ağlamak duygusaldır. Hem biz kadınlar neden gerçek duyguları, sevebilmeyi, kalbinden bir parça kopması durumunu bir erkeğe veremeyiz? Hadi biz vermeyi kabul etmiyoruz, neden erkekler de kaçar bundan, ağlamayı bir aşağılanma sayarak? Neden “Erkek adam ağlamaz!” diye bir klişemiz var hala çok revaçta olan? Hatta ağlayan kadınlara da gıcığız muhtaç göründükleri iddiasıyla. Neden korkuyoruz ağlamaktan, regl olmaktan korktuğumuz gibi? Neden korkuyorlar ağlamaktan, regl olmaktan korktukları gibi…
Çünkü unuttuğumuz bir şey var, vücut ne zaman regl olsa, ne zaman kurtulsa plasentasından, yerine yenisini koyar. Her ay yeni bir bebeğe gebe kalmak üzere, hatta bazen kalır da. Aynen biz de yeni bir kalbe hamile kalmak için ağlarız. Kırılan kalbimizin bütün parçalarını, tek tek ve ayrı ayrı, gözyaşlarıyla attıktan sonra yenisini koyarız yerine, tekrar kırılsın ya da bir çocuk dünyaya getirsin de o çocuk gururumuz, gözümüzün nuru, devamımız, bizden ayrı, bizden bağımsız ama bizim bir parçamız olsun diye, adını aşk koyalım diye…
O yüzden bırakın ben ağlayayım. En küçümseyeceğiniz, en aşağılayacağınız, en acıyacağınız veya en kaçacağınız biçimde. Ben ağlayayım her seferinde yeni bir kalbe gebe kalmak üzere, eninde sonunda biri aşk olur diye. Siz mi, sizse istediğinizi yapın. Nasılsa kimse sizin çocuğunuza ya da çocuksuzluğunuza dil uzatamaz. Burası özgür(!) bir ülke.



paylaş:

yine evvel zaman içinde


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler de berber iken bir de biz dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, seninle az gitmişiz uz gitmişiz, dönüp de baktığımızda görmüşüz ki bir arpa boyu yol gitmişiz.
O arpa boyu yolda biz ne kadarlık yaşamışız orası ise bu zamanın en tartışılır konularından biri. Bu hikayenin en hatırlanabilir başında sen varsın/biz varız ve muhtemelen sonunda da sen olacaksın. Gerçi kabarık etekli prensesler, şatolar, kaftanlı yatağanlı şehzadeler ya da beyaz atlı prensler, saraylara kapatılmış cariyeler, sihirli atlar, gökten yıldırım yağdıran tanrılar yok bizim hikayemizde. Ama biz bu hikayeyi o kadar çekiştirdik o kadar eğlenceli kıldık ve o kadar ağladık o kadar ağladık ki hiçbir anonimin ya da Grimm kardeşler benzeri insanlardan birinin anlatmayı akıl edemeyeceği hale geldi.
Tabi, biz böyle düşünsek de kabul etmeliyiz ki dışarıdan bakan insanlar için hiç de ilginç bir hikaye değil bu. Bize masal gibi, bize ilginç, bize eğlenceli ve bize duygusal sadece. İşte böyle ortada zebellah gibi, uzun, kocaman, esmer mi esmer bir çocuk var bir de onun en yakın arkadaş(lar)ı. Bu iki çocuğun bir araya getirdiği iki kız var ilk bakıldığında sonlarının böyle olacağı tahmin edilmeyen. Bu iki kız (uzun saçlı yüzünde her zaman gülümsemesi olan ile kısa saçlı kemik gözlüklü somurtuk güya asi olan) hem kendilerini hem de çevrelerindekileri çok ama çok şaşırtarak bütün değişen kahramanlara rağmen beraber ve aynı(!) kalmayı başarıyorlar.
Lise günlerinde okuldan kaçıp araba kaçırıyorlar, beyaz atlı prensler hatta belki kaftanlı cesur şehzadeler bulduklarını sanıyorlar, töre cinayetlerine konuk olup, kendilerini sihir dünyasında kaybediyorlar, birisi bunu iç yazan şişeden içip anahtar deliğinden geçecek kadar küçülüyor diğeri de bunu ye yazan kurabiyeden yiyerek tavana değecek kadar uzuyor. Burunlarının uzaması pahasına yalan söyleyip ukalalık yapıyorlar sonra bütün bunları altı eylül parkında kimseye anlatmadıkları şekilde birbirlerine anlatıyorlar. Bu olanlar arasında bir düzen bir süreklilik yok ama buna ihtiyaçları da yok. Daha en başından biliyorlar beraber geçirilen dakikaların sürekliliğinden çok içtenliğinin önemli olduğunu. İkisinin de ayrı dertleri var o sıralar, bu ayrı dertleri beraber çözebileceklerini de bilmiyorlar henüz. Olsun, öğrenecekler…
Her acılı ve kendi dünyasında kaybolmuş ergenin düşündüğü gibi yüzyıllar sürmez lise, çabuk geçer aslında. Daha ne olduğunu anlamadan, öğrendiklerini sindiremeden bitiverir. Onlar için de çabuk bitiyor, kalp ağrıları, fos çıkan beyaz atlı prensler, sihir diye bir şey yoktur çığlıkları, agresif ergen şarkıları, geride bırakılanlar ve geleceğe -yani üniversiteye- dair kocaman umutlarla birlikte. Taşınma telaşı ve kaybolup gitmesinden korkulan bir sevginin derdinde birbirlerinden habersiz aynı şehre gidiyor bizimkiler. Habersizliğe rağmen o şehre aynı trende gidiyorlar, bir tren koltuğunu mesajlarını ve hayallerini paylaşıyorlar, hayatta bir başına olmanın külfetini hiç bilmeden kurdukları küçük kız hayallerini hem de.
Üniversiteye gitmesine gidiyorlar ama üniversite onlara resmen döve döve gösteriyor lisenin çok uzakta kaldığını. Bir şehirde bir başına, parasız, sevgisiz, annesiz ve haritasız kalmanın nasıl bir şey olduğu ikisinin de birbirinden bağımsız olarak öğrendiği ilk şey. Zaten ilk senelerinde yeni şeylerin verdiği heyecanla birbirlerinden kopuyorlar, birkaç telefon görüşmesine rağmen yüzyüze görüşmek nasip olmuyor bu iki kıza. Gerçi artık kız olmaktan ziyade, yalnız başına tökezleyerek genç birer kadın olma çabasındalar.
Ne ailelerinin ne de kendilerinin beklemediği bir şekilde yaralar bereler ve başarısızlıklarla birinci yıllarını tamamlıyorlar. Kabus gibi geçirilen yazların ardından ikinci senelerine başlarken, uzun saçlı olan hayatında hiç aşık olmadığı kadar aşık geliyor beraber okudukları şehre, kısa saçlı ve kemik gözlüklü olansa artık uzun saçlı ve aşık olmayı beceremediğini anlamanın hüznüyle. Genç bir kadın olmaya çalışırken destek gerektiğinin bilinci, lise arkadaşlıklarının masumiyetinin farkındalığı ve ikisi arasındaki arkadaşlığın kimseye benzemediği önsezisiyle sımsıkı tutunuyorlar birbirlerine bu sefer. Çünkü hayalini kurdukları büyük aşklardan daha kıymetli bir dostluk bunu öğrenmişler artık. Aşk yokken dost var, aşk oluşurken, aşk coşarken, aşk biterken ve aşk giderken hep orada dost. Gerçek olacağını bildiğin hayaller kurarken sabit karakter dost. İyi, kötü, eğlenceli ya da depresyonda, her zaman, her hatada, özellikle de bile bile hata yaparken orada dost, tam da arkanda hatana ortak oluyor yargılamadan.
İşte bu birbirine kenetlenme durumu yıllar sonra şöyle bir cümleye yol açıyor. “Sizin hiç iki kalbiniz oldu mu? Benim var. Biri bazen durduğunda yaşamak diyor diğeri. Diğerim.” Artık uzun saçlı olan kısa saçlı hala genç kadın adayımız uzun uzun bakıyor bu cümleye. Önce gülümsüyor, cümlenin edebi güzelliğine, çok güzel çünkü. Sonra çok duygulanıyor, artık kısa saçlı olan uzun saçlı hala genç kadın adayımıza sarılıyor sımsıkı, diğerine.
Garip aslında, sevgililer böyle şeyler söyler birbirine, derin bağlılıklarını ifade etmek için. Ama onlara göre derin bağlılıklar aşk gerektirmiyor. Ve bu gerçeğin ilk defa bu kadar açık bu kadar bariz söylenmesi aşırı duygusallığın yanında bazı şeylerin de hatırlanmasına yol açıyor. Sımsıkı sarılma ile teşekkür etme anının tam ortasındaki duraksamada, pencere önünde yapılan muhabbetler, Dilara’yı Kloş’a çevirme başarısını, emniyet müdürlüğünün önünden lise formasıyla bir arabanın içinde (ehliyetsiz beyaz gömlekli lacivert kravatlı zebellah gibi sürücüsüyle) geçerken arka koltukta birbirine destek olmalar, mangal yapma niyetiyle yenilen pizzalar, ayık kalmak niyetiyle oturulan masalardan sarhoş kalkmalar, 5 ayrı piercing macerası, en zayıf anlarını gözyaşlarıyla hiç düşünmeden paylaşmalar, intihar etmeye çalışan ama hep yalan çıkan, 3 cenaze haberine rağmen hala sağlam gezen sevgililer, kitapçı muhabbetleri, sıcaklığı birbirinden bilinen tekila shotlar, saç boyama eylemleriyle lezbiyen yaftası yemeler, elinde kamera saçmalamalar, Küçük İskender okuyup isyan etmeler, likörlü kahveler, yüzde yetmiş aynı dolaplar ve bu dolaba rağmen hiç pişti olmama becerisi ve muhtemelen şu an yazmayı düşünemediğim milyonlarca şey hatırlanıyor. Bir insan sekiz yıla ne kadar sığabilirse o kadar işte.
Sekiz yıl ve geri kalan bütün hayatları. Dakika dakika anlatacak olsalar yaşadıkları kadar sürecek hikayeleri, koskoca bir hayat. Ama işte anlatılmaya da ihtiyaç yok aslında, zamanı gelir anonim olur bu hikaye, mitleşir. Sonsuza kadar mutlu yaşarlar. Ama son sözü hiç değişmez:
“Sizin hiç iki kalbiniz oldu mu? Benim var. Biri bazen durduğunda yaşamak diyor diğeri. Diğerim.”
paylaş:

Üçü Bir Arada - Beklemek Korkmak ve İstemek



“Dudaklarımın gerisin geriye çekildiği; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim.” diye küçük iskender yazmasaydı da ben yazabilseydim keşke. Çünkü hem delicesine korktum senden hem de ölürcesine bekledim seni. Bir de çok istedim, inanılmaz istedim. Hala bekliyorum, ama hala korkuyorum ve fakat yine de istiyorum…


Sen bakma dışarıdan cesur göründüğüme, her şeyi yapabilirim yeter ki isteyeyim ayaklarıma, umursamaz görüntüme, gülüp geçişime, suratına bakmayışıma, baktığımda alaycı tek kaşımın yukarda oluşuna, kırk yıllık dostuma görüşürüz der gibi tek elimle selam verip veda ettikten sonra arkama bile dönmeyişime, bana baktığında görmezden gelişime. Bakma sen bu yaptıklarıma, hepsi korkudan.


Sensizlikten korkuyorum, şu dünya nasıl bir daha aynı olur sensiz? Bana şiir okuyacak insan bulunur, kitapları anlatacağım, sesine bayıldığım, sabahları beni öpücüklerle uyandıracak birileri eninde sonunda bulunur ama o ses sen olmadıktan sonra neye yarar? Yine de seninle olabilmek daha çok korkutuyor, seninle birlikte olmadan yitiremem çünkü seni. Esas korkaklığım burada işte! Sevmekten, şu insanoğlunun birilerini kendinden daha çok sevmesi mümkünmüş gibi beylik laflar etmekten, ardından insanlıktan çıkmaktan ve seni kendimden daha çok sevmekten, sonra seni kaybetmekten, canımın çok ama çok yanmasından, çok acımaktan, içimde oluşacak boşluktan ölesiye korkuyorum. Bu yüzden seni istemekten korkuyorum; istedikçe kendimden, daha çok istedikçe senden, istemeye inatla devam ettikçe yaşanacak bir sonraki saniyeden korkarak geçiriyorum vaktimi. Oysa sen öyle güzelsin ki!


Bazen iki adım uzağımda durur ve sana baktığımı fark etmezken, aslında kilometrelerce uzaklık anlamına gelen o iki adımı aşıp, yüzünü ellerimin arasına alıp sana bütün uzuvlarımla tek tek bir de ben olarak tek bir bütünlük halinde nasıl korktuğumu, korkup bakamayan gözlerimi, korkup uzanamayan, uzansa dokunamayan ellerimi, duymaktan korktuğu şeylerden kaçan kulaklarımı, korktuğunu bile kabul etmeyen mantıklı davrandığını iddia eden aklımı ya da kaburgalarımla ciğerimin arasına saklanıp korkudan yüzünü göstermeyen kalbimi anlatmak istiyorum. Ben anlatmak istiyorum da sen dinlemek istiyor musun işte bütün mesele bu. Bütün cevaplarının olduğu gibi bu soruya da cevabının muğlâk oluşu zaten korkan benim anlık cesaretlerime de gölge düşürüyor.


Aslında… Aslında bunların hiçbiri değil olay. Olay beni istemeyişin. Olay senin beni istemeyişini kabullenemeyişim? Daha önceleri yapmış olsam da bu sefer “Beni nasıl istemez!?” diye bağıran egomun küstah sesi değil bu, sadece umut. Belkiler… Belki sinirle söyledi, belki öyle demek istemedi, belki ben yanlış anladım, belki sadece, belki, bel… Hem belki de istiyorsun? En yakınlarımla oturup hiçbir şeyim yokmuş gibi gülerken beynimi yavaş yavaş kemiren “umut” adlı kurdun zırvaları bunlar. Üstelik beynimi yedikçe besleniyor, yedikçe büyüyor ve yedikçe semiriyor kendisi, kurtulamıyorum. Beynimi kemiren kurtla birlikte korkumu da katınca işin içine elim kolum bağlı beklemekten başka bir şey yapamıyor, bekledikçe korkuyor, korktukça istiyor, istedikçe bekliyorum seni.


Ama sen benden çok korkuyor, benden çok kaçıyor, üstüne üstlük inkâr ediyorsun yaptıklarını. Hoş belki de gerçekten istemiyorsun. Ben de burada sadece umut mu ettiğimi yoksa gerçeği mi gördüğümü bilemeden, yani cesur mu egoist mi olduğumu anlamadan bekliyorum. Korkmayan cesur olamazmış, çünkü cesur korkuya rağmen devam edenken, hiç korkmayan aptal olanmış, sadece aptallar korkmazmış. Ama madem korkuyorsun, küçük iskenderin de dediği gibi; “senin yaşın aşka tutmuyor çocuğum, hiç gelme / açıkta kalırsın / aşk insanı acıktırır / aşk insanı bir ölüme susatırsa aşk diye anılır”


Senin yaşın aşka tutmuyor sevgilim


lütfen gelme!


Ya da,


Gel…

paylaş: