yaşam çarpıntısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaşam çarpıntısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

üç zamanlı tiyatro

Tahmin edemiyorum, cennetin olmadığını, kâbus gibi geliyor, zaten melekler bizim için yas tuttuğu sürece cennetten medet ummak akıl işi değil.
Günlerden bir gün, -muhtemelen perşembedir- hava serin, ben düşünceli. Üzerimde uzun bir hırka, estikçe rüzgâr dalgalanıyor etekleri, kaldırımlar üzgün, bir yerlerdeyim, sokaklarda, caddelerde, çatlamış dudaklarda… Bir saniye, dudak demişken, anlatmak istediğim bu değil. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, evet, evet, boş verin bunları.
Musluktan bir su damlası düşüyor metal lavaboya, kulaklarım yırtılacak gibi, deliriyorum. Gözlerimden akan yaş değil, kurudukça daha da acı çekiyorum, irinler göz pınarlarımdan süzülüyor, yapış yapış, leş gibi kokuyor.
Ayaklarım çıplak, buz gibi fayansın üzerinde parmaklarım titriyor, bedenimden kaçmaya çalışan tüylerim diken diken, zaman yavaşlıyor, anlatılmak istenilen bunlar değil, olamaz da, musluktan bir su damlası damlayacak, yavaşça büyüyor, tutunamayacak, iyice ağırlaşıyorum, su damlası duruyor, zaman duruyor, gözlerimi oynatamıyorum, hareket kabiliyetimi yitirmiş vaziyette sadece duruyorum, su damlası musluktan geri çekiliyor. Bir saniye, zaman demişken, anlatmak istediğim bunlar değil. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, trenin içindeyim, saatte kaç kilometre gittiğimizi tahmin edemiyorum. Önümde bir bayan, yaşlı. Gözlüksüz kitap okuyor, hangi dilde, bilmiyorum. Çaprazımda bir adam, fular, lacivert renkli, saçlarında beyazlar. Durup durup tünellerden geçiyoruz. Lavabodan gelen bayan, gözlüksüz kitap okuyan bayanın yanına oturuyor, gözlüğünü takıyor, küçük yeşil bir kitap çıkarıyor, kitabın kapağında “L’imitazione di Cristo” yazıyor. Gözlüklü bayanın yanında oturan gözlüksüz bayanın kitap okumadığını fark ediyorum. Durun bir saniye. Daha az önce bahçe gereçleri konulu bir objeye bakıyordu. Zaman, içinde bulunduğum trenden daha hızlı akıyor.
Bir anda güneşi görüyorum, gözlerim kamaşıyor, yeniden tünele giriyoruz, kulaklarım yırtılacak gibi. Sanki birileri kurşun kalemleri kulaklarıma sokuyor.
Çaprazımdaki adam kraker yemeye başlıyor. Durun bir saniye. İyi de anlatacaklarım bunlar değil ki. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, etmek de istemiyorum belki. Yürüdükçe suratımı yalayan rüzgârdan belki, hüzünlenmem, yalnızlığım. Aslında bakılırsa etrafımda bir sürü insan var, her yer insandan yapılma, banklarda öpüşenler, sarılanlar birbirine, köpeğini gezdirenler. Yalnızlığım da bu yüzden, etrafımda yalnızlığımı söyleyeceğim kimsem olmadığı için yalnızım ben. Aslında farklı olabilirdi, bu durumdan çok farklı. Söylemişimdir ben çoğu zaman, elimde çayım, sazlıklara bakan kutu gibi bir evde, keyfin doruklarında tek başıma olmak, komadan sonraki soluğa benzetirim. Çözülen bağcıklarımdaki lekelerin sorumlusu yağmurlara, bulutlara, tanrıya küfredersem eğer, benliğimden bir parçanın koptuğunu ispatlarım aslında. Durup durup şükretmek yerine, okumak, yazmak, şarkı söylemek mesela. Her şey ama her şey, yaşadıklarımız, yaşanmamışlar, yaşlanmak ya da gözlerden süzülen yaşlar, uçup gidebilirdi, sazlıklara bakan kutu gibi bir evde, elimde tuttuğum fincandan süzülen çayın dumanına karışarak. Yaşlanmak demişken, bir saniye, sanırım bunuyorum, anlatmak istediğim bunlar değil. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, zaman kavramı her zaman kafamı karıştırırdı ama bu kadarıyla ilk defa karşılaşıyorum. Zaman durmuşken, ben hareket edemiyor, musluktan su metal yüzeye düşmüyorken, anılarım neden hep sürüyor, toprak katmanın derinliklerinde bir yerlerde, ölülerin yok, ruhların var olduğu yerlerden bir yerlerde, sıcaklık yeryüzüne çıkıyor da buz gibi fayansın üzerinde donan parmaklarım biraz olsun ısınmaya başlıyor. Tahmin edemiyorum tabii, korkudan ne kalbim çalışıyor, ne kanım dolaşıyor tüm vücudumu, kaburgalarım çoktan terk etmiş zaten bedenimi, yine tek başınayım, karanlığın içindeyim, yavaşça geliyorum, yaklaşıyorum sana doğru, dişlerim parlak, ortalıkta ışık yok, sinsice arkana geçiyorum, zaman durdu çoktan, hareketsizim, elimle sırtına dokunuyorum, beni hissetmiyor musun? Karanlık demişken, bir saniye. Durun! Anlatacaklarım bunlar değil. Bu paragrafı silin kafanızdan, baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, bu son, biliyorum. Kanallarla bölünmüş, her parçasında ayrı yaşamların sürüp gittiği, vitrinlerinde kendini pazarlayan kadınlarını dışlamaktansa onlara da sokaklar, renkler, duygular ve kokular veren bir şehre adımımı atacağımı tahmin edemiyorum. Her yer kırmızı, insanlar kalabalık, trenin de içindeyim doğrusu, bir tüneldeyiz, bir güneşten gözlerimiz kamaşıyor. Gökyüzü bir keman gibi yerleştirilmiş sonsuzluğa, bulutlar yapıştırılmış desen misali, teller var sürekli üzerimizde, trenler geçiyor bedenlerden, tellere sürtünce büyüleniyoruz müzikten. Ben kırmızı mı dedim, bir saniye, kırmızı demişken aklıma geldi, anlatacaklarım bunlar değil, baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum değil, tahmin etmiyorum, benim elimde. Yürüdükçe susuyorum, karanlığa, kırmızıya, arzuya, yalnızlığa… Kaçımız genç, kaçımız ölü, ruhlarımız derinlerde, gökyüzü upuzun, derelerden gitarlar akıyor, yukarılara balonlar bırakılıyor, renkler yaşattıkça dünyayı, kana kana içiyoruz şarapları. Trenler geçiyor, korkumuzdan ödümüz patlıyor, her gördüğümüzde rayın üzerine döktüğümüz beyaz tozları, kafamız ezilmeden burnumuza çekiyoruz, kafamız güzel oluyor, tren gülüp geçiyor halimize, öküzün önde gideniyiz. Tahmin edemiyorum, olamaz da, kendi yarattığımız cennette yok olup gidiyoruz, geride kalan birkaç izmarit, kirli kadehler, düşler belki… Orada dur bakalım, ne anlattım da sen ne anladın, anladığın şey değil anlatmak istediğim, neyse baştan başlayalım.
paylaş:

kar



Saçaklardan inen kılıç görünümlü buzlar var, her ağzımı açtığımda dileme konan kar kristalleri. Perdemi sonuna kadar açtığımda buğulanan bir cam ve flulaşan Ankara Kalesi karşımda. Her yer beyaz, her yer kendisiyle barışık.
Yanakları pembeleşen çocuklar sokaklarda, caddeler soğuğa teslim, gökyüzünde sonsuzluk. Bulutlarda yaşam yok, lapalar halinde iniyorlar yeryüzüne, yumuşacık his bırakıyorlar topuklarda, değmemeye çalışarak birbirlerine.
Yükseklerden bıraksak kendimizi kuş tüyü gibi savrulacaklar havaya, boşu boşuna kırmızıyla kirleteceğiz etrafı.
Durup düşüncelere dalmak var, bir sigaraya yakmak, içimize derin derin çekmek tütünü. Hayallere kapılmak, dünden çok yarınları göstermek parmak ucumuzla, buğulanan pencereye isimler yazmak, sokak lambaları sönmeden uykulara dalmak.
Ajandada “yalnız hissetmek” yok bu an, konuşmak sevdiklerinle, müzik dinlemek, film izlemek var. Kahve krizine girene kadar içmek,  çikolata yiyip gülümsemek var. Devrik cümlelerden çok yalın cümleler kurmak, farklı olmaktan çok sadeleşmek var.
Yukarılara bakmak, ta yukarılara…
Koşuşturmadan çok kalbin sesini dinlemek, adım atışlarda benliği hissetmek, büyümekten kasıt daha da küçülmek, çocuk kalabilmek var.
Yan cama konan kumrular ve ekmek kırıntıları…
Odaların içi boş değil, odalar sen doldurdukça var olur, odalarda benlik var, kitaplar var, kış kokusu var.
Dakikalar geçtikçe kararan bir şehir, yanan lambalar, evli evine köylü köyüne ve sıçan delikleri, “elim sende”ler, akşam yemeği sohbeti, portakal kabukları, mandalina kokusu ve sümüklerini çeken çocuklar.
Durup sessizleşsek, hiç de zor değil duymak.
Yeniden başlayan kaçışlar, hızla düşen kar yumakları.
Etraf durgun, şehir yorgun, her yer karanlık, toprak beyaz.
paylaş:

vişnenin felsefesi


Hani kızınca başını çevirir de hızlanıp saçların savrulur, o gözüne kurban olduğum yeller saçını okşayıp taşır ya kokunu, hani ben son kibritle sigaramı yakmışımdır, içerim içerim de senin de canın çeker, kibritimiz bitmiştir, başkasından ateş istemek yerine, kıvrım kıvrım süzülen, boşlukta dumanları, sigaramı alıp yakıverirsin ya ciğerlerini doldura doldura sigaranı ve koyarsın rujuna bulaşmış tütününü tablaya, sönmeye yüz tutmuş benimkinin yanında dumanları birbirine dolanırken biz zehirlerimizi birbirimize bulaştırıp, akıtırken kanımızı dudaklarımızla emerken ruhlarımızı, sen benim öznem, ben senin yüklemlerin olmuşken, fark etmeden külleri kalırken tablada tütünlerimizin, beyinlerimizi bulandıran düşüncelerden sığ sulara çıkabilmek için sadece gözlerimizde boğulmayı seçmiş, …
Hani dokunurken yüreğime, dakikalarımızı tüketiriz yelkovanlarda, sen durana kadar bırakmam elini ve ben yorulana kadar kapatmazsın ya gözlerini, …
İçerken kadehleri, hislerimiz sevişirken masa altlarında, soluklanıp ayaklarımız değer ya birbirimizinkine, hani konuşurken bir an gelir de susup sadece düşler âlemine akarız ya zindan karası gecelerde, hani soluklanmadan birbirimizi içeriz şaraplarla, birbirimizi bularız, …
Hani ben çizerken seni çuvaldan tuvallere, her inip kalkışında fırçanın dayanamayıp gelirsin, eline aldığın yeşil boyayı suratıma sürüp, tenini yanaklarıma sürter, nefes alırsın, … Hani nefes alırsın ya ciğerlerimde ve ben seni kaybetmemek için nefesimi tutup can çekişirim…
Hani hıçkırıklara boğulduğunda akıp giden rimellerini silerim silerim silerim ya gözlerinden, kirlenmiş ellerimi yüzüme sürer, kirlenmiş suratıma kahkahayı patlatır, atıverirsin ya kendini kucağıma sarılır sarılır sarılırız.
Hani bardaklar kırılır buz gibi parkelerde, vazolar uçuşur, çantanı bile almadan vurup kapıyı çıkarsın. Başımı alırım hani iki elimin arasına, düşer ya yüzüme bir gülümseme, açarım kapıyı, bulurum seni basamakların üzerinde, karşına geçtiğimde bacaklarını belime dolayıp öpüşerek geçeriz ya kapı eşiğinden ve bir de yan komşumuz teyze hanım bizi görünce “tövbe, tövbe” der.
Sırf yatak odasında felsefe yapalım diye Marquis de Sade* okuruz fikirlerimiz çoğalır, tanrıdan azıcık uzaklaşır ve bir de midemiz bulanır ya hani, gözlerimiz birbirini izler canlılığımızı görürüz vücudumuzun ve bir cama çarpan serçe vardır. Hani kanadı da kırılmıştır, uçamaz da sen o tatlı kalbinde benim kadar ona da yer ayırmışsındır, seversin beni sevdiğin kadar ve ben sırf seni kızdırmak için onu benden daha çok sevdiğini söylerim ama sen kızmazsın.
Ve bir de Candy’yi izleriz beraber, uyuşturucunun sakıncalarını öğreniriz ve bir de hayatları mahvettiğini, ben sana Candy kadar güzel olduğunu söylerim, sen elindeki portakalı bana fırlatırsın, ben ölürüm, sen bana hayat öpücüğü verirsin, ben canlanmakta gecikirim, sen öpücüğe devam edersin, dudakların portakal kokar.
Hani narçiçeği renginde rujunu sürersin ve sırf filmlerde çekici gelir diye sokağın ortasında bana dönüp, elinin tersiyle dudaklarını silersin, hani, yine tam sokağın ortasındasındır, eylem vardır yine ve sen durup bağıra bağıra Nemesis’i söylersin, herkes bize bakar, sen zafer işareti yapar yoluna devam edersin. Hani, hava buz gibidir, sen ateş gibi yanarsın, beni de yakarsın, …
Gözlerine dumanlar çekilirken, belki olmayacak günlerimizi yaşarız iskambil kâğıtlarında, valenin papazı yendiği bir savaşta galip sen gelir, ben, elimde asımla, …
Parmaklarımız dolaşır birbirine sarmaşıklar misali, akıl almaz düşüncelerden koy veririz, uyuruz bedenlerimiz çıplak, sokak lambalarına dost oluruz zifiri gecelerde, vücutlarımız parlar ışıkların altında, biz dans ederiz diyarlarda ve biz, ayaklarımıza yenilene kadar durmadan dans ederiz.
Dizlerime oturup, parmağınla yüzüme dokunup “babası oğluna bir motor almış, düdüğünü çalmış, bip bip” yaparsın, parmağın dudaklarıma değer dudaklarımı aralarsın, gözlerin kayar, diyeceğini unutursun, sarhoş olursun, …
Burnunu burnuma değecek kadar yakınlaşırsın yüzüme, nefeslerimiz birbirine karışır hızlanırken, gözlerimiz birbirini içer, susuzluklarına çare, biz, öpüşmemeye cesaret eder, cesaretimiz kırılır, güçsüzlüğümüz ortaya çıkar.
Hani ben, bedeninin keşfine çıkarım, dinlene dinlene verimli madenlerin seyrine dalarım, yorar beni bedenin, tutunamazsam düşerim, hani, sıkılır da hayattan, elimizde sigaralar, balkondan dünyayı dumana boğarız, hani dilimiz bulanır erik yemekten, öpersin beni, elma yersin öpersin, çilek yersin öpersin, kiraz yersin öpersin, sigara içersin öpersin, …
Ölümler aklımızı kemirir zaman zaman, birlikte ölmeyi dileriz tanrıdan, sanki yüzümüz varmış gibi, belki tanrı bizi affeder.
Öldüren cazibe olasın gelir, uzun topuklu siyah ayakkabılarını giyersin, başka bir şey giyesin gelmez, tütüne dumana bularsın suratımı, öksürürüm, kahkahalara boğulursun, göğsümden iter, yere yatırsın, ayakkabınla üzerime basarsın, …
Bazen sadece vişne yeriz, televizyonda haberler döner, müzik setinden Mogwai gelir, hava oldum olası sıcaktır zaten, avuçladığın vişnelerin canını okursun, merakla koşar, alır gelir yüksek sesle Vişnenin Cinsiyeti’ni okursun, ben de dinlerim.
Dünya üzerinde küçücük bir nokta bile olamadığımız aklımıza gelir, yedikçe yeriz. Haritada bir yerimiz olur.
Seni daha ne kadar anlatabilirim ki diye düşünürüm, aklım kurcalanır, …
Boş satırlar yazarım, çoğu zaman da anlatamam zaten seni, …
Ölmek isterim o anlarda, sonra senden ayrılmak ölüm gibi gelir, ölemem, …
Yanıma gelirsin, çaresizliğimi görürsün, dudaklarımı ıslatırsın dudaklarınla, çöllerime serap olursun, bırakmam seni, sonra vişne yemeye devam ederiz, sigaramızı yakarız, rüzgârlar saçının kokusunu taşır bana, sokak aralarında sevişiriz, nefeslerimiz yelkovanlara hayat verir, bedenini çuvaldan tuvale aksederim, midemi şarapla, kalbimi seninle doldururum, felsefe yaparız her fırsatta, Mogwai dinleriz, bazen de bardaklar kırılır buz gibi parkelerde, sen soğuk basamaklardan kucağıma atlarsın, bir de teyze hanım vardır tabii, tövbe tövbe ama, parmaklarımız da sarmaşıkları utandırır, sarhoş olursun, ateşlerin bedenimi yakar, sahiplenirsin beni, öldürürsün, öpersin defalarca, boş satırlar yazarım ben, film izleriz, vişnenin cinsiyetini sorgularız, sonra kiraz yeriz, …

*Marquis de Sade: Yatak Odasında Felsefe’nin yazarı.


paylaş:

gözler



Ah bakışlarımı çevirmez olsaydım ya da sadece bakmamış. Derinliklerine çekiliverdim hemen, dibi kuyu misali bitmek bilmez, kara… Tırnaklarım parçalandı duvarlarında çırpınırken, bedenim, olamadı istediğim gibi, güçsüz olduğumu o an daha iyi hissettim.
Çizgiler birer ok gibiydi atılmayı bekleyen, yaralanmış vücutlara, görkeminden önünde saygıyla eğilmek lazımdı. Araya sıkışan yeşillik fışkırır gibi bakışlarıma bulaştı, kendimi kendimden ayırdım, bedenim çöktükçe çöktü karşında ve o sonu bilinmeyen kara boşluk. Acemice yaklaşınca gözbebeklerine, insem çıkamam düşüncesiyle yok oldu tüm benliğim ve dur demek gelmedi içimden. Gardiyanından af dileyen kalbim çıldırmışçasına vururken açık kapıları, kapılarım kapandı bir anlığına utanılanların ardında. Elimle itiverdim beynimi, yesem yerdim tuzlayıp.
Önüme koyulan gözlerden başka bir şey yoktu tabağımda, ki yeşilliğin içinde boğulduğumu zannettim.
O iki kapağın kapanmasıyla kendime gelir gibi olsam da nafile, uzun sürmüyor göz kırpmak. Ama yavaş yavaş kırpılıyordum sayende. Makasın bu kadar keskin mi?
Acıdan geberirken karşında, bakışların saldırdıkça saldırdı bilmeden.
Halimi gördükçe kulaklarına yaklaşan dudak birleşimin canımın acısını katladı. Ah bakmaz olaydım. Masallar yazılmamış olsaydı, ben dinlememiş olsaydım.
Gözlerinden dökülen her kelimede yanmış olmazdım belki, su gibi saran bakışlarında, yeşilin ortasında bir kara delik.
Bebek dediğin senin gibi mi olur ey delik!

paylaş:

komadan sonraki soluk

Var olduğu savunulan iki dünya arasında sıkışmış bedenim, uzak da olsa ışığı görebilmeye muhtaç halde; aklım, yattığım yatakta kaç insanın can verdiğini düşünmeden, nerede olduğumu anlamaya çalışıyor; pınarları kurumuş gözlerimde kirpikler, susuzluktan şikâyetçi birbirlerine yapışmış durumda, gözlerim, yeşil çizginin ne ifade ettiğini yorumluyorken, titreyen parmaklarım, tırnaklarımı artık istemiyor, yalnızlığım benden bıkmış, ben, sırt üstü yattığımdan, belim benden yılgın, hayat boş ve acılar dinmek bilmezken, dışarıda ağlayanların sesini duymaya çalışan kulaklarımın içinde bir koşuşturmaca, kalbim, yükü ağır gelen banliyö treni gibi çok ağır ilerlerken hayat denilen rayın üzerinde, gırtlağımdan geçen borunun ne olduğunu çözmek, ölümden daha zor geliyor, yaşamak istemesem de çoktan kopmuş yaşam halatına var gücümle tutunmak, yapabileceğim en müthiş yorum olurdu diyorum, yazılmamış sayfaların en ücra köşelerinde.
Ne güzel olurdu aslında burada değil de, küçücük bir derenin, hayatı takmıyorum edasıyla süzüldüğü, etrafında helikopter böceklerinin uçuşup, sazlara konduğu, sivrisineklerin vızıltısına aldırmadan, penceresini ardına kadar açıp, güneş ışıklarının odayı doldurmasına izin verebileceğim, etrafında gökkuşaklarından bir set, önünde ahşap bir sundurma, bahçesinde salıncağın bulunduğu, yaşama çıkan merdivenlerden en kısasına sahip, kutu gibi bir evde bulunmak.
Büyüdüğümü gördüğüm, vücudumun ağırlık merkezinin değişip, düşmemek için kollarımı yukarılara, en yukarıya kaldırdığım, avazım çıktığı kadar sonsuzluğa bağırıp, boğazımdan acının beynimi zonklattığı, kayalıkların en uç noktasından kendimi denizin tuzlu suyuna, pamuk yığınına atlar gibi bırakmayı, suyun altında nefes almayı unutup, gözlerimi derinliklere bakarken görmeyi öğrendiğini bildiğim, ayaklarımı yere sert sert vurarak yürüyüp, burksam bile aldırış etmediğim bileklerimle barışık yaşayıp, ta uzaklara kaçma hevesimi sonunda eyleme dönüştüreceğimi hatırladığım, kalabalığın içinde, kulağımda kulaklıklarım, tüm insanlığı dışlar gibi bencilliğimden ödün vermeden, elimi kolumu sallayarak, kırmızı ışık yansa bile durmayıp, yolun diğer tarafına geçtiğim, işte o an, evet o an dediğim, böğürtlenli pasta tadındaki zaman diliminde olmayı istemek, belki de şu an bulunduğum durumda olmasaydım, yapmaya çalışacağım düşünce olacak ve ben, bu saydıklarımın hiçbirini ama hiçbirini yapmayacak, sadece elimde kitabım, sehpamın üzerinde bir fincan kahve, sayfaların anlattıklarına doğru yavaşça yol alacaktım.
Yaklaştığımı düşünmüştüm, ölüme adımımı attığımı, sona ulaşıp, arkama bile bakmadan, ileriye, işaret parmağımızla gösterdiğimiz o yere vardığımı, küçüklükten beri anlatılan efsanelerin gerçekliğini sınayacağım, hayır, hiç de anlatılanlar gibi değilmiş, demeyi istediğim o yere geldiğimi, dizlerimi karnıma doğru çekip, kollarımla bacaklarımı dolayacağım ve kimsenin, bu, sokak ortasında ne yapıyor bakışlarıyla karşılaşmayacağım, tüm iyiliklerin bedenime enjekte edilip, aklımın kötü yanının, korlarda yakılacağı, bilmem kaç katlı o yere, ırmaklarla sulandırılan yeşilliğin tam ortasına, oklamanın tam on ikilik yerine, bilerek ya da bilmeyerek oturabileceğim o yere ulaştığımı sanmıştım. Ne kadar aptalım. Yanılmışım.
Soluk aldığımı düşünüp, kalbimin bir an, normal seyrine geri döndüğünü, yükselip inen göğüs kafesimle fark edip, olacakları istemediğim düşüncesi, benliğimin bir yanına yazıldığını, emin olamadığımı hissettim.
Soluk almıştım. Sadece buydu. Gözlerimi açtım.
Hayat, peşimi bırakmayacaktı.


Fotoğraf buradan.
paylaş: