insan postuna bürünmüş baykuş
uçmak
eti kemik geçerken
korkuluklar
Ağlamak veya Regl Olmak
İnsana en iyi gelen şeydir aslında ağlamak, bir genç kızın regl oluşuna benzer. Öncesi rahatsız ve huzursuz, oluş anı da sancılı. Ama ikisi de huzuru getirir bitişiyle. Şu an aynadaki yansımamdan seçebildiğim kadarıyla, iki katına çıkmış gözlerim, sarhoş olmuş Hoptediks’in burnunu andıran burnum, pamuk prensesin dudak tanımına benzeyen dudaklarım, karman çorman kısmen ıslak saçlarım ve buruk gülümsemem bunu düşündürüyor bana.
Çünkü az önce yatağımın üzerinde bir cenin gibi kıvrıldım ve ağladım. Hem de en rahatsız edici haliyle, titreyerek, hıçkırarak, biraz da anlamsız sesler bütünüyle nefes almakta zorlanarak… Tutmadım gözyaşlarımı, hıçkırıklarımı bastırmaya çalışmadım, bir insanın en zayıf en çaresiz en güçsüz haliyle, yani kendime sarılarak ağladım. Bir de ağlamamı hızlandıracak, sonra da arttırıp patlama noktasına getirecek şarkılar dinledim ki ağlamam yarım kalmasın, başlasın ve son gözyaşına kadar akıtayım plasentayı atar gibi vücudumdan. Bıraktım normalde kendimi düşünmekten men edeceğim şeyler gelsin aklıma, gelsin ve canımı acıtıp geçip gitsinler içimden. Zaten başlamış bir kere, acının azı çoğu fark etmez, bilen bilir, acıyabildiği kadar acısın. İyileşme süreci de aynıdır üstelik, dediğim gibi acının azı çoğu fark etmez çünkü.
Hem birçok kadın da dahil olmak üzere reglin vücuttaki pis kanı atmak olduğunu zannetmez mi insanların çoğu? Oysa genç kız da olsa koca kadın da olsa, sahip olamadığı bebeğe ağıt yakar dişi vücudu regl olurken, aynı ağlamak gibi. Ağlamak olmayana ağıt yakmaktır, olmayanı kalbinden atmaktır gözyaşlarınla. Belki de bu yüzden kadınlar daha kolay ağlar, regl olmayı bildiklerinden, erkeklerse acıdan korkarak daha çok acıtırlar canlarını, ağlamamayı marifet sayarak. Biz kadınlar da regl olamayan erkeklere ağlamayı yakıştıramayız, bizim hem lanet hem nimetimiz olan bu doğa olayını kendimize içkin kılarak hem erkeği aşağılar hem de dışlarız. Ağlayışını bir regl oluş taklidi sayarız bilinçaltlarımızda. Bu zulmün bu nimetin bize getirdiği toplumsal aşağılanmayı ve toplumsal yüceltilmeyi(tabi varsa…) erkeğe veremeyiz, bize ait çünkü, içimize işlemiş, benimsetilmiş bize.
Oysa regl olmak bedensel bir durumken, ağlamak duygusaldır. Hem biz kadınlar neden gerçek duyguları, sevebilmeyi, kalbinden bir parça kopması durumunu bir erkeğe veremeyiz? Hadi biz vermeyi kabul etmiyoruz, neden erkekler de kaçar bundan, ağlamayı bir aşağılanma sayarak? Neden “Erkek adam ağlamaz!” diye bir klişemiz var hala çok revaçta olan? Hatta ağlayan kadınlara da gıcığız muhtaç göründükleri iddiasıyla. Neden korkuyoruz ağlamaktan, regl olmaktan korktuğumuz gibi? Neden korkuyorlar ağlamaktan, regl olmaktan korktukları gibi…
Çünkü unuttuğumuz bir şey var, vücut ne zaman regl olsa, ne zaman kurtulsa plasentasından, yerine yenisini koyar. Her ay yeni bir bebeğe gebe kalmak üzere, hatta bazen kalır da. Aynen biz de yeni bir kalbe hamile kalmak için ağlarız. Kırılan kalbimizin bütün parçalarını, tek tek ve ayrı ayrı, gözyaşlarıyla attıktan sonra yenisini koyarız yerine, tekrar kırılsın ya da bir çocuk dünyaya getirsin de o çocuk gururumuz, gözümüzün nuru, devamımız, bizden ayrı, bizden bağımsız ama bizim bir parçamız olsun diye, adını aşk koyalım diye…
O yüzden bırakın ben ağlayayım. En küçümseyeceğiniz, en aşağılayacağınız, en acıyacağınız veya en kaçacağınız biçimde. Ben ağlayayım her seferinde yeni bir kalbe gebe kalmak üzere, eninde sonunda biri aşk olur diye. Siz mi, sizse istediğinizi yapın. Nasılsa kimse sizin çocuğunuza ya da çocuksuzluğunuza dil uzatamaz. Burası özgür(!) bir ülke.
Üçü Bir Arada - Beklemek Korkmak ve İstemek
“Dudaklarımın gerisin geriye çekildiği; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim.” diye küçük iskender yazmasaydı da ben yazabilseydim keşke. Çünkü hem delicesine korktum senden hem de ölürcesine bekledim seni. Bir de çok istedim, inanılmaz istedim. Hala bekliyorum, ama hala korkuyorum ve fakat yine de istiyorum…
Sen bakma dışarıdan cesur göründüğüme, her şeyi yapabilirim yeter ki isteyeyim ayaklarıma, umursamaz görüntüme, gülüp geçişime, suratına bakmayışıma, baktığımda alaycı tek kaşımın yukarda oluşuna, kırk yıllık dostuma görüşürüz der gibi tek elimle selam verip veda ettikten sonra arkama bile dönmeyişime, bana baktığında görmezden gelişime. Bakma sen bu yaptıklarıma, hepsi korkudan.
Sensizlikten korkuyorum, şu dünya nasıl bir daha aynı olur sensiz? Bana şiir okuyacak insan bulunur, kitapları anlatacağım, sesine bayıldığım, sabahları beni öpücüklerle uyandıracak birileri eninde sonunda bulunur ama o ses sen olmadıktan sonra neye yarar? Yine de seninle olabilmek daha çok korkutuyor, seninle birlikte olmadan yitiremem çünkü seni. Esas korkaklığım burada işte! Sevmekten, şu insanoğlunun birilerini kendinden daha çok sevmesi mümkünmüş gibi beylik laflar etmekten, ardından insanlıktan çıkmaktan ve seni kendimden daha çok sevmekten, sonra seni kaybetmekten, canımın çok ama çok yanmasından, çok acımaktan, içimde oluşacak boşluktan ölesiye korkuyorum. Bu yüzden seni istemekten korkuyorum; istedikçe kendimden, daha çok istedikçe senden, istemeye inatla devam ettikçe yaşanacak bir sonraki saniyeden korkarak geçiriyorum vaktimi. Oysa sen öyle güzelsin ki!
Bazen iki adım uzağımda durur ve sana baktığımı fark etmezken, aslında kilometrelerce uzaklık anlamına gelen o iki adımı aşıp, yüzünü ellerimin arasına alıp sana bütün uzuvlarımla tek tek bir de ben olarak tek bir bütünlük halinde nasıl korktuğumu, korkup bakamayan gözlerimi, korkup uzanamayan, uzansa dokunamayan ellerimi, duymaktan korktuğu şeylerden kaçan kulaklarımı, korktuğunu bile kabul etmeyen mantıklı davrandığını iddia eden aklımı ya da kaburgalarımla ciğerimin arasına saklanıp korkudan yüzünü göstermeyen kalbimi anlatmak istiyorum. Ben anlatmak istiyorum da sen dinlemek istiyor musun işte bütün mesele bu. Bütün cevaplarının olduğu gibi bu soruya da cevabının muğlâk oluşu zaten korkan benim anlık cesaretlerime de gölge düşürüyor.
Aslında… Aslında bunların hiçbiri değil olay. Olay beni istemeyişin. Olay senin beni istemeyişini kabullenemeyişim? Daha önceleri yapmış olsam da bu sefer “Beni nasıl istemez!?” diye bağıran egomun küstah sesi değil bu, sadece umut. Belkiler… Belki sinirle söyledi, belki öyle demek istemedi, belki ben yanlış anladım, belki sadece, belki, bel… Hem belki de istiyorsun? En yakınlarımla oturup hiçbir şeyim yokmuş gibi gülerken beynimi yavaş yavaş kemiren “umut” adlı kurdun zırvaları bunlar. Üstelik beynimi yedikçe besleniyor, yedikçe büyüyor ve yedikçe semiriyor kendisi, kurtulamıyorum. Beynimi kemiren kurtla birlikte korkumu da katınca işin içine elim kolum bağlı beklemekten başka bir şey yapamıyor, bekledikçe korkuyor, korktukça istiyor, istedikçe bekliyorum seni.
Ama sen benden çok korkuyor, benden çok kaçıyor, üstüne üstlük inkâr ediyorsun yaptıklarını. Hoş belki de gerçekten istemiyorsun. Ben de burada sadece umut mu ettiğimi yoksa gerçeği mi gördüğümü bilemeden, yani cesur mu egoist mi olduğumu anlamadan bekliyorum. Korkmayan cesur olamazmış, çünkü cesur korkuya rağmen devam edenken, hiç korkmayan aptal olanmış, sadece aptallar korkmazmış. Ama madem korkuyorsun, küçük iskenderin de dediği gibi; “senin yaşın aşka tutmuyor çocuğum, hiç gelme / açıkta kalırsın / aşk insanı acıktırır / aşk insanı bir ölüme susatırsa aşk diye anılır”
Senin yaşın aşka tutmuyor sevgilim
lütfen gelme!
Ya da,
Gel…
kuzgun
Yazıktı ona, bilemedi doğduğu gün babasının ona ‘canavar’ dediğini, göremedi hiçbir zaman normal insanlar gibi yaşamı, annesine ‘anne’ diyemedi, mutluluk denilen hislerden en koyusunu çözemedi çözemediği hayatında, arkadaşlık kavramı ona hiç olmadığı kadar uzak, o karanlığa hiç olmadığı kadar yakın…
Sapkınlığımızın mükâfatı cehenneme bile gitmek istese de uzaklaşamadı bir an önce ayrılmak istediği dipsiz kuyudan, kör kütük sarhoş dünyadan.
Her dokunduğu eksik yaratılmışlara mutluluk getirirken, kendisini incitti bilerek, yaşadığı anlar kadar çok dokunuşta canını acıtan duygularla yaşamaya alıştı alışamasa da, incinmenin ayak bileğinde aşil’i oynadı dualardan sıkılıncaya kadar. Uzun uzun altını çizdi yarısına kadar yenmiş kirli tırnaklarıyla oturduğu yerlerde, kendini tanılayan toprak ananın yüzündeki endişenin. Ve kendine tahammül edemediği bir gün dokunuşlarının gerçek hediyelerini, temastan sonra körelen uzuvlarını tuttu. Doğduğu gün bademciklerine kadar uzanan dili bu sefer gülümsemek için devrilmedi ağzının içinde, adeta gırtlağını beraberinde sürükleyen bir parça gibiydi, kerpetendi. Kopan cinsel organından fışkıran kan kadar olmasa da en az onun kadar kan fışkırmıştı kulak zarının delinişinin sebebi çığlıklarla yırtılan boğazından. Yaşama tutunmak için annesinin karnından çıkan küçük bebeği ve ilk üç gün işenen kanı hatırladı buz misali donuklaşan benliğinin bir yanlarında. Babasının kan çanağı gözlerinin açılmışlığını gördü kâbuslarındakiler gibi. Yuvalarından fırlamaya çalışan yuvarlakların kendi gören tek özünün içine baktığı çivilendi kalbinin bir odacığına, sıkıştı kalbi avucunun içinde sıkışan cinsel organı gibi. Eli yavaş ve dikkatli yaşam filmini izleyemeyen soluk gözünün önüne gitti, kanlı parmaklarını toprağı oyar gibi soktu göz yuvasının içine. Geçmişine dair tüm hatıralarını kopardı vücudundan anlarda. Acı denen gerçeklik, kalbinden pompalanan kanla ulaşması gereken yerlere ulaştığında, yaşayan gözünden süzüldü beraberinde yaşla. Var olmuştu.
Tutunamayıp akan suların içinde sürüklenen yaprağa benzetti kendini, derenin içine girdiğinde. Elleri sadece kendisini iyileştiremiyordu. Dokunmak sadece onda çalışmıyordu anlaşılan. Anlaşılan kendisine dokunamıyordu diğerlerine donduğu gibi. Aksedildiğinde canavarlaşan bedeni akan suyun üzerine babasının geleceği gördüğünü düşündü çalışan beyniyle.
O kimdi ki? Adı neydi? Hafıza elinin arasından süzülen su misali akıverdi akan kanlarla beraber bedeninden. Ne kadar yaşardı daha?
O kimdi ki? Tanrının verdiği eksiklikleri o nasıl verebilirdi? Günahkâr mıydı? Değiş tokuş yapılır mıydı uzuvlar? O yapmamıştı. Ebe kadın öldüğünde cehennemin dibini boylayacaktı. Kırmızı, kan kırmızısı cehennemi. Ya da bize öğretilenlerin dışında mavi soğukluğu… Tanrı denen varlık onu da alsaydı yanına şu an, affedebilirdi O’nu.
Ormanın içine süzüldü, insanlardan uzak çok uzak bir yer aradı. Bacaklarından süzülen kana bakılırsa ne kadar yaşardı ki daha. Sadece bekledi. Bir gün, iki gün, üç gün… Ölmüyordu. Bedenini kasıp kavuran acı her geçen saniye daha da artıyordu. Acı dindiricisini bulmalıydı. Kalbini durdurmalıydı. Acıyı pompalayan o küçük şeyin canını almalıydı.
Kopardığı kol kalınlığında dal parçasını sivriltedurdu acılarının ona verdiği kuvvetle. Biteceği an için tanrıya şükretmekten başka çaresi var mıydı ki yaşadığı bu zamana kadarkilerle beraber. Bittiği takdirde O’nu affetmek yapacağı ilk iş olacaktı varsa eğer diğer yaşam. Kendisine verilmeyen ikinci şansı o tanrıya verecekti.
Sivri ucu gök kubbeye bakacak şekilde iyice soktu toprak ananın kalbine dal parçasını. ‘…ist’lerden birini seçti kendisine.
Şarap tadında kokunun arasında düşerken sivri dal parçasının üzerine benliğine kazınmış tüm acılar teker teker siliniverdi kendisine ‘kuzgun’ adını koyarken. Düşerken tüm denizkızlarının boğucu çığlıklarını hissetti teninde ve gardını aldığında hayata karşı sonu bilinmeyene doğru yolcuğun bu karamsarlıktan daha karanlık olmayacağını diledi son isteği üzerine. Huzur, istediği tek histi. Ne görmek, ne duymak, ne sevişmek, hiçbiri ama hiçbiri ona huzur kadar doyurucu gelmemişti. Düşmek… Kaburgaların kırılması, hiç olmadığı kadar açık görmek, huzurun bedene yayılması…
Semada bir kuzgun kanatlarını sonsuzluğa çırparken o çoktan tanrıyı affetmişti.