içimi dolduran boşluklar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
içimi dolduran boşluklar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

asfaltta karanlık

Orada biri var, nesne, yüklem, ünlem. Kadın ağlıyor, siyahların üzerinde, saçları karman çorman. Gözyaşları yanaklarından süzüldükçe dudakları çatlıyor.
Asfaltın üzerinde kan var, kırmızı, koyu, kuruyacak. Yerlere saçılmış giysiler, kanlı, yırtık.
Kafamızı durup durup çukurlara sokuyoruz, çukurlar karanlık. İç çekiyoruz, içimiz çürüyor. Kokuşmuşluğumuzun sebebi derinlikler, buz gibi, sular damlıyor.
Asfaltın üzerinde bir duvar, yıkılacak bir gün, içimiz dışımıza çıkacak, kan, her yerde, kopkoyu. Ağladıkça sakinleşiyor bir de kadın.
O bir anne, kardeş ya da bir yabancı. Halimiz duman, saçlar darmadağın.
Kuyunun içinde bir çukur, beyazlar ve siyahlar. Ayrım yapılan bir dünyanın kuyruksokumu, kırılacak bir gün.
Gelecek, yarından sonraki gün, ilerledikçe başparmağımızla gösterdiğimiz yere, sonsuzluğa doğru kaçıveriyor. Oralarda bir yerde, asfaltın üzerinde, bir kadın, bir gömlek, bir nesne.
Her yer kan, biri ağlıyor, kadın ya da erkek, halimiz duman, elimizin içi kaşınıyor.
Geliyorlar, bizim için, ağır ağır yol alıyorlar. Gömlekte bir leke, kollar kıvrık, çizgili. Kurumuş kırmızılık, cebi delik, kafamızı koyacak bir omuz.
Ortada bir ölü, havada sinekler. Karanlık ortada, elimizi kaldırıyoruz. Omuz eski, yanlış yapmaz, bize yanlış hiç yapmaz. Yanılıyoruz. Gerideyiz, küçüğüz, küçümseniyoruz.
Ortada bir beden, kırmızı, ölü, çıplak, asfalt ortada, siyah. Sıcak her yer, omuz soğuk. Düşündükçe deliriyoruz.
Biri var orada, başında bir nesne, ağlıyor, saçları uzun, siyah, beyaz. Ölü var ortada, cansız, kurumuş, sinekler altında yatıyor, yastık, kılıf.
Gömlek kanlı, beden susuz, omuz soğuk. Ortada bir mesele var.
Mesele büyük, derin ve karanlık. Kafamızı sokup sokup çıkarıyoruz, görmek için, duymak için. Gözler çoktan sağır olmuş, kulaklar kör.
Ellerimiz kaşınıyor, avuç içlerimiz yukarı bakıyor. Medet umduğumuz yanıltacak bizi, derinlerde bir yerde, koyu bir karanlık.
Yıkıp bedenimizi, taşlarımızı biz dizeceğiz, omuz bakakalacak, omuz hiç olmadığı kadar yalnız kalacak.
Soğuk, her yer. Aşağılardayız, yukarılarda bir omuz, ayna ters, yalın, sert. Tokat patlayacak, ellerimiz kaşınıyor, suratın tam ortasına, avuçlar göğe dönük, omuz yerle bir, dudaklar çatlak. Kan akacak, gömlek yırtık, beden susuz, diplerde karanlık. Soğuk yakacak, sinekler tepemizde, delireceğiz.
İçimiz çürüyecek, kokuşacağız, söveceğiz halimizi, anlayacaklar bizi, omuz bizi anlayacak, bir baş arayacak.
Orada bir asfalt, asfalt sineklerin altında, arada bir beyin, kafası dağılacak. Kıçımızın üzerine oturup susacağız. Biri ağlayacak, biri ölecek, nesne, yitik bir omuz, öksüz.
Ortada kalacak, kimsesiz, susayacak, kırmızı bir gölek, çizgili, kolları kıvrık. O surat sadece bakacak, gözler çizgili, tek başına.
Acıkacak, bir dilim ekmek bulamayacak, suçlu arayacak, laf sokacak, o bir sinek, kafamızın üzerinde kafamızı ütüleyecek.
Bir nesne, asfaltın üzerinde, bir yerlerde ağlayanlar, anlamayanlar, küçümseyenler. Ortalık kızışacak, birileri susacak, derinlik içimizde, içimiz karanlık. Koyu bir kan, süzülecek yanaklardan, dudaklar çatlayacak, ortada bir delik. Kafamızı sokup sokup çıkarıyoruz, gördüğümüz tek şey karanlık.

paylaş:

insan postuna bürünmüş baykuş


Yalnızlıklar, çöl nakışlı bir serap. Susuzluğumdan içtikçe kuruyan çene kemikleri ve elle sayılabilen kaburgalar çatlamış vücutlarda. Her bir diş görünür gülüşlerde ve her iç çekişte büzülür dudaklar. Elinden tuttukça kaçan tenler, at koşturmaca, kedi-köpek, tavşan-tazı…
Tütsülenmiş yanakların elmalığından gelir cehennemliğimiz, korlardandır ayaklarımızın acısı. Islandıkça yapışkanlığı artar dilimizin ve terler yürür kasıklarımızda, kalbimiz dünden daha hızlı atar, geçmiş, beşiğimizde beslediğimiz hayvanımız.
Elimiz gezindikçe varoluşta, gittikçe yok olur gözkapakları, yakınlaştıkça karanlık, büyür kalbimizde uykular. İşaret parmağı değerse çatlamışlığa, aralanır ağzımız ve derin nefes alışlar. Kavun kokan arabanın içindeyiz, mevsimlerden kırmızı ve birkaç saniye sürecektir beklemeler. Radyodan süzülen parazitler, yan kapıdan bakan meraklı gözler ve gecelerden sarı olunca ellenen vites kolu.
Anlık göz kapayışımızda beynimizin karanlıktan sarhoşluğunu hissederken parmak uçlarımızda, titremelerimizi bastırmak için tırnaklarımızı geçirdiğimiz deri koltuklar.
Yalnızlık, büyük bir sürünün içinde, cızırtılar, meraklılar ve sarhoşluk uç noktalarda.
Yutkunmakta zorlanıyoruz, yutkunmanın bir şeyleri yanlış yaptığımızın ya da bir şeylerin ters gittiğinin kanıtı olduğunu hepimiz biliyoruz. Bildiğimiz halde yutkunuyoruz.
Laf geçirgenliğinden sivrisineklerin gazabını hissettikçe tenimiz, suçumuzun farkına varmadıkça, bildikçe geri dönüşlerin mezar taşlarını, açtıkça ellerimizi yüzümüz varmış gibi göğe ve kovaladıkça elini çekenleri, ıslanmaya devam edecek yanaklarımız, kokusu burun kemiğini kıracak, vücut kalıntılarımız uçuncaya kadar, biz kendimizden vazgeçecek ve sürünün içinde, yalnız, sadece bedenimizle kalacağız.
Kokulardan yeşili görüyoruz yollarda. İki seçenek gözümüzü çıkaracak. Ya yola devam edeceğiz, susuzluğumuza yenik düşüp, seraplara doğru kovalayacağız istediğimizi, isteklerimizi, frekansı değiştirip bir şarkı tutturacağız, eğleneceğiz belki de, kendimizi kandıracağız.
Diğerini seçiyorum.
Duruyorum.
Meraklı gözler boyunlarını elverinceye kadar çeviriyorlar yanımdan geçerken. Baykuşların insan postu giyebildiğini bilmezdim. Hep yanıldım hayatımda, bu kez yanıltmak için duruyorum. Yeşili tutsaklığa dönüştürüyorum. Kornalar çalınıyor arkamda, selektörler, küfürler de tabii. Ben hayatı seçiyorum. Kendi bedenimin postuna bürünüyorum. Yere düşen yüzlerimin üzerinde söndürüveriyorum sigaramı.
Cısss.

paylaş:

uçmak

Sırf bunların sebebi ben değilmişim gibi oturup bir de ağlayasım geliyor. Hiçbir zaman tuhaf olduğumu düşünmedim, kendime ucubeliği konduramadım bile. Nasıl olur da gözlerim sulanır anlam veremiyorum. Her tarafımı saran korkulukların arasında kendimi kargaya benzetiyorum. Gece olmadan güne geceyi getiren bir varlıkmışım gibi tanrının yokluğunda gözüm kapalı tanrılaşıvermişim ve yok etmenin bu kadar kolay bir şey olduğu aklıma dank ettiğinde düşünmeden yok etmişim, sanki var eden benmişim gibi.
Kimseye sormadım. Hiçbir zaman da cevap alamadım. Dumandan boğulurken yaktığım sigaranın üzerine ikincisini yaktım ve üçüncüsünü. Ayıp denileni yaptım ben, kuralların kim tarafından konulduğunu öğrenmek için tanrımdan vazgeçip bir de kafa tuttum ona. Kendimi affettirebilmek için yapacağım hiçbir şey yok artık.
Bunalım denen kavram suratımı yalıyor. Düşüyorum durmadan kâbuslarımda. Elini uzatanı hiç görmedim.
Ben de koşardım oysa. Yağmur yağdığında sırtımda çantam, gölcüklerin üzerinde zıplar, paçalarım çamurla yıkanana kadar da durmazdım. Gökyüzünden benim için meleklerin indiğine inanırdım, göremesem de. Geceleri uyumadan önce dualar ederdim. Başıboş kaldığımın farkına varır varmaz birisi elimi tutar evcilik oynardık. Yazın sıcağında fıskiyelerin altına girmeye bayılırdım. Ve balonların içinde gökyüzüne doğru yükselirdim rüyalarımda.
Sanmıyorum. Ben ölmeden dünyanın batmayacağını düşünemiyorum. Belki de artık pes etmişlerin yanına gitmeliyim. Yaşadıkları her saniye yaptıklarından biraz daha pişmanlık duyan, beyinlerini tuzlayıp ekmeklerine katık edenlerin yanına. Gitmeliyim. Arkama döndüğümde vazgeçeceğimi biliyorum. Ben, çoktan vazgeçtim.
Göz kapaklarım mı kapanıyor yoksa ışıklar mı sönüyor. Var denen yok olmuş. Onun için artık ‘vardı’ kullanılmalı. Kimse yok demiyor zaten. Işıklar gözlerimin içinde sönüyor.
Anlam verilemeyen tutarsızlığımdan bitkin düşüyorum dizlerimin üzerinde. Kollarımı açmışım, bedenimden çıkmayı bekliyorum. Vahşetin kucağına oturmaya az kaldı. Ya onun olacaktım ya yok olacak. Seçimim ona göre en iyisiydi. Artık af dilemeye yüzüm kalmadı. Cesaretim de yok tu zaten. Bu dünya ben ölmeden batmayacak bu doğru. Bunu biliyorum, çünkü fısıltısını duyuyorum. Bana öfkeli, kendini zor tutuyor. Ama birileri çoktan anladı, hatta suratındaki gülümsemeyi hissedebiliyorum. Acıyanlar bizlere, onlar için artık yeni bir dünya gerekli.
Üşüyorum ve gözbebeklerim küçülüyor, görmekte zorlanıyorum. İncecik şeyin içinden geçen sıvı beni oradan oraya savuracak ve uçuracak. Siz de hiç istemediniz mi uçmayı. Hep dilerdim küçükken kanatlarımın olmasını, gökten inen meleklere eşlik etmek isterdim. Ve ağlardım da gittiklerinde.
İlk önce yanma ve görüyorum, gözbebeklerim büyüyor. Ensem kafamı tutmaktan yorgun düşmüş, seriliveriyorum yere. Hiçbir şey bu kadar haz veremez bana. Seçimimi yaptım çoktan. Kanatlarım var ve gökyüzündeyim çoktan. Size yukarıdan bakıyorum. Üstelik burada elimi tutanlar var. Bana acıyorsunuz, hissediyorum. Ama ben ölmeden dünya düşmeyecek, bunu bilin.


paylaş:

eti kemik geçerken

Her baykuş çığlığında bir nefes daha yaklaşıyorum son denen başlangıca. Keman sesiyle içim ürperiyor. Küçük bir çocuğun flu göz çırpışlarında kalbim sıkışıyor sanki, ben sıcacık yaz akşamında kışı özlüyorum.
Bileğimi ısırıp saat yaptığım günleri hatırlıyorum. İğde kokulu saf düşüncelerin sabahında, yumuşak kucaklarda buluyorum kendimi ve bir de geçmişe kırpılan bir göz. Ömrü çalınan kelebeklerin dansı bu gökte, yere düşmekte geciken yağmur damlası ya da bisikletten düşen çocuğun kanayan dizi, yalanan bir dondurma, güneşi yakalama hevesi.
Uzun bir yolun sonunda, soluklanıp su içmek kadar yaşamı hatırlatan dipsiz zifiri, geceler, güneşin ölümü ve doğması yeniden.
Sesleri geliyor geriden, uzaklardan keman yaylarının ve bir de ölümsüzlüğe söylenen şarkılar. Susup sadece kalbimin farkına varıyorum, kaybettiğim hayatlar geçiyor avuç içimden ve kırılmak üzere düşüyorlar toprağa.
Bir daha hiç okunmayacak sayfaların çevrilmesi gibiyim ellerde, ulumaları duyuyorum. Sevginin demi bu, yitişlerde, çiseleyen haykırışlar.
Birileri hala gururuna yenik yalnızlığa vuruyor kendini. Küçülmemek için daha, susmayı seçiyor haklı olarak. Ağız kafesinde dilin feryadını duymuyor.
Uçsuz bucaksız, yığınla buğday tarlasında etekleri uçuşan çocukların koşuşturmacası bu. Altınlar içinde saf kalplerini özgürleştirme çabası.
Çığlıklar, geceyi delip geçen, azıcık ölümü hatırlatan, buz gibi.
Meleklerin sesi mi olurmuş? Onların kanatları olduğunu zannederdim. Yumuşak dokunuşlarla süzülüverirlermiş korktukları dünyaya ve fanileşirlermiş gördükçe insanların hallerini ve dans ederlermiş yataklarda.
Susuzluğumuzdan arda kalan bir yan bu, geçmişimiz, arkamıza dönmeye korkar olmuşuz. Orda, görüyor musun? Dokunsan kanatları kırılacak, seslerini duyacağım, kanatları olduğu kadar sesleri de varmış.
Dizlerimin üzerine çökmüşüm, yerleri kana buluyorum, dizlerim acıyor. Ellerimi kıvırıyorum, süzülüveriyor kelebek misali boşlukta ellerim ve onları avlayan baykuşları görüyorum tepelerde hızla yaklaşan.
Işığa aç böceklerin dansına şahit oluyorum lambanın üzerinde, mutluluktan ne yapacaklarını şaşırıyorlar.
Birileri yorgun, ellerinde bastonlarıyla yürümeye çalışıyorlar ve cennetin kapılarını çalıyorum korkarak. Elimde bir sigara, ciğerlerim bayram ediyor. Açan yok anne, ben buraya ait değilim.
Upuzun tozlu yollarda üzerinden geçilmiş yılandan farksızım ve beni çekiştiren çocuklar var, ikiye bölüyorlar.
Bırakıyorlar kendilerini gökten melekler, kalp atışlarım seslerine karışıyor ve beni korkutan şu baykuşlar. Çağırıyorlar beni.
Arkamda duran birisi var, ensemde soluğunu hissediyorum. O kadar korkuyorum ki elimdeki dondurma eriyor, dizlerimde kan ve kelebekler uçuşuyor midemde, arkamdaki bana saati soruyor.
Bileğime baktığımda saat, eti kemik geçiyor.
paylaş:

korkuluklar

Küçük aklımızla büyüklere taş atar, bilmişliğimizi konuşturmak için elimizi kolumuzu sallar, laf dalaşına girerdik. Üfleseydik balon olurdu zamanında düşlerimiz. Gözlerimizde çapaklar, uyanırdık sabahları öğleye bağlayan takvimlerde ve bir de pate gibi saydam düşlerimiz. Korkuluklara sığınırdık kargalardan, herkes yerden yüksek oynardı ve de ramazan gecelerinde davulcuyu kovalamalar.
Büyüseydik adam olacaktık, dünyayı biz taşıyacaktık da olmayınca olmuyor, zaman hiç de göründüğü kadar hızlı akmıyor.
Okul duvarlarında sigara tüttürürdük ciğerlerimizi doldura doldura, görseler kulaklarımızı bile çekerlerdi. Biz acılardan nasibimizi almışken, küçülmeyi ne de çok istermişiz, farkında değiliz. Yaşlar dolsa ellerimize bir kurşun kalem gibi, ve boyasak yeniden dişlerimizi kırmızı kalemlerle, uçaklar yapsak da süzülsek tüm dertleri unutup, sigara içtiğimiz duvarlara konsak.
Biz, küçücük aklımızla büyüklere büyüklük taslardık, sen sus bakalım cevabını alana kadar da çenemiz kapanmazdı hani. Ve biz susup konuşmayınca içimize atardık fikirleri, belki bir gün çizeriz de suçlanırız belki.
Ama dur, severdik de biz. Öpüşmelerimizden rahatsız ederdik insanları, yataklarımız sadece sigara kutusu olurdu da sesi kamufle ederdik kapağını kapatıp, bizi ele veren sadece dumanlar olurdu. Biz küçükken de öpüşürdük, kalorifer peteklerinde ısınırdık soğukta ve çatlamış dudaklar ıslanırdı yazları, terden sırılsıklam olurduk.
Yumuşatırken boğazımızı sımsıcak çayla, dem vurur kaderimize geçmiş ve biz düşler dilerdik gelecekten, konuk olmak isterdik.
Biz büyükken dosttuk herkesle, sigara bile içerdik doğrusu, terden sırılsıklam olmasak da koşardık önümüze doğru ve bize geçmişi sorduklarında arkamızı işaret ederdik, bizim için geçmiş çoktan bitmişti.
Biz korkuluklara sığınırdık kargalardan, kargalar korkuluklara sığınırdı yağmurda ve biz büyür olduk bir an, korkumuzdan korkuluklara sığındık.
paylaş:

Ağlamak veya Regl Olmak

Ağlamak neden hep olumsuz çağrışımlar yaratır? Neden insanlar ağlamaktan korkar, birileri ağladığını görünce utanır, gözyaşlarını saklamaya çalışır, boğazındaki düğümü bastırır, yıllardır ağlamadığını ya da ölüm hariç hiçbir şeye ağlamayacağını gururla söyler, kadınlar ağlayan erkekleri (genelde) itici bulur, babalar “Sadece zayıflar ağlar!” diye azarlar kızlarını, ağladığı görülen insana ağlamaması söylenir… Neden yapılır bütün bunlar?
İnsana en iyi gelen şeydir aslında ağlamak, bir genç kızın regl oluşuna benzer. Öncesi rahatsız ve huzursuz, oluş anı da sancılı. Ama ikisi de huzuru getirir bitişiyle. Şu an aynadaki yansımamdan seçebildiğim kadarıyla, iki katına çıkmış gözlerim, sarhoş olmuş Hoptediks’in burnunu andıran burnum, pamuk prensesin dudak tanımına benzeyen dudaklarım, karman çorman kısmen ıslak saçlarım ve buruk gülümsemem bunu düşündürüyor bana.
Çünkü az önce yatağımın üzerinde bir cenin gibi kıvrıldım ve ağladım. Hem de en rahatsız edici haliyle, titreyerek, hıçkırarak, biraz da anlamsız sesler bütünüyle nefes almakta zorlanarak… Tutmadım gözyaşlarımı, hıçkırıklarımı bastırmaya çalışmadım, bir insanın en zayıf en çaresiz en güçsüz haliyle, yani kendime sarılarak ağladım. Bir de ağlamamı hızlandıracak, sonra da arttırıp patlama noktasına getirecek şarkılar dinledim ki ağlamam yarım kalmasın, başlasın ve son gözyaşına kadar akıtayım plasentayı atar gibi vücudumdan. Bıraktım normalde kendimi düşünmekten men edeceğim şeyler gelsin aklıma, gelsin ve canımı acıtıp geçip gitsinler içimden. Zaten başlamış bir kere, acının azı çoğu fark etmez, bilen bilir, acıyabildiği kadar acısın. İyileşme süreci de aynıdır üstelik, dediğim gibi acının azı çoğu fark etmez çünkü.
Hem birçok kadın da dahil olmak üzere reglin vücuttaki pis kanı atmak olduğunu zannetmez mi insanların çoğu? Oysa genç kız da olsa koca kadın da olsa, sahip olamadığı bebeğe ağıt yakar dişi vücudu regl olurken, aynı ağlamak gibi. Ağlamak olmayana ağıt yakmaktır, olmayanı kalbinden atmaktır gözyaşlarınla. Belki de bu yüzden kadınlar daha kolay ağlar, regl olmayı bildiklerinden, erkeklerse acıdan korkarak daha çok acıtırlar canlarını, ağlamamayı marifet sayarak. Biz kadınlar da regl olamayan erkeklere ağlamayı yakıştıramayız, bizim hem lanet hem nimetimiz olan bu doğa olayını kendimize içkin kılarak hem erkeği aşağılar hem de dışlarız. Ağlayışını bir regl oluş taklidi sayarız bilinçaltlarımızda. Bu zulmün bu nimetin bize getirdiği toplumsal aşağılanmayı ve toplumsal yüceltilmeyi(tabi varsa…) erkeğe veremeyiz, bize ait çünkü, içimize işlemiş, benimsetilmiş bize.
Oysa regl olmak bedensel bir durumken, ağlamak duygusaldır. Hem biz kadınlar neden gerçek duyguları, sevebilmeyi, kalbinden bir parça kopması durumunu bir erkeğe veremeyiz? Hadi biz vermeyi kabul etmiyoruz, neden erkekler de kaçar bundan, ağlamayı bir aşağılanma sayarak? Neden “Erkek adam ağlamaz!” diye bir klişemiz var hala çok revaçta olan? Hatta ağlayan kadınlara da gıcığız muhtaç göründükleri iddiasıyla. Neden korkuyoruz ağlamaktan, regl olmaktan korktuğumuz gibi? Neden korkuyorlar ağlamaktan, regl olmaktan korktukları gibi…
Çünkü unuttuğumuz bir şey var, vücut ne zaman regl olsa, ne zaman kurtulsa plasentasından, yerine yenisini koyar. Her ay yeni bir bebeğe gebe kalmak üzere, hatta bazen kalır da. Aynen biz de yeni bir kalbe hamile kalmak için ağlarız. Kırılan kalbimizin bütün parçalarını, tek tek ve ayrı ayrı, gözyaşlarıyla attıktan sonra yenisini koyarız yerine, tekrar kırılsın ya da bir çocuk dünyaya getirsin de o çocuk gururumuz, gözümüzün nuru, devamımız, bizden ayrı, bizden bağımsız ama bizim bir parçamız olsun diye, adını aşk koyalım diye…
O yüzden bırakın ben ağlayayım. En küçümseyeceğiniz, en aşağılayacağınız, en acıyacağınız veya en kaçacağınız biçimde. Ben ağlayayım her seferinde yeni bir kalbe gebe kalmak üzere, eninde sonunda biri aşk olur diye. Siz mi, sizse istediğinizi yapın. Nasılsa kimse sizin çocuğunuza ya da çocuksuzluğunuza dil uzatamaz. Burası özgür(!) bir ülke.



paylaş:

Üçü Bir Arada - Beklemek Korkmak ve İstemek



“Dudaklarımın gerisin geriye çekildiği; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim.” diye küçük iskender yazmasaydı da ben yazabilseydim keşke. Çünkü hem delicesine korktum senden hem de ölürcesine bekledim seni. Bir de çok istedim, inanılmaz istedim. Hala bekliyorum, ama hala korkuyorum ve fakat yine de istiyorum…


Sen bakma dışarıdan cesur göründüğüme, her şeyi yapabilirim yeter ki isteyeyim ayaklarıma, umursamaz görüntüme, gülüp geçişime, suratına bakmayışıma, baktığımda alaycı tek kaşımın yukarda oluşuna, kırk yıllık dostuma görüşürüz der gibi tek elimle selam verip veda ettikten sonra arkama bile dönmeyişime, bana baktığında görmezden gelişime. Bakma sen bu yaptıklarıma, hepsi korkudan.


Sensizlikten korkuyorum, şu dünya nasıl bir daha aynı olur sensiz? Bana şiir okuyacak insan bulunur, kitapları anlatacağım, sesine bayıldığım, sabahları beni öpücüklerle uyandıracak birileri eninde sonunda bulunur ama o ses sen olmadıktan sonra neye yarar? Yine de seninle olabilmek daha çok korkutuyor, seninle birlikte olmadan yitiremem çünkü seni. Esas korkaklığım burada işte! Sevmekten, şu insanoğlunun birilerini kendinden daha çok sevmesi mümkünmüş gibi beylik laflar etmekten, ardından insanlıktan çıkmaktan ve seni kendimden daha çok sevmekten, sonra seni kaybetmekten, canımın çok ama çok yanmasından, çok acımaktan, içimde oluşacak boşluktan ölesiye korkuyorum. Bu yüzden seni istemekten korkuyorum; istedikçe kendimden, daha çok istedikçe senden, istemeye inatla devam ettikçe yaşanacak bir sonraki saniyeden korkarak geçiriyorum vaktimi. Oysa sen öyle güzelsin ki!


Bazen iki adım uzağımda durur ve sana baktığımı fark etmezken, aslında kilometrelerce uzaklık anlamına gelen o iki adımı aşıp, yüzünü ellerimin arasına alıp sana bütün uzuvlarımla tek tek bir de ben olarak tek bir bütünlük halinde nasıl korktuğumu, korkup bakamayan gözlerimi, korkup uzanamayan, uzansa dokunamayan ellerimi, duymaktan korktuğu şeylerden kaçan kulaklarımı, korktuğunu bile kabul etmeyen mantıklı davrandığını iddia eden aklımı ya da kaburgalarımla ciğerimin arasına saklanıp korkudan yüzünü göstermeyen kalbimi anlatmak istiyorum. Ben anlatmak istiyorum da sen dinlemek istiyor musun işte bütün mesele bu. Bütün cevaplarının olduğu gibi bu soruya da cevabının muğlâk oluşu zaten korkan benim anlık cesaretlerime de gölge düşürüyor.


Aslında… Aslında bunların hiçbiri değil olay. Olay beni istemeyişin. Olay senin beni istemeyişini kabullenemeyişim? Daha önceleri yapmış olsam da bu sefer “Beni nasıl istemez!?” diye bağıran egomun küstah sesi değil bu, sadece umut. Belkiler… Belki sinirle söyledi, belki öyle demek istemedi, belki ben yanlış anladım, belki sadece, belki, bel… Hem belki de istiyorsun? En yakınlarımla oturup hiçbir şeyim yokmuş gibi gülerken beynimi yavaş yavaş kemiren “umut” adlı kurdun zırvaları bunlar. Üstelik beynimi yedikçe besleniyor, yedikçe büyüyor ve yedikçe semiriyor kendisi, kurtulamıyorum. Beynimi kemiren kurtla birlikte korkumu da katınca işin içine elim kolum bağlı beklemekten başka bir şey yapamıyor, bekledikçe korkuyor, korktukça istiyor, istedikçe bekliyorum seni.


Ama sen benden çok korkuyor, benden çok kaçıyor, üstüne üstlük inkâr ediyorsun yaptıklarını. Hoş belki de gerçekten istemiyorsun. Ben de burada sadece umut mu ettiğimi yoksa gerçeği mi gördüğümü bilemeden, yani cesur mu egoist mi olduğumu anlamadan bekliyorum. Korkmayan cesur olamazmış, çünkü cesur korkuya rağmen devam edenken, hiç korkmayan aptal olanmış, sadece aptallar korkmazmış. Ama madem korkuyorsun, küçük iskenderin de dediği gibi; “senin yaşın aşka tutmuyor çocuğum, hiç gelme / açıkta kalırsın / aşk insanı acıktırır / aşk insanı bir ölüme susatırsa aşk diye anılır”


Senin yaşın aşka tutmuyor sevgilim


lütfen gelme!


Ya da,


Gel…

paylaş:

kuzgun

Kalbi o kadar ağırdı ki doğar doğmaz annesinin canını almıştı, cinsel organdan çıkmak yerine karnı deşip geçerken. Bir canavarın dünyaya geldiğini düşünen baba sigarası sönmeden diğerini yakarken kanlı sıcak su dökülüverdi ebe kadının elinden, iki parmak arasındaki sigaraya tutunamayan küllerin üzerine. Parmak aralarında annesinin bağırsaklarını tutan, daha dünyanın yuvarlak olduğunu bile bilmeyen bebek gözünü şekli hakkında yorum yapamadığı bu dünyaya açtığında, başındaki bezi saçı üzerine sıkı sıkı sarmış, bir gözü diğerinden farklı kadını gördü, elleri kanlı.
İçeride nelerin döndüğüne bir anlam veremeyen babanın imdadına gökte süzülen yıldızlar yetişse de onun görecek ne gözü kalmıştı ne de içecek bir sigarası. Yanında sadece uçuşup sümüklerine yapışan sinekler bir de karısının yere dökülen suyunu yalayan komşunun köpeği vardı. Köpek hırlamaya başladığında tüm sinekler bir şeyden kormuşçasına uçuşuverdiler, kuyruğunu iki arka bacağının arasına sıkıştırıp kaçan köpeği kovalar gibi. Ebe kadın babanın yanına geldiğinde, elindeki çarşafın arasında bir gözü diğerinden farklı olan küçük bebek büyük kafasını çevirdi babasına doğru ebe kadının kucağında, tam da babası ebe kadının iki gözünün de aynı olduğunu görüp apış arasındaki aletinden sidiğini salınca. Babanın gözlerindeki şaşkınlık pantolonundan süzülen sıvıdan daha dikkat çekiciydi. Ortalıkta ne vızıldayan sinek ne de hırıldayan köpek vardı, yere dökülen kanlı sudan da kötü kötü kokular yükseliyordu.
Ebe kadının memeleri arasından nefes almaya çalışan bir gözü doğduğu anki gibi olmayan büyük kafalı küçük bebek ciğerlerini yakan havadan bir haber gülümseyip duruyordu bademciklerine kadar uzanan dilini devirerek. Koşarak kapıdan içeri girdiler, memeleri hoplayan bir gözüyle diğer gözü arasında fark olmayan ebe kadınla gözleri kadının gibi olmayan büyük kafalı küçük bebek. Kulaklarında memeleri hoplayan kadının kaburgalarını kırmayan çalışan kalbin sesi vardı.
Dilini devirerek gülmeye çalışan kafası kendisinden büyük olan bebek, ebe kadının kocasının kıyafetlerini yırtarcasına çıkardığını izledi tek gözüyle, diğer gözüne inen perdenin farkında olmadan. Ebe kadının kocasının aletine küçücük ellerini sürttüğünü, bütün gece boyunca yorulmadan inleyerek birbirlerinin üzerlerinde hopladıklarını ve bu olaydan sonra ilk üç gün kan işeyeceğini hatırlayacaktı yıllar sonra.
Yaşamı tek gözü ve kısmen çalışan aletiyle doğduğu gün onu evlat edinen ebe kadının yanında geçti o güne kadar. Ebe kadının sonradan azgınlaşmış kocasının öldüğü o gün, anne diye bildiği o kadın kocasının cansız bedenine dokunmasını istediğinde, arkasına bile bakmadı gören tek gözüyle. Çekip gitti. Vücudunda ona bahşedilen tüm uzuvları yavaş yavaş teker teker kaybedeceği aklının değil bir ucundan diğer hiçbir ucundan bile azıcık da olsa geçmemişti. Kader denilen kara sayfalara bıçakla kazılmış romanda o, sonu hayırlı vesilelere yorumlanmayan başkarakteri oynayacaktı.
Yazıktı ona, bilemedi doğduğu gün babasının ona ‘canavar’ dediğini, göremedi hiçbir zaman normal insanlar gibi yaşamı, annesine ‘anne’ diyemedi, mutluluk denilen hislerden en koyusunu çözemedi çözemediği hayatında, arkadaşlık kavramı ona hiç olmadığı kadar uzak, o karanlığa hiç olmadığı kadar yakın…
Sapkınlığımızın mükâfatı cehenneme bile gitmek istese de uzaklaşamadı bir an önce ayrılmak istediği dipsiz kuyudan, kör kütük sarhoş dünyadan.
Her dokunduğu eksik yaratılmışlara mutluluk getirirken, kendisini incitti bilerek, yaşadığı anlar kadar çok dokunuşta canını acıtan duygularla yaşamaya alıştı alışamasa da, incinmenin ayak bileğinde aşil’i oynadı dualardan sıkılıncaya kadar. Uzun uzun altını çizdi yarısına kadar yenmiş kirli tırnaklarıyla oturduğu yerlerde, kendini tanılayan toprak ananın yüzündeki endişenin. Ve kendine tahammül edemediği bir gün dokunuşlarının gerçek hediyelerini, temastan sonra körelen uzuvlarını tuttu. Doğduğu gün bademciklerine kadar uzanan dili bu sefer gülümsemek için devrilmedi ağzının içinde, adeta gırtlağını beraberinde sürükleyen bir parça gibiydi, kerpetendi. Kopan cinsel organından fışkıran kan kadar olmasa da en az onun kadar kan fışkırmıştı kulak zarının delinişinin sebebi çığlıklarla yırtılan boğazından. Yaşama tutunmak için annesinin karnından çıkan küçük bebeği ve ilk üç gün işenen kanı hatırladı buz misali donuklaşan benliğinin bir yanlarında. Babasının kan çanağı gözlerinin açılmışlığını gördü kâbuslarındakiler gibi. Yuvalarından fırlamaya çalışan yuvarlakların kendi gören tek özünün içine baktığı çivilendi kalbinin bir odacığına, sıkıştı kalbi avucunun içinde sıkışan cinsel organı gibi. Eli yavaş ve dikkatli yaşam filmini izleyemeyen soluk gözünün önüne gitti, kanlı parmaklarını toprağı oyar gibi soktu göz yuvasının içine. Geçmişine dair tüm hatıralarını kopardı vücudundan anlarda. Acı denen gerçeklik, kalbinden pompalanan kanla ulaşması gereken yerlere ulaştığında, yaşayan gözünden süzüldü beraberinde yaşla. Var olmuştu.
Tutunamayıp akan suların içinde sürüklenen yaprağa benzetti kendini, derenin içine girdiğinde. Elleri sadece kendisini iyileştiremiyordu. Dokunmak sadece onda çalışmıyordu anlaşılan. Anlaşılan kendisine dokunamıyordu diğerlerine donduğu gibi. Aksedildiğinde canavarlaşan bedeni akan suyun üzerine babasının geleceği gördüğünü düşündü çalışan beyniyle.
O kimdi ki? Adı neydi? Hafıza elinin arasından süzülen su misali akıverdi akan kanlarla beraber bedeninden. Ne kadar yaşardı daha?
O kimdi ki? Tanrının verdiği eksiklikleri o nasıl verebilirdi? Günahkâr mıydı? Değiş tokuş yapılır mıydı uzuvlar? O yapmamıştı. Ebe kadın öldüğünde cehennemin dibini boylayacaktı. Kırmızı, kan kırmızısı cehennemi. Ya da bize öğretilenlerin dışında mavi soğukluğu… Tanrı denen varlık onu da alsaydı yanına şu an, affedebilirdi O’nu.
Ormanın içine süzüldü, insanlardan uzak çok uzak bir yer aradı. Bacaklarından süzülen kana bakılırsa ne kadar yaşardı ki daha. Sadece bekledi. Bir gün, iki gün, üç gün… Ölmüyordu. Bedenini kasıp kavuran acı her geçen saniye daha da artıyordu. Acı dindiricisini bulmalıydı. Kalbini durdurmalıydı. Acıyı pompalayan o küçük şeyin canını almalıydı.
Kopardığı kol kalınlığında dal parçasını sivriltedurdu acılarının ona verdiği kuvvetle. Biteceği an için tanrıya şükretmekten başka çaresi var mıydı ki yaşadığı bu zamana kadarkilerle beraber. Bittiği takdirde O’nu affetmek yapacağı ilk iş olacaktı varsa eğer diğer yaşam. Kendisine verilmeyen ikinci şansı o tanrıya verecekti.
Sivri ucu gök kubbeye bakacak şekilde iyice soktu toprak ananın kalbine dal parçasını. ‘…ist’lerden birini seçti kendisine.
Şarap tadında kokunun arasında düşerken sivri dal parçasının üzerine benliğine kazınmış tüm acılar teker teker siliniverdi kendisine ‘kuzgun’ adını koyarken. Düşerken tüm denizkızlarının boğucu çığlıklarını hissetti teninde ve gardını aldığında hayata karşı sonu bilinmeyene doğru yolcuğun bu karamsarlıktan daha karanlık olmayacağını diledi son isteği üzerine. Huzur, istediği tek histi. Ne görmek, ne duymak, ne sevişmek, hiçbiri ama hiçbiri ona huzur kadar doyurucu gelmemişti. Düşmek… Kaburgaların kırılması, hiç olmadığı kadar açık görmek, huzurun bedene yayılması…
Semada bir kuzgun kanatlarını sonsuzluğa çırparken o çoktan tanrıyı affetmişti.
paylaş: