sensizliğe adanmış yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sensizliğe adanmış yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

akla gelince hüzünleniyor insan


Yavaştan sesler yitmeye başladığında ışıkların değerini anlar oldum. Gözümüzün gördüğü yere kadar başını eğmiş sokak lambaları aydınlatıyordu yolumu, tüm kargaşa bitince, huzmelerin arasından sızan yağmur damlaları ağırdan ağırdan naza çekiyordu kendilerini. Toprak kokusu çoktan doldurmuştu geceyi.
Tek başıma kaldığı söyleyeceğim kimse yoktu kendimden başka, şapkamdan süzülen damlanın teki sigaramı söndürmeseydi ciğerlerimi doldurmaya devam edebilirdim halbuki, fakat gecenin sessizliğinde sarhoş olmuş gökten süzülen yağmurun içine bir cız sesi karıştığında, göz kırpması gibi yenileniyor insan beyni. Farkına varıyorum.
Hissettiklerimin çoğu yeni desem tümden yalancı çıkar çok da para kazanabilirdim ama ne cebimde içecek param var ne de hislerim yeni. Anlaşılan o ki zamanın içinde yıpranmış umutlar büyüyor, geçen günler elime çok da bir şey tutuşturmasa da öldürmüyor aynı zamanda.
Yürüyorum, sokak uzadıkça uzuyor, süzülüyor ayaklarımın altından damlalar, yolunu bulmak için birini durdurup soru sorma gereği de duymuyorlar, dertleri de yalnız bu olsa gerek.
Paltomun omuzları su su çekiyor, nefes alışlarımdan belirli aralıklar su birikiyor burnumda, siliyorum. Kendimle birlikte, ceplerimde ellerim ağır ağır sokağın ortasında yürüyorum. Gece çoktan uykuya dalmış, gün kalkmak için vaktini bekliyor.
Düşündükçe yalan söylemediğim de ortaya çıkıyor, yeni değil yaşadıklarım, bunlarım hiçbiri muhtemelen hiç bitmeyecek. Ayrılık denen şey kimilerine göre büyük sorunlar teşkil etse de bazısına göre kolaya kaçıp paçayı kurtarma çabası. Sürekli büyük çoğu da boş laflar söylendiğinde teker teker yutuluyor her biri, anlık duyguların pençesinde çırpınırken alınan kararların gölgesinde durmak ise zaten tahmin edilen bir eylem.
Ayağıma gelen taşa vuruyorum. Sektikçe sekiyor inişte, bilmeyen, görmeyen aşağılarda bir yerlerde birilerinin selden boğulacağını söyler muhakkak süzülen suları görse. Ayağımı her bastığımda ayakkabımın üzerine doğru çıkışı ise hep fizik kurallarından.
Dayanamayıp bir sigara yakıyorum. İçime çektiğim dumanla dolan ciğerlerimin acısını hissediyorum göğsümde, her ışığın açısına göre dalgalanmalar yapan dumanım esmeye başlayan rüzgara karışıyor. Azıcık serinliyor etraf, toprak kokusu dağılıyor. Gecenin içine uğultular doluyor hafif hafif, yoluma devam ediyorum.
Üzüldüğüm insanlar var bu hayatta. Tanıdığım kadarıyla hiç de tanıdığım kişiymiş gibi davranmayanlar var, insanoğlu çok garip bir varlık, küçüklüğün, saflığın, utanmanın, belki de hayatın ona sunduğu oyunun etkisiyle yapabiliyor bunu, suçu bu yüzden sadece ona yüklemek olmaz.
Sevdiğim, değer verdiğim insanlar da var, oturup bir insana derdini anlatabilmek hele hele o insanın anlattığınız derdi anlaması kadar rahatlatan başka bir şey var mı? Yüreğim huzurla doluyor. Anlaşılmamak hislerin en kötüsü.
Adını unuttuğum bir günde, adını unutmaya çalıştığım insanları düşünüyorum, aklımdan hiç çıkmayan insanları anımsıyorum. Her duman çekişimde zihnim biraz daha açılıyor, esen rüzgara inat yürümeye devam ettikçe sokaklar inadına daha da uzuyor. Ara ara kediler çıkıyor bir yerlerden, kimi pencereden ışıklar vuruyor geceye, kimi sokak lambası yaşama göz kırpmış, bazı yaprakların yoluna devam edebilmesi için yardım gerekli… ben sürekli bir şeyleri düşünerek yürüyorum. Şehir yeni bir gün için hazırlanmaya başlamadan önce aklımdaki tüm düşünceleri, hissettiklerimi bir kenara bırakabilmek için çaba sarf etmem gerektiğini biliyorum. İçimden kimi zaman küfür etmek geliyor. Ağzını bozmak sinirlendiğinde sigaraya sarılmak gibi. Bu sessizliğin içinde, içimdekileri bağıra bağıra kussam, sonu belli bir senaryo yazmış olurum, içime atmaktansa kendimle konuşmak, beni en çok anlayan kişiyle dertleşmek, bilmem hangi saatte, hafif soğuk gecenin içinde yapılması en güzel olay, tütünü de unutmamak gerek. Yine de akla gelince hüzünleniyor insan.

Ve yağmur…
paylaş:

kahrolası kırmızı


Kalabalığın içinde kendimizi yalnız hissediyoruz kimi zaman; uzun vakitlerin geçmesini dilerken ağırlaşan yelkovan hareketleri, acılarımız önünde diz çökedursun biz kendi benliğimizden bir şeyler eksiltmemek için acılarımızın üzerine tuz basıyoruz.
Unutulmuş yarınların yokluğunu dünden kalan kırıntılarla beslemeye çalıştıkça yitip gidiyor gözyaşları. Biz çoktan yok olduğumuzu kabullenmek yerine bir defa daha şans veriyoruz. Oynadığımız eli kazanma ihtimalini düşünmeden sürüyoruz tüm varlığımızı masanın ortasına, küçük çentikler atıyoruz bazen her biten gün için, çoğu zaman da umduğumuz başımıza gelsin diye gece yatarken aklımıza gelen tanrıya dua ediyoruz.
Saat tiktakları gibi sürüklenen sularda vakit artık çok geç olmuşken bir kez daha, yeniden şükrediyoruz ettiğimiz küfürler için af diledikten sonra. Acımız bir başkasının çilesi yanında gözümüze ufacık geliyor.
Şayet kalbimiz çırpınmak yerine durmayı tercih etseydi, gözümüzü pencereden uzaklara dikip beklemek zorunda kalmaz, yeni doğan gün için gereksiz yere boş hayaller kurmaya devam etmezdik. Jiletin eti kesmesinden de korkuyoruz tabii. Oysa her şey biraz kırmızıya biraz da cesarete bakıyor.
Gardını almış atağa geçmek için bekleyen eski çağ savaşçısı değiliz biz. Aksine kendimizi savunmak için elimizde tutacağımız bir dayanağımız bile yok. Bunların hepsini başkalarının üzerine atıp suçu kabullenmemek düşmüşlerin yapacağı iş diyebiliriz kolay yoldan fakat bunu bile bilmek çoğu zaman fayda etmiyor.
Hep, yeşil kırların ortasında elimizde sıcacık çayımızla, huzur dolu bir nefes çektiğimizi hayal ediyoruz ciğerlerimize fakat yorgun şehrin bıkkın insan kalabalığında yaktığımız tütün bile rahatlatabiliyor bünyemizi.
Dünya çoktan başkalarının eline geçti, durup birilerinin yardım elini uzatmasını bekliyoruz çaresiz, biz hep böyleydik, yarın da çareyi başkalarından bekleyeceğiz.
İnsan sürüsünün monoton adımlarını bizden ayıran camekanın yanında, masamızın üzerinde yenmeyi bekleyen etin soğukluğu, bıçak ve çatalın yeni yıkanmış parlak yüzü ve titremesini önleyemediğimiz ellerimizle birlikte, düzenin içinde akseden sesleri duymayan kulaklarımızla başbaşayız. Bıçağın porselene sürtme sesinden duyduğumuz rahatsızlığı önleyebilmek için dudaklarımızı aralayıp bir gözümüzü kapatıyoruz. Yediğimiz etin bayatlığı, kendi ruhumuzun umursamazlığıyla yok oluyor, karşımızda oturan hayali arkadaşımız bile halimize güldüğüne göre komik durumumuza pek de söylenecek laf yok. Biz, aynanın karşısına geçip kendi suretimize bakamayan varlıklarız.
Çok geçmeden uykuya dalıyoruz. Dünya, bizim yardımımız olmadan da dönebiliyor. Acımız ne dünden eksik ne de birileri bize elini uzatıyor.
Zaman geçiyor.
Uykumuz kırmızıya bulanıyor.

paylaş:

huşu



Bedenim ağır ağır irkiliyor her bakışlarında, içimde bir ürperti, sonsuzluğu çoktan aştım; kocaman bir kasvet ilerideki. Hızlanmasından belki zamanın, daha erken karanlık çökmeler; göz bebeklerinin büyümesinden her yerin loşluğu; can, insan içindeki sürekli atan.
Tene sürtünen keman yaylarından hep kanamalar, süzülürken en dibe doğru, yalarken geçmişi ve iz bırakırken soluklanmadan; kafesi deniliyor adına yakışır bir şekilde göğüs, tepelerden koşarken aşağılara, huzursuz bir deprem oluyor da inip kalkıyor yer, toprak olmadığı kadar kuruyken ırmaklar fışkırıyor her bir hücreden, kayganlaşıyor evren, dünya küçülüyor.
Tek tek dinlenmeye başlıyoruz yarıştığımız kulvarda, tuvallerin üzerinde gezerken parmaklarımız, tiner kokusu yakarken ciğerlerimizi, yukarılarda bir varlığı ararken gözlerimiz, tüm soruların yanıtlanmadığı bir tanrı seçerken kendimize, uzaklardan gelen seslerin kaynağını ararken bir de, gittikçe yaklaşan huzurun ta içinde bulurken kendimizi, diş kavuğunu doldurmayan umutlarımız azar azar tükenirken belki, düşlerimizin peşinde sarf ettiğimiz bilinç ve yarınlara uyanmak kâbuslarda.
Nefesimiz değerken coşan suların kaynağına, uzun uzun içe çekeriz karşımızdakini; sürerken yenikliğimiz yelkovanlarda bir koşturmaca, kısaldıkça yitiyoruz her vakit, yoruluyoruz.
Kımıldıyor sanki, hızlanan kalbimiz tutsaklığını hissediyor, çaresiz; dokunuşların hükümdarlığından kaçmaya çalışıyor bakışlar; ölümsüzlüğü bulma çabasında sona yaklaşırken duruyor zaman, umut hiç olmadığı kadar uzak.
Kaburganın sertliğini gölgede bırakırmış gibi kaplanan bir vücut üzerine, usul usul geçerken; her inip yükselişte duyulan iniltiler, boynun geriye çekilmesi ve yere değen her bir saç teli. Aktıkça alnın gerisinden ta derinlere, gölgelerinde saklanan gerçeklerin bir bir yitmesi, sarp kayalıklara çakılan her bir uzuv, sonrası keder, sonrası kasvet.
Lire dokunan tırnakların kırılışıyla sızlanan bedenler, ayak seslerine karışan her bir çığlığa inat yaşamayı sürdürebilen sahiplerinin ne hissettiğini anlatmaya çalışırken duyulan korku, saygının giderek azalışı bu; sanki soğuk bir kış günü yere dökülen kar tanelerini yakalama çabası, neşterin derinlemesine teni çizdiği yerin yavaş yavaş aldığı renk gibi, yavaş, sessiz, kırmızı.
Şemsiyeler açılır bir kalkan gibi göktekine, içte duyulan huzursuzlukla yere inen her baş, toprak kokusuna bulaşan her anda durgunluk; anlatamamak.
Ölü canlarıyla karşımıza geçip pis sırıtışlarını gözümüze sokar gibi sergileyip salyalarını akıttıkları her dakika, ellerinin apış arasında gidip gelmesi bu; ayıp olguların çıplaklığın çok ötesinde durup, bize sahip olmalarına izin vermemizi kolaylaştırıyor. Sonrasında pişmanlık çoğalsa da benliğimizde, biz, kendi çabamızla başkalarının düşüncelerini yıkmak için çırpınıyoruz. Onlar gülüyor.
Yürüyoruz. Parkamızın eteklerini uçuran rüzgâr silmek için uğraşırken geçmişimizi, nefsimizi korumak için tütüne sarılıyoruz. Unutmak için.
Işık huzmelerinin tene düşmesini izliyoruz, her soluğumuzda biraz daha yaklaşıyoruz sahip olduğumuza, onun karşısında duyduğumuz korku, saygımızın gerisinde duruyor, bakışlarımızı kaçırıyoruz.
Yukarıdan seyrediyor, onun yerinde olsak ölümümüz yükseklerden kendimizi ortamıza düşerek olurdu, yarattığında kendini yok olmama şartını koşmasaydı tabii.
Mezar taşının üzerindeki karları elimizle silerken gördüğümüz kendi ismimizin verdiği korkuyla, sabun köpüklerini okşuyoruz kadınımızın bedenindeki.
Aynadaki aksimize bile anlatamazken düşündüklerimizi başkalarının bizi anlamasını beklemekten yorulduğumuz vakit susuyoruz.

Görsel buradan.

paylaş:

vişnenin felsefesi


Hani kızınca başını çevirir de hızlanıp saçların savrulur, o gözüne kurban olduğum yeller saçını okşayıp taşır ya kokunu, hani ben son kibritle sigaramı yakmışımdır, içerim içerim de senin de canın çeker, kibritimiz bitmiştir, başkasından ateş istemek yerine, kıvrım kıvrım süzülen, boşlukta dumanları, sigaramı alıp yakıverirsin ya ciğerlerini doldura doldura sigaranı ve koyarsın rujuna bulaşmış tütününü tablaya, sönmeye yüz tutmuş benimkinin yanında dumanları birbirine dolanırken biz zehirlerimizi birbirimize bulaştırıp, akıtırken kanımızı dudaklarımızla emerken ruhlarımızı, sen benim öznem, ben senin yüklemlerin olmuşken, fark etmeden külleri kalırken tablada tütünlerimizin, beyinlerimizi bulandıran düşüncelerden sığ sulara çıkabilmek için sadece gözlerimizde boğulmayı seçmiş, …
Hani dokunurken yüreğime, dakikalarımızı tüketiriz yelkovanlarda, sen durana kadar bırakmam elini ve ben yorulana kadar kapatmazsın ya gözlerini, …
İçerken kadehleri, hislerimiz sevişirken masa altlarında, soluklanıp ayaklarımız değer ya birbirimizinkine, hani konuşurken bir an gelir de susup sadece düşler âlemine akarız ya zindan karası gecelerde, hani soluklanmadan birbirimizi içeriz şaraplarla, birbirimizi bularız, …
Hani ben çizerken seni çuvaldan tuvallere, her inip kalkışında fırçanın dayanamayıp gelirsin, eline aldığın yeşil boyayı suratıma sürüp, tenini yanaklarıma sürter, nefes alırsın, … Hani nefes alırsın ya ciğerlerimde ve ben seni kaybetmemek için nefesimi tutup can çekişirim…
Hani hıçkırıklara boğulduğunda akıp giden rimellerini silerim silerim silerim ya gözlerinden, kirlenmiş ellerimi yüzüme sürer, kirlenmiş suratıma kahkahayı patlatır, atıverirsin ya kendini kucağıma sarılır sarılır sarılırız.
Hani bardaklar kırılır buz gibi parkelerde, vazolar uçuşur, çantanı bile almadan vurup kapıyı çıkarsın. Başımı alırım hani iki elimin arasına, düşer ya yüzüme bir gülümseme, açarım kapıyı, bulurum seni basamakların üzerinde, karşına geçtiğimde bacaklarını belime dolayıp öpüşerek geçeriz ya kapı eşiğinden ve bir de yan komşumuz teyze hanım bizi görünce “tövbe, tövbe” der.
Sırf yatak odasında felsefe yapalım diye Marquis de Sade* okuruz fikirlerimiz çoğalır, tanrıdan azıcık uzaklaşır ve bir de midemiz bulanır ya hani, gözlerimiz birbirini izler canlılığımızı görürüz vücudumuzun ve bir cama çarpan serçe vardır. Hani kanadı da kırılmıştır, uçamaz da sen o tatlı kalbinde benim kadar ona da yer ayırmışsındır, seversin beni sevdiğin kadar ve ben sırf seni kızdırmak için onu benden daha çok sevdiğini söylerim ama sen kızmazsın.
Ve bir de Candy’yi izleriz beraber, uyuşturucunun sakıncalarını öğreniriz ve bir de hayatları mahvettiğini, ben sana Candy kadar güzel olduğunu söylerim, sen elindeki portakalı bana fırlatırsın, ben ölürüm, sen bana hayat öpücüğü verirsin, ben canlanmakta gecikirim, sen öpücüğe devam edersin, dudakların portakal kokar.
Hani narçiçeği renginde rujunu sürersin ve sırf filmlerde çekici gelir diye sokağın ortasında bana dönüp, elinin tersiyle dudaklarını silersin, hani, yine tam sokağın ortasındasındır, eylem vardır yine ve sen durup bağıra bağıra Nemesis’i söylersin, herkes bize bakar, sen zafer işareti yapar yoluna devam edersin. Hani, hava buz gibidir, sen ateş gibi yanarsın, beni de yakarsın, …
Gözlerine dumanlar çekilirken, belki olmayacak günlerimizi yaşarız iskambil kâğıtlarında, valenin papazı yendiği bir savaşta galip sen gelir, ben, elimde asımla, …
Parmaklarımız dolaşır birbirine sarmaşıklar misali, akıl almaz düşüncelerden koy veririz, uyuruz bedenlerimiz çıplak, sokak lambalarına dost oluruz zifiri gecelerde, vücutlarımız parlar ışıkların altında, biz dans ederiz diyarlarda ve biz, ayaklarımıza yenilene kadar durmadan dans ederiz.
Dizlerime oturup, parmağınla yüzüme dokunup “babası oğluna bir motor almış, düdüğünü çalmış, bip bip” yaparsın, parmağın dudaklarıma değer dudaklarımı aralarsın, gözlerin kayar, diyeceğini unutursun, sarhoş olursun, …
Burnunu burnuma değecek kadar yakınlaşırsın yüzüme, nefeslerimiz birbirine karışır hızlanırken, gözlerimiz birbirini içer, susuzluklarına çare, biz, öpüşmemeye cesaret eder, cesaretimiz kırılır, güçsüzlüğümüz ortaya çıkar.
Hani ben, bedeninin keşfine çıkarım, dinlene dinlene verimli madenlerin seyrine dalarım, yorar beni bedenin, tutunamazsam düşerim, hani, sıkılır da hayattan, elimizde sigaralar, balkondan dünyayı dumana boğarız, hani dilimiz bulanır erik yemekten, öpersin beni, elma yersin öpersin, çilek yersin öpersin, kiraz yersin öpersin, sigara içersin öpersin, …
Ölümler aklımızı kemirir zaman zaman, birlikte ölmeyi dileriz tanrıdan, sanki yüzümüz varmış gibi, belki tanrı bizi affeder.
Öldüren cazibe olasın gelir, uzun topuklu siyah ayakkabılarını giyersin, başka bir şey giyesin gelmez, tütüne dumana bularsın suratımı, öksürürüm, kahkahalara boğulursun, göğsümden iter, yere yatırsın, ayakkabınla üzerime basarsın, …
Bazen sadece vişne yeriz, televizyonda haberler döner, müzik setinden Mogwai gelir, hava oldum olası sıcaktır zaten, avuçladığın vişnelerin canını okursun, merakla koşar, alır gelir yüksek sesle Vişnenin Cinsiyeti’ni okursun, ben de dinlerim.
Dünya üzerinde küçücük bir nokta bile olamadığımız aklımıza gelir, yedikçe yeriz. Haritada bir yerimiz olur.
Seni daha ne kadar anlatabilirim ki diye düşünürüm, aklım kurcalanır, …
Boş satırlar yazarım, çoğu zaman da anlatamam zaten seni, …
Ölmek isterim o anlarda, sonra senden ayrılmak ölüm gibi gelir, ölemem, …
Yanıma gelirsin, çaresizliğimi görürsün, dudaklarımı ıslatırsın dudaklarınla, çöllerime serap olursun, bırakmam seni, sonra vişne yemeye devam ederiz, sigaramızı yakarız, rüzgârlar saçının kokusunu taşır bana, sokak aralarında sevişiriz, nefeslerimiz yelkovanlara hayat verir, bedenini çuvaldan tuvale aksederim, midemi şarapla, kalbimi seninle doldururum, felsefe yaparız her fırsatta, Mogwai dinleriz, bazen de bardaklar kırılır buz gibi parkelerde, sen soğuk basamaklardan kucağıma atlarsın, bir de teyze hanım vardır tabii, tövbe tövbe ama, parmaklarımız da sarmaşıkları utandırır, sarhoş olursun, ateşlerin bedenimi yakar, sahiplenirsin beni, öldürürsün, öpersin defalarca, boş satırlar yazarım ben, film izleriz, vişnenin cinsiyetini sorgularız, sonra kiraz yeriz, …

*Marquis de Sade: Yatak Odasında Felsefe’nin yazarı.


paylaş:

Araf

Ona ithaf edip yüklediklerinle beraber

sesi daha net duyabilmek için kafanı da biraz sağa çevirdikten sonra

birkaç arka sıradan

onun sesini dinlemek.

İçinde başkalarına ait olmayan

sadece senin bildiğin sıcaklığı görmek

sesindeki rengi hissetmek bir de.

Metrelerce uzakta yaşanmış

ve metrelerce uzakta yaşanacak, üstüne üstlük

bir öpücükle yarım bırakılacak olmasına rağmen

sana okuduğu şiirleri duymak

sesin söylediklerinden ziyade.

Yüzüne bakmasan da

o sesin suratındaki ifadeyi bilmek, tam olarak.

İşte elimde bir şiir kitabı

sesini duyuyorum gözlerimi her kapattığımda.

O şiir kitabı sen kokuyor.

altını çizdiğim satırlar, bordo kalemim

kitabın dışındaki el izi

çizilecek gözden kaçırılmış diğer mısralar,

hepsi sen.

Dedim ya, bu şiir kitabı buram buram sen kokuyor!

O kitaba uzanırken elim hep havada kalıyor bu yüzden,

gözlerimse yarıda.

Bazen kokunu elimde olmadan duysam da

elle tutulur bir şey olmayınca

çabuk geçiyor o sanrı da.

Ne bakabiliyorum, ne uzanıp dokunabiliyorum

kitaba da sana da.

Önümden geçip gitmeni izlemek geliyor sadece elimden

uzaktan sesini dinlemek

şiir kitaplarına yarım kalan bakışlar atmak.

Yüzüne baktığımda “Günaydın.” diyemiyorum

giderken de “Kendine iyi bak.”

Anca yazdığın notlar kalıyor bana,

bir de şiir kitabındaki koku.

Kahretsin, onlar da çok hızlı soluyor!

Ve ben yine sensiz kalıyorum..

paylaş:

Şehzade

Evet, sesini duymak hala bir işkence
evet, yüzünü görmek hala katlanılmaz
ve evet, hala seviyorum seni...
Üstelik ne zaman merdiven çıksam
çıkarken ne zaman Yann Tiersen dinlesem
seni görürdüm karşımda
evvel zaman içinde
sen bir tellal, ben de berber iken.
İşte bu yüzden,
kalbur samana düştüğünden beri yürüyen merdiven kullanmayışım
işte bu yüzden hep aynı şarkıları dinleyişim
hep aynı basamakta bekleyişim
merdiven çıkarken ayaklarıma bakışım.
Masallar anlatan sesine kulaklarımı açıp,
yüzünü görmekten
elindeki yatağandan, belindeki boş hançer kınından kaçışım.
Bu yüzden ayaklarıma bakışım,
merdiven çıkışım.
Rüyalarımda saraylara kapatılışım
cepken, şalvar giyişim
şarkı söyleyen bülbüllere gergef işleyişim
hepsi bu yüzden!
Ve evet,
hala seviyorum seni...



paylaş:

önce düşmek vardı sonra uçmak

Meymenetsiz suratları, sudukları, kırık dişlerinin arasından sarkıttıkları dilleri, çatlamış dudaklarına sürttükleri armonikalarla hiç olmadıkları kadar mutlu ve hüzünlü görünüyordu melekler ve ellerinde olmadan gelişigüzel çaldıkları senfoniye ayak uydururcasına salınıyorlardı gökte, suyun tutunması gibi bulutlara, gök gürlese düşeceklerdi. Benim yaşamım dedikleri senin, seninki benim.
Çığlıklarına karışırdı sustuklarında nefesleri ve nefeslerine karışırdı çığlıkları susadıklarında. İçebilmek için susadıkça çığlıkları, kendi boğaz çukurlarında boğulurlardı acılar içinde, suskunluklarına kavuşurlardı. Desenine bürünmüş tenim, dikenlerini batırıyorsun.
Bir kadeh şarap olsa tanrıyı yok sayacaklar, sevaplarından arınıp cehennem patikalarında keçileri kaçıracaklar, tutabilseler ne mutlu azıcık olsun karınları doyacak. Sana susadım, açlığım senin elinden.
Kol çırpınışları kediden kaçan köpek misali ve bir de zebani homurtuları. Yüklemsiz cümlelerinde öznen olayım.
Kırılan kanatlar, her yer tüy. Bedenine kavuşup da keşfine çıkmış bir beyin, ne zaman fark edecek apış arasını. Salıncaklarda salınalım, derelerim ırmaklarına karışsın.
Kasıklarından süzülen suyu yalayanlar, hislerini yalanlayanlar da çıktı aralarından, kaçınılmaz günahkârlar, tanrının kucağında oturup çukurlara atılacaklar. Gel beraber düşelim, sonu görünmeyen kuyulara.
Tüm kinlerini içlerine kustular ve ellerinin tersiyle ağızları silişler. Oje siyah, gözler yeşil. Hiç olmadığı kadar uzun, hiç olmadığı kadar kaçınılmaz dakikalar, sonrasında hüzün, sonrasında tütün. Dumanında gebereyim.
Ellerin titremesi, armonikanın suskunluğu, küçülen gözbebekleri, çürümüş döl kokuları, biraz da ter. Ateşler hiç bu kadar yakmamıştı. Bile bile düştükleri kuyular, bedenlerinin insanlıklarına yenilişleri ve yolunan tüyler. Acında yak beni.
Korkusuzluklarının ödülü kırmızı, kopkoyu. Sonu gelmez inleyişlerin bedeli çığlık ve tüm hislerinin karşılığı dipsiz cehennem. Yeşilinin içinde gezineyim.
Doruk noktasında tepişenler, yarın ölecekler. Pişmanlıklarını gömmüşler, arkalarına bakmaya niyetleri yok. Yedikleri haltların öcünü aldılar, öcü alınma sırası bizde. Nefeslerini tutup birbirlerinin içine atlıyorlar. Tutmasan düşüyordum.
Ve varmadan yere, çek beni içine. Tek derdimiz yorulmak, tanrıya gözükmeden bedenden kaçmak.
Önce düşmek vardı sonra uçmak.



paylaş:

Ağlamak veya Regl Olmak

Ağlamak neden hep olumsuz çağrışımlar yaratır? Neden insanlar ağlamaktan korkar, birileri ağladığını görünce utanır, gözyaşlarını saklamaya çalışır, boğazındaki düğümü bastırır, yıllardır ağlamadığını ya da ölüm hariç hiçbir şeye ağlamayacağını gururla söyler, kadınlar ağlayan erkekleri (genelde) itici bulur, babalar “Sadece zayıflar ağlar!” diye azarlar kızlarını, ağladığı görülen insana ağlamaması söylenir… Neden yapılır bütün bunlar?
İnsana en iyi gelen şeydir aslında ağlamak, bir genç kızın regl oluşuna benzer. Öncesi rahatsız ve huzursuz, oluş anı da sancılı. Ama ikisi de huzuru getirir bitişiyle. Şu an aynadaki yansımamdan seçebildiğim kadarıyla, iki katına çıkmış gözlerim, sarhoş olmuş Hoptediks’in burnunu andıran burnum, pamuk prensesin dudak tanımına benzeyen dudaklarım, karman çorman kısmen ıslak saçlarım ve buruk gülümsemem bunu düşündürüyor bana.
Çünkü az önce yatağımın üzerinde bir cenin gibi kıvrıldım ve ağladım. Hem de en rahatsız edici haliyle, titreyerek, hıçkırarak, biraz da anlamsız sesler bütünüyle nefes almakta zorlanarak… Tutmadım gözyaşlarımı, hıçkırıklarımı bastırmaya çalışmadım, bir insanın en zayıf en çaresiz en güçsüz haliyle, yani kendime sarılarak ağladım. Bir de ağlamamı hızlandıracak, sonra da arttırıp patlama noktasına getirecek şarkılar dinledim ki ağlamam yarım kalmasın, başlasın ve son gözyaşına kadar akıtayım plasentayı atar gibi vücudumdan. Bıraktım normalde kendimi düşünmekten men edeceğim şeyler gelsin aklıma, gelsin ve canımı acıtıp geçip gitsinler içimden. Zaten başlamış bir kere, acının azı çoğu fark etmez, bilen bilir, acıyabildiği kadar acısın. İyileşme süreci de aynıdır üstelik, dediğim gibi acının azı çoğu fark etmez çünkü.
Hem birçok kadın da dahil olmak üzere reglin vücuttaki pis kanı atmak olduğunu zannetmez mi insanların çoğu? Oysa genç kız da olsa koca kadın da olsa, sahip olamadığı bebeğe ağıt yakar dişi vücudu regl olurken, aynı ağlamak gibi. Ağlamak olmayana ağıt yakmaktır, olmayanı kalbinden atmaktır gözyaşlarınla. Belki de bu yüzden kadınlar daha kolay ağlar, regl olmayı bildiklerinden, erkeklerse acıdan korkarak daha çok acıtırlar canlarını, ağlamamayı marifet sayarak. Biz kadınlar da regl olamayan erkeklere ağlamayı yakıştıramayız, bizim hem lanet hem nimetimiz olan bu doğa olayını kendimize içkin kılarak hem erkeği aşağılar hem de dışlarız. Ağlayışını bir regl oluş taklidi sayarız bilinçaltlarımızda. Bu zulmün bu nimetin bize getirdiği toplumsal aşağılanmayı ve toplumsal yüceltilmeyi(tabi varsa…) erkeğe veremeyiz, bize ait çünkü, içimize işlemiş, benimsetilmiş bize.
Oysa regl olmak bedensel bir durumken, ağlamak duygusaldır. Hem biz kadınlar neden gerçek duyguları, sevebilmeyi, kalbinden bir parça kopması durumunu bir erkeğe veremeyiz? Hadi biz vermeyi kabul etmiyoruz, neden erkekler de kaçar bundan, ağlamayı bir aşağılanma sayarak? Neden “Erkek adam ağlamaz!” diye bir klişemiz var hala çok revaçta olan? Hatta ağlayan kadınlara da gıcığız muhtaç göründükleri iddiasıyla. Neden korkuyoruz ağlamaktan, regl olmaktan korktuğumuz gibi? Neden korkuyorlar ağlamaktan, regl olmaktan korktukları gibi…
Çünkü unuttuğumuz bir şey var, vücut ne zaman regl olsa, ne zaman kurtulsa plasentasından, yerine yenisini koyar. Her ay yeni bir bebeğe gebe kalmak üzere, hatta bazen kalır da. Aynen biz de yeni bir kalbe hamile kalmak için ağlarız. Kırılan kalbimizin bütün parçalarını, tek tek ve ayrı ayrı, gözyaşlarıyla attıktan sonra yenisini koyarız yerine, tekrar kırılsın ya da bir çocuk dünyaya getirsin de o çocuk gururumuz, gözümüzün nuru, devamımız, bizden ayrı, bizden bağımsız ama bizim bir parçamız olsun diye, adını aşk koyalım diye…
O yüzden bırakın ben ağlayayım. En küçümseyeceğiniz, en aşağılayacağınız, en acıyacağınız veya en kaçacağınız biçimde. Ben ağlayayım her seferinde yeni bir kalbe gebe kalmak üzere, eninde sonunda biri aşk olur diye. Siz mi, sizse istediğinizi yapın. Nasılsa kimse sizin çocuğunuza ya da çocuksuzluğunuza dil uzatamaz. Burası özgür(!) bir ülke.



paylaş:

Üçü Bir Arada - Beklemek Korkmak ve İstemek



“Dudaklarımın gerisin geriye çekildiği; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim.” diye küçük iskender yazmasaydı da ben yazabilseydim keşke. Çünkü hem delicesine korktum senden hem de ölürcesine bekledim seni. Bir de çok istedim, inanılmaz istedim. Hala bekliyorum, ama hala korkuyorum ve fakat yine de istiyorum…


Sen bakma dışarıdan cesur göründüğüme, her şeyi yapabilirim yeter ki isteyeyim ayaklarıma, umursamaz görüntüme, gülüp geçişime, suratına bakmayışıma, baktığımda alaycı tek kaşımın yukarda oluşuna, kırk yıllık dostuma görüşürüz der gibi tek elimle selam verip veda ettikten sonra arkama bile dönmeyişime, bana baktığında görmezden gelişime. Bakma sen bu yaptıklarıma, hepsi korkudan.


Sensizlikten korkuyorum, şu dünya nasıl bir daha aynı olur sensiz? Bana şiir okuyacak insan bulunur, kitapları anlatacağım, sesine bayıldığım, sabahları beni öpücüklerle uyandıracak birileri eninde sonunda bulunur ama o ses sen olmadıktan sonra neye yarar? Yine de seninle olabilmek daha çok korkutuyor, seninle birlikte olmadan yitiremem çünkü seni. Esas korkaklığım burada işte! Sevmekten, şu insanoğlunun birilerini kendinden daha çok sevmesi mümkünmüş gibi beylik laflar etmekten, ardından insanlıktan çıkmaktan ve seni kendimden daha çok sevmekten, sonra seni kaybetmekten, canımın çok ama çok yanmasından, çok acımaktan, içimde oluşacak boşluktan ölesiye korkuyorum. Bu yüzden seni istemekten korkuyorum; istedikçe kendimden, daha çok istedikçe senden, istemeye inatla devam ettikçe yaşanacak bir sonraki saniyeden korkarak geçiriyorum vaktimi. Oysa sen öyle güzelsin ki!


Bazen iki adım uzağımda durur ve sana baktığımı fark etmezken, aslında kilometrelerce uzaklık anlamına gelen o iki adımı aşıp, yüzünü ellerimin arasına alıp sana bütün uzuvlarımla tek tek bir de ben olarak tek bir bütünlük halinde nasıl korktuğumu, korkup bakamayan gözlerimi, korkup uzanamayan, uzansa dokunamayan ellerimi, duymaktan korktuğu şeylerden kaçan kulaklarımı, korktuğunu bile kabul etmeyen mantıklı davrandığını iddia eden aklımı ya da kaburgalarımla ciğerimin arasına saklanıp korkudan yüzünü göstermeyen kalbimi anlatmak istiyorum. Ben anlatmak istiyorum da sen dinlemek istiyor musun işte bütün mesele bu. Bütün cevaplarının olduğu gibi bu soruya da cevabının muğlâk oluşu zaten korkan benim anlık cesaretlerime de gölge düşürüyor.


Aslında… Aslında bunların hiçbiri değil olay. Olay beni istemeyişin. Olay senin beni istemeyişini kabullenemeyişim? Daha önceleri yapmış olsam da bu sefer “Beni nasıl istemez!?” diye bağıran egomun küstah sesi değil bu, sadece umut. Belkiler… Belki sinirle söyledi, belki öyle demek istemedi, belki ben yanlış anladım, belki sadece, belki, bel… Hem belki de istiyorsun? En yakınlarımla oturup hiçbir şeyim yokmuş gibi gülerken beynimi yavaş yavaş kemiren “umut” adlı kurdun zırvaları bunlar. Üstelik beynimi yedikçe besleniyor, yedikçe büyüyor ve yedikçe semiriyor kendisi, kurtulamıyorum. Beynimi kemiren kurtla birlikte korkumu da katınca işin içine elim kolum bağlı beklemekten başka bir şey yapamıyor, bekledikçe korkuyor, korktukça istiyor, istedikçe bekliyorum seni.


Ama sen benden çok korkuyor, benden çok kaçıyor, üstüne üstlük inkâr ediyorsun yaptıklarını. Hoş belki de gerçekten istemiyorsun. Ben de burada sadece umut mu ettiğimi yoksa gerçeği mi gördüğümü bilemeden, yani cesur mu egoist mi olduğumu anlamadan bekliyorum. Korkmayan cesur olamazmış, çünkü cesur korkuya rağmen devam edenken, hiç korkmayan aptal olanmış, sadece aptallar korkmazmış. Ama madem korkuyorsun, küçük iskenderin de dediği gibi; “senin yaşın aşka tutmuyor çocuğum, hiç gelme / açıkta kalırsın / aşk insanı acıktırır / aşk insanı bir ölüme susatırsa aşk diye anılır”


Senin yaşın aşka tutmuyor sevgilim


lütfen gelme!


Ya da,


Gel…

paylaş:

yalnız kalmak


Her yerdeler. Kalabalık. İnsanlar. Trafik. Yeşilden sarıya, sarıdan kırmızıya döne ışıklar. Kuyruk oluşturanlar.
İlerliyorum. Kendimi bile kaybedebilirim bunların içinde. Bulamıyorum. Aradığımın ne olduğunu bilmeden, onu bulamayacağıma eminim. Aklımın ucundan yere düşen düşüncüler, zıplamaz oldular.
Çığlık atsam deli derler, ağlasam gülerler. Neden bilmezler; gözlerde yaş yoksa ruh gökkuşağına sahip olamaz. Ah bu beyaz insanlar…
Kısalan cümlelerimin içinde, kendi tükürüğümde boğuluyorum.
Boşalan sokakların boynu bükük lambaları. Acımı anlar gibi ışıklara buladılar. Oturup da dizlerimi göğsüme çektiğimde yağmurun yağmasını diler gibiyim. Yalnızlık.
Yıkasa yağmur paklar düşüncelerimi.
Özgür olmamaya mecburum kendi benliğimde, beni tutsak eden, bedenim. Sıksam, delip geçer kurşun beynimi. Boşluğa bakıldığında karşı tarafı göreceğimi bilsem yaparım.
İçine düştüğüm dünyanın dibine sürüklenmişim, haberim yok. Tek kalmışım da fikrimin kuytu köşelerine sığınıp, tipide, karın göbeğine gömülmüşüm, karanlık sokakların daimi emektarı olup, masa başlarında elimde kafam, diğerinde kadeh, sigarayı nasıl tutabilirim diye düşünür olmuşum, şeref arayıp da insanların içinde şerefsiz olup çıkmışım, tanrı diye bir şey yoktur saçmalıklarını düşünürken, düşünceler dalmış, nefes almanın bir hediye olduğunu unutmuşum.
Yalnızlık zor.
Zor olan yalnızlığının farkına varmak.
paylaş:

güçsüzüz

Bakışlarımız esrik, ruhlarımız mayhoş. Dilimizde muşmulamsı bir tat bırakan soğuk mu soğuk bir katı.
Parmak ucumuzla siliyoruz karşımızdaki sevgilimizi. Hiç düşünmeden yokluğunu, basit hayatımızda elimizin tersiyle itiyoruz gözlerimizin içtiğini. Varlığında mutlu muyuz ki yokluğunda üzülelim düşüncesiyle arkamızı dönüveriyoruz kolayca. Gözyaşlarımız göl, gözbebeklerimiz büyüyor karanlıkta. Uzaklarda arıyoruz aşkı, aşkı uzaklarda sonsuzda arıyoruz ki gözbebeklerimiz büyüyor. Ya da karanlığın içinde.
Bakışlarımız esrik, ruhlarımız mayhoş.
Anbean, günbegün gözbebeklerimiz, parmak ucumuzla siliverdiğimizi arıyor da nerde buluruz? Kendimiz uçurumun yanında, aranan uçurumun dibinde. Peki neden atlamıyoruz o’na doğru? Kelebek değiliz ki düşeriz, biliyoruz.
Esrik bakışların son durağına koyuyoruz, şehrin sokaklarının bittiği yere o’nu. O kim?
Hani silivermiştik o’nu, hani varlığında mutlu değildik, yokluğunda üzgün değil? Yalan mıymış, dünler gibi? Yarınlar bizim için sonda mıymış?
Anlıyoruz mayhoşluğumuzda, içtikçe dibini görüyoruz bardağın, tek arkadaşımız iki parmağımızın arasında tutup bitmesine izin verdiğimiz sigara oluyor. Bitirsek üzülürüz, bırakıp gitsek pişman. Nerdeyiz biz? Boşluğun hangi şehrinde?
İttik, sildik o’nu.
Peki neden tutamıyoruz göz pınarlarımızı, neden hâkim olamıyoruz ellerimizin titremesine? Zor mu?
Atlıyoruz.
Kelebek değiliz.
Çok yazık bize!
Kendi boşluğumuzda, kendi gözyaşlarımızla boğuluyoruz.
İlerisi çıkmaz sokaklar, denize çıkmayan…
paylaş:

Dünyada Bir Yerdeyim

sorular dönüyor aklımda, cevapsız anlamsız binlerce soru var belleğimi kavrayan, cevap bekleyen, anlam arayan... ölüme davetiye çıkarmış tüm sözlerim... ölüm ne ki, varolamamak mı artık? gülüyorum kendi iç sesime...
Varolabilmek haaa.. Söylesene nedir varolmak? şu dünyaya sonsuz acını verip yok olmaktan başka... Sahte dünyanın bir parçası olmaktan başka... Yani şu mutsuz ve sıradışı devinimin, kendi yarattığımız garip olgunun, düşşel bir yolculuğun anlamsız parçası olmaktan başka...
Biz adını koyuyoruz varlığın, biz yaşatıyoruz tüm düşleri. Adına "dünya" diyoruz, adına "varlık" diyoruz, adına "ölüm" diyoruz, adına "doğum" diyoruz. Her şeyi kendimizce şekillendiriyoruz. Bir vakitten sonra ise inanıyoruz gidişlere, kendi yalanımıza ortak oluyoruz. Oysa ki giden kafamızda bitirdiğimiz an gerçekten gitmiş oluyor...
Sesin geliyor kulaklarıma, hayalin geliyor gözlerime... Seninleyken sensiz olabilmek ne mümkün, seninleyken sensizliğin yalnızlığına dem vurmak... Buralardasın, kendi yarattığım kurgunun en güzel yerindesin... Düşlerin değiyor düşlerime...
paylaş: