yeraltında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yeraltında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

kanalizasyonda kaybolan bir beyin

Işık huzmelerinin göz bebeklerime açtığı bir savaşın içinde, güzel kokuları çektikçe içime, beynimde dalgalanan olguların varlığını düşününce, yerine getirmem gereken zorunluluklarımı hiçe sayarak, beyaz klozet kapağında oturduğum, yukarılardan metalin üzerine düşen kaya parçasının çıkardığı ses gibi kulaklarımda çınlıyor. Zira ben hattayım, ölüyüm, bunun bir anlam ifade etmediğinin yıllarca farkındaydım. Gülüp geçebildiğim sürece sorun teşkil etmez bu davranış, bedenimde açılan kocaman deliklerin yerinde yoğun morluklar bıraksa da girip çıkan enjektörün acısı yansımaz beynime.
Biz küçükken, bir zamanlar, kibrite ‘kirbit’ derdik. Çocuk saflığında aklımızla babamızın iç cebinden arakladığımız sigaraları yakardık okul kenarlarında, kimse görmeden küçük ciğerlerimizi ağzına kadar dumanla doldurur, izmarit yığınlarını toprakla örterdik keza izmaritleşen bedenlerimiz bir gün toprakla örtülecekti.
Ve bir gün mezarlıklar içinde dolaştığımızda zambak kokuları gelirdi aynı şu an olduğu, yaşamakta olduğumuz zaman dilimine yanan bir mum diktiğimiz gibi. Yaşanmışlıklarımızı fincan içlerine sıkıştırdığımız közlenmiş çekirdeklerde, telveleşmiş anların uzunluğundan, zamanından, üç vakitten ya da gülüşmelerimizden zannedilen kırk yıllık hatırlardan umutlanmamız garipsenmeyecek kadar basitleştirdiğimiz ağır cümlelerimizce ezilen bütünlüklerden ibaretti oysa. Bu da geçerdi.
Kural ihlalinden kazalar gerçekleştikçe bilinçaltımızda ve karanlıkta hala büyümeye çalışan gözbebeklerimiz olduğu sürece ta uzağa koyduğumuz çıplak nesneselleşmemizi, sistematik bir kokaindir çare, edepsiz portakal düşüncelerimize.
İlk atlayacak olan bayanlar, düşecek ve bilmem kaç parçaya bölünecekler ve ardından baylar. Naçizane nazikliğimiz elimizde kalıp övündüğümüz tek varlığımız.
Ortada bir kadın yaptığı hatalardan dolayı ağlıyor, duvarlar kırmızı olması gerektiği halde mor. Bu rengi bir yerlerden hatırladığımı düşünüyorum; paragraf aralarına sıkışmış karıncaların çığlığı bu olmalı. Çiviler çakılıyor bir de, bacaklara, avuç içlerine, kırmızı sevdamız bundan, arzudan.
Kapı çalındığında kapıyı kimin açacağına emin olamıyor; kendiliğinden açılıyor. Beyaz gecelikler içinde bir diğeri, düşmüş ya da parçalanacak olan; her yer karanlık, diplerde metal zeminler ve kulaklarımda çınlayan oyuncaklar var. Fonda bir gerilim, yüreğimizin ritminde mırıldanılan bir düş ağıtı, sözler hızlandıkça ritim artıyor ya da gerilimin yükselmesinden kaynaklanıyor bu kalp atışları.
Lavabonun içi saç yumağı, tüm önlemlere rağmen intihar etmekte karar kılan yığınla can düğümü, bükümler halinde; ıslandıkça renkleri koyulaşıyor.
Gözlerden süzülen rimel mi bu? Konuştukça konuşuyor acımadan diğeri. Hatalardan sonra yargı aşamasının doruklarında yaşamayı seçmiş benliğin ellerini bedeninin arkasında birleştirmesinden anlaşılıyor hüküm gücünün yüceliği; bunun için doğmuş, bunun uğrunda ölecek. Arkadaş, anne, baba, kardeş, yabancı ya da eş. Önemli değil.
Kolum şişiyor, damarlarım genişledikçe maviden mora dönüyor tüm renkler, evcil solucanımızı zincirlemek bu, sonrasında yaşadıklarımızı düşünme aşaması ve karar vermek. İncecik sivri bir uç, tüm sertliğiyle bedenimize sahip olmak için giriveriyor içimize, haz doruklarda, yavaş yavaş süzülüyor damarlarımıza, bitene kadar, son damlasını bile ziyan etmiyoruz; israf haramdır.
Beynimiz uyuşuyor, yatışmış bedenimiz ayaklarımıza doğru tüm sıvılarını akıtıyor. Cennetteyim.
Orada hiç kötü şeyler olmaz, süt ve bal akar nehir yataklarından, kuşlar cıvıldar ağaçlarda, alabildiğine yeşildir her yer, elma istersek önümüze geliverir.
Kapı çaldığında kimin kapıyı açacağını bilemiyorum. Açan kişi ben, kollarım mor, burnum kanıyor; önümde duran adam şaşkın; cennetten çıkıyorum. Karanlık.
Ağlıyor, nedenini bilmiyoruz, yaptığı hatanın ne olduğu ya da bundan sonra olacaklar bize anlatılmıyor. Duvarlar mor, odanın ortasında duran oyuncağı yeni fark ediyorum. Gülümsüyor. Bir yerlerden sesler yükseliyor, enstrümanın adı ne? Sorgulayan kim? Arkadaş, anne, baba, kardeş, yabancı ya da eş?
Döngünün bir parçası olabilmek için savaştığımız bu kıyımda düşmüşler olarak varlığımızı sürdürdüğümüzü fincan içlerinde yaşanmışlıkları anlatan bedenlere soruyoruz. Zaman yavaşlıyor, karşı koyamıyoruz.
Beynimiz olmadığı kadar ıslak, yapış yapış. Elimizi uzatıyoruz, yoğun bir püskürme, mis kokular, kuru bir el. Kapı açılıyor, müzik, kapanıyor. Sifona basılıyor, kanalizasyonda kaybolan bir beyin…
paylaş:

metabolik ihtiyar

Yeni yıkanmış ellerimden gelen kokuyu hissediyorum.
Duvarlar ve döşemelerden sızmaya çalışan müziği duyabiliyorum, orada bir yerde salınıyor, arkalarda, şuracıkta, yanımızda ya da avucumuzda, farkında bile değiliz. Elimde bir bardak içki, buzlar tüm içtenliği ve pişmanlıklarıyla eriyor, içkime karışıyor, rengi hiç olmadığı kadar saflaşıyor, koyulaşıyor buzlar ve durup dinliyorum.
Karşımda duran birileri var, adları, yaşları, ayakkabı numarası ya da sosyal sağlık sigortası numarası gibi kişisel bilgilerini bilmiyorum, cinsel hayatlarına dair bir fikir bile üretemiyorum. İçkilerini yavaş yavaş yudumlayıp etrafı izliyorlar.
Bardayım, kıçımdan küçük taburenin üzerinde rahatlamaya çalıştıkça daha çok terliyorum, sıkıntım bir o kadar artıyor.
Gençlik ne güzel şeydir öyle, gelirsin, biranı içersin, birini bulursun ve eve gidersin, sonra uyanırsın sabah, okulu asarsın, televizyon seyredersin, sigara içersin, gece olunca bara gidersin, birini seçersin ve tuvalete geçersin, sonra başka birini seçersin ve eve gidersin. Garip bir kaos yada geri dönüşüm.
Yaşlıyım, hiç olmadığım kadar ve olacağım kadar yaşlıyım, geçen her tik tak, dökülen her saç, çekilen her nefes, her salise, ölüme daha ne kadar yaklaşabilirim ki sorusunu getiriyor aklıma. Ecelimle öleceksem eğer, daha kaç içki içerim, daha kaç sigara tüttürürüm ya da kaç kişiyle yatarım.
-Saat kaç?
Saatin kaç olduğunu soran bir fıstık, yaşından biraz daha genç gösteriyor, muhtemelen 23 yaşında ya da 24 ama en fazla 22 yaşında gösteriyor, buna adım gibi eminim, ayakkabı numarası 37 fakat botlarda 38 de tercihi, saç rengi karamel fakat gerçek saç rengi koyu kahve, bu renge ulaşmak için çok da fazla para dökmemiş olsa gerek.
-Bir.
Ne olabilir, biri beş geçiyor olabilir, on iki elli sekiz olabilir ya da her neyse.
-Tam olarak kaç?
Ağız kokusundan midesinin bulandığını anlayabiliyorum, ara ara geğirmeleriyle de midesinin şu an gereğinden fazla çalıştığını da, ton balığı ve mısır yemiş olabilir.
-01:02:46.
Çoktan gece yarısı olmuş, prenses puf olmuş, balkabağı falan.
Yerimden kalkıyorum, kalbim hızlanıyor, daha çok oksijen, hücrelerin yenilenmesi, gençlik hissi, adrenalin ve beynin ulaşması, gözbebeklerinin büyümesi, karanlığa karşı savaşan çubuk-çomak hücreleri, kırılmalar, impulslar…
-----
Masmavi bir deniz, gece olsa yakamozlar sürtünürdü bedene, kumun kokusunu duyardık. Müzik yok, ateş yok. Güneş tepelerde bir yerde, saatten haberimiz yok, tanımadığım yüzler etrafta.
Kumsalda hazırlanmış bir masa, beyaz örtüler ve şarap kadehleri. Kırmızılara bürünmüş bir kadın, elinde bir bardak şarap, dudakları kırmızı, arada bir diliyle dudaklarını ıslatıyor. Gözlerinin içine bakıyorum. Bu o olmalı. Yaklaşıyor. Titremeye başlıyorum. Arka plandaki maviliğin içine gömülen kırmızılığa benziyor. Yanıma geliyor.
-Saat kaç?
----
Her camdan kent, gece lambaları yanmış şehir uyumayı bekliyor, sokaklarda çöp bidonları, kaldırım taşları ve gökte boşalmayı bekleyen bulutlar, ay yüzünü saklıyor sanki. Fonda klasik bir müzik, saksafon mu bu? Stilettoların çıkardığı sesi duyar gibiyiyim. Neredeyse ensemde hissediyorum. Nefesinin berraklığını dudaklarımda yaşatmak istiyorum, sevişmek, bacak arasını yoklamak, pürüzsüz teninde duraklamak. Omzuma dokunuyor, dönüyorum.
-Saat kaç?
----
Elimle ağzını tutmuş, çığlıklarını bastırmaya çalışıyorum, bardan gelen sesi hala duyabiliyorum, çöp kutuları ve kediler. Kaldırım taşlarına sürtünen ayakkabıları dikkatimi çeken, kırmızı elbisesine pek de uymuş, hava bulutlu, eminim yarın güneşli olacak, bir yerlerden dalgaların taşıdığı o kokular geliyor, kulağımda deniz kabuğu varmışçasına yakın hissediyorum kendimi, martılara dokunacak gibiyim.
Bacaklarını yokluyorum, elimi ısırana kadar ne kadar da cici bir kız olduğunu düşünüyorum, ama yanılmışım, bu konuda haksız çıkıyorum, yüzünün şeklini değiştirmek istemezdim, burnu kusursuzdu, dudaklarına söylenecek laf yoktu, elim acıyor, kırmızlık bulaşıyor, bilinci gidiyor.
Tadına bakıyorum. Gençlik ateşi ne de güzel bir şey, dümdüz bir beden, hiç kırışıklık yok, kalp ritmi hızlı, enerji, gülüşlerdeki ihtiraslar…
Kendine geliyor sanki, ayakkabısını elime alıyorum, incecik bir topuk, sivri ve uzun. Vuruyorum, o kalın kafasına tüm gücümle vuruyorum, her vurduğumda sertliğin ince bir şeyle ezilişini, engelden kurtulan inceliğin yumuşaklığın içine batarken çıkardığı gıcık sesini, yumuşaklıktan yayılan sıcaklığı, elimi her çekişte yapışkanlığın bulaşmasını, fışkırmaları, taze et kokusunu, sakatatları, irkilmeleri ve istemsiz kasılmaları hissediyorum. Enerjik bir gençlik, bende olmayan bir ruh. Hep isterim yeniden genç olmayı, arzularım, kıskanırım. Yüzüme sıçrayan sıcaklıkla anlıyorum bunu. Saatin kaç olduğunu bilmiyorum.
----
Tuvalet. Sistematik insanların uğrak noktası. Bir bira, çiş, tuvalet, rahatlık hissi, uyuşan bir beyin ve bir bira, çiş, tuvalet…
Ellerimi yıkıyorum, yüzüme sıçrayan kanları temizliyorum, kıyafetlerimdeki lekeler pek de belirgin değil, karanlıkta parlamadıkları sürece sorun yok gibi. Yaşlıyım, kıskancım, gençlerden nefret ediyorum. Bu belki de bundan sonra hiç onlar gibi olamayacağım içindir. Bunu dillendirdiğimde insanlar bana, vücut yaşın önemli değil, insan hangi yaşta hissediyorsa o yaştadır, diye zırvalıyorlar. Hepsi göt verenin teki. Çüklerinin kalkmayacağı yaşa geldiklerinde karşılarına geçip on sekizinde gibi hisset belki iyi gelir diyeceğim. Belki o zamana kadar ölürüm belli olmaz, eğer ecelimle ölürsem, daha çok içki içer, daha çok sigara tüttürürüm.
Kıçımdan küçük taburenin üzerinde hiçbir şeyi belli etmemeye çalışıyorum, içki içiyorum, buz eriyor, müziği duymaya çalışıyorum, yeni yıkanmış ellerimden gelen kokuyu hissediyorum.
37 numara ayakkabının sesini duyuyorum, bana yaklaşıyor.
Korkuyorum.
----
Klozetin kapağını kapamış üzeride oturuyor. Yaklaşıyorum. Ellerini belime koyuyor, okşamaya başlıyor. Gözlerini gözlerimden hiç ayırmıyor, nefes alış-verişlerindeki yırtıcılığı, öfkeyi ve şehveti duyabiliyorum. Tırnaklarını vücuduma geçirme isteği gözlerine kazınmış. Fermuarımı açıyor, elini sokuyor.
-Saat kaç?
----
Korkuyorum. Terliyorum. Aynı koku, kırmızı bir elbise, 23 yada 24 yaşında olan ama 22 gösteren bir beden. Aynısı. Karamel saç rengi, aynı ses.
-Saat kaç?

paylaş:

sinekler evi


Birkaç insan, birkaç eşya, birkaç kurtçuk…
Karıncalar var bozulmuş yiyeceklerin arasında gezinen ve odadan odaya koşuşturanlar. Bira şişesinin soğukluğunda kasılan göbek delikleri var, her değişte sarsılan karın kasları ve parmak uçları.
Çıplaklığında hayatın, çöp kutularına sıkışmış köpek yavruları var, her bağırışta çığlıklar atan uzun topukların üzerinde salınan ve bir bardak dolusu kırmızılık var.
İnlemelere karışan nefes alışlarının arasında burun çekişler her dakika, tozların arasında beyne enjekte edilen bir gençlik ateşi, arzular ve deri ceketler, kokusuyla.
İçilen tütünün dumanı dolduran odayı ve eşyalar ve insanlar ve açlık hissi.
Terin yavaş yavaş dinlenmesi şah damarı üzerinde, kayboluşlar her dakika, duştan gelen gülüşlerin arkasına saklanmış ağız kapamalar, utanç hissi, susturmalar.
Bir yatak, oldum olası, karanlığı delip geçen bir lamba tavanda, şahitliği savunan, her saniyede yalnızlık kokan bir sevişme tufanı denizlerde, odanın içinde boğulmalar, odanın içinde can çekişmeler.
Geri sarılan makaraların gizliliğinde durduruşlar, âdem elmasının yukarı ve aşağı hareketi, garip bir ses, nefes alış, hislerin doruğa ulaşması.
Pencerenin ardında yok olan bir dünya, karanlığa gömülen bir şehir dışarıda, sessizlik, sakinlik, yollara tutunan birkaç insan ve köpekler. Kulaklarını dikmişler, dinliyorlar. Vızıltılar geliyor bir yerlerden.
Kifayetsiz kalan sözcükler her satırda, yatıp uzanmalar ve dinlenmeler.
Bedenin yorgunluğundan göz kapaklarının çığlıkları, isyanlar her caddede, eylemler kaburgalardan, kan, akıp giderken damarlarda, kana karışan sıvılar ve gözbebekleri, büyümeler, küçülmeler.
Erekte olan bir beyin, bacaklar, dakikalara susamalar ve boşalmalar.
Rahatsız edici yay sesleri arasında yelkovanların küsmüşlüğü var. Kuduran vücutların aralıklarına girmeye çalışan organların serliğinden bizim yakarışlarımız. Demek istenileni yanlış anlamak, sakız olan akıntılar, sıvılar ve yapışkanlık.
Ellerin gezinmesi yasaklarda, odaların içinde insanlar ve eşyalar. Bir yatak, bir lamba ve dışarıda dirilen bir şehir…
Kulaklarını dikmiş köpekler sokaklarda.
Duvarlar arasında kayboluşlar, vücuda girenler ve çıkanlar, çıplaklık her bedende, avuçlamalar ve parmak uçları, yüksek bir ses, inlemeler arasında salınışlar, acı, zevk, yok oluşlar. Bir yerlerden gelen vızıltılar, gidişler belki, anlaşılamayan olgular, çirkinlikler.
Adını koyamadığımız nesneler bütünlüğünde sıfatsız kalan yakarışlar. Kimi yarın, kimi bugün, hep geri dönüş, hep yok oluş.
Vızıltılar her yerde, sende, bende, içimizin feryadı dışa vuran, kaburgaların hapsinde bir kalp, duracak, elbet bir gün o da yok olacak.
Birkaç kurtçuk, birkaç eşya, birkaç insan.


paylaş:

süt içinde balık kraker


Tutulmamış yeminler, yıkanmamış cesetler, kesilmemiş saçlar var yanı başımda, gece saatlerden çoktan sabaha yenik, ay ışıkları güneş doğana kadar aydınlatırken dünyayı, yukarılarda yer değiştiren yıldızlar, uzaklarda gemiler var okyanusları acıtan, yunuslar var trafik lambalarında, çizgiler her yerde, sağda ve solda, yukarıda ve aşağıda, fark ettiğimi biliyor herkes, benim yaptığım apaçık, yine de sorguya çekilenler ve kafa karıştıranlar, an denen kavram ilerlerken hiç durmadan, dairenin içinde kalanlar ve dışındakiler, serbest kalanlar sevinçten ağlarken dışarılarda bir yerlerde baykuşlar ötüyor kulak zarını çizerek, yelkovanlar sevişedursun akrep sokmalarında, yeminler üstüne yeminler ediliyor tutulmayacakları bilindiği halde, sadece cesetlerin arkasında duranlar ağlıyor, yıkamak ve çörek otu dökmek için sıraya girmişler, yavaş yavaş ağaran gökyüzüne inat ay var uzaklarda, saçlar belden aşağıda, kırıklar aldırılıyor, sabahlar çoktan öldü, galibiyet ayın elinde, yıldızlar sevinçlerinden ne yapacaklarını şaşırmış, bir o tarafa, bir bu tarafa, okyanusun kalbinde kan bürüyen tonlar ağırlığında gemiler var yük taşıyan, binlerce yunusun katili oluvermişler şimdiden, sağa tehlikeli virajlar ve sola, kasisler var durmadan, zaman şişede durduğu gibi durmuyor, aktıkça akıyor toprağa, yeşilliklerin sebebi zaman, dışarılarda hâlâ sesler var, baykuşlar bayanlarını arayadursunlar, gagalarında sallanan solucanlar, sadece düşüne durun siz, herkimseniz, ne anlattı şimdi bu deyip, gelmişimi ve geçmişimi, yapabilirsiniz, elimde bir kalem ve bir kâğıt, çizdikçe çiziyorum yusyuvarlak bir daire, para koyup çizsem bu kadar zorlanmayacağım, dışta kalanlar sevinçten ağlarken, siz, içeriye koyuyorum tümünüzü, farkındalar, kimin yaptığı apaçık, tutulmayacak yeminler ediliyor her dakika ama siz, içinde kalıp yıkanacaklar, üzerine bir bir çörek otu dökülüp mis gibi kokacaklar, yanımda bir makas, kesilmemiş saçlar, sorguya çekilenler, sabah oldu mu diye soran bebekler var bir de, olanlardan bir haber sütünü içiyorlar, zaman akıp giderken büyüyüveriyorlar anlamadan, önlerinde bir kâse yuvarlak, dışa taşan krakerler boğulmaktan kurtulduklarına seviniyorlar, içine düşenler durmadan yeminler ediyor ama herkes farkında, kimin suçlu olduğu apaçık, yine de herkesi sorguluyorlar. 
paylaş:

kahrolası kusursuz

Tek dilenen daha fazla his, daha fazla korku… Yapabileceklerime kulak asmadan… İnadına kırmızı… Durup soluklanalım, susayalım… İçmek şarapları… Bacaklardan süzülen terler ve... Neden olmasın?
Küçük bir sürtük yatağımdaki… A, yapma ama… Bunu söylemeyecektin… Bildiğini bilmiyordum…
Kusursuz bir beden, kusursuz bir ten, kusursuz bir ruh, kahrolası kusursuz…
Elime geçen bir kalp olmalı; sıktığımda parmak aramdan fışkırmalı, elime gelen göğüsler olmalı; sıktığımda portakal gibi patlamalı, pürüzsüz olmalı, güzel koklamalı, diriliği gözleri doldurmalı, sapık ruhumu susturmalı, gitgide yaklaşmalı, ışık huzmelerini kıskandıran bacakları olmalı; üzerine düşen kuş tüyleri düşmeli aşağılara, her açılıp kapanmalarda sulanmalı dudaklar, yapışkanlık kaldırmalı uykusundan uyanmak isteyeni, kaynatmalı fokur fokur bademleri, dikilmeli capcanlı ölüler gibi gecelerde, bilinmeyenleri ayak izlerine döndürmeli çöllerde yanarken, aktığında ölmemek için savaşa katılanları içmeli, yalamalı adeta, kıvrılan bir dil; damarlarında kalp atışlarının ritmi gezinir, yalamalar, tükürük bulamaçlarına karışan lapalar ve yutkunmalara dayanan soluk alışlarda devrilmeler geriye doğru, aşağılara indikçe inip kalkan bir uzuv, canlılığını kazanma çabası güderken oynadığı çobancılıkta, yaşlanmaya direnen bedenin yetmişine geçmesiyle biten süt kıvamlı, bir de yitip giden mücadele, olurdu bunlar, mükemmel bir ruh; içini doldurduğu kılıfının şeklinden sapan, ateşler içine düşse zevkten kuduran, ağzı yalamaya alışkın, kulakları kör, gözleri duymaz…
Sıktığımda ayrılan bir dudak ve çapraşık yaşanmış sıvısal duygular, eller titrerken her dokunuşta, inlemelere karışan acılar.
Ele gelen körpeliğinde bir uzuv, sıktıkça şişmeye doymuyor. Altta iki balon patlayacak, her yer bulamaç, her yer kırmızı. Diriliği gözleri dolduran, her deliğe uymayan ve bir de yok olup gitmeler var hislerin, ölümler var uzuvlarda, bükülmeler var, küçülmeler var.
Hisler var daha fazla dilenen, her korkunun arkasına gizlenmiş, ulaşılması güç köprülerden atlamak gerek, kimseye karışmadan, sokak aralarında bile, kulak asmadan ve kırmızı ışıklar yanarken lambalarda, trafik durmuşken kıvrılmaktan kuduran yolların üzerinde, soluklanmak, susamak için duralım, akan kırmızılıkta, kadehlerin içinde bulanırken şaraplara, terler boşanırken bacaklarımızda ve… Neden olmasın? Yatağa atılan sürtüğün yaşına bakmadan, katil damgası yememek için kendini zor tutmalar ve sapıkça ruhun bedeni okşamasını yenmeler dakikalarda, zorluklara karşı hoplayan göğüslerin diriliği… A, yapma ama… Bu kadar da kötü olamaz, hemen sorgulamalar, işaret parmağını göze sokmalar başlamasın. Dünyevi mutluluğumuzda cehennemi hatırlamadan yapılanın kötülüğünü sorgulamak sana kalmadı, unutma bunu. Ama yine de bunu söylemeyecektin, utangaçlık denen pelerin sarmış çoktan bedenini, itiraf ediyorum, bildiğini bilmiyordum…
Karşımda duran bacak arasını açmış kusursuz bir beden…
Her an tırnaklarını bedenime geçirecekmiş gibi duran, yağ gibi, kusursuz bir ten…
Kılıfına sığmayan, duman tadında, tütün ve kusursuz bir ruh…
Kahrolası kusursuz!


paylaş:

bay aklı-apış-arasında



Yaktığı iki sigaranın birini C.C.’ye verdi.
‘Böğürtlen’ dedi Chris içinden. Kaygan ve tatlı rujun dilinde bıraktığı ulaşılmaz haz, ciğerlerine doldurduğu dumanla beynine ulaştı. Kapkaranlık ortamı aydınlatan saniyede bir flaşlar; yüzlerce içkinin içinden geçerken sarhoş olan ışık huzmeleri, omuzlarda, boyunlarda alınan soluklar; nefes alışları, nefes verişleri. Bacak aralarında gezinen bakışlar ve hoplayan göğüsler eşliğinde boşalan bir müzik. Yoğun dumanın içinde mideye inen onlarca sıvı, çökmüş göz kapakları, iğne izleriyle dolu kollar, birbirini bulan dudaklar, kırmızı, boya, topuklar ve bacaklar. Bir ortamda bulunan nesneleşmiş varlıklar. Konsepti oluşturan biblolardan farksız yavaşça salınan kızlar.
Buzlu bardağın içinde içilmeyi bekleyen bir İskoç viskisi, kıvamsal yapıtaşlarından ayrılmayı bekleyen alkol ve hazzı dorukla taşıyan aromalar. Morumsu dudakların üzerinden ıslak dilin üzerinden süzülen bir sıvı.
“Hey, yavaş ol Minerva...” dedi C.C. kızın kolunu tutarak “…süt içmiyorsun güzelim.”
“Karışma bana!” dedi kolunu çekiştirirken “Oturmaya gelmedik buraya.”
Bilmiş bakışlarını kızın göğüslerine dikmiş vaziyette “Ne için geldik?” diye sordu.
“Ah Chris, yanından geçen kızların kıçlarını nasıl süzdüğünü görmek için gelmedim…” dedi gözlerini göğüslerine dikmiş olan C.C.’ye “…hele hele bütün gece göğüslerime bakıp, eve dönünce beni düşünerek boşalasın diye de gelmedim. Eğlenelim bu gece Chris, hayat çok kısa, baksana.”
Bakışlarını loplardan kızın gözlerine kaldıran C.C. “Her zaman bu kadar seksi olmak zorunda mısın?” diye sordu kızın beline dolanırken. “Bu gece sana neler yapabileceğimin farkında bile değilsin.”
“Piçten başka bir bok değilsin Chris Cave. Kıçını kurtarmak için bana yalvaracaksın bu gece.” dedi Minerva, C.C.’in bacak arasını yoklarken.
“Bakın burada kimler varmış?” dedi Marla. “Bay aklı-apış-arasında ve bayan tuzağa-düşmüş-keklik”
Dudaklarını Minerva’nın ağzından çıkaran C.C. karşısında duran sütun bacaklara “Bu ne şeref Marla.” dedi ve içkisinden bir yudumu midesine indirdi.
“Kim bu sürtük?” diye sordu Minerva C.C’in kulağına fısıltıyla.
“Anlaşılıyor ki bu gece de yatak gıcırtısından uyuyamayacağız.” dedi Marla, sırıtarak.
“Tanıştırayım, Marla…” dedi Minerva’ya, “…ve bu bayan da…” derken Marla C.C.’in sözünü kesti.
“Bayan keklik, neyse Chris, seni görmek çok güzeldi dememi beklemiyorsun sanırım, ben gidiyorum, ortam beni hiç sarmadı.” dedi ve gitti.
“Kim bu kendini beğenmiş sürtük ve bana neden keklik dedi?”
“Kendisi komşum olur ve boş ver. Dediğin gibi kendini beğenmişin tekidir.”
“Neyse, hadi sana gidelim bebeğim, yapacak daha çok işimiz var.”
‘Marla, gece düşlerimin başkarakteri, kasıklarımın ateşi…’ diye düşündü C.C. kabaran hatıralarıyla. ‘… baş ağrılarım, sızılarım. Bunların tek sebebi bacakların olmasa gerek, göğüslerin, gözlerinin içi, boyalı dudakların ve her an sırtıma geçirecekmişsin gibi duran tırnakların. Bir gün gelecek ve yatağımda bana eşlik edeceksin, sigaramı sen yakacak ve kucağımda sen oturacaksın. O gün geldiğinde, tüm benliğimde toplanan hisler vücuduna fışkıracak. Evet, bunu biliyorum, tanrıyla yüzleşeceğim gün o gün olacak!’
Anahtar deliğe girmeden öpüşmeye başladılar. “Piç herif!” dedi Minerva, “Zıplat beni.”
Dilleri birbirine dolanırken aklından Marla’yı defetmeye çalışan C.C. kasıklarındaki ateşi küle çevirmek için anı yaşamaktan başka bir çarenin olmadığını fark etti ve kendini gecenin pistine bıraktı.
Barda Marla’nın söyledikleri ve bakışları ve bacakları ve dudakları aklına geldikçe daha da hızlanıyordu. Şehvetle acının karışımı çığlıklar atan Minerva’nın hoplamalarına karışan yatak gıcırtısının sesini duydukça daha da kuvvetleniyor, rötar yapmış uçağın sabırsızlığıyla kendinden geçiyor, hırıltılarına ohlamalar karışıyordu.
Alt katta sinirden geberen Marla’nın surat ifadesini görmek için kıçını bile açardı sokakta.
Elinde sigarası gürültüleri duymamaya çalışan alt kat komşusu Marla’nın, sinirleri en zirvelerde kayak yapmaya başladığında ağzından püsküren sözleri şuydu: “Bir kızı düzerken bu kadar zıplamana gerek yok Chris Cave!”
Bunları duymuş gibi C.C. daha çok bağırmaya ve zıplamaya başladı. ‘Seni de böyle düzeceğim Marla!’ diye geçirdi içinden...


uslu bir çocuk olup buraya tıklarsan Chris Cave'in diğer maceralarını bile okuyabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.


paylaş:

trajikomik vaka

“Rüyadayken yüksek bir yerden düşmek gibi bir his var içimde, ben buyum diyebiliyorum kendime. Ben buyum, kahrolasıca, gerektiğinde utanmadan düşebildiğimi söyleyebilen, idealleri doğrultusunda laf dalaşına girip savımın doğruluğunu kanıtlayana kadar dilimdeki tüyleri hatta kıçımdakileri bile bitiren biri. Mutluyum, gözümde yaşlar, gibi bunalım takılıp da hissetmedikleri doğrultusunda küçücük hayatlarını harcayaduran insanların da ciğerini sökesim gelir…”
Onun adı Chris Cave, ve bir yarışmaya katılıp, yağlı saçlarını geriye doğru taramış sunucu ona “Eğer büyük ödülü kazanırsanız Bay Cave, ne yaparsınız?” diye sorsa bu cevabı verir ve şöyle devam ederdi: “…ki zaten hiç yapmadığım bir şey değil. İşte büyük ödülü kazanırsam da kazandığım paranın bir kısmını bu gibi kişilerin deliklerine sokacağım.” Bunu söyler söylemez de para verip, bilet almış ve sırf televizyon furyasında silinmez sayfalara kazınmak için daracık kırmızı koltuklarda oturan ve kamerayı gördüğünde el sallama gibi bilinç dışı hareketlerde bulunan izleyiciler, ilk önce suratlarındaki donukluğun farkına varmadan bir dakika boyunca mala bağlayacak ve küçük beyinlerinde köşeli jetonlar ulaşması gereken yere ulaştığında da küçük bir tebessümle sırıtacak ve dudaklarıyla kulakları arasındaki o uçsuz bucaksız mesafe giderek azalacaktı.
Ama büyük ödülü kazanmamıştı çünkü yarışmaya katılmamıştı, katılabilitesi yüksek olmasına rağmen yatağının kenarına oturmuş, elinde sigarası, birasını yudumlarken yatağının tam karşısındaki elektrik faturalarının sebebi televizyona gözlerini dikmiş, ‘bu salaklar ne yapıyor?’ diye içinden geçiriyordu. Zevk verici bir şey bulana kadar Marla’nın yeni ağdalanmış bacaklarını düşünedurmuş, medya denen hedenin dibine vurmak için o hiçbir zaman basılmaması gereken, üzerinde bir daire ve dairenin içinde düz bir çizginin bulunduğu düğmeye basıvermişti. Elinde tuttuğu uzaktan kumandadan çıkan ışınlar televizyonun bilimum bilmem kaç yerindeki sensörler tarafından algılanmış ve dikdörtgen kutunun içine, kim kime ne yapmış, nerde yapmış, çok mu acımış, sorularının döndüğü dünya bir anda batıdan doğan ay gibi gömülüvermişti. İlk önce her zaman olduğu gibi podyumda frikik veren hatunları aramakla geçmiş fakat ‘hatunların artık yatma vakti gelmiştir’ diye düşündüğü için garip reklamlarla dolu bu yarışma programına kendini kaptırıvermişti.
‘İnsanlar ne garip…’ diye düşünmüştü. ‘…kim köpeğine kemik şeklinde makarna alır ki?’
Evet, neden insanlar köpeklerine kemik şeklinde makarna alırdı ki? İnsanlar neden köpeklerine makarna alır? Kemik şeklinde olması köpekler için savunma mekanizması kırıcı özellik göstermesi için midir? Köpekler salak mıdır? Yoksa insan postuna bürünmüş köpekler midir makarnaya kemiş şeklini veren?
Bunların hepsini sigara dumanıyla falloş olmuş beynine soran C.C. birasında kocaman bir yudumu midesine indirirken zapladığı bir kanaldaki sorulan soruları duyunca, zaten yeterince pis olan halısının üzerine kusarcasına böğürdü. Neydi bu olanlar? Yoksa bu televizyon denen şey vizyonluktan vazgeçip telekızlığa mı soyunmuştu?
“Hera’nın annesi kocasının rızasıyla striptiz barda bacaklarına kıllı erkeklerin dokunmasına izin verirken, tüm yaptıklarının geçip derdinden kaynaklanan bir sorun olduğunu düşünmüş ve ‘madem ben bacaklarımı kıllı erkeklere elletiyorum sen de kıçını ibneler elleteceksin’ diyerek kocasının kalp krizinden ölümüne sebep olmuştur. Hera da bu sırada babasız kalmanın verdiği mutlulukla erkek arkadaşını evine almış, sabaha kadar avazı çıka çıka kendini erkek arkadaşına düzdürmüştü. Sabah, gecenin verdiği yorgunlukla bir gözü kapalı uyanan Hera’nın annesi kızının okula geç kaldığını düşünmüş ve uyandırmak için onun odasına doğru yönelmişti. Kapıyı açar açmaz gözleri fal taşı gibi açılmış ve merhum kocasının silahını almak için yatak odasına gitmişti. Odaya vardığında yatağın içinde yatan birini fark etmiş ve dün gece onu eve bırakan adamın koynuna girdiği gerçeği kafasına dank etmişti. Eline aldığı silahla daha uyanmamış ama muhtemelen gece onu düzen adamı bir kurşunla öldürmüştü. Silahın sesine koşarak gelen kızı ve onu düzen sevgilisini karşısında gören anne, hiç düşünmeden kızını düzen çocuğu iki kurşunda öldürmüştü. Annesinin yaptığına akıl erdiremeyen Hera, olduğu yerde kalakalmış ve cinnet geçirmişti. Akıl sağlığını yitiren Hera şu anda meşhur bir akıl hastanesinde yaşam mücadelesi vermekte, anne meşhur bir ceza evinde yaşam mücadelesi vermekte, Hera’nın annesini eve bırakan ve düzen adam, Hera’nın babasının ölümüne sevinip eve davet ettiği ve bir gece boyunca kendini düzdürttüğü çocuk ve merhum baba, meşhur bir mezarlıkta kabir azabı görmektedir.
Yukarıda verilen trajikomik vaka hakkında aşağıdaki savlardan hangisi yada hangileri doğrudur?
i.                     Vaka sırasında toplam üç el ateş edilmiştir.
ii.                   Vakada en az suçlu olan Hera’yı düzen çocuktur.
iii.                  Hera’nın babasında göt korkusu vardır.
iv.                 Hera’nın annesinde selülit yoktur.
v.                   Hera, sırf annesi onu da öldürmesin diye deli taklidi yapmaktadır.
vi.                 Vaka’nın sonu boka sarmıştır.”
Bu soruyu gören, hayatında başına gelmedik bir olay kalmamış, gerektiğinde korkak gibi topuklayıp bir de bunu ulu orta yerde komik bir olaymış gibi anlatan Chris Cave, şunu diyebildi: “Tanrım!”
Sorunun doğru cevabını merak etmesine rağmen içinin geçmesiyle yataktan, tereyağından kayarmış gibi kaydı ve garip dünyanın garip rüyalarını görmek ve düşmek hissini yaşayabilmek için gözlerini yumdu.


chris cave'in diğer maceraları için burayı tıklayabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.


paylaş:

ölmeden uyanmalıyım

Tüm pamuk yığını bedenimi sarmış gibi sıcacık yatağımda yatıyorum. Karanlık, odayı aydınlatan ışık huzmesinden başka bir şey yok odada görülen. Serin bir fısıltı gibi benliğime doluyor korku, uyanıyorum.
Aydınlık. Her yer toz içinde, saçaklarda fareler geziniyor, yatağımdan kalkıyorum. Çıplak ayaklarıma cam kırıkları batıyor, kanayan ayağıma gözlerini dikmiş farelerin ayak kıpırtılarını duyar gibiyim. Garip bir senfoni bu. Daha biraz önce yatağımdaydım, şu an üşüyorum, aydınlığın içinde karanlığa gömülüyorum. Su sesi. Adımlarım yavaş mutfağa gidiyorum. Kapı yerinden çıkarılmış yerlerde tahta parçaları. Hamam böcekleriyle dolu tencereyi görüyorum. Yıllardır açmışlar gibi birbirlerinin üzerinde gezinen solucanlar ve sümük gibi bir şeyin içinden çıkan kurtçuklar. Yaklaşıyorum, midem bulanıyor, tencerenin içine bakıyorum. Midem kalkıyor ve kusuyorum. Yere yığılmış şekilde elime bakıyorum. Bileğimden akan kanları görüyorum, demir kokusu. Kendi kusmuğumun içinde kesik elimin acısını hissediyorum.
Yaklaşan biri var, her soluk alışında tüylerim diken diken oluyor. Mideme inen solucanlar gibi ağır ağır yürüyor, ellerini bir şeye sürtüyor gibi. Dişlerini gıcırdatmasını duyuyorum. Soluk alışımda içim ürperiyor ve verişimde ağzımın içinden iğrenç kokulu buğu çıkıyor. Sanki içim çürümüş gibi dizlerimi karnıma çekip, gelen şeyin artık korkudan uzak varlığını görmek istiyorum. Adım atışları. Işık huzmesinde gidip gelmeler. Göz bebeklerim büyüyor, içimi dolduran korku kulaklarımdan çıkacakmış gibi, beynim basınçtan patlayacak ve her bir et parçası başımın üzerinden bedenime süzülecekmiş gibi geliyor. Acıyan bileğimde gezinen bir şey hissediyorum. Çığlık atarak kanımı yalayan fareyi duvara fırlatıyorum. Tanrım, neler oluyor? Bu olanların hepsi kötü bir şaka mı yoksa bilinçaltımın oynadığı oyunlardan en korkuncu mu? Çözemiyorum. Tezgâhın üzerinde duran tencerenin içinde kurtçuklar tarafından yenen elimi düşündükçe midem bulanıyor. Kan kokusuna üşüşen farelerin kemirgen dişlerinin sesi kulaklarımı patlatacak gibi. Korku denen şeyin ne olduğunu anlamam için yapılmış oyunun içinde, sidiğinde boğulan bir karakter gibi hissediyorum kendimi. Tüm düş gücüm beni buraya soktu ve bu garip rüyadan uyanmak için sadece beş dakika otuz iki saniye kaldı. Burada geçen her saniyenin değeri yaklaşan şeyin bir adımı gibi beynimin içinde danklıyor.
Salyangoz gibi kanımı arkamda bırakarak kapıdan uzaklaşıyorum. Her saniye vuruşunda sonumun geldiğine bir adım daha inanıyorum. Soluk alışlarım hızlanıyor, kalbim kaburgalarımı dövüyor. Beynimde bir adrenalin bombardımanı. Dört dakika elli üç saniye.
Zaman dudaklarımdan gırtlağıma akan şarap gibi acıtıyor canımı. Bir masalın içinde kurt tarafından yenmeyi bekliyorum. Düş kırıklığına uğramış gibiyim. Kendimi tutamayıp ağlamaya başlıyorum. Gözyaşlarım sümüğüme karışıyor ve tuzun tadını alıyorum. Her hıçkırışımda sinirden duvarı yumrukluyorum ve bana doğru yaklaşan şeyin soluk alışlarını daha yakınımda hissediyorum. Ağır adımlarla kapının diğer tarafında bekliyor. Korkuma karşılık onun tatmini. Üç dakika on iki saniye.
Kahkahasını duyuyorum, jilet gibi kesiyor bedenimi. Kız çocuğununkine benzetiyorum. Sanki her adım atışı küçük bir çocuğun ayaklarından doğuyor. Parmak uçlarında yükselmesi gibi sahnede, eteklerini uçuşturarak koşması gibi buğday tarlasında…
İki dakika dört saniye. Çıplak ayaklarını görüyorum ilk, simsiyah saçları gibi bir elbise var üzerinde, yıkık duvarın olduğu yerde bana dönük duruyor. Sonra bir anda üzerindeki elbisenin rengi açılıyor ve saçları kısalıyor. Beyazların içinde duvara dönük kahkaha atıyor. Avucumu ısırıyorum. Beynim en iyi oyununu oynuyor benim adıma. Dişlerimi parmaklarıma geçiriyorum. Bir dakika yirmi altı saniye.
“Ne istiyorsun benden?” diye soruyorum. Cevap yok. Saçlarımı çekiyorum sinirden. Ne olacaksa hemen olsun bitsin. Kapının önünden geçen fareyle irkiliyorum. Tanrım, ne yaptım ben? Debeleniyorum, ayaklarımın altında toza bulanmış tahta parçalarını savuruyorum. Bitmek bilmeyen bir rüya mı bu? Az kaldı, ölmeden uyanmalıyım. Kırk dört saniye. Kafasını bana çeviriyor. Saçlarından yüzünü göremiyorum. Her nefes alışında saçları dalgalanıyor. Ağır adımlarla elleri arkasında bana doğru yaklaşıyor. Köşeye doğru sürüklüyorum kendimi. Kaçacak takatim kalmayıncaya kadar oradan oraya dolanıyorum mutfağın içinde. Çekmeceye uzanıyorum. Bıçakları görüyorum. On dokuz saniye.
Elimi bıçağa uzatıyorum. Bilenmekten parlayan metalin yumuşaklığı dudaklarımı kulağıma yaklaştırıyor. Tam bıçağa dokunacakken bileğimden yakalıyor beni. Küçük bedeninde göründüğünden çok daha fazla kuvvet barındırdığı bileğimdeki acıdan belli oluyor. Çırpınırken tezgahın üzerindeki tencere yere yuvarlanıyor. İçindeki solucanlar ve kurtçuklar etrafa yayılıyor. Kesik elimin yarısından çoğu kemirilmiş. Cinnet geçirecek gibiyim. Ne çırpınışlarım ne de haykırışlarım çare veriyor artık. Kalp atışlarım yorgunluktan kaybolacakmış gibi. Bedenimin içinde depremler oluyor. Yangınlar çıkıyor zihnimde. Sekiz saniye.
Bileğimi bırakıyor. Diğer elinde tuttuğu kutuyu bana uzatıyor. Dört saniye. Ne olduğuna anlam veremiyorum. Elime alıyorum. İki saniye. Kutuyu açıyorum.
Vakit geldi!
Kulağımın zarını patlatırmışçasına zırıldayan saatin sesini duyuyorum. Adeta komidinin üzerinde dans ediyor saat. İki metale çarpan çekicin sesi gibi, kulaklarımın içinde davul çalıyor. Kan ter içinde yatağın içinde doğruluyorum. Hayatımda gördüğüm en garip rüyadan uyanmanın sevinci var içimde. Bir oh çekiyorum. Nefes alışlarım normale dönüyor.
Ayaklarımı yataktan yere bırakıyorum. Ayağıma bir şey batıyor. Can havliyle bacağımı çekiyorum. Topuğum kanıyor. Aydınlık. Serin bir fısıltı gibi benliğime doluyor korku. Her yer toz içinde, saçaklarda fareler geziniyor.
Saate bakıyorum, sekize on iki dakika yedi saniye var.
Fısıltısını hissediyorum.

paylaş:

düzüşen filler



C.C.
Chris Cave. Onun hakkında bilinen ender bilgilerden biri bu. Takma bir isim. Ve bir de yakışıklı, düzgün ve fazla belli olmayan karın kaslarının olduğu, cinsiyetinin erkek, boyunun 1.76 ve saç renginin koyu kahve olduğu. Belki de siyahtır. Dar pantolon giymeyi seviyor, sigara belki de tek vazgeçilmezi. Uyuşturucu kullanıp kullanmadığı bilinmeyenler arasında fakat içki içmeyi seven birisi.
Küçükken annesinin ona süt verip onu kucağında uyuttuğu, babasının sigara içerken yakalayınca bir sigara da kendisinin yakıp beraber içtikleri, matematik dersinden nefret ederken psikoloji dersinden tam not aldığı, ayakkabı numarasının en fazla 42 olacağı, işerken sarışın değil esmer kızları düşündüğü, ayda en az on iki defa seviştiği, en iyi düzme biçiminin arkadan olduğunu düşündüğü ya da tatlının yanında krema değil de vanilyalı dondurma sevdiği, bunların hepsi ama hepsi bir muamma.
Chris Cave, kesinlikle birlikte kullanılması gereken iki kelime. Feci derecede sikici.
Karanlık odanın içinde bir nefes alışı, sessizlik, karanlık odanın içinde bir nefes verişi.
Dudakları arasına sigara tutuşturuyor ve eline aldığı zippoyu ateşliyor. Bir anda karanlık odanın içinde bir yatak, bir televizyon, bir sandalye, bir bira şişesi ve yarı çıplak bir erkek can buluyor. Tuvale kazınan yağlı boya gibi hepsi aynı bokun laciverti. Ciğerlerini dumanla dolduruyor, alnına düşen kakülleri var ve bunlar, ona bir hayli karizma katıyor. Yakışıklılığı kişiden kişiye farklılık gösteriyor. Kimilerine göre muhteşem, kimilerine göre enfes ve kimilerine göre düzücü.
Karnı normalden biraz şiş ve birayı her yudumlayışında daha çok çişi geliyor. Işık yanıyor. Mis kolu bir dünya burası, tuvalet.
Kapıyı kapatınca kapının arkasındaki oyuk dikkatini çekiyor.
-Kancık karı.
Evine gelen Marla yaptı onu, hem de tuvalet fırçasıyla. Aslında C.C.’nin yapmak istediği Marla tuvaletini yaparken yanına gidip, pantolonunu çıkarıp Marla’nın ağzına vermekti. Düşündüğüne göre Marla bundan büyük bir zevk alacak, içinin yağları eriyip kızaracak ve dizlerine kadar indirdiği siyah, dantelli külotunu onun kafasına geçirip klozetin üzerine oturup bacaklarını açacaktı. Ama işler her zaman C.C’in düşündüğü gibi yürümüyor. Kapının koluna bastığında kapının kilitli olduğunu anladı ve içeriye girmeye çalışan C.C’in zorlamalarını gören Marla “Siktiğimin çocuğu, aşağılık herif. O kapıdan uzaklaş yoksa seni götten sikerim.” Dedi ve eline geçirdiği ilk şeyi kapıya fırlattı.
Aslında biraz daha zorlasa ve “Sik beni Marla!” deseydi belki de durum hiç de böyle olmayacaktı. Marla kapının arkasında soyunacak, kapıyı açar açmaz C.C.’in üstüne atlayacak ve tüm apartmanı sese boğarak düzüşeceklerdi ya da C.C. kapıyı zorlayacak, Marla kapıyı açacak ve eline geçirdiği her türlü kesici, delici, yakıcı, kırıcı, parçalayıcı ya da sikici aleti C.C.’in kafasına atacak ve yerde yatan C.C.’in üzerine geçip iki bacağını açarak “Şimdi de sikin kalkıyor mu?” diye soracaktı. Bunların hepsi ünlü düşünür C.C.’in kafasında tasarladığı yeni filmiydi. Sahnelerinde sokak aralarında kendisini pazarlayan kancıklar ve kendisinin oynadığı ve defasında “Düz beni C.C.” diye biten kısa soluklu uzun filmlerdi. Fakat yaşadığı filmde senaryo kendisine değil tanrıya ait. Ne kadar düzse de bir o kadar da düzülür çünkü. O, Chris Cave. Görselliği hariç kağıt üzerinde hangi sıfatlarının yazılı olduğu bilinmeyen adam.
İşiyor Marla’yı düşünürken. Klozet kapağına oturuşunu ve Marla’nın o ince belinden tutup onu kucağına yavaşça indirişini hayal ediyor. Kamışı alevlenmeye başlıyor bu esnada. Klozetin içine işemekte zorlanıyor.
Odasına çekildiğinde televizyonda bir belgeselin olduğunu görüyor, bir elinde sigara diğerinde bira. O da ne? Onlar fil olmalı. Tanrım, filler düzüşüyor. Kaç yılda bir yaptıklarını sorguluyor kendi kafasında ve ister istemez fillere acıyor. Dünyayı inleten yürüyüşleriyle düzüşmeleri bir hayli korkunç ve gülünç geliyor ona.
-Fantezi yap biraz, hortumunu kullan, okşa onu.
‘Hayat, ne garip’ diye düşünüyor içinden. Sigarasını her yudumlayışında Marla’nın içine giriyormuş gibi bir his uyanıyor apış arasında. Alevlenen volkanı söndürmek için kuvvetli ırmaklar gerekli ona.
-Sizin sikinize de kelebek konuyor mu?
Telefonu titreşiyor. Tanrım, arayan Gretchen. Üç gece önce düzdüğü kaltak. Alevini bu gecelik söndürebilecek fahişe.
-Alo.
-C.C. nasılsın?
-İyiyim, diyor tanımamazlığa vuruyor, siz kimsiniz?
-Hey sıkı çocuk aşk olsun, benim, Gretchen. Hatırlamadın mı? Üç gece önce belime boşalmıştın.
Fillerin düzüşmesi gerekir, neslinin devamı için bunu her yıl üşenmeden gerçekleştirmeleri ve yeni yeni gri yavruları dünyaya getirmek gerekir. Chris Cave’in de düzüşmesi gerekir. Doğmayacak çocuklarını lapa lapa başka tenler üzerine akıtması, üzerine bir de sigara içmesi gerekir. Hayat böyle işler onun filminde. Bunu, yüce senarist de böyle yazmıştır.
-Hey, hatırlamaz olur muyum, o göğüsleri unutmak mümkün mü? diyor gömleğini giyerken, bu gece bana gelsene, hatta dur bir değişiklik yapalım ben sana geleyim.
Sadece üç gece önce tanışmışlardı, kadın 32 yaşında, götünün alt kısmını açıkta bırakan bir etek giymiş ve göğüslerini meydanda bırakan bir kıyafet vardı üzerinde. Üç metre öteden ağır parfüm kokusu insanın burun kemiğini kırmaya yetiyordu. Ve kalçaları dolgundu. C.C. atmacadan beter vaziyette sinsice yaklaştı kokunun geldiği yere. Sadece 13 dakika sürmüştü. Konuşmuşlar, kadın fingirdemiş, sonra mis kokulu dünyaya gitmişler ve düzüşmüşlerdi. Gecesinde C.C. kadının evine gitmiş ve ilerleyen saatlerde, fillere benzemeyi sürdürmüşlerdi. Gretchen C.C.’in evine hiç gelmemişti.
-Ops, dur bakalım, çok güzel becerdin de neden aramadın beni pezevenk.
-Bak şimdi konuşuyoruz ya, baldırlarında ellerim gezinmeye başladı bile. Şimdi çıkıyorum, tabii üç günde adresini değiştirmediysen.
-Bak bekle biraz… derken C.C. kadını susturuyor.
-Hey bak ne diyorum, ben gelmeden soyunmaya başla, tamam mı? Diyor ve telefonunu cebine koyup arabasının yanına gidiyor.
Gretchen, C.C.’in beklentilerini tam karşılayamasa da bu gece tereyağı sürülmüş ekmeğinin üzerine bal gibi gelmişti.
Merdivenleri ikişer üçer çıkıyor, sigarayı azaltması gerektiğini düşünüyor. Daha çok kişiyi düzmek için daha çok yaşaması gerekli. Kapıyı tıklatıyor.
Ses yok. Bu sefer yumrukluyor, kapı açılıyor.
O da ne? Atletli bir adam, pembe don giymiş, göğsü kıllı. Sağ ayak baş parmağında tırnak batma sorunu var anlaşılan, irinli. Arkasında kadın duruyor, suratında bilmişlik var.
-Bu dallamayı ekemedin mi bu gece, diyor C.C., kocan bu mu?
Gretchen bir şey demiyor.
-Ne diyorsun sen lan, ibne! deyip C.C.’in fazla belli olmayan ama düzgün karın kaslarına yumruğu indiriyor. Üç saniyeliğine uçmanın dayanılmaz hafifliğini yaşayan C.C.’in sırtı karşı direnin kapısına çarpınca inliyor. Adam, irinlerini ortalığa bulaştıra bulaştıra giriyor içeri.
-Şimdi de sikin kalkıyor mu? diyor.
‘Tanrım neden herkes bunu söylüyor bana?’ diye düşünüyor C.C.
Kapının eşiğine oturuyor Gretchen kapıyı kapatırken. Alevlenen apış arasının susuzluğunu dindirmek için hayatındaki en doyulmaz otuz-birine başlıyor. ‘Ah Marla ve bacakların’ diye geçiriyor içinden, omuzları kasılıyor. Düzüşen filler. Tanrım.


chris cave'in diğer maceralarını burayı tıklayarak okuyabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.



paylaş:

sistematik kokain



Bu kadar pisliğin arasında pak kaldığımı düşünmem, kendimi kandırma yollarından biri benim için. Etrafımda otuz bir çekip kendini tatmin eden insan kalabalığı ve ben bu karanlığın içinde hızlanarak düşüyorum.
Kırmızı ojeli uzun tırnaklar geziniyor vücudumda. Arayış içersindeler. Avuçlarını sürtüyorlar bedenime, burnuma gelen gelen toz yığınıyla öksürüyorum. Geçecek bunların hepsi, tümü bir gün bitecek.
Büyüyen gözbebeklerim uzaklaştırıyor nesneleri, aradığımın çok uzakta olduğu sinyali gidiyor beynime, sıcaktan ter boşanıyor avuçlanan bedenimde, adeta haz alıyor eller, kayganlaşıyor.
Kendimi tatmin etme yollarından biri bu, kandırmacalardan diğeri. Dışarısı karanlık ve tozlu. Düşüyorum. Kanatlarım olsa bedenimi taşıyamazdı. Eşek ölüsü gibiyim. Benden medet umanların yüzlerindeki kırbaçlamalar kanatıyor tenimi. Akıyorum. Acı bir tat var dilimde ve düğümlendikçe konuşmam zorlaşıyor, dişlerime bağlanıyor adeta, acı beni kanatıyor.
Işığın yokluğunda adımlarım istemsiz, her ayak hareketim boşluğa denk geliyor. Dik bakışlar ve sırıtan suratları kendime çekiyorum her saniye. İnsanlar neden bakıyorlar? Çözemiyorum. Soluk alışlarım güçleşiyor. Hedefim şırıl şırıl temiz suların aktığı, burcu burcu kokan, parlak bir dünya. Ve bedenimi el altına alan hâkimiyet düşkünü toz yığını, beyaz.
Mülkiyet duyusu aslında beni bu karanlığa hapseden. Pavyon havasında parçalı bulutlu bir rüzgar, yelleri yalayarak geçiyor, zifiriye boyuyor.
Anlaşılmazlıkları anlatmak değil yaşama amacım, doyumsuzluğumuzdan gelen sapkınlığımızın mükâfatı ve çaresizliğimizin çürük dişleri.
Yoğun bir hava püskürmesi ve azalan sesin yitmesi ve bitmişlik. Ellerim titriyor. Gözlerimde gözbebeğimin ve göz kapaklarımın savaşı sürüyor. Galip gelenin hükümlülüğü beynimi yıpratan. Ve göz yaşlarımın ortamı sulaması. Yapışkan bedenimde uzun kırmızı boyalı tırnaklar geziniyor. Adeta sarmalıyor tüm avuçlar tenimi. Haz çığlıklarını duyuyorum başımın arkasında. Gömleğimden sokulan eller pantolonumun içine girdiğinde can havliyle bir nefes çekip gözlerimi açıyorum. Dilimde acılık, beynim yıpranmış ve ben düşüyorum. Gözbebeklerim kocaman, savaşıyorlar göz kapaklarımla, karanlık, her yer karanlık.
İnsanlar neden bana bakıyor? Anlam veremiyorum. Ellerim titriyor ve bedenim ıslak. Her adımın boşluğa basıyor, nefes alışlarım güçsüz. Tırnaklarını geçiriyor eller bacaklarıma. Yürüyorum.
Yoğun bir hava püskürmesinin sesi geliyor kulaklarıma, o tarafa yöneliyorum ve ses azalarak bitiyor. Kapı açılıyor, birileri çıkıyor, bana dik dik bakıyorlar, bedenim ıslak ve gözlerim kapanıyor.
Şırıl şırıl suyun sesini duyuyorum ve kapıyı itiyorum. Apaydınlık. İnsanlar kabinlerden çıkıyor, sonra ellerini yıkıyorlar, burcu burcu kokular yayılıyor her yere ve makinenin altında ellerini kurutuyorlar. Yoğun hava püskürmesinin sesini duyuyorum. Sistematik çalışan insanlar. Çişleri ya da kakaları geliyor, tuvaletin kapısını itiyor, bu sırada başkaları kapıdan çıkıyor, içeri girenler boş kabine geçip işiyor ya da sıçıyor, sonra sifonu çekiyor, şırıl şırıl suyun sesi, kabinden çıkıyor, ellerini yıkıyor, burcu burcu koku, sonra ellerini makinenin altında kurutuyorlar. Yoğun hava püskürmesinin sesi ve ortam aydınlık.
Işık hükümdarlığı ve sistematik çalışanları. Bedenim ıslak, pantolonumun içinde kırmızı uzun tırnaklı eller geziniyor. Sistematik çalışıyorum. Boş kabine giriyorum, işiyorum ve sifonu çekiyorum. Rahatlama hissi tüm bedenime yayılıyor. Klozet kapağını kapıyorum, dizlerimin üzerine çekiyorum, gözbebeklerim daha da büyüyor, ellerim titriyor. Boyalı tırnakların gezindiği yerlerden malzemelerimi koyuyorum kapağın üzerine ve sistematik çalışıyorum. Aydınlık, tüm bedenimi yalıyor. Işığın varlığında dünyanın tadına varıyorum. Kendini tatmin edenler uzaklaşıyor etrafımdan, sadece ben kalıyorum. Kabinden çıkıyorum, ellerimi yıkıyorum, şırıl şırıl su sesi beynimi temizliyor, burcu burcu kokular geliyor ruhuma ve makinenin altına elimi sokuyorum. Mavi ışık kaplıyor avucumu, sonra yoğun bir hava püskürmesi. Sistematik çalışıyorum.
Sadece ben varım. Aynada kendime bakıyorum. Aynadaki bana neden bakıyor? Anlam veremiyorum.

Görsel buradan.


paylaş:

bedeninin koordinatları


Gördüklerimin, duyduklarımın, bildiklerimin hepsi bacak aramın kalbine açtığı bir holiganlık savaşı ve yaptığımız herkesin herkese karşılığı, bir tür terör. Kalbinin koordinatlarını bilse karanlıklarım, füzelerimi çoktan salmıştım üzerine, sonrasında gelen yanmış et kokusu.
Takvimlerin arkasına sığınmış bir çeşit yaşamdan kaçmaca bizim yaptığımız, ölüme gözümüzü kapama, sırtımızdakinin bıçağına ensemizi dayama. Bilinmezlikler içindeki kör çukurların içine tükürüldüğünde suyun bir nevi bizle dalga geçmesi gibi bir şey. Ciğerlerimizden kan gelene kadar yapılan brutal.
Filozofluk taslanacak biri bulunduğunda ağzının ortasına çifteliyi dayayıp savlarımızı kabul ettirme çabası belki de. Flu düş kırıklarımızı japonla yapıştırıp likörler koymak içine ya da sadece sıcacık suyun içinde bileklerimizi kesip not bırakmadan ağzımızda bir gülme havası veda etmek tüm olumsuzluklara ve bu altı bağlı, çişini kaçıran dünyaya.
Viyolonsel çalmasını bilseydim seni yapardım enstrümanım ve yayımı sürttükçe bel kıvrımlarına, çizikler açılırdı acısı sonradan gelen, bedenimde ve bir de bira rengi saçlarının vücudundan akması. Benim sinekkaydı tıraşım, senin çıplaklığın ve bir de inek yalamış saçlarım. Gözlerim kapalı elim elinde yayımı değdiriyorum sütun bedenine ve göğüslerinden akan birkaç damla süt, emzirecek gibisin beni adeta yeniden doğuracaksın.
Birkaç kişi bulalım, zorla şu ana kadar demediklerini dedirtelim. Yapsak bunu güzel olurdu tabii sen bedeninle cezp ederdin herkesi, benim smokinli bedenim ve sonrasında aynalara bakmalar, düşüncelerimizden her kaçışımızda üzerimize püsküren geçmiş günler, her ne olursa olsun bizdeki üzünç duygusu ve bastıran bunaltı, gök her zamankinden daha parçalı, bulutlar çoktan sarmış üstümüzü ve karşımızda oturan ağlamaklı insan sürüsü. Dedirtiyoruz her gırtlak nefesimizde demediklerini, yapmayıp da yapmak istediklerini tüm kirliliğiyle yaptırıyoruz, sarhoş ederken müziğimizle ve ardından gelen bir tür trajedi rüzgârı.
Yazılanların altını yeşile boyayan programlar dışında yok ki yazılanların yanlış olduğunu söyleyen ve bir de aşırı sert şarkılar bu dünyanın düzenine karşı. Ayıp edilen tüm cümlelerin kırık bütünlüğünden başka medet umacak düşünce kalmadı beynimizi besleyen sinirlerin kıvrımlarında ve düşündük bunların hepsini diyen kendini bilmez keşler.
Uzun uzadıya felsefik yaklaşımlar çıkartması bu bedenlere ve ırmaklardan süzülmece dersleri, yatak çeşidinin merak etmeden, kulakları tırmalayan hazlı bir çalgı.
Daha başka yerlerinin koordinatlarını bilsem, aynanın karşısında durduğunda aksine denk gelecek yerlerimin koordinatlarında yer alan nesneleri sokasım gelirdi düşünmeden. Bilirdim kayganlıkları ve avuca gelen küçük körpelikleri. Dilimlerdim dilini dilimle ve dudaklarımda rujunun izleri kalırdı en koyusundan, savaş bile açardım teröre karşı.
İntihar ile şehit olmak arasındaki en büyük farklardan birisi medyanın en baş sayfalarında yer almak, biz gebermek için tüm yolların soldakini seçmişken başaramamanın verdiği mutlulukla devam ederken yaşantımıza farkına bile varırız yaşamak için sadece bir yaşam vardır. Evet, giymek için bir smokin, yemek için bir ekmek, içmek için bir bira ve sevişmek için sadece senin bedenin var. Çalmak içinse sadece sen ve bir yay parçası. Sürtüldüğünde tenine bedenimden çalınan kandamlaları hepsinin cabası.
Cehenneme inen yürüyen merdivenlerin farkına varmadın mı ne kadar da sıcaklar ve gözü kör eden bir kırmızılık. Hiç bu kadar kırmızıyı bir arada görmemiştik doğrusu.
İmkân verilse hep seni çalardım, bira içerdim, elim ısınırdı kırmızılıktan, koordinatlarını bilsem kıvrımlarının oralara sürterdim yaylarımı ve bir de bedenimden süzülen kırmızılıklar. Yapışkan ruhumuzu özgürlük denen fasafisoya savurmacalar. Falan filanla geçen ömrün törpülenmesi belki de acılarımızla ya da sadece ellerimin bedeninde gezinmeleri.
paylaş:

gizli abise*


Kendi başına bir hayatı olacak, hayatımı gerçekten de tehlikeye, bilerek üstlendiğim bir tehlikeye atacak bir şey yaratmaya çalışıyorum. Lazarus’u 2 oynamak istiyorum bir nevi. Bu bir trajedi olacak.
Adını bile bilmediğim ülkelerin kara büyücülerinin kehanetimsi mırıldanışlarına, çıt diye kırılıveren boyunlara, orgazm iniltisine susamış hücrelerde bir şafak kadar sessiz eroine, kontrolden çıkmış tütün ihalesi gibi bangır bangır bağıran radyolara, metal renkli bir cankinin üzerini banknot hışırtısı umuduyla hassas parmaklarıyla yoklayan bir ayyaş söğüşleyici gibi okşayan ramazan düdüklerine ya da sadece çok şeritli şehirlerarası otoyolun ikinci şeridinde çırılçıplak ters istikamete doğru koşan esrarkeşe benzemeye çalışıyorum.
Vücudumun her deliğine girip çıkan damarların içini yıkayan kan gibi dolanmak istiyorum şehrin yaşlılık kokan sokaklarında ve bir de kulağa çalınan işporta tezgâhları.
Ve ben açıp romanımı, kırmızı ışık yeşile dönene kadar okumak istiyorum. Elimde sigaram, gazete parçasının üzerine oturup, sayfaların harf kokan şeffaflığında karalara bulanıp, kırmızı ışıktan fırsat kollayıp çiçek satmaya çalışan sokak çocuğunu alıp, görünmeyen sokak aralarında hayattan söz etmek istiyorum.
Ben bir Amok’um3.  Çok şeritli yolun ikinci şeridinde deli gibi koşuyorum, canım kan çekiyor ve benim adım Amok. Başka ne olabilirdi ki?
Avuçlarımı açıp tanrıya şükretmek için daha çok erken. İnancım, kör kuyularıma düşen bir damla yaş. Ve aydınlanmayı bekliyorum.
Günlerden perşembeydi oysa, dündü. Bugünün ne olduğunu bilemeyeceğim ama dün perşembeydi. Çünkü en güzel gün perşembedir. Adını bile hatırlayamadığım günlerin en yücesi. Belki de ben dün ölmüşümdür. Olsa olsa bu bir trajedi olmalı. Muhtemelen şehrin içindeki bilmem kaç özgürlük heykelinden birini patlatırken ölmüşümdür.4 Parçalarım çöllere düşmüş olsa, akbabalara yem bile olabilirdim. Ama ruhum, parçalanamaz. Ruhum bir bütündür.
Konyak içmiş olmalıyım, bedenimden alevler fışkırıyor ya da kıyamet çoktan çökmüş olmalı şehre ya da ya da birileri öyle ateşli sevişiyor ki şehvetten şehir yerle bir. Biz oturup simit yiyelim.
Ortalıkta hoplayan zıplayan insanlar, aylardan mart değil, etrafta kediler kaynıyor. Blue Balls5 durumu anlaşılan.
“Barnadine: Zina işledin…
Berabas: zina mı? O başka memleketteydi, hem üstelik yosma öldü gitti”6
Ölmeyi bile başaramıyoruz. Aslında bir jilet yeterli rüyaları gerçekleştirmek için ve bir de ılık su dolu küvet. Kan gölü oluşturmayı istiyorum bana cani diyecekler, trafik lambasının önünde kitap okumak istiyorum bana deli diyecekler, sokaklarda çırılçıplak koşmak istiyorum bana sapık diyecekler. Diyenler! Size sesleniyorum. Etrafınız sarıldı, yere yatın ve yanınıza gelmemi bekleyin.
Bir bar açsam adını ‘Honky-Tonky’7 koyardım. Suça meyilli biri gibi gözükmek istemem. Siz sadece önünüzü görebilen insanlarsınız. Ama gelirseniz eğer bir bira ısmarlarım.
Sanırım gerçekten deliriyorum, üstelik saçım beyazlıyor, yaşlanıyorum. Zaman akıp gidiyor, tuvalete boşaltılan sidik gibi. Canlanmalıyım ve bir de çilek yemeliyim. Hatta Ray-Ban gözlük alıp evin orta yerinde fotoğraf bile çektirmeliyim. Sırf şirinleri görebilmek için hem uslu hem de çocuk olmaya razıyım.
Ama sigara içmeliyim, kitap okumalıyım, müzik dinlemeliyim ve bir de dans etmeliyim. İyi bir birey olmalıyım bu dünya için. Hatta gereksiz ışıkları kapatmalı, kahve makinesini işi bitince yıkamalı, şarap bardaklarını sirkeli suyla temizlemeliyim.
Özür bile dilemeliyim bundan böyle. Hatta ‘seni seviyorum’ diyebilmeliyim. Çok uçtum anlaşılan aslında o kadar da içmemiştim.
Bunların hepsini yapmalıyım.
Bu, tam bir trajedi olmalı.





*abise: Teolojide, yaradılıştan evvel var olduğu düşünülen ilksel boşluk veya kaos. Aynı zamanda okyanus derinliğini ifade eder.
2Lazarus: İncil’e göre, İsa’nın öldükten sonra dirilttiği kişi.
3amok: (Malaya dilinde) bunalım sonucu öldürme arzusuna kapılan, gözü dönmüş, deli gibi koşan, kana susamış kimse.
4Paul Auster’ın Leviathan adlı romanına bir gönderme.
5blue balls: ‘mavi taşak’, yoğun cinsel çaresizlik hissi, Abazalık durumu.
6Christopher Marlowe’un The Jew of Malta adlı oyunundan.
7Honky-Tonky: müzik dinlenen, kumar oynanan ve fuhuş yapılan salaş bar.
Yazıda geçen ‘dün ve Perşembe’ muhabbetini daha iyi anlamak için ‘dün’ başlıklı yazıyı bağlantıyı tıklayarak okuyabilirsiniz.
 
paylaş: