hayat oyunları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayat oyunları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

şeytanın anahtarı


Garipsenmeyen olguların belkemiğinin kırılması karşımızda, ses, olmadığı kadar iç gıcıklayıcı, beklenenden uzun süren, alçak hislerin topuğunda biriken çamur adeta, kıskançlıkların camgöbeği.
Işık huzmelerinin dansına ait senfoni çalarken yay kirpiklerde, sevişmesi gözbebeğinin katı suratların arkasını gören gövdeleriyle ve ulaşılması güç sonsuzluğuna çıkılan yolculukta, bir sigara, bir bavul.
Koşarcasına ayaklarımızı vura vura ezilen toprağa, yağmurları yağdırmak güç gerektirmezken, yanlış algılanan sözlere inat, demlenen çayın buharıdır soluğumuzu açan, karşımızda biriken toprak kokusu var bir de.
Bedenin derinlerine değen saçların yüzmezi gibi tende, yıkanırken buharlaşan kirlerin, uçup giden ruhun, aynada aksine benzetirim küvette boğulan kendimi, ölmem için gözlerimi kapamam yeter.
Sayı saymayı öğrenen çocuğun saflığında rakamlar, üç, beş, dört, yeşile yenik trafik lambaları, kırmızı, rüzgâr yolculuğunda martılar gökte ve aşağı tırmanan ben durmadan.
Son uyarılara rağmen yenmeyen sebzeler tabakta, mevsimlerden kışa merhaba dedikçe tüten kestane çıtırtıları, sokağa çıkma yasağı zulümlerden en büyüğü.
Sıcaklığına kaptırırken tüm hislerimin kıymetini, suyun, boyanır griye duman misali ortalık, devrikliğinde cümlelerimin, yana yattıkça sözcüklerim, eğildikçe eğilir boynum, yerçekimine yenik gözyaşları.
Yenen tırnaklar ve…
Kendi sıvımla boyanan bedenim var köşe başında, karanlığında gecenin uzaktakini arayan gözlerim, sıktıkça acıyan parmaklarım avuç içimde, kaburgalarımı döven yüreğim, halinden bıkkın bacaklarım gövdemi taşıyan, çamurlaşmış ağzım suratımda.
Tanrının beni düşünmeye vakti yok, tanrı meşgul, aranılan tanrıya şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar denemeyin.
Durup durup sövülen varoluşsal duruşlar, yapısal bozukluklar, zihinsel bir gerileme, sistematik kokain.
Benliğimi ele geçiren beynime inat, adım atma isteğim delik ceplerimde, kurşungeçirmez zırhımla, kadavrama can veren ruhum beni ayakta tutan.
Öğretmenler her zaman doğruları söylemez, iki noktadan milyonlarca doğru geçer dediğinde anladım bunu. İddia edilen savların çürümüşlüğünden kaynaklanır burun direğinin kırılması, her zaman gibi kendimleyim ben. Yalnız kelimesini çoktan yedim tuzlayıp.
Küçücük bir fıçıcığa sığdırsam kendimi, turşucuğu göremeyecek kadar körüm de. Fark etmedim bunu. Sadece söylediler bana, güvenirim, inanırım onlara, kandım.
Bedenimin koordinatları, mutfak karşısı banyo, küvet içi paraleller. Su altı, dalgıçlık taslamacalar.
Açlığım azdıkça midem beynimi kemiriyor, soluk almakta zorlanıyorum, ezberci eğitime herkes karşı, mide boşalınca beyne uyarıcı salgılar, pırt.
Karanlık küvetin içinde koyulaşsa da, kanım seyrelmeden kanıtlarım kendimi, kurmuş tenine inat buruşan parmak uçlarım var, benim gittikçe çatlayan dudaklarım.
Cennet sandığım cehennem kucağımda, oysa ne umutlarla almıştım anahtarımı, kimseye sormadan adımımı atıp girecektim cennete, tanrıya selam verecek, büyüksün diyecektim, yanıltanın o olduğunu bilseydim, şimdiden hareket çekerdim.
Ben de isterdim, isimlerin ve numaraların olmadığı sokaklarda, kapı aralarında ya da bacalarda, karıncaya komşu ya da çikolata fabrikasında, mutfakta, banyoda, orada, şurada yaşamayı, ben de isterdim.
Bileklerimden aktıkça ruhum, benliğimi yitirdikçe galip gelen tanrı karşısında, odunlarımı yakmaya başlayan zebanilerimi merak ederken ıslanan vücudumla, kapanan gözlerimde beliren son şey, söyleyemediğim onca gerçeklik payı, kumrular, havada kar, soğuk bir beden, buğulanmış camlar, koşuşturan köpekler belki, aylaklar, sokakları şehrin, yapayalnız kimliğim.
Tanrısallaştırdığım şeytanın elindeki anahtarı aldığım gün doğdum ben, annemin sıvılarıyla kaplı kaygan vücudum, kocaman kafam ve karnım, gözlerimi daha açamazken, benim adımı insan koydular.

paylaş:

aman, cıs, kaka, pis


Ağarıyor sokakları eskitmek adına güneş kaldırımlarda, gümbür gümbür şarkılar çalınıyor eksik kalmış tütün dumanlarında yalnız ve duymamak için kulaklarını, görmemek için gözlerini kapayanlar, yürüyor başları eğik.
Kımıldanıyor caddelerde ta eskilerden kalma yaprak kurusu, bilmeden geçmişini biri üzerine basana kadar anımsıyor dakikaları.
Gümbür gümbür çalmasına çalıyor da dinleyen kim?
Ben de yazardım, bir de güzel kapatırdım sayfaları, utanmadan yırtardım da kimsenin ruhu duymazdı.
Acı denen kıldan ince bir boyun, tutmuşuz birinin elini, tutturmuşuz mazgallarda yağmurlar, kuruyana dek yorgan niyetine yapraklar örterdi oysa karıncaların üzerini, kuzeye sırt çevirmişti bir de bunların yuvaları.
Aman tanrım, ne diyorum ben, sıkılmadan bir de sigara mı içiyorum, aman, cıs, kaka, vallahi ben yapmadım.
Sokaklar kimsesiz kalıyor, biz ölümlüler, ölüme terk ediyoruz ölümüne kalkan bakışlarımızı kaçırarak, tırnaklarımızı yemeği de unutmuyoruz, milyonlarca yazık bize.
Koşarak yağan yağmurun altında, yüzümüzün yıkandığının farkına varsak, uçup gidecek soğuyan çay tadında acılar, durup su birikintisinde aksimizi göreceğiz, kendi halimize güleceğiz.
Siz tartışadurun kimin babası kiminkini döver, ben yalnızlığımdan dem vurup yollardayım gece gündüz, aşk molaları veriyorum her durakta, oysa denizlerde yürümüyorum, göğün aksini inciten gemim de yok, bir sigara, bir otostop macerası ve bir de şans delik cebimde, suskunluğumu yedim tuzlayıp.
Yollarda çocuklar, yılan bulmuşlar ölü, yollarda kamyonlar, toza dumana katıyor dünyayı, yollarda bilyeler, içinde maviler, beyazlar, kırmızılar… Hayatımız yangın merdivenlerinden farksız.
Bir masa, üç sandalye, oturmuşum sandalyenin birine keyif çalıyorum, hava mis, yemekler nefis. Kafa şişiriyorum, var mı benim gibi hisseden?
İçiyorum. Soluklana soluklana koymuşum dibine bardağın dünyayı, ulaşmak için ona durmadan içiyorum.
Yapmama izin vermezler bunları, yapsam da kötü kötü bakarlar bakışlarını devirerek. Kim olduğumuzu unutup başkalarının hükmünü başımızda şapkalaştırdığımız vakit, yapamadıklarımızın hepsi ‘aman, cıs, kaka, pis’.




paylaş:

bir katilin ölümü

Öldürdüğüm herkes için tek tek odunlarımı sayacağım cehennemde. Her biri için bir tane atacağım ateşime ve kor oldukça bir yenisini daha. Adı ölüme bu kadar yakışan ben bile ölüm aklıma gelince korkusundan uyuyamıyorum.

Üç geceden beri hissizim, kulaklarımda garip bir çınlama. Her defasında öldürdüğüm kişilerin çığlıklarıyla uyanıyorum yattığım yerden. Ayaklarıma buz çekilmiş gibi avuçlarımla ısıtmaya çalışıyorum parmaklarımı, faydasını gösterene kadar da yorganın içinde soluk alıyorum. Ortalık karanlıktan çok, soğuk, dizlerim karnımda, ayaklarımı ovuşturuyorum, sanki bana dokunuyorlarmış gibi geliyor, arkamı döndüğümde küçücük bir bedenle karşılaşacakmışım gibi, tüylerim dikiliyor. Kalp atışlarımı kontrol edemiyorum bazen, hemen önümden geçiyormuşlar, beni fark ettiklerinde durup bana gülüyormuşlar hissine kapılıyorum.

Çoğu zaman da kulağıma ölürkenki çığlıkları atıyorlar. Gırtlaklarındaki yırtılmanın sesini duyuyorum adeta. Kan fışkırması, can çekiş. Sıvının etten ayrılırkenki o ses ve boğaz boşluğuna kanın dolması, köpürmesi.

Gerici bir düşünce çemberinin içindeyim ve her saniye birileri çemberin içine giriyor. Her anım dalıyor. Her yanım seslerin hükümdarlığında. Kulaklarım, bıraksam düşecek, beynimde bir zonklama. Her defasında daha şiddetli bir ses var arkamda, kulak mememde soluklarını hissediyorum. Sokak lambasının pencereme yansımasıyla gölgeler meydana geliyor. Korkuyorum.

Kendilerini unutturmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Göz kapaklarım ağırlaşıyor git gide. Boynumu tutamaz oluyorum. Bir sandalyenin üzerinde oturur vaziyette buluyorum kendimi. Göz rengim koyulaşıyor git gide. Kulaklarımdaki sesler tanrılaşıyorlar birden. Öfkelerini benim üzerime kusuyorlar. Beynimde bir köpürme. Avuç içime alsam patlayacakmış gibi bir hisse kapılıyorum. Kafatasım basınç uyguluyor, çatlayacak diye korkuyorum.

Sandalyenin üzerinden üzerime yukarılardan ışık huzmeleri dökülüyor. Masanın üzerinde toz partikülleri ve bir bıçak. Elime aldığımda yansımamı görüyorum. Beyni boşalmış, göz çukurlarında mavilik. Uyku beni çoktan terk etti.

Bazen uzun uzun düşünüyorum. Milyon tane haber gördüm gazetelerde, hepsi benimle alakalı ve hepsi benden alakasız. Yazılan hiçbir şeye bürünemedim, bedenimi o hizaya sokamadım yıllardır. Ben sadece ben oldum. Durup durup başka şeyler uydurdular benim için. Öldürme gerekçemi sundular boş beyinlere. Ve arkasından gittiler yıllarca kendi savlarının. Ben, bir defalığına bile olsun neden öldürdüğümü sormazken kendime, onlar milyon defa bu soruyu soradurdular. Hala da soruyorlar ve ben kendimde hiçbir cevap bulamıyorum. Keyiften diyelim olsun bitsin. Şimdi onlar musallat oldular beynime, hani çıkmak da bilmiyorlar oradan. Yakadurmuşum tüm anlarımı, geriye koşan kangurulara benzetiyorum kendimi, her dakikam sarpa sarıyor, kendimden vazgeçmiş benliğim bulanıklaşıyor yüzeylerde, sadece ben olduğumun farkına varmadan kafamdakileri boşaltma çabası içerisindeyim yapamayacağımı bildiğim halde ve ben kötüyüm ve ben deliyim ve ben kahramanım ve ben suçluyum ve ben ölecek olanım.

Sesler. Beni rahatsız ediyorlar. Normal insanın duyduğundan fazlasını duyuyorum, kalp atışları hemen yanımda, gitmek-bitmek bilmeyen saniyelerin saliselerinden dem vuruyorum, gözlerim kapanınca koyulaşıveriyor her defasında dünya, kan kokusu midemi bulandırıyor. Utanmadan, sıkılmadan, pişmanlık duymadan öldürdüm onları. Kanlarının bedenlerinden çıkışını izledim, elime verdiği kayganlıkta sarhoş oldum, kırmızılığını gözbebeklerimde hissettim ve beynime resimler çizdim kırmızılığından, koyuluğundan. Her defasında yeni yeni sesler keşfettim farklı bedenlerde ve her defasında farklı yalvarmalar. Kim bilirdi ki yolumu bulacaklarını.

Ellerini sırtıma dokundurup çekiyorlar, her irkilmemde daha da mutlu oluyorlar, bedenlerinden fışkıran kan gibi her seferinde içlerinde kalmış nefreti suratıma kusuyorlar.

Pişmanlık denen kavramın ne anlama geldiğini hala öğrenemeyen ben, korkularımdan karanlığın asaletini unutur oldum, oysa siyah en sevdiğim renkti.

Nefes alışları ürkütüyor, geceleri bağıran baykuşlardan farksız, tükendiğimi gördükçe daha da yaklaşıyorlar, kendimi kaybediyorum.

Yansımamın aksedildiği bıçağa bakıyorum. Sesler artık ölümüme sebep olacak. Kulaklarımı tıkıyorum, faydasız. Göbek deliğimden bağırsaklarım akacakmış gibi hissediyorum. Yardım edecek birileri olsa ne olurdu diye de merak ediyorum. Bu kadar caniliğin arasında çığlıklara karışırdı onlar da. Kulağımı tutuyorum. Metalin kıkırdağa sürtme sesi ve kesilme sesini diğer kulağımda bile hissederken kesilen kulağımdaki acının etkisiyle çığlıklarımı dolduruyorum odaya diğerlerinin çığlıkları yok olana kadar. Saklanmışlar kuytu köşeye, hamam böceklerinden farksızlar. Daha neler yapabileceğimin farkına varmadıklarından gidip gidip geliyorlar beynime. Uğrak noktalarından biri seçilmiş gibi beynim, sulanmaya yüz tutmuş, kendi ağırlığını taşımayan kafamın içinde sıkışmış gibi patlamaya hazır bekliyor.

Bedenimden süzülen yapışkan kana baktıkça öldürdüğüm bedenlerin ten renkleri geliyor aklıma. Ve tenlerinde kanın ulaşılması güç renkleri. Sussalar, nefeslerine bile karışırdı çığlıklarım. Diğer kulağımı da kesiyorum. Tüm sesler matlaşıyor. Yerimden kalkıyorum. Elimden düşen bıçağın zemine çarpma sesi gibi bir şey duymuyorum, adımlarımın sesini, kalbimi duyamıyorum. Ortalıkta boşlukta gibi hissediyorum kendimi. Boynumdan şah damarımın üzerinde kan toplanmış, her kalp atışımda inip inip kalkıyor.

Aynanın karşısında bedenimi ve bedenimi bulayan kanın ritmine bakıyorum. Uyum içinde kıvrılan yolcukları görüyorum. Yavaş yavaş ayak bileklerime ulaşan kanın ahengiyle kendimden geçiyorum. Uzaklarda bir şeyler var. Bana yaklaştıklarını hissediyorum. Duymaya çalışıyorum ama olmuyor. Her denememde sanki daha çok kanıyor hissene kapılıyorum. Vaktin uzamasını yaşıyorum âdete ve kendi ölümümü izliyorum aynanın karşısında. Tam öbür tarafta soluk benizli uzun saçlı insanları görüyorum. Boyunlarından aşağıya süzülen kan ilk günkünden farksız. Aynı kırmızılık, aynı parlaklık ve aynı akışkanlık. Beynimin duraklamasından öte bir şey.

Uzun tırnaklı ellerini uzatıyorlar bana doğru. Acınacak gibi bir halim varmış gibi yüzümü okşuyorlar. Kulaklarımdan akan kanı suratıma bulaştırıyorlar. Bilmeden, şefkat denen kavramı azıcık da olsa alabiliyorum. Parmaklarını kulak boşluğumdan içeri soktuklarında dayanılmaz bir acıyla çığlık atıyorum ama nafile. Her denememde farklı bir barikat geçiyormuş gibi karşıma, sesin beni tek ettiğini anlıyorum. Beni aynanın diğer tarafına çekiyorlar.

Ben, hiç olmadığım kadar benim. Farksızım. Ölüyüm. 


fotoğraf buradan.
paylaş:

haramın dişeti

Korkmak için değil sahip olmak için sevmişken birini, gelip de kör kuyulardan çıkarken yeryüzüne durup, diplere bakmak lazım. Arkamızda bıraktıklarımıza resti çekip de dilimiz düğüm olmuşken ağız kafesimizde, çıkmayan-çıkmayacak olan cümlelerimizi, sırf başkaları mutlu olsun diye söylemek, korkaklığın belirtisi kimilerine göre. Yapayalnızız. Bir bedenlerimiz kalmış terk etmeyen bizi. Korkunun sarp kayalıklarından* dönüp de dişlerimize takılan o haram sözleri söyleyememişiz, nedendir?

Korkusuzum diyenlere seslenenler, cesur musunuz bu kadar?

Yapmak, neyi yapmak? Sonunu bile bile söylemek gerekliyse neresinde bunun çılgınlık?

Ben de yaparım o zaman, sen de yaparsın. Yaptık da!

Haram eyledik.

Haramsa tabii.



*korkunun sarp kayalıkları,
 bakınız: satanist diyeti
paylaş:

yerçekimli zamanlarda

Acılara gülerdik bir zamanlar, uzun uzun yollara koyulan ayaklarımız vardı başımızın derdini çeken. Oturmuş bir balkon köşesine gelen geçene bakıp vakti tüketiyorduk ve bir de sigara içiyorduk durup durup, dudaklarımız acı mı acı. Şekersizdi çayımız belki de bundandır acılarımız.


Teyzeler vardı bir de buralara gelen, ağzımızda sakız vardı; tabağın kenarına yapıştırıyorduk çenemiz yorulunca. Ve geceler yorulunca uyuyup rüyalarda boğuluyorduk. Ayaklarımız da kayıyordu düşlerde, düşüp duruyorduk.


“Bakar mısınız? Ateşi alabilir miyim? – teşekkürler!”


Önemli değildi tabii, dinlence evinin* birindeydik, teyzeler geliyordu, ayaklarımıza da karasular inmişti, dudaklarımızda acılık ve bir de sigara içiyorduk. Gülerdik bir zamanlar bir de tabii.


Atlasak düşerdik de balkondan.




*Don Kişot Dinlence Evi

paylaş:

yine evvel zaman içinde


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler de berber iken bir de biz dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, seninle az gitmişiz uz gitmişiz, dönüp de baktığımızda görmüşüz ki bir arpa boyu yol gitmişiz.
O arpa boyu yolda biz ne kadarlık yaşamışız orası ise bu zamanın en tartışılır konularından biri. Bu hikayenin en hatırlanabilir başında sen varsın/biz varız ve muhtemelen sonunda da sen olacaksın. Gerçi kabarık etekli prensesler, şatolar, kaftanlı yatağanlı şehzadeler ya da beyaz atlı prensler, saraylara kapatılmış cariyeler, sihirli atlar, gökten yıldırım yağdıran tanrılar yok bizim hikayemizde. Ama biz bu hikayeyi o kadar çekiştirdik o kadar eğlenceli kıldık ve o kadar ağladık o kadar ağladık ki hiçbir anonimin ya da Grimm kardeşler benzeri insanlardan birinin anlatmayı akıl edemeyeceği hale geldi.
Tabi, biz böyle düşünsek de kabul etmeliyiz ki dışarıdan bakan insanlar için hiç de ilginç bir hikaye değil bu. Bize masal gibi, bize ilginç, bize eğlenceli ve bize duygusal sadece. İşte böyle ortada zebellah gibi, uzun, kocaman, esmer mi esmer bir çocuk var bir de onun en yakın arkadaş(lar)ı. Bu iki çocuğun bir araya getirdiği iki kız var ilk bakıldığında sonlarının böyle olacağı tahmin edilmeyen. Bu iki kız (uzun saçlı yüzünde her zaman gülümsemesi olan ile kısa saçlı kemik gözlüklü somurtuk güya asi olan) hem kendilerini hem de çevrelerindekileri çok ama çok şaşırtarak bütün değişen kahramanlara rağmen beraber ve aynı(!) kalmayı başarıyorlar.
Lise günlerinde okuldan kaçıp araba kaçırıyorlar, beyaz atlı prensler hatta belki kaftanlı cesur şehzadeler bulduklarını sanıyorlar, töre cinayetlerine konuk olup, kendilerini sihir dünyasında kaybediyorlar, birisi bunu iç yazan şişeden içip anahtar deliğinden geçecek kadar küçülüyor diğeri de bunu ye yazan kurabiyeden yiyerek tavana değecek kadar uzuyor. Burunlarının uzaması pahasına yalan söyleyip ukalalık yapıyorlar sonra bütün bunları altı eylül parkında kimseye anlatmadıkları şekilde birbirlerine anlatıyorlar. Bu olanlar arasında bir düzen bir süreklilik yok ama buna ihtiyaçları da yok. Daha en başından biliyorlar beraber geçirilen dakikaların sürekliliğinden çok içtenliğinin önemli olduğunu. İkisinin de ayrı dertleri var o sıralar, bu ayrı dertleri beraber çözebileceklerini de bilmiyorlar henüz. Olsun, öğrenecekler…
Her acılı ve kendi dünyasında kaybolmuş ergenin düşündüğü gibi yüzyıllar sürmez lise, çabuk geçer aslında. Daha ne olduğunu anlamadan, öğrendiklerini sindiremeden bitiverir. Onlar için de çabuk bitiyor, kalp ağrıları, fos çıkan beyaz atlı prensler, sihir diye bir şey yoktur çığlıkları, agresif ergen şarkıları, geride bırakılanlar ve geleceğe -yani üniversiteye- dair kocaman umutlarla birlikte. Taşınma telaşı ve kaybolup gitmesinden korkulan bir sevginin derdinde birbirlerinden habersiz aynı şehre gidiyor bizimkiler. Habersizliğe rağmen o şehre aynı trende gidiyorlar, bir tren koltuğunu mesajlarını ve hayallerini paylaşıyorlar, hayatta bir başına olmanın külfetini hiç bilmeden kurdukları küçük kız hayallerini hem de.
Üniversiteye gitmesine gidiyorlar ama üniversite onlara resmen döve döve gösteriyor lisenin çok uzakta kaldığını. Bir şehirde bir başına, parasız, sevgisiz, annesiz ve haritasız kalmanın nasıl bir şey olduğu ikisinin de birbirinden bağımsız olarak öğrendiği ilk şey. Zaten ilk senelerinde yeni şeylerin verdiği heyecanla birbirlerinden kopuyorlar, birkaç telefon görüşmesine rağmen yüzyüze görüşmek nasip olmuyor bu iki kıza. Gerçi artık kız olmaktan ziyade, yalnız başına tökezleyerek genç birer kadın olma çabasındalar.
Ne ailelerinin ne de kendilerinin beklemediği bir şekilde yaralar bereler ve başarısızlıklarla birinci yıllarını tamamlıyorlar. Kabus gibi geçirilen yazların ardından ikinci senelerine başlarken, uzun saçlı olan hayatında hiç aşık olmadığı kadar aşık geliyor beraber okudukları şehre, kısa saçlı ve kemik gözlüklü olansa artık uzun saçlı ve aşık olmayı beceremediğini anlamanın hüznüyle. Genç bir kadın olmaya çalışırken destek gerektiğinin bilinci, lise arkadaşlıklarının masumiyetinin farkındalığı ve ikisi arasındaki arkadaşlığın kimseye benzemediği önsezisiyle sımsıkı tutunuyorlar birbirlerine bu sefer. Çünkü hayalini kurdukları büyük aşklardan daha kıymetli bir dostluk bunu öğrenmişler artık. Aşk yokken dost var, aşk oluşurken, aşk coşarken, aşk biterken ve aşk giderken hep orada dost. Gerçek olacağını bildiğin hayaller kurarken sabit karakter dost. İyi, kötü, eğlenceli ya da depresyonda, her zaman, her hatada, özellikle de bile bile hata yaparken orada dost, tam da arkanda hatana ortak oluyor yargılamadan.
İşte bu birbirine kenetlenme durumu yıllar sonra şöyle bir cümleye yol açıyor. “Sizin hiç iki kalbiniz oldu mu? Benim var. Biri bazen durduğunda yaşamak diyor diğeri. Diğerim.” Artık uzun saçlı olan kısa saçlı hala genç kadın adayımız uzun uzun bakıyor bu cümleye. Önce gülümsüyor, cümlenin edebi güzelliğine, çok güzel çünkü. Sonra çok duygulanıyor, artık kısa saçlı olan uzun saçlı hala genç kadın adayımıza sarılıyor sımsıkı, diğerine.
Garip aslında, sevgililer böyle şeyler söyler birbirine, derin bağlılıklarını ifade etmek için. Ama onlara göre derin bağlılıklar aşk gerektirmiyor. Ve bu gerçeğin ilk defa bu kadar açık bu kadar bariz söylenmesi aşırı duygusallığın yanında bazı şeylerin de hatırlanmasına yol açıyor. Sımsıkı sarılma ile teşekkür etme anının tam ortasındaki duraksamada, pencere önünde yapılan muhabbetler, Dilara’yı Kloş’a çevirme başarısını, emniyet müdürlüğünün önünden lise formasıyla bir arabanın içinde (ehliyetsiz beyaz gömlekli lacivert kravatlı zebellah gibi sürücüsüyle) geçerken arka koltukta birbirine destek olmalar, mangal yapma niyetiyle yenilen pizzalar, ayık kalmak niyetiyle oturulan masalardan sarhoş kalkmalar, 5 ayrı piercing macerası, en zayıf anlarını gözyaşlarıyla hiç düşünmeden paylaşmalar, intihar etmeye çalışan ama hep yalan çıkan, 3 cenaze haberine rağmen hala sağlam gezen sevgililer, kitapçı muhabbetleri, sıcaklığı birbirinden bilinen tekila shotlar, saç boyama eylemleriyle lezbiyen yaftası yemeler, elinde kamera saçmalamalar, Küçük İskender okuyup isyan etmeler, likörlü kahveler, yüzde yetmiş aynı dolaplar ve bu dolaba rağmen hiç pişti olmama becerisi ve muhtemelen şu an yazmayı düşünemediğim milyonlarca şey hatırlanıyor. Bir insan sekiz yıla ne kadar sığabilirse o kadar işte.
Sekiz yıl ve geri kalan bütün hayatları. Dakika dakika anlatacak olsalar yaşadıkları kadar sürecek hikayeleri, koskoca bir hayat. Ama işte anlatılmaya da ihtiyaç yok aslında, zamanı gelir anonim olur bu hikaye, mitleşir. Sonsuza kadar mutlu yaşarlar. Ama son sözü hiç değişmez:
“Sizin hiç iki kalbiniz oldu mu? Benim var. Biri bazen durduğunda yaşamak diyor diğeri. Diğerim.”
paylaş:

ikili oyun

zor bir metin kelimeler seçilmiyor, şurada yazan yaşam mı yoksa yaşım mı? yaşam mı uzaklaştı benden yoksa yaşım mı... off seçemiyorum. sonrası belli belirsiz kelimeler zaten ilk cümlesinden yanılgıya düştüğüm metnin sesli sessiz harfler tuzağı... bir akşam, bir yaşam ve okunaksız bir metin. ya da okunaksız bir yaşamın kör karanlığına atılan kendini bana söyleyemeyen kelimeler dizisi. dilsiz işte ne düşündüysen orada nereye götürürsen senle. ben mi düştüm bu fikrin yamacına yoksa bu sessizlik mi bıraktı beni bu çelişkinin orta yerine? bir harfe tutunduğum an kendimden düşüyorum, kendimi bulduğum an kelimelerimi yitiriyorum...


not: bu yazıyı 'odysseia' yazdı. kendisinin şifre sorununu en kısa sürede çözmesi dileğiyle...
paylaş: