tadı başka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tadı başka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

muhabbetlerde ayrılık

Elenore:
Yarım kalanları söylemenin zamanı… Söyleyeceklerim mi yarım kalmıştı, yoksa ben miydim yarım kalan? Söyleyebilir miydim yarım kaldığımı? “senden önce başladım, sensiz yarım kaldım” diyebilir miydim? Olan tam da buydu oysa, senden önce başlamıştım işte. Şairin dediği gibi “önce aşk vardı, sen yoktun o zaman”. Öncesinde yoktun da sonrasında olacak mıydın, soramadım. Yanıt alamamaktan, aldığım yanıtların acıtmasından, kanamaktan, kanatmaktan, kanımın önce yanıtları sonra soruları silmesinden korktum.
Korkaktım, düpedüz korkaktım işte. Korktuğunu kabullenecek kadar cesur…
Monet:
Korkaklığımın sebebi sen, çöküşümün sebebi cesurluğun… Bilmezdim ki düşerken boşluklarda uzatıp elini, ben tutmadan çekeceğini. Düştüm de… Sonuna doğru yaklaşırken diplere, bulmak için gözlerimi açıp umduğum çıkmayınca karşıma, … Evet, ben buyum senin gözünde; kanatan yaralarını, üzerine de tuz döküp kahkahalara boğulan.
Korktum. Korkaklığımın sebebi incitmek, görmese de gözün, kör olduğunu söyleyecek kadar da korkağım. Cesur derken kendine, koymak aynaları önüne ve koyamamak… Evet, korkağın tekiyim. Cesursun. Bana korkak diyecek kadar üstelik…
Elenore:
Boşluk dediğin cevaplardı. Hani bir kez bile vermediğin cevaplar, korkundan veremediğin cevaplar. Ben bıraktım değil mi ellerini, ben senin ellerini tutmadım hiç, ben senin yüreğinden tuttum. Gören anlamazdı benim olduğunu, bende olduğunu. Ben seninleyken ellerim hep cebimde gezdim.
İncitmekten korkmuş, korktukça susmuş, sustukça, susatmış, susattıkça bir de inadına çöllere sürmüştün beni. Korkundan beni çöllere gönderecek kadar korkaktın. Ve işte ben, korkumdan su isteyemeyecek kadar korkak. Gurura korku denirdi o zamanlar…
Monet:
Bitmişim o zaman ben, yitip gitmişim. Hissettirmeden bin parçaya bölmüşsün, yarattığın dünyanda. Adımımı bile atamamışım bahçelerine, burnumu bile sokamamışım. Yalan bunların hepsi, diyemeyecek kadar korkağım, doğru.
Sen ki yüreğimden tuttuğunu iddia eden insan, sen ki benliğimin sebebi… Yıpratıvermişiz bilmeden sevgimizi. Yazık etmişiz kendimize. Lanetler okumak istiyorum tanıştığımız takvim sayfalarına, küfretmek geçirdiğimiz tüm dakikalara.
Gururdan bahsede bakın siz hele! Korkuyu gurura yakıştırana bir bakın!
Ya geceler… Hani tüm şehrin uykulu, sadece sokak lambalarının uyanık olduğu o geceler. Sormak gerek onlara. Haklıyla haksızı ayırmak değil amacım. Amacım, neyse…
Elenore:
Geceler… Alacağın cevaplara hazır mısın peki? Sen yatağın diğer yanında uyurken benim payıma düşen kısamda neler olduğunu öğrenmeye hazır mısın? Bedenler çıplak, parlarken sokak lambasından vuran ışıkla, ruhun girebildi mi bahçelerime? Gözyaşları sokak lambalarını söndürür bilir misin? O yüzden görmediler gözyaşlarımı, hıçkırıklar, ses geçirmez ruhunun çeperlerinde kaldı. Çeperler, tırnak izleriyle yırtılmıştı oysa…
Monet:
Gece inerken gökten, bedenlerden düştüğümüz belliydi aslında. Bitişlerin sebebi ne gurur ne de korku. Yitmelerin sebebi biz…
Birbirimize yetemedik, olan bu. Beklemeden bırakıverdik kendimizi kayalıklara ve düştük. Bilerek birbirimizi bin parçaya böldük.


elenore is created by artemis
monet is created by tunalızade gürkan efendi
paylaş:

gökyüzü şemsiyelerini açmadan

Esen yelleri izlerken ellerinde, gözlerin kirpiklerine tutsak olduğunu fark eder ve düşeriz beraber görünenin içine görünmeyenler olarak, uzun uzun süzülürüz boşlularda ve ellerimiz çarpar birbirine, kuru dallar gibi kırılır ve ardından gözyaşlarımızda yüzeriz, arkamızdakilere çoktan elveda demişken, hiç de korkmadan tanrıya dikleniriz, sonumuz kırmızı, sonumuz mavi. Küçücük açar gülücüklerimiz biz yokken, utanırlar bizden saklanırlar kapı arkalarına, biz saklanırız birbirimizin arkasına, soluklarımız tam da durmuş, yollar uzadıkça. Yaparız, ellerimize alıp da fırçaları süreriz tuvale birbirinizin bedenini, kıvılcımlar çıkartırız.


Beyinlerimiz içerken şarapları, birbirimizde yeniden doğar ve ölmek için bekleriz avuç içlerimizde, parmaklarımız birbirine dolanmışken, biz sarmaşık misali.

Geçmişte takılı kalmaktansa kahkahalara takılır, açılmayacağını bildiğimiz halde uçurumlardan paraşütlerimize güvenerek atlarız. Açılmaz da. Kadere yenilmekse bu yenilelim anasını, kaybedeceğimiz sadece bedenlerimiz, kuru, çatlamış, susamış.

Acıkırız birbirimize, susarız, acıları tattırırız tuzlu tuzlu.

İkilemelerde zıplarken sessiz harflerime ses katar, gaydaları küstürürüz kendimize ve armonikaları. Sevişmelerimizden lirler utanır, arkalarını dönerler. Şarkılar söyleriz karşılıklı, ağza alınmayacak sözleri dişlerimizde çiğner, sindirime sokar üzerine krema sıkarız.

Çırılçıplak sokaklarda, çırılçıplak gezer, köşe başlarında çoraplarımızı bulur giyeriz, boynu bükük sokak lambaları boyunlarını büküp seyre dalar tenimizi ve biz sokak kokusuna bulanır, birbirimizi koklarız, sonu, sonu gelmez sonsuzlular. Dibe vururken uyanırız çöp kutularında, bir de soluyan köpek yavrusu.

Biz bakarken enceğe, encek bakar bize. Patilerine patilerimizi dokundururken, salyaları akar ağzından bizim de suduklarımız.

Ulumaya başlarız, havlamaya başlarız.

Gökyüzü şemsiyelerini açarken bize, biz yüzümüzü döner göğe, gözlerimizi açarız.






paylaş:

kuzgun

Kalbi o kadar ağırdı ki doğar doğmaz annesinin canını almıştı, cinsel organdan çıkmak yerine karnı deşip geçerken. Bir canavarın dünyaya geldiğini düşünen baba sigarası sönmeden diğerini yakarken kanlı sıcak su dökülüverdi ebe kadının elinden, iki parmak arasındaki sigaraya tutunamayan küllerin üzerine. Parmak aralarında annesinin bağırsaklarını tutan, daha dünyanın yuvarlak olduğunu bile bilmeyen bebek gözünü şekli hakkında yorum yapamadığı bu dünyaya açtığında, başındaki bezi saçı üzerine sıkı sıkı sarmış, bir gözü diğerinden farklı kadını gördü, elleri kanlı.
İçeride nelerin döndüğüne bir anlam veremeyen babanın imdadına gökte süzülen yıldızlar yetişse de onun görecek ne gözü kalmıştı ne de içecek bir sigarası. Yanında sadece uçuşup sümüklerine yapışan sinekler bir de karısının yere dökülen suyunu yalayan komşunun köpeği vardı. Köpek hırlamaya başladığında tüm sinekler bir şeyden kormuşçasına uçuşuverdiler, kuyruğunu iki arka bacağının arasına sıkıştırıp kaçan köpeği kovalar gibi. Ebe kadın babanın yanına geldiğinde, elindeki çarşafın arasında bir gözü diğerinden farklı olan küçük bebek büyük kafasını çevirdi babasına doğru ebe kadının kucağında, tam da babası ebe kadının iki gözünün de aynı olduğunu görüp apış arasındaki aletinden sidiğini salınca. Babanın gözlerindeki şaşkınlık pantolonundan süzülen sıvıdan daha dikkat çekiciydi. Ortalıkta ne vızıldayan sinek ne de hırıldayan köpek vardı, yere dökülen kanlı sudan da kötü kötü kokular yükseliyordu.
Ebe kadının memeleri arasından nefes almaya çalışan bir gözü doğduğu anki gibi olmayan büyük kafalı küçük bebek ciğerlerini yakan havadan bir haber gülümseyip duruyordu bademciklerine kadar uzanan dilini devirerek. Koşarak kapıdan içeri girdiler, memeleri hoplayan bir gözüyle diğer gözü arasında fark olmayan ebe kadınla gözleri kadının gibi olmayan büyük kafalı küçük bebek. Kulaklarında memeleri hoplayan kadının kaburgalarını kırmayan çalışan kalbin sesi vardı.
Dilini devirerek gülmeye çalışan kafası kendisinden büyük olan bebek, ebe kadının kocasının kıyafetlerini yırtarcasına çıkardığını izledi tek gözüyle, diğer gözüne inen perdenin farkında olmadan. Ebe kadının kocasının aletine küçücük ellerini sürttüğünü, bütün gece boyunca yorulmadan inleyerek birbirlerinin üzerlerinde hopladıklarını ve bu olaydan sonra ilk üç gün kan işeyeceğini hatırlayacaktı yıllar sonra.
Yaşamı tek gözü ve kısmen çalışan aletiyle doğduğu gün onu evlat edinen ebe kadının yanında geçti o güne kadar. Ebe kadının sonradan azgınlaşmış kocasının öldüğü o gün, anne diye bildiği o kadın kocasının cansız bedenine dokunmasını istediğinde, arkasına bile bakmadı gören tek gözüyle. Çekip gitti. Vücudunda ona bahşedilen tüm uzuvları yavaş yavaş teker teker kaybedeceği aklının değil bir ucundan diğer hiçbir ucundan bile azıcık da olsa geçmemişti. Kader denilen kara sayfalara bıçakla kazılmış romanda o, sonu hayırlı vesilelere yorumlanmayan başkarakteri oynayacaktı.
Yazıktı ona, bilemedi doğduğu gün babasının ona ‘canavar’ dediğini, göremedi hiçbir zaman normal insanlar gibi yaşamı, annesine ‘anne’ diyemedi, mutluluk denilen hislerden en koyusunu çözemedi çözemediği hayatında, arkadaşlık kavramı ona hiç olmadığı kadar uzak, o karanlığa hiç olmadığı kadar yakın…
Sapkınlığımızın mükâfatı cehenneme bile gitmek istese de uzaklaşamadı bir an önce ayrılmak istediği dipsiz kuyudan, kör kütük sarhoş dünyadan.
Her dokunduğu eksik yaratılmışlara mutluluk getirirken, kendisini incitti bilerek, yaşadığı anlar kadar çok dokunuşta canını acıtan duygularla yaşamaya alıştı alışamasa da, incinmenin ayak bileğinde aşil’i oynadı dualardan sıkılıncaya kadar. Uzun uzun altını çizdi yarısına kadar yenmiş kirli tırnaklarıyla oturduğu yerlerde, kendini tanılayan toprak ananın yüzündeki endişenin. Ve kendine tahammül edemediği bir gün dokunuşlarının gerçek hediyelerini, temastan sonra körelen uzuvlarını tuttu. Doğduğu gün bademciklerine kadar uzanan dili bu sefer gülümsemek için devrilmedi ağzının içinde, adeta gırtlağını beraberinde sürükleyen bir parça gibiydi, kerpetendi. Kopan cinsel organından fışkıran kan kadar olmasa da en az onun kadar kan fışkırmıştı kulak zarının delinişinin sebebi çığlıklarla yırtılan boğazından. Yaşama tutunmak için annesinin karnından çıkan küçük bebeği ve ilk üç gün işenen kanı hatırladı buz misali donuklaşan benliğinin bir yanlarında. Babasının kan çanağı gözlerinin açılmışlığını gördü kâbuslarındakiler gibi. Yuvalarından fırlamaya çalışan yuvarlakların kendi gören tek özünün içine baktığı çivilendi kalbinin bir odacığına, sıkıştı kalbi avucunun içinde sıkışan cinsel organı gibi. Eli yavaş ve dikkatli yaşam filmini izleyemeyen soluk gözünün önüne gitti, kanlı parmaklarını toprağı oyar gibi soktu göz yuvasının içine. Geçmişine dair tüm hatıralarını kopardı vücudundan anlarda. Acı denen gerçeklik, kalbinden pompalanan kanla ulaşması gereken yerlere ulaştığında, yaşayan gözünden süzüldü beraberinde yaşla. Var olmuştu.
Tutunamayıp akan suların içinde sürüklenen yaprağa benzetti kendini, derenin içine girdiğinde. Elleri sadece kendisini iyileştiremiyordu. Dokunmak sadece onda çalışmıyordu anlaşılan. Anlaşılan kendisine dokunamıyordu diğerlerine donduğu gibi. Aksedildiğinde canavarlaşan bedeni akan suyun üzerine babasının geleceği gördüğünü düşündü çalışan beyniyle.
O kimdi ki? Adı neydi? Hafıza elinin arasından süzülen su misali akıverdi akan kanlarla beraber bedeninden. Ne kadar yaşardı daha?
O kimdi ki? Tanrının verdiği eksiklikleri o nasıl verebilirdi? Günahkâr mıydı? Değiş tokuş yapılır mıydı uzuvlar? O yapmamıştı. Ebe kadın öldüğünde cehennemin dibini boylayacaktı. Kırmızı, kan kırmızısı cehennemi. Ya da bize öğretilenlerin dışında mavi soğukluğu… Tanrı denen varlık onu da alsaydı yanına şu an, affedebilirdi O’nu.
Ormanın içine süzüldü, insanlardan uzak çok uzak bir yer aradı. Bacaklarından süzülen kana bakılırsa ne kadar yaşardı ki daha. Sadece bekledi. Bir gün, iki gün, üç gün… Ölmüyordu. Bedenini kasıp kavuran acı her geçen saniye daha da artıyordu. Acı dindiricisini bulmalıydı. Kalbini durdurmalıydı. Acıyı pompalayan o küçük şeyin canını almalıydı.
Kopardığı kol kalınlığında dal parçasını sivriltedurdu acılarının ona verdiği kuvvetle. Biteceği an için tanrıya şükretmekten başka çaresi var mıydı ki yaşadığı bu zamana kadarkilerle beraber. Bittiği takdirde O’nu affetmek yapacağı ilk iş olacaktı varsa eğer diğer yaşam. Kendisine verilmeyen ikinci şansı o tanrıya verecekti.
Sivri ucu gök kubbeye bakacak şekilde iyice soktu toprak ananın kalbine dal parçasını. ‘…ist’lerden birini seçti kendisine.
Şarap tadında kokunun arasında düşerken sivri dal parçasının üzerine benliğine kazınmış tüm acılar teker teker siliniverdi kendisine ‘kuzgun’ adını koyarken. Düşerken tüm denizkızlarının boğucu çığlıklarını hissetti teninde ve gardını aldığında hayata karşı sonu bilinmeyene doğru yolcuğun bu karamsarlıktan daha karanlık olmayacağını diledi son isteği üzerine. Huzur, istediği tek histi. Ne görmek, ne duymak, ne sevişmek, hiçbiri ama hiçbiri ona huzur kadar doyurucu gelmemişti. Düşmek… Kaburgaların kırılması, hiç olmadığı kadar açık görmek, huzurun bedene yayılması…
Semada bir kuzgun kanatlarını sonsuzluğa çırparken o çoktan tanrıyı affetmişti.
paylaş:

dişinin senfonisi

Yeteneği sönen şairimiz bu gün de bir yaprak solutmuştu benliğinden. Gitgide tükenen ilhamı için dilek dilemekten başka çaresi kalmamıştı perilerden.
Sesler gelirken köpüren sulardan, kulaklarını tıkar oldu şairimiz, acıdı kendine bilmeden, kendi artık o değildi.
Sesler sanki keman gibiydi, her teline dokunuluşunda vücudunu çizen periler vardı, tüyleri köpük köpük denize bulaşmış üzerine akan. Sanki çamur olacakmış gibi kumları vardı aralarda ve deniz kabukları, içlerinde denizin sesi duyulan. Yaladılar akıttıkları kanları içtiler, göğüslerinden süzüldü göbek deliğine doldu kanlar ve sese karıştılar, denizin köpük köpük sesine. Gaydalarda sıra… Her kıvrımında suyun, belirdiler. Uçları göründü, her üflendiğinde sesle kumlar fışkırdı yüzüne şairin. Hepsini sürdüler bedenlerine periler, çamur olmadan aldılar üzerinden şairin. Çekildi küp küp mavi su geriye, belirdi gaydaların altında çürümüş kokulu bir gemi. Akan sular durdu, ayaklandılar sanki birden kaçtılar. Gaydalar sustu kemanlardaydı sıra.
İleri geri gidip gelirken periler uzaklaşmaya başladılar geri doğru, saçları yerde sürünerek, yüzlerinde kum, tüylerinde deniz kabukları, içlerinde deniz sesleri.
Güneş çıkmış gibi kuruyuverdi ortada duran gemi. Kokusu geliyordu yıllanmış tahtaların ve üzerinde kalan balıkların. Onlar da eridi ardından gömüldü geminin içine.
Periler saçlarını arkaya doğru savurdular saçılan kumlarla ve açtılar ağızlarını ve sesler yükseldi kulakları sağır eden. Sanki acı çekiyorlardı.
Karardı gökyüzü aydan başka hiçbir şey yoktu yukarılarda, tanrı yoktu. Işıklar geldi gemiden, periler sustu. Kanatları uçuştu esen rüzgârda, çıplak kaldılar, saçları tel tel yandı.
Göründü kanatlı bir şey geminin içinde, yavaş yavaş yaklaştı ona doğru. Boyu onun iki katıydı, kanatlarını ihtişamlı bir tavus kuşu gibi açmıştı, saçları yıllanmış tahtaları süpürüyordu ve göğüsleri vardı. O bir dişiydi. Çıplaklığı gözlerini yaladı şairin, hiç böyle güzel bir varlık görmemişti.
Geri doğru sendeledi şair, üzerine geldikçe dişi. Ve dişi elini uzattı şaire. Elini tuttu korkarak şairimiz, ilerledi onunla birlikte, durulan suda yüzen gemiye doğru, balıkların kokusunu duydu.
Gaydalar sırasını çoktan almışlardı bu eşlikte, çığlıklar attılar arkalarında kalan periler, birbirlerini yaladılar durmadan, elleriyle oynaştılar, ağızlarından aktı emdikleri kanlar, çıldırdılar.
Arkasına bile bakmadı şair, eli elinde dişinin.
Geminin içine girdiklerinde, sustu gaydalar ve onları çalan siyahlara gömülü cüceler. Kırmızı döşekler vardı yerde, kenarları deniz kabuğu işlemeli. Burası onun şimdiye kadar görmediği güzellikteydi ve gözleri hiç kapanmıyordu bu görsellik karşısında. Rüyada olmadığını çok iyi biliyordu.
Kanatları arkasında dişi, yavaş yavaş götürürken onu ortaya, herkes eğildi karşılarında. O neydi? Bunu istese de hiç öğrenemeyecekti. Belki de ilhamı için gereken bir periydi. Ama onun o olmadığını çok iyi biliyordu. Ve hareket etti gemi, kıyıda kumlar bıraktı ve çıldırmış perileri.
Ve gittikçe gömüldü gemi maviliğe içeriye sular doldu, soğuk. Kanatlarını çırptı dişi, bıraktı onu suyun içinde. Şair boğulacağını düşündü. Sanki suyun içinde değildi fakat her şey pasifleşmişti ve soluk aldıkça ciğerlerine dolan su acıtıyordu bedenini.
‘Yaz’ dedi dişi, benim için bir şeyler yaz. Anlayamadı denenleri şair, sesini ilk kez duyuyordu dişinin. Hayranlığı katlandı kulaklarından geçen sesle. Cüceler tüy getirdiler kanatlarından koparıp.
Şair elini kontrol edemeden izledi. Oturduğu zemine çiziktirdi tüyle cümleleri. Her atışında perilerin çığlıklarını duydu, çiziklerden gelen ışıkla. Ne kendine inanabiliyordu ne de bu olanlara.
Ve bitirdi şiirini anlayamadığı kelimelerle. Yazdıkları sadece çiziklerden ibaretti ama yavaş yavaş çekildi bedeninden mavilikler, memnun olduğunu bildirir gibi. Nefes aldı önce, gırtlağını tuttu, yaşıyordu.
Ve sesini duydu dişinin gaydaların eşliğinde. Hiç böyle bir şey yaratacağını düşünmemişti. Perilerin çığlıklarını bastırdı dişinin sesi kulakları delip geçerek.
Gaydalar hiç susmamak için başladılar senfonilerine…
paylaş:

öcünün son istekleri

Yıldızlar yağsın semadan bana doğru, içime işlesin. Gözlerim sizi görmesin asla, yüzünüze iğne işlemeli toprak rengi bir bez bağlayın. Bırakın benim yüzüm açık kalsın, herkes görsün ışıyan gözlerimi onlara doğru.
Bir de gökkuşağı çıksın, aksın yüzünüze geceleyin, altında bir küp altın. Küp kerpiçten olsun, kokusunu duyayım.
Ağacım çınar olsun, meyveleri gümüş çekirdekli hurma olsun. Boğazımdan geçerken tadı kalsın küçük dilimde, biraz da acımtırak. Dişlerimde tutayım çekirdeklerini, dişlerimin arasından sakın almayın onları, onlar hep benimle kalsın. Çınar ağacı göklere kadar uzansın, çıkmak için tahtalardan merdiven yapın.
Tahta çınar ağacından olsun, üzerine binerken gıcırdasın. Gözlerimin öünden geçsin tüm anılar, yağan yıldızlarla aydınlansın.
Ayaklarım çıplak olsun ki yatacağım toprağı son kez ayaklarımın altında hissedeyim. Topraktan merdivene her basışımda beni alkışlayın. Bunu içten yapmayacağınızı ben de çok iyi biliyorum ama siz yine de yapın.
Sakın üzülmesin yakınlarım söyleyin onlara, pek konuşma fırsatımız olmadı lakin her gece yatmadan önce iyi geceler dedim onlara belki duymuşlardır. Bir de ben gittikten sonra söyleyin içi karamel dolgulu çikolata yesinler.
Evet nerde kalmıştık? Ha şey. Merdivenler diyordum. Merdivenler gıcırdasın her bastığımda, sizin duymanıza gerek yok ben duyayım yeter. Bir de bugün Pazar olmasına rağmen siz Perşembe kabul edin, perşembenin tarifi başkadır bende.
Tabiki bitmedi, son istekler çabuk biter mi? Çocuklar da izlesin ölümümü. Annelerine tembihleyin çocuklarına desinler ‘Bak tatlım öcü yok oluyor, artık tek başına yatabilirsin.’
Çınarın yaprakları sarı olsun, mevsim sonbahar olsun isterim. Kar yağdıramazsınız ama üstten bir iki kuru yaprak atabilirsiniz sanırım.
Bir tabak da çilek istiyorum. Hurmaya dilim alışsın ki birden mideme oturmasın.
Gömüleceğim yeri iyi seçin, başında çınar ağacı olsun. Ben çürürken toprakta o büyüsün, dirileşsin.
Bir de beni yıkamayın, kendi kokumla karşılanmak isterim diğer tarafta. Arkamdan da ağlamasınlar söyleyin, balkon camlarındaki menekşeleri sulasınlar. Kaydettiniz mi? İyi.
Hmm bir de… Ben suçsuzum ama siz içinizi ferah tutun. Boynuma urganı geçiren cellada, ben söylerim hazır olduğumda. Denildiği gibi beş iyi, tam gün batarken. Yıldızlar önemli bir ayrıntı benim için.
Tamamdır. Biraz fazla oldu ama ben hazırım asılmaya… Durun durun. Son bir şey: Bir de beni çabuk unutsunlar söyleyin onlara…
paylaş:

yüksel caddesinde hayatı boşlamak

Metronun Yüksel Caddesi çıkışından kendini sokağın olağan akışına bırakanlar, burunlarına gelen limon, baharat, sarımsak ve mısırın buharıyla adeta sarhoş olarak insan kalabalığına doğru yürüdüklerinde, hayat hikâyeleri birbirinden farklı yüzlerce insana çarpmamaya dikkat ederek, usul usul aralarından süzülüp, sokağın sıcaklığını benliklerinde hissederler.
Olgunlardan gelenlerin ellerinde tanesi beş liraya alınmış bir iki kitap bulunan insanlarla Karanfilden gelen insanlar karşılaşıp metrodan çıkanlarla beraber bir nevi derede akıntıya kapılmışçasına Yüksel Caddesine doğru hızlıca sürükleniverirler. Sabahın erken saatlerinde bile ağırladığı yolcu sayısı fazla olan cadde daha ilk saatlerden insanın yüreğini burkan müziklerle dolup, belediyenin mısırcıları ve kestanecilerinden gelen kokularla harmanlanarak, ağaçların hışırdamasına karışıp tüm bedenleri yalayıp geçen rüzgârla yıkanır.
Havanın daha soğuk olduğu bir günde bu caddelerin kesiştiği yerde beklerken soğuğu hissedip atkımla ağzımı kapattım. Dost Kitapevinin önünde birilerini beklerken sigaralarıyla sevişenleri gördüğümden olsa gerek cebimden bir sigarayı dudaklarıma nazikçe yerleştirip arkadaşın her ısrarına rağmen vermediğim üzerinde ‘sex instructor’ yazan çakmakla tutuşturdum.
Her Kızılay’a inişimde uğrarım Dost’a. Önünde kimi zaman punkçı kimi zaman da rapçi gençliğin takıldığı Dost Kitapevi her zaman doludur. İçerdeki çoğu insanın amacı kitaplarla ilgilenmekten çok bir kişiyi beklerken kuru soğuktan korunmak, içerdeki sıcacık havadan faydalanmaktır. Ben yine de ayıp olmasın diye mizah dergilerini gelip buradan alırım. O gün de öyle yaptım.
Gelip geçen insanları izlemekten her ne kadar hoşlansam da bir süre sonra sıkılıp kendimi Dostun o insana güven verip, insanı evinde hissettiren ortamında buluverdim kendimi. Yeni gelen kitapların arkalarını okurken adı ilgimi çekmiş olmalı elimdeki kitaba bakakaldım. Sinestezya isimli kitabın arka kapağındaki açıklamaları iyice okudum ve buradan çıkışta mutlaka Olgunlara uğrayacağıma kendi kendime söz verdim.
Oradan ayrılıp ayım kitapları bölümüne giderken müzik kitapları kısmındaki çocuk ilgimi çekti. Kulağında kulaklıklarıyla açtığı kitaptaki şarkıları dinliyor olsa gerek kitapevinde olduğundan bir haber şarkıya eşlik ediyordu. Hemen yanında elinde bir siyasi kitap bulunan ve sanki herkes görsün diye kitabın üst kapağını üstte tutup eliyle karnı arasına sıkıştırmış vaziyette çocuğu uyardı. Çocuk adamın uyarısına kulak asmadan şarkısına devam edince adam da üstelemeyip kasaya doğru seri adımlarla ilerledi.
Çocuğa yanından geçerken bakıp soğuğun sinsice içeri girip ortamdaki havayla savaştığı kapı önüne gelip oradan ayrıldım.
Karanfilden çıkıp sola saptım. Limon her zamankinden daha kalabalıktı o gün. Her tarafında eldiven, bere, atkı alanlar vardı. Aralarından geçip alt kata indim. Merdivenlerden inerken her biri özenle işlenmiş, her bir yanı el emeğiyle yoğrulmuş binlerce takı, binlerce saat ‘beni al’ der gibiydi.
Geniş film koleksiyonuna sahip filmciden bir film alıp oradan da ayrıldım.
Iron Maiden’ın şarkısını duyduğumda kafamı sallamaya başlayacağım Persepolisti aldığım. Üniversiteye ayak bastığımdan beri izlemek isteyip izleyemediğim filmlerdendi Persepolis ve bu gece bana başka duygular hissetmemi sağlayacaktı.
Sinestezyayı almaya giderken yere serilen posterlere de bakmadan edemedim.
Ta bulutlardan kendini bırakan kar taneleriyle ıslanmaya başlayan posterleri bir çırpıda toplayan adamın ağzından düşen sigara yine sigarayı istememi sağlıyor fakat çok içtiğimin farkına varıp cebimden bile çıkartmıyorum. ‘neden sigara içiyorsun?’ gibi dünyanın en saçma sorusunu da düşünmeden edemiyorum.
Her Olgunlara geldiğimde sadece bakıp giderim dememe rağmen yine üç kitapla Güvenpark’ın yolunu tuttum.
Metrodan karşıya geçmeye çalışırken Dostta gördüğüm kendi iç dünyasında yaşadığını sandığım çocuğu fark ediyorum. Kulağında yine kulaklıkları, kendini yine müziğe kaptırmış, yürüyüp gitti yanımdan. Hayatı boşlamasını kıskandım bir an.
Yürüyen merdivenlerden çıkarken kulaklıklarımı takıp son ses Iron Maiden dinlemeye koyuldum. Cebimden bir sigara çıkarıp bir öncekini aldattığımı bilerek onunla sevişmeye koyuldum. Elimde üç kitap, kulağımda kulaklıklar, dudaklarımda sigara, usul usul yağan karın altında egonun gelmesini beklemeye başladım.
paylaş:

çalınan renkler

Her yerdeler. Arkamda, sağımda, solumda, bu ne?
Ellerindeki de ne öyle sanki gitar ama daha büyük çello desem onun kadar da değil. Neden beni takip ediyor bunlar neden? Ben size ne yaptım? Yeter!
Uzun tırnaklarının içleri pislik içinde. Sanki toprak kazımışlar gibi kimisi de kırık ama hepsi morumsu bi renge sahip. Çürümüşler mi bunlar? Etleri parçalanmış yer yer vücutlarında. Dilleri sivri.
Kıyafetlerine toprak bulaşmış, çürük kokusuyla küf kokusunu alır gibiyim. Konuşmuyorlar. Kim olduklarını bilmiyorum. Sayıları üç gibi ama sanki arkalarında birini saklıyorlarmış gibi. Kestirip atamıyorum, yaklaşıyorlar.
Ayaklarında hiçbir şey yok. Her yere basışlarında parmak aralarından fışkıran toprak ay ışığıyla kıvam bulup gözüme takılıyor. Huzur var içimde nedense. Kendimde değilim sanki bu ben değilim. O zaman ben kimim?
Gözleri yok sanki. Boşluklarında koyuluk var ama bana baktıklarını biliyorum. Usul usul yaklaşıyorlar. Nefes alışlarını hisseder oldum. Kaçmak istesem de kaçamayacağımı bilir gibiyim. Neden içimde korku yok.
Kollarında bacaklarında derin kesikler var. Ara ara kesiklerden sızmış gibi duran kurumuş bir sıvı görüyorum.
Ellerindekileri yavaş yavaş boyunlarının altına götürüyorlar. Elleri hiç görmediğim zariflikte. Korkarak bakıyorlar çalacakları şeye. Duruyorlar. Yavaşça gezdirmeye başlıyorlar yayları tellerin üzerinde. Ses beliriveriyor. Hayatımda hiç duymadım bu kadar hissedilir bir ses. Sanki ordan çıkmıyor da uzaklardan kutuplardan gelirmiş gibi soğuk bir o kadar içi yakan yoğunluğu var, kulaklarım sertleşiyor sanki.
Tıslamayı duyuyorum. Bu onlardan gelmiyor, daha sessiz daha içten ve kormadan sesini yükseltiyor. Arkalarındaki. Bu nerden çıktı şimdi?
İçimde yavaş yavaş korku belirtisi duyar gibiyim. Çenem titremeye başlıyor, dilim düğüm düğüm, parmak uçlarımdan ruhum çekilir gibi, göz bebeklerim küçülüyor, görememeye başlıyorum.
Birden çaldıkları şeyi ellerinden bırakıp arkadan gelenin etrafına toplanıyorlar, adımları dikkatli, yumuşak. Ellerini ona doğru uzatıyorlar, başları öne eğik. Dokunmalarına izin verir gibi bir hareket yapıyor ortadaki ve diğerleri dillerini çıkarıp adeta sevişiyorlar. Elleri hiç olmadığı kadar uzun, dikkatli bir şekilde okşamaya başlıyorlar merkezdekini. Her yerini gözümün önünde yokluyorlar, tüm uzuvlarını, girintilerini. Bana bakarak zevkten dört köşe olurlarken, ben tek başıma hissedip kendimi, usulca yok oluyorum sanki hayattan. Allah’ım bu ne?
Bulutların arkasından kendini gösteren ayın ışığı vurduğunda bedenlerine renklerinin hiç görmediğim soluklukta olduğunu fark ediyorum, kendimin bile hiç bu kadar canlı renklerde olduğumu fark etmeden. Ben hep saydam olduğumu düşünürdüm yanılmışım.
O kadar çok canım çekiyor ki aralarında olmayı bunun için sahip olduğum her şeyi hiç düşünmeden tabaklarına bir besinmiş gibi sunabilirim. Vücudumdaki kasılmalar yüzünden ağırdan bir titreme halinde geliyor iç yiyiş. Midem de bi boşluk, sanki acıkıyorum. Önümde sevişmeleri beni mahvediyor. Takadim kalmadı artık. Yeter!
Birden sesime kulak verip, bendeki arzuyu fark ediyorlar ama bana hissettirdikleri sanki daha öncesinde de fark etmiş oldukları. Sırf beni çılgına çevirsinler diye bunları yaptıklarını sezinler gibiyim.
Ellerine yine o tanımlayamadığım aletleri alıyorlar ve bu defa kendilerinden emin ve kendilerine güvenir bir şekilde. Hiç korkmadan hızlı hızlı sürtmeye başlıyorlar yayları tellere. Merkezdeki dişi dini dışarı çıkarıp bana gösteriyor ve tıslamasını o içten nefes alışını hissediyorum.
Her tele dokunuşlarında vücudumdan bir yer açılıyor. Acısını beynimin içinde hissediyorum. Ben çığlık attıkça onlar daha da hızlanıyorlar, baş dişi daha çok tıslayıp nefes alış verişi daha da belirginleşiyor. Adım atmak istedikçe onlara doğru, hiç korkmadan devam ediyorlar bedenimden bir parça koparan senfonilerine. Her yaramdan akan kanla boyanıyor bedenim adeta ısınıyorum kanımla.
Ay ışığının aydınlattığı suratlarımız bir bir siliniyor sanki ışık huzmesi altında. Soluklaşıyorum. Göz boşluklarım karanlığa bürünüyor, ellerimden akan etin yavaş yavaş kururken ben renksizleşip, onlar benim bütün renklerimi benden çalıyorlar. Kıyafetleri topraktan arınıp güzelleşirken benimkiler çürümeye başlıyor. Küf kokusunu genizlerimde hissediyorum. Zafer çığlıkları atar gibi yalanmaya başlıyorlar yine ben gözler önünde zombileşirken. Adımlarım pasifleşiyor.
Yüzüme bile bakmadan çabucak yok oluveriyorlar.
Arkama baktığımda benliğimin çoktan kaybedildiğini biliyorum çaldıkları aletleri yerde teker teker süzerken. Birini alıp yoluma koyuluyorum soluk bedenimle.
Bana yaklaşan birilerini görüyorum, beni fark etmiyorlar bile. Elimdeki aleti boyun altıma koyup başlıyorum teker teker dökülen senfonime…
Donuklaşıyorlar…
paylaş:

dün

Bugün günlerden ne? Hatırlayamıyorum. Ama dün perşembeydi...
Perşembe günlerin en güzeli, perşembe günlerin en çirkini, perşembe adını hatırlayamadığım günlerin en asili. Her şey dün gerçekleşti hayatımda, her şey dün yaşandı ve bitti benim için. Ben dün doğdum, ben dün öldüm.
Acıdım kendime dün, kızdım, kırıldım. Dün kendimden utandım, vazgeçtim kendimden, korktum, bıktım.Tabutumu dün gömdüler içinde ben. Sardılar kefene çörekotu döktüler üzerime, kapadılar beni o sessiz denilen gemiye.
Taşıdılar ilk önce beni sonra attılar yere.
Başkaları yıkadı beni dün, her yerimi gördüler belki de tiksindiler.Ellerinde eldiven, sabunu sert sert sürterek kaynak suyu bedenime döktüler. İyice çitileyince hortumla soğuk su tuttular üzerime üşüdüm. Ardından kuruladılar beni.
'Helal olsun' seslerini duydum hep bir ağızdan. Kendimi aralarında yalnız hissettim, kalkmak istedim kalkamadım yattığım yerden. Hava yok burda nefes alamıyorum dedim, onlar konuşmaya devam ettiler.
bedenimi saran sadece bez parçası çıplağım dedim, utandım kendimden.
Aslında insanların içinde pek de üzünç duygusu yok. Akıllarında benim kesik bileklerim.
Zihinlerinde benim kansız bedenim.
Bugün günlerden ne? Hatırlayamıyorum. Ama dün perşembeydi...
paylaş:

yıllar kadar

"Banliyö trenlerinin Sirkeci Garı'na yaklaştığı ayakaltlarındaki kıpırtıdan belli olduğu sırada yüreklerimiz rayların dışa bakan tarafları kadar paslanmıştı yağan yağmurdan.Bir kadın o anda elini kaldırıp güvercinlere yem atarken yine güneş ışığını mahrum bıraktı sağ gözünden.Ellri yıllar kadar çizik,tırnakları yıllar kadar kırık,saçları yıllar kadar aktı.Yere düşen her bir yem tanesini gursağına indirme çabası gösteren güvercinlerin kanat hareketleri,sinenin dalgalı suya yansıması gibi kuru bir şekilde aksedildi Sultanahmet'in önündeki yıllar kadar eski taşlara.Karalar çoğaldı yerde,bir bütün olup varoldu grimsilik ve gagaların yıllar kadar eski taşlara çarpma sesi.Elleri yıllar kadar çizik,tırnakları yıllar kadar kırık,saçları yıllar kadar ak kadın için o gün ömrünün elli yedi yılından farksız sayılmazdı:Hergün yaptığı gibi divanından kalkmış.giyinmiş,bir omuzuna yem bidonunu,diğer omzuna yıllar kadar dökük taburesini asmış ve şaşmayan noktasında yerini çoktan almıştı.Ama ayaklarının altında banliyö trenlerinin tıngırtısını emen bazı insanlar için hayat hiç olmadığı kadar yavan,hiç olmadığı kadar sıradan değildi o gün.Kırılmış kiremitli gecekonduların camlarını tangırdattı banliyö treni,içinde bin bir türlü insan,hayatları akan raylar üzerinde kıvrak;amaçları,güvercinler için atılan yere düşmekte pek de zorlanmayan yemler kadar farksızdı:geçinip gitmek.Ayaklarının altından banliyönün geldiğini oluşturduğu tıngırtıdan anlayan adam aldığı yıllar kadar koyu jetonu yerine attı ve o üç çubuğun içinden kayıverdi banliyöler diyarına,o farklı günde herkesle beraber.Elinde yıllar kadar yıpranmış çantası,cebinde bir delik yavaş yavaş çıktı üç basamağı ve ulaştı o pas kokan yuvaya.İleri doğru yürüdü,boş bir yer aradı ve buldu yıllar kadar uzun sakallı bir adamın yanında.Oturdu usulca,pantolonunu hafif yukaru çekerek ve göründü gerçek.Protez bacakları can yaktı oturduğu yerde.O farklı bir günde farklı insanlarla hayatı farklılaştırmak için geldi Sirkeci Garı'na ve şimdi-belki ulaşır belki ulaşamaz amacına-yolculuk yapacak zindanlar yanından akan rayların üzerinde,biri ona in artık diyene kadar.Sağ gözünü güneş ışığından mahrum bırakan kadın yaş döktü bilmeden yere düşen herbir taneyle tek gözünden,ovuşturmak için sol elini kullandı,yüzünün sol tarafına dokunmadan..." diyerek yazdığı yazısını bıraktı yazar,koyduğu kalem tıkırtı çıkararak yuvarlandı masadan ve yazısındaki gibi aksiyle buluştu zeminde,gölgesi ilk öce büyük sonra küçülerek.Ve yazar yola çıktı gün yüzü göstermek için bedenine.Sirkeciye geldi,sütun gibi uzanan saatte zaman dokuzu daha on beş geçiyordu.Takılmamak için kargaşada insanların ayaklarına adımlarına bakarak,usul usul yürümeye koyuldu.Sağdan indiğinde trenden,sağ taraftaki trenin sol camına yaslanmış sakalım yıllar kadar uzun bir adam gördü yanı boş.Yutkundu.Yürümeye devam ederken yazdıklarını gerçekten yazıp yazmadığını düşündü durdu.Bilinçaltı onun için oyunlarından en zorunu mu seçmişti yoksa sadece gördüklerinden senaryolar mı üretiyordu?Simitçilerden gelen ılık kokularla boğaz köprüsünü yalayıp gelen rüzgar karıştı nefesinde.Yağmurun izleri silinmemişti ayaklar altında.Yüksek topuklu kadınların topuklarının girdiği arnavut taşı aralarında hala varlığını südürüyordu yıllar kadar yük taşıyan bulutların yaşları.Fıskıyelerin fışırtısı deldi kulakları inceden;medeniyetler çatışması yaşayan manzara arasında sıkışmış fıskıyelerin sesi.Yavaş yavaş yürüdü zaten yıllar kadar koca bir ömürde hep yavaş yürümüştü.Geçerken ottan duvarların arasından beneklendi bedeni atılan yemlerin gölgeleriyle,yıllar kadar çoktular.Ve kafasını çevirdi.Elleri yıllar kadar çizik,tırnakları yıllar kadar kırık,saçları yıllar kadar ak olan kadın sağ elini yukarı kaldırıp fırlatmıştı yıllar kadar çok yemi sinesi yansımakta olan kuşlara,sağ gözünü güneş ışığından mahrum bırakarak...Yutkundu...
paylaş: