benim umudum var etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
benim umudum var etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

kirlenmek


Cami avlularının yanında yerden yüksek oynadığı günler gelince belki büyüdüğü akla geliyor insanın, davulcunun arkasından koşarken takılıp düşünce kanayan dizlerimizin aslında kalbimizi hiç de acıtmadığını anımsıyoruz. Çorap delik, ayakkabının içinde, koşarken sonsuzluğa doğru rüzgâra karşı kollarımızı açtığımız anlarda sadece özgürlüğün tadını çıkardığımız aslında içimizi kanatan. Ve kışın sobanın üzerine konulan portakal kabukları, çizik kestaneler…
Uzadıkça anlatması gereken olguları anlatamayan cümlelere küfür etmek insanın içinden geçmiyor değil, aklımızın ucunda hep bir kötülük, tüten izmarite karışıp gidiyor. Biz dört kat yukarılardan insan kalabalığına baktığımızda hiç de düşemeyeceğimizin inancına varıp, ağzımızdan dökülen kötü sözleri kıskanır oluyoruz.
Yitip gidiyor dakikalar, avucumuzdan yere saçılan bilyelerden farksız, içlerine giren renkleri kimin oraya koyduğunu keşfedeceğiz diye ömrümüzün ne kadar hızlı geçtiğini anlayamıyoruz. Küçüğüz biz tabii, büyüyünce kendimize kızıyoruz.
Geri dönmek mümkün olsa, hangi tarihe geri döner insan, yaptığı en büyük yanlışı yapmadan önceye mi? Kafamızın içindeki bıçak darbelerini merhemlemek ne mümkün, uyuyup büyüyor bedenler, izler hep beynimizde.
Yağmur yağarken kirlenen paçalarımıza mı yanmalıyız yoksa eve gelince yenecek olan bir ton dayağa mı? Kirlenmek bazen hiç de güzel değil, değil mi ey insan, ruhumuz yağmurlarda temizlenmiyor.
Korkudan yastığın altına başımızı sıkıştırıyoruz, her gök gürlediğinde ve şimşekler çaktığında içimizden sayıyoruz, bu sefer kaç saniye sonra iniyor başımıza gürlemeler, tanrı bizi kaç saniye yanıltabiliyor?
Biz küçükken mutlu muyduk, lastikten botlarımız ayağımızda, soğuktan sümüklerimiz akarken ve silerken kolumuza sümüğümüzü, bitlenirken, ellerimize cetveller inerken herkesin içinde, tek ayaküstünde dururken köşe başlarında, birileri ölürken ve gömerken yüreğimize onları, ellerimizi tutanlar kaçarken bizden ya da gülümserken başkaları, birileri anlamamakta diretirken?
Bazen bir şeyleri söylemek işte bu kadar kolay olabiliyor.
-Gözüne bir şey mi kaçtı senin?
-Hayır, ağlıyorum.




Fotoğraf: Kubilay Metehan 

paylaş:

saman yapraklarda


Açın, açın sonuna kadar, duymak için neden kendimizi zorlayalım, fonda kimsenin sevmediği benim bayıldığım bir müzik var, ezgisine bulaşmak istiyorum, adeta süzülmek geliyor içimden yumuşacık çizikler atmak bedenime. Nerede benim tuvallerim, fırçalarım, boyalarım. Kırmızıyı sürmek istiyorum dünyanın eşiğine, mavi gecenin ölümüne şahit oluncaya kadar siyahlarla karalamak istiyorum tüm yüzleri. Kokuşmaktan çürümüş birisi olarak da görülmek istemem, istediğim bu benim çünkü sizi pek de alakadar etmez öyleyse.
Ana rahmine yeniden düşmek istiyorum, suların içinde, boğulmadan, dinlemeden, düşünmeden, yaşayıp gitmek…
Azıcık çikolata, üç-dört kilo kadar, her üzüntü için bir tablet, biraz süt, ak kaşık olmak istiyorum. Hey siz! Defolun şimdi!
Beni küçümseyenler diz çöksünler önümde, yapmak istediğim cezalandırmak değil aksine ödüllendirmek onları. Onlar olmasalardı bir gün bile yaşayamazdım. İçimdeki kini büyüttükçe büyüdü bu beden, kana bulaştı, köpekdişleri dökülmeden dışarıya çıkmayı öğrendi, sokaklara ve doyumsuz bedenlerde kayarkenki soluklanışları öğrendi. İçini sonsuzluğa doğru boşaltırken söylenecek tüm sözcükleri onlar öğretti, içimdeki beni onlar besledi.
Biraz tiner, biraz yağ, düz olmasından çok, kullanılmış çuval ve inip kalkışlarında fırçanın hatırlanan anlara inat ellerin boyaya bulaşması, kırmızı kırmızı boyalara, her sıkışta parmak aralarından çıkan çamur misali ve kokusuyla kafa yapan.
Biraz daha müzik biraz daha resim, fotoğraflar çekilmemiş olsa, kâğıt üzerinde yaşanan hikâyelerimizden bıkkınlığımız ve duruşlar, nefes alışlar, vadiler, ırmaklar, bol bol temiz hava, bol gıda, vitaminler ve yeşillik her yerde bitişlerinde masmavi bir deniz, uçsuz bucaksız gökyüzü, derelerde yüzen kuğular ve balıkçılar, ellerinde oltalar, her salladıklarında bir gitara takılıyor, kurtarılması gereken varlıklar, düşlerimizde kurcaladığımız burnumuz tek derdimiz, azıcık uzun, düz, yazılar kıvrım kıvrım ve ürpertilerinde gecenin okunan şiirlerden bahsetmek, iç çekişler, avuç içine alınan saç yumağı, kendine çekme, göğe bakan bir baş, şaha kalkmış, ovalleşen bir bel, serin sulara dalmak gibi bir eylem bu, eller birbirinin üzerine, bacaklar hiç olmadığı kadar uzun, yüzümüz kollarımızın arasında, uçuyoruz, kanatlarımız çıkınca düşmediğimizin farkına varıyoruz, iyi de olurum kötüde, hangi tarafı seçeceğim bana kalmış, yarın da ölürüm dün de, dünler ölüm için güzel bir zaman dilimi, geçmişte yaşama isteği ve geleceği işaret parmağıyla göstermeler, dile dokunan dondurma, evet, tek istediğim bu, diller yalamak içindir, konuşmak için değil, bitmeyen sayfalar, saman kokusu geliyor bir yerlerden, unutulmayacak kadar çoklar, dev gibiler, cüceler de var, tümü, elma yiyenler, kovalananlar, ölenler bile, hepsi arka sokağa sıkışmışlar, beni bekliyorlar, ben çıkmadan gitmeyecekler, ikram olarak bir kilo baklava, üstelik hepsine, pelerinim nerede, kapı arkasında bir kuzu, zaman hiç olmadığı kadar hızlı, ben ayarlıyorum, kimin yaşaması gerektiğine ben karar veriyorum, ne yiyeceğime, kaç kilo alacağıma, kimin bedenine gireceğime, kimliğime, altımdakine, üstümdekine, sağım, solum sobe, çıkıyorlar yavaş yavaş, bisikletlerde bir kız, kızlarda bir bisiklet, ormanda, yalnız, bir şeyler mırıldanıyor, anlamıyorum, balon tutanlar bile var, ama yukarılara çıkmıyorlar, renkleri belli oluyor, zifiri karanlık, karanlığın rengi yok, tavşanlar, konuşuyorlar, kibritler de çakıyor, üstelik onlar çakmakları çakmaya gelmişler, ölüler yürüyor, yavaşlar, onların zamanı bizimkinden yavaş, bizim bedenimiz onlardan yaşlı, yanaklardan da süzülüyor, vücutlarımız ıslak, kaygan, yapışkan ve sıcak, tamam bu kadar yeter, defolun şimdi!
Tümü kalemimin ucunda, öldürüyorum ölüyorlar, sonra diriltiyorum, oyuncak olup çıkıyorlar, eğleniyorum, onları kırmıyorum ki, o kadar da korkunç değilim, hem öyle olsa da size ne? Burası benim dünyam!
Yaşımı küçülte de bilirim büyüte de, aklımı da, beynimi de, bedenimi de.
Hey siz! Defolun şimdi!
Ben yazdım, ben çizdim, sorumlusu benim, istersem çıkartırım sizi, ölümünüz bir kelimeden ibaret, farkında değilsiniz. Yaparım, bilirsiniz!
Getirin bana tüm kitapları, açın en olur olmadık sayfaları, yıkanmak istiyorum. Tüm aralıklarına paragrafların, bedenimi akıtmak istiyorum, eriyip bitinceye kadar, size de yaşadığınız yere de, bu dünyaya da tahammül edemiyorum. Ya bunu gerçekleştirirsem, o beni, kendi yazdığım, sonunu, kaderini kendi çizdiğim dünyaya hapsedebilirsem? Kendi edebiyatımı kendim oluşturabilirsem? Ya edebiyat dediğim benliğim, kişiliğim, hayatım, kendi kalemimin ucundaysa?
Suçu bana atamazsınız, sizi yok edersem de, seversem de, sizden nefret edersem de.
Edebiyat, tahammül edemediğim şu dünyanın yeniden tasarımıysa?
Hey siz! Defolun şimdi! 

paylaş:

alt-üst


Lime lime doğranmış domatesin üzerine serpiştirilen bir tutam nane, biraz fesleğen ve sarımsak, üzerinde gezdirilen zeytinyağı, biraz tuz.
Sol cebimde bir kaset, kasetin içinde sesler, görüntüler, yatak odaları ve bedenler. Odalar çıplak, beyaz boyalı ve sokak lambaları.
Dışarıda kar yağıyor, yaz ayı, insanlar rüzgâra yenik, şemsiyeler rengârenk açılmışlar göğe doğru, birileri susuyor.
Masanın üzerinde bir kitap, kül tablası, dumanı tüten izmarit, küller… Masanın üzerinde bir el, kalem tutuyor ve altında bir kâğıt. Yazdıkça yazıyor.
Koltuğun üzerinde yarı çıplak bir vücut, uyuyor belli, göğsü inip inip kalkıyor, biz bilmezdik kalp ritmini, bize öğretmediler ve hıçkırmaların yastık altlarına gizlendiğini.
Karışık birkaç paragraf uzadıkça uzuyor saniyeler içinde, anlamsızlaştıkça hayat yazılanlara kulp takmak zorlaşıyor doğrusu, cevaplar hep anlamsız olunca ve anlatılanlar.
Gözlerinde rimeller azalmış, birazı yanaklarda, kirpikler olmadığı kadar kısa, günler bitmek bilmezken, susanlar var kuytu köşelerde ve sokaklar.
Koltuğun önünde bir masa, koltukta uyuyan bir beden, yarı-çıplak, masada bir tabak, tabağın içinde salata, üzerinde zeytinyağı gezdirilmiş, tuzlu ve nar ekşili.
Masanın üzerinde bir el, kalem tutmuş, anlaşılmaya çabalanan sözcükleri karalıyor bir güzel, ışıkların altında sadece o, sokaklarda lambalar var bir de. Göğüs inip inip kalkıyor.
Balkondan aşağıya bırakma hissi bedeni, beyinde bir yerlerde fareler, peynirler. Kemiriliyor. Düşünceler zaten yok olmuş, düşler, suskunluklar, çareler ve pişmanlıklar. Suçluluk kitabının yazarı ortada…
Caddelerde lambalar, kırmızı, sarı ve yeşil. Sokak lambaları acıyı anlar gibi başlarını eğmişler.
Koltukta oturan bir beden masaya ellerini koymuş bir şeyler karalıyor, masada bir kâğıt, kül tablası, çatal ve salata.
Koltuğun kenarına kıvrılmış bir beden uyuyor muhakkak, bize öyle olduğunu hiç öğretmediler, göğsü inip inip kalkıyor.
Dışarıda bir karmaşa, tufan belki.
Sol cebimde bir kaset, kasette görüntüler. Oturmuşum bir koltuğa, bir şeylerin kokusunu alıyorum, sarımsak mı bu?
Sigara sönmeye meyilli ben ölmeye. Yanımda yarı-çıplak bir beden, göğsü titriyor.
İki el masanın üstünde, sabit, bir el çatalı alıyor, ellerim sabit, kafamda fareler ve peynir, kemiriliyor, titreyen bir göğüs, inip inip kalkıyor, bir uzuv, iki lop, bir çatal, göğse giriyor, ellerim sabit, bir el var, bastırıyor, kalbe inen bir çatal, can çekişmeler, hıçkırıklar yastığın altında, bir el yastığın üstünde, bir kafa yastığın altında, ellerim masanın üstünde.
Artık uyumuyor fakat bu bize öğretilmemişti.
Ellerim masanın üstünde.
paylaş:

bir zamanlar


Aşağılara bıraksam kendimi daha sokağa ulaşamadan çamaşır iplerine dolaşacakmışım gibi hissediyorum, kurtarıcım çamaşır ipleri olacak da farkında bile değilim. Upuzun bacaklara sahip olsam kilise çatısı görünümlü ihtişamlı evlerin tepelerinde, bir oraya bir buraya gezinir dururdum. Denizle gökyüzünün birleştiği o incecik çizgiye benzetiyorum hayatı hep, ulaşana kadar koşasım geliyor da dizlerim beni ele veren. Umut bahçelerinden bir kilo muz almak çok ucuza mal olsa da midemin gurultusuna karşı örülen bir çember gibi geliyor bir anlığına. Hayat umulmadığı kadar kısa değil oysa. Daha önümde onlarca gün var ve bitmek bilmiyorlar.
Karanlık kuleler var her bir yanımda, aydınlığa çevirmişler yüzlerini çeyrek saatte çanlarını çalıyorlar. Gökyüzünde bir yerlerde bizi izleyenler var, halimize durup durup gülüyorlar.
İzlenen bir şarkı, dinlenen bir film misali, her şey yerli yerinde ama biraz ters. Umudumuzu kaybetmemek için dondurma külahlarına kalbimizi koyuyoruz.
Kapı aralıklarından daima soğuk geliyor, yağmur hiç eksik olmuyor tepemizden, kuruması gereken çamaşırlara inat yağdıkça yağıyor anasını.
Ta uzaklarda bir yerlerde, bir zamanlar, şehirlerden bilmem hangi çöp deliklerinde, kurtçukların beslenmek için buldukları pizza kırıntılarıyla besleniyoruz her dakika, her vuruşta, her saniyede ve bir de süs köpekleri dolanıyor etrafta, kedilerin soyu tükenmiş gibi ya saklanıyorlar ya da yoklar ortalıkta.
Karelerin hepsi siyah-beyaz, her birinde ayrı hayat, her birinde farklı konular.
Masanın üzerinde çoraplar, vanilya kokulu bir puro, su ve peçeteler kıvrılmış.
Sigaranın ucundan çıkan duman hiç bu kadar efkâr katmamıştı benliğe, hiç bu kadar özlem duygusu sarmamıştı içleri. İçilen her bardak şarap, beyaz, hiç sevmem.
Kırmızılığından yoksun var oluşların eşiğinde diz kapakların kırılmasına benzer benlik, vücut kırmızılıkta hayat bulur çünkü, kan kırmızıyken akar.
Gemileri görebiliyorum, upuzun perdelerin arasında geçmişe doğru yola çıkmışlar, tek yapmam gereken biraz daha aralamak yarınları.
Aynalar var, boyu olduğundan uzun, kişiyi olduğundan güzel gösteren, baktıkça kendimizi kandırıyoruz.
Zebaniler de var oralarda, biliyorum, her iyiliğin yanında kötülükler var, eğer bir yerlerde ışık varsa, gölgelerden kaçamayız hiçbir zaman. Kapı arkalarına saklanıyoruz nedense.
Yüze kadar çekilen yorganların altına giriyoruz, yüzümüz görünmediği müddetçe, vücudumuz görünse de olur.
Yakarışlarımızın sonu kesilmeye dursun biz mutlu olduğumuzu iddia ediyoruz durmadan, çığlıklarımızı kahkahalarımız bastırıyor çünkü. Gözyaşlarımızın sebebini sevincimize yoruyor.
Maviliğin içinde boğulurken yağan yağmurları, benliği yıkayan su sanıp kollarımızı gök kubbeye açıyoruz, yukarılardakini tutacakmış gibi parmak uçlarımızla uzanıyoruz erişebildiğimiz yerlere doğru.
Aslında hayat, bize en kötü oyunlarından birinde başrolü teklif ediyor.


paylaş:

aslında hayat çok da güzel olabilirdi


Yaşam köprüsünde yürüyorum, elimde dünümden kalmış yarınlarım ve ceplerimin delik olduğunu elimdekileri düşürmemek için cebime koyduğumda anlıyorum. Dost denilen kavramın farkına varmadan üzerinde gezdiğim köprüden kendimi aşağılara bırakmasaydım hala kendim olabilirdim. Ne yarınlarım düşerdi ne ben ölürdüm.
Tütün buruşukluğunda çarşafların içine sarılmasaydım eğer, kendini bilmez insanların diş kovuklarında dumana dönüşmezdim. Hala nefes alırdım istemsiz hareketlerle ve hala kaburgalarım kalbimden rahatsız feryat ederdi beynime.
Uzun gecelerin ardından gelen pişmanlıklarıma biraz olsun kulak verseydim, keşkelerime yenik düşmezdim hiçbir zaman. Ağlamazdım da.
Aslında hayat çok da güzel olabilirdi.
Küçücük bir evin ortasında, benim gibi yalnız kalmış bir ampulün altında oturup, zaman kavramının keşmekeşinden bir haber, elimde sigaramla, keyif denilen olguya vanilyalı krema sürüp parmaklarımı yalar, yorgunluğumdan nasırlaşmış ayaklarımı en güzel şiirlere konu edip kurallara kafa tutardım. Yalnız olduğumdan değil aslında, kendimi bu kadar insanın arasında bulamadığımdan üzüntülerim, yapabilseydim, bulurdum kaybetmemek üzere yanı başımda duran kendimi.
Zor olmazdı bu kadar, Noel babanın kocaman göğüslü bir hatun olduğunu anlardım. İşte hayatı bu kadar basit zannederdim, ağlamazdım da.
Ama çoğu zaman insanın istekleri gerçekleşmiyor bu köprüde, insan, hiç fark etmeden çürüyen tahtanın üzerine basıveriyor, düşmemek için tutundukları, itebiliyor acımadan derinliklere insanı ve delik cepten düşen yarınlara yetişemeden bin parçaya ayrılıyor.
Ölmeseydim, gururla, bu sefer, onlar için ağlardım.
Tutunduğum insanlar, neyse…
paylaş:

düşerdi rüzgar

Mutlulukları doldurmuşum koynuma, bir kadeh şarap içesim geliyor. İntihar etmek istesem beynime değil mideme ateş ederdim, şarap akardı. Ve bir gün gelip de sular uykusundan uyansaydı eğer, sırf yıkamak için bu hayatı, bardaktan boşalırcasına yağardı gökten, silip süpürürdü tüm insanlığı.
Şemsiyemle çıkmışım yola, yokuş aşağı koşuyorum, tek derdim bedenimi hissetmek ve havalanmak biraz da topraktan, uçmayı becerebilmek. Düşerdim oysa, atlayıversem balkonlardan iki saniye bile sürmezdi. Çabucak kırılırdı vücudum, bin parçaya bölünürdüm ve sesini duyardım tenimin, çatırtısını.
Yarınlarımı sokmuşum delik cebime, teker teker kaybediyorum. Bir adım daha yaklaşırken sonuma, koşmaya devam ediyorum. Bir elimde sigaram bir elimde şemsiye ve bir de isyan eden ciğerler, öksürüyorum. Kaçıp gitsem bu hayattan dönemesem geriye, tutunabilsem bir yerlere de salıp kendimi boşluğa düşsem.
Kaldırım taşları ayaklarımı acıtıyor, bana bakan bir köpek. Otursam yanına elimi yüzümü yalayacak. Bu yağmurda susuzluğum beni kurutan ve bir de yıldızların kayması gökten.
Ağlayacağım yerde gülüyorum kendime, kahkahalardan şehir yerle bir. Ben kendime düşmüşüm, kendim de düşmüş bana.
Büyümüştüm aslında, resim yaparken bulutları mavi değil de beyaz boyar olmuştum. Ciğerlerimi dumanla doldurmuş, yağmur yağarken şemsiyenin altından çıkıp bulutun altında durmuştum, içim üşümüştü.
Ne bileyim, içimden düşmek geliyordu da nerden? Şarabı da unutmamak gerekiyor tabii. Büyümüşlüğün verdiği kuvvetle belki, beyaz da boyar olmuştum ya bulutları, başımın üstünden eksik olmayan yağmurla dost oluvermiştim zamanla. Ve geceler boyu üşümüştüm yataklarda.
Kucağımda mutluluklar, delik cebimde yarınlarım, tırmanıyorum aşağıya doğru, şemsiyemi bırakasım gelmiyor. Aslında uçup gitse bir defa, tüm insanlığa inat temizleneceğim, ruhum bedenimden çıkacak.
Köpek arkamdan gelmiş ben ulaşmışım varacağım noktaya. Elimde şemsiyem sağ tarafta bir rüzgar. Estikçe esiyor, yalayıp geçerken bedenimi, jilet gibi sesi kulaklarımı kesiyor. Sol elimde bir şemsiye, sağımda rüzgar ve köpeğin soluğunu hissediyorum uzaklarda, saçlarım ıslanmaya başlıyor.
paylaş:

ve koşarız

Parmaklarımı sonuna kadar açıp bileğimden kıvrılarak hayat veriyorum ellerime ve ikisini birleştirip yaşam buluyorum gölgedeki güvercinde. Deliriyorum. Gerçek delilerin kimler olduğunu sorguluyorum kendimle. Ofisteyim, işim başımdan aşkın, soluk almaya bile vakit yok, tek yapabildiğim kahvemi yudumlamak. Sigara bile içmeme izin verilmiyor. Kafamdaki düşünceler çoktan terk etmiş beni, farkında bile değilim. Tek istediğim kendimi boşluğa bırakmak.
Kanatlarım olsa tutar mıydı beni, ya da ne renk olurdu? Yarına doğru savrulabilir miydim sonsuzlukta ya da dönebilir miydim dünlere?
Güzel olurdu, bulutlara kadar çıkıp sigaramın dumanını dünyaya doğru üflemek hatta utanmayıp tükürmek belki de yapabileceğim en uç, en sıra dışı şey olurdu yaptıklarım arasında. Bir de güzel kahkaha atardım.
Penceremden görünen koca bir duvar ve reklam panosu. Gökyüzü küsmüş gibi ağlamaklı bugün. Caddeden geçen insanlar her zamanki gibi kafasını bile kaldırmadan yürüyorlar gidecekleri yere, şehir kirleniyor her geçen saniye ve ağır ağır yaşlanıyor.
Karşı binanın tam da reklam panosunun alt kısmında pencereler, herkes yoğun hararetli hararetli çalışıyorlar, erkekler kravat takmış kadınlar fular.
Birisi var, elindeki kurşun kalemi dişlerine vuruyor sonra hızla masaya koyup elleriyle saçlarını alnından başının arkasına kadar tarıyor. Şakaklarını avuç arasına alıp yüzünü masaya yaslıyor. Canı sıkkın, işler malum yoğun, bitmeyen dertler ve dört duvar arasına sıkışıp kalmışlık.
Kalkıyorum. Bacaklarım istemsiz camın kenarına kadar götürüyor beni. Her soluk verişimde buğulanıyor dünyam ve soğuğu içimde hapsediyorum. Umut denen şey, nerdesin?
Kahvem elimde onu izliyorum, fuları yakışmış.
Beni görüyor, gözlerinde ağlamaklı bir hava, bulutlar çoktan çökmüş yüzüne, teni beyaz. Masanın kenarından aldığı kahvesini şerefe der gibi yapıp içiyor, cevap verip ben de ağzıma götürüyorum kahveyi. Hiç olmadığı kadar sıcak geliyor. Arkasını dönüp önündeki kâğıtlara yoğunlaşıyor.
Akşam sarmalıyor her dakika yitişinde şehri. Ve bir adım daha yaklaşıyoruz sona. Masa ışığımı kapatıp çıkıyorum.
Yağmur çiseliyor, ağır adımlarla yürüyorum. Benden yaşlı kaldırım taşları ve sokak lambaları ve insanlar ve koşuşturmaca ve kalabalık ve … Neyse.
Alnımdan ağır ağır akıyor damlalar. Ayak sesleri karışıyor şehrin göbeğinde, kulaklarda boşluk hissi. Şemsiye hiç beklenmedik zamanda perde gibi giriyor ben ve gök arasına ve tatlı bir merhaba. Fuları gerçekten yakışmış.
Şemsiyeyi kapatıp elimden tutuyor ve çekiştiriyor beni. Ve koşuyoruz. Kalp atışlarım düzensizleşiyor. Soğuk içimden çıkıyor adeta ve bağırmaya başlıyoruz azımız çıktığı kadar. Bize bakıyorlar. Bize deli diyorlar. Gerçek delinin kim olduğunu sorguluyorum kendimle.
paylaş:

Alive

Geceyi aydınlatacak ilk ışık huzmesi güneşten ayrıldıktan 8 dakika sonra ulaşır yeryüzüne. İşte o 8 dakika, ışığın 8 dakikalık o yolu gecenin en karanlık zamanıdır. Ay batar, yıldızlar görünmez olur, gökyüzü ışıktan olabildiğince yoksun uzayın en karanlık tarafına bakar. Şafaktan önceki son saniye en karanlık zamandır şu yeryüzünde. En kötü şeyler o sırada olur, en kötü haberler o sırada alınır, kaderlerimiz o saniyede yazılır. Bütün ışıklar söner o tek saniye için.

İnsana en uzun gelen 8 dakikadır sanırım, o kadar ki nanosaniyeleri sayabiliriz o sırada normal şartlarda saliseleri algılayamazken. İşte ben de hepsini saydım tek tek. O 8 dakikanın her bir nanosaniyesini. Şimdi düşünüyorum, çok da uzun süre değildi aslında günlere dökersek, aylar bile değil. Bense kışın insana hep uzun gelmesi gibi, üstünden yıllar geçmiş gibi hissediyorum. Sanki o kadar uzun zaman geçmiş ki, ben büyümüşüm, fiziksel işkencelerden geçmişim de öyle kurtulmuşum. Oysa hiç de büyümedim, çok bir şey de görmedim korkumun her zaman beni durdurmadığını, bazen cesur bir tarafım olduğunu fark etmek haricinde. Fiziksel olarak tek bir acı çekmedim, insanın kendi kalbinin kendisine yaptığı işkencenin, kalp acısının, can acısına eş değer olduğunu öğrendim o kadar.

Kış uykusuna yattım sanki o süre zarfında, gülmedim bile, kendi kahkahamın sesini unuttum. Neşeli zamanlarımı aramayı bırak hatırlamadım bile, oysa ben sürekli gülerdim, sürekli hareket halindeydim. Boş boş baktım etrafa, insanların suratlarını görmedim, ifadesiz yüzlü maskelerle gezdim, sesimi kaybettim konuşmadım… Sadece yazı yazarken bir anlamı oldu surat ifademin. Sayfalarca yazı yazdım, yırttım attım sonra çoğunu, yine yazdım. Sonra yine maskemi taktım.

Sonra bir gün, elimde adı umursamaz olan maske, otobüse bindim, 203’e. Sekiz dakikamın bittiği an işte o otobüse rastladı. Kulağımda kulaklık müzik dinlerken, tam da The Pigeon Detectives - This Is An Emergency* çalıyordu, kafamı kaldırdım camdan dışarı baktım. Motosikletli bir kadın gördüm Ulus’ta, karşı yolda otobüsün ters yönünde giden. Yüzünü bile tam görmeden, tanımadan, bilmeden hayran oldum kendisine çünkü liseden beri olmak istediğim yerdeydi, trafiğin orta yerinde motosikletiyle. Kocaman gülümsedim, durduramadım gülümsememi, bıraksalar kahkahalar atacaktım otobüsün ortasında. Baktım gülemiyorum, arkamda oturan amcanın duyamayacağı biçimde alçak sesle küfür savurdum birkaç tane kendime.

Çünkü hayat tam da olması gerektiği gibiydi, her şey olması gerektiği yerde, olması gerektiği zamanlarda oluyor, bahar gelmesi gerektiğinde geliyordu. Güneş batıyordu belki ama eninde sonunda doğuyordu yeniden. Hem bazen bulutlar kapatmıyor muydu güneşi gündüz vakti, görünmez oluyordu. Bazen ay geçmiyor muydu önüne bizi elimizde röntgen filmleriyle sokak ortasına dikerek. Eninde sonunda gelmiyor muydu ışık, her şey bitmiyor muydu, her şey yeniden başlamıyor muydu, sonra tekrar bitip bir daha başlamak ve yeniden bitmek ve yeniden başlamak üzere? Kış bitince gelenin adı bahar değil miydi, yerini yaza, ardından sonbahara ve yine kışa bırakmak üzere?

O zaman ben niye üzüyordum kendimi? Bu işkenceyi neden yapıyordum kendime, kalbimi kanatınca elime bir şey geçmediği halde. Bunu kendime ve çevremdekilere yapma sebebim neydi? Yapmayacaktım işte! Artık bunu yapmayacaktım. Bu yüzden otobüs Tandoğan’a gidecek olsa da Kızılay’da indim ben de otobüsten, yurduma yürümek üzere. Gökyüzüne baktım ve gülümsedim, yürürken hep böyle yapar, yukarılara bakarım. Gülümserken hem kendime hem de yukarıdakine(aramız genelde iyidir kendisiyle) “Kendimi üzmeyeceğim bundan sonra, ama lütfen izin ver mutlu olayım artık!” dedim. Çünkü sadece tanrının izni değil kendi rızam da gerekiyordu mutlu olabilmek için.

Üstelik ekstra bir şeyler vermesine gerek de yoktu, hayat güzeldi her şeye rağmen. Can acısı bile güzeldi eninde sonunda bitiyordu, kıymet nedir anlıyordun sonucunda. Parmak sayısını geçmeyecek ama hayatımdan da geçmeyecek insanlar vardı, annem vardı, her şeye sahiptim, sağlıklıydım, müzik dinleyebiliyordum, yağmuru görebiliyordum hala, kitap okuyabiliyordum, gülebiliyordum, bir sürü şeyi daha yapabiliyordum, mutsuz olmak niyeydi?

Hem cesurdum ben, cesur! Bunu biliyordum, bunu görebiliyordum, devam edecek cesareti de gösterebilirdim üstelik. It is alive** diye bağırabilirdim sokağın ortasında kendimi tanrı sanarak, yanımdan geçen sevimli küçük çocuğa göz kırpabilirdim, sahip olduğum piercing yüzünden kınayan gözlerle bakan yaşlı teyzeye gülümseyebilir, sokakta dans edebilirdim. Hepsini yapabilirdim, çünkü içimdeki kış uykusu bitmişti, cemre düşmüştü tenime. Sırada kanıma düşecek olan vardı, ardından da iç organlarıma düşecek cemreyi bekliyorduk hep birlikte. Bahar gelecekti sonra içime, çiçekler açacaktım, yağmurlar yağacaktı üstüne, gökkuşakları görecektik.

Baharın bizi hep çok bekletmesinin aksine ikinci cemre çok bekletmedi beni. Fellik fellik izleyecek film ararken “Bence one flew over the cuckoo’s nest’i izle ben çok beğenmiştim.” cümlesiyle geldi kendisi. Sonrası mı, sonrası başka bir hikâye…

Siz kanıma da cemrenin düştüğünü, 8 dakikaların hep sona erdiğini, şafağın görülecek en güzel görüntü olduğunu çünkü sabah ezanının eninde sonunda okunup akşam ezanına kadar cinleri uzaklaştıracağını ve bize bileklerine çuvaldız batırıp onlardan kurtulmanın fırsatını sağlayacağını, güneş tutulmalarının geçici olduğunu bilin yeter. Ben mi, ben ölmedim daha. Yaşıyorum! Efendim? Evet hala bağırabilirim: “IT IS ALIVEEEE!!!”. I am alive.

*This is an emergency: Bu acil bir durum

** Frankenstein’da yarattığı bedenin yaşadığını gören Dr. Frankenstein hayat vermenin sevinciyle öyle bağırır; yaşıyor!



paylaş: