en iyi 20 stephen king korku uyarlaması


3. yıllarını kutlayan harika bir site Korkusitesi. Uzun süreden beri takip ediyorum. Harika kritiklere sahip yazılar yazarak ilgi uyandırıyor. Hiçbir kitabını okumama rağmen birçok film uyarlamasını izlediğim Stephen King hakkında aşağıdaki yazıya ulaştım. Linke tıklayarak kolayca siteyi ziyaret edebilirsiniz. Emin olun seveceğiniz bir sürü yazıyla karşılaşacaksınız. Yazıda bol bol resim olduğu için liste bölümünden böldüm, yüklenmesi birkaç saniye alabilir, sabırlı olun. 
Tam adıyla Stephen Edwin King. William Shakespaere’dan sonra kitapları sinemaya en fazla uyarlanan yazar. Bizim daha çok sevdiğimiz ismiyle Korkunun Lordu’nun profesyonel yazarlık kariyeri, bir süre yazdıktan sonra beğenmeyip çöpe attığı Carrie’nin, eşi Tabitha King tarafından atıldığı yerden çıkarılıp yeniden yazarın önüne konmasıyla başlayacaktı. 1974’te yayımlanan Carrie büyük ses getirecek ve daha iki yıl geçmeden gelen aynı isimli filmle Stephen King eserleri sinemaya uyarlanmaya başlayacaktı. King, kendisi gibi yazar olan eşinden yana oldukça şanslı görünüyor.
Şanssız olduğu tek taraf, hem ‘Amerikalı’ hem ‘popüler’ hem de daha çok ‘korku’ türünde eser veren bir yazar olmasıydı belki. Bu onun edebiyat çevrelerince uzun süre görmezden gelinmesine neden oldu. Ta ki bunun mümkün olmadığı anlaşılana kadar. Elbette hak ettiği değeri görmediğini söylemek biraz nankörlük olur; ancak geçmişe şöyle bir baktığımızda Amerikan korku sinemasına şekil veren bir yazar görüyorsak, bu biraz da nankörlük yapmak için elimizde iyi bir sebep olduğu anlamına gelmez mi?

Geçtiğimiz günlerde Forbes dergisinin yayınladığı ‘Dünyanın En Çok Kazanan Yazarları’ listesinde üçüncülükte gördüğümüz yazar aradan geçen 35 yıla rağmen ne hızından ne başarısından bir şey kaybetti. Bu günlerde, kendisinin pek sevdiği(!) Stepheine Meyer’in Twilight uyarlamaları oldukça gündemde olsa da, ne Meyer’in, ne bir dönem nafile bir çabayla rakibi olarak gösterilen Dean Koontz’un, ne de kendisinin ‘korkunun geleceğini gördüm, adı Clive Barker idi’ diyerek arka çıktığı Clive Barker’ın eserleri beyazperdede onun eserleri kadar tarz sahibi, kalıcı ve devamlı bir etkiye sahip olabildi. Muhtemelen bu konudaki tek rakibi Richard Bachman olabildi. Son yıllarda gelen başarılı örneklerden sonra Stephen King uyarlamalarına yeniden göz atmanın zamanı çoktan gelmişti. Ben de naçizane, bu film adaptelerini içeren bir Top 20 hazırlamaya çalıştım. Listedeki bazı filmler arasında uçurum olduğunu düşünebilirsiniz. Zira elde ettikleri genel başarı düşünüldüğünde gerçekten de farklı yerlerde duruyorlar. Lakin her birinin korku sinemasının özgün köşelerini parsellediğini de unutmamak gerekir. Bu listede görmenin, ya da görememenin sizi rahatsız edeceği filmler muhakkak olacaktır. Onlar için doğrudan beni suçlayabilirsiniz. Çünkü hiçbiri unutulduğu ya da üzerinde daha az düşünüldüğü için değil, tamamen yazarın iradesi sebebiyle burada ya da burada değil.

Not: Bu yazı hazırlanırken Stephen King’in yalnızca korku-gerilim türündeki eserleri dikkate alınmıştır. Green Mile’in, Shawshank Redemption’ın, Stand By Me’nin ilk 5’e gireceğini halihazırda bildiğimiz bir listenin ne heyecanı kalırdı ki hem!

Şimdi, bilmeniz gereken her şeyi öğrendiğinize göre… Korkunun Kralı’nın korku tüneline girmeye hazır mısınız?

Öyleyse sıkı tutun elimi. Orada kaybolmak istemezsiniz.

paylaş:

yatak odasında felsefe ya da ahlaksız eğitmenler | marquis de sade


La Philosophie dans le boudoir.
Marquis de Sade’nin 1795 yılında yayınlandığı, Türkiye’de 2003 yılında çevrilip basılan, basıldıktan sonra halkın ar veya hayâ duygularını incitmesi ve cinsi arzuları istismar eder nitelikte yayın yapması gerekçesiyle 'müsadere ve imha' kararı ile toplama emri çıkartılıp toplatılıp yok edilen, dönemin Fransız politik rejiminden kesitler sunarken “cinsellik” olgusunu delik deşik eden bir kitabı.
Yedi diyalogdan oluşan kitapta genç bir kıza libertenlik eğitiminin verilmesi anlatılır. Özgür ve özgün düşüncenin doruk noktası olarak kabul gören kitapta bu eğitimlerden başka birçok konudan bahsedilir. Metafizik, bireysellik, ahlak, din, tarih, felsefe, şiddet, etik değerler gibi birçok noktaya değinen kitap dünya dillerine çevrilip milyonlar satmış ve birçok kez sinemaya uyarlanmış.
Aslında Sade kendisi için şunu der:
"Evet, ben bir libertenim, itiraf ediyorum, bu konuda akla gelebilecek her şeyi düşündüm; ama düşündüğüm, tasarladığım şeyleri elbette yapmadım ve kesinlikle de yapmayacağım. Ben bir libertenim, adi, suçlu ya da katil değil."
Cinselliğin şarkılarda söylendiği gibi açık bir kapı ve sansür mevzusunun koca bir delik olduğu ülkemizde, eğer düz beyinli insanların olduğu kaçınılmaz bir geçekse, cinsel içerik ihtiva eden kitaplar illa bir dönem yasaklı damgası yiyorlar. Bardağın boş tarafından bakmanın bir alternatifsizlik olarak aksedildiği toplum yapımızda bu düz beyin sahibi insanların yorumuyla evet, Yatak Odasında Felsefe insanın sapmasına, sapkınlığın artmasına sebep olacak bir kitap. Evet, kitap ciddi anlamda duygularımızla kötü anlamda oynuyor, bizi baştan çıkarıyor; onu da geçelim dinsel kavramları şöyle bir oturup düşünmemizi hatta bu kavramlara karşı çıkmamızı sağlıyor. El sürülmeyecek, yakılacak, bir daha da adı söylenmesi yasaklanacak bir kitap.
Bardağın diğer tarafında ise tüm aforizmaları altüst eden, tabuları yıkan, araştırmanın dibine vurmuş, öğreten, düşünmemizi ve seçmemizi sağlayan bir edebiyat ürünü var. Üstelik bu özgün ürün kendinden “liberten” olarak bahseden bir kafanın mahsulü. Kara mizah ve estetik öğelerin yanında özgür düşünceyi sonuna kadar destekleyen, doğayı yücelten hatta şiddetin bile doğallığını savunan bir yazar, bir kitap. Ve yazılanlardan “büyük fikir” olarak bahseden ve bu fikirleri kendi ağzıyla yapmadığını ve yapmayacağını söyleyen bir insan.
Kitabın arkasında şöyle yazar ve düz kafalıların sorularını kendi deyimiyle yanıtlar:
“Büyük fikirler yüzünden ahlakı bozulacak kişiye yazıklar olsun! Felsefi düşünceler içinden yalnızca kötü olanları çekip almayı bilen, ahlakı her şeyle bozulan bu kişilere yazıklar olsun! Bunların ahlakının Seneca ya da Charron okuyarak da bozulmadığını kim ileriye sürebilir? Ben asla onlara hitap etmiyorum!
Ayrıntı Yayınları’nın yeraltı edebiyatı dizisinden çıkan 190 sayfalık kitap sadece kendini tatmin etme arzusuyla kavrulan bireyler için değil, özgür yazmanın ne demek olduğunu öğrenmek isteyenler için önemli bir eser. Sade’nin başyapıtı.
Çünkü Sade, okunmaya değer bir yazar ve Dostoyevski gibi sayısız yazara ilham kaynağı olmuş önemli bir yaratıcı.
Umuyorum kitabı okurken sadece teorik ve pratik seks dersleri eğitimi gibi algılanmaz. Zira kitapta cinsel organ uzunluğundan tutun da grup seksin pozisyonlarına kadar her türlü sapkınlık mevcut.
Etkilenmeniz ve etkilenmemeniz dileğiyle. İyi okumalar.



paylaş:

dead end (2003)


Korku, komedi, gerilim, gizem öğeleri içeren sağlam filmlerden sadece biri Dead End. Bitmek bilmeyen bir yolculuk, aile içi diyaloglar, ergenliğin getirdikleri, ebeveyn olmanın sorumlulukları ve yol kenarından alınan kucağında bebekle bir kadın. Esrarengizliğin içine doğru gidiş, düşüş ve olayların başlaması. Bir bir ölen aile fertleri, simsiyah bir otomobil, hamile bir kız, sorunlu oğul. Bir damat, kurcalanan bir beyin, kibritler.
Olayların başlamasından önce aslında her şey uyuz babadan kaynaklanıyor gibi görülebilir. Çünkü amaç her sene olduğu gibi yine yılbaşı için suratsız annenin ailesi yanına gitmek. Tabii bu kez her zaman gidilen yoldan sıkılan baba, başka bir yol kullanır. Burada suçu en başta babaya atmak kaçınılmazdır ama filmin can alıcı, ağzı bir karış açık bırakan sonuna gelince aslında olayın hiç de görüldüğü gibi olmadığı ortaya çıkar.
Gerilim filmleri arasında gerçekten başarılı sayılabilecek bir yapım olan filmin son sahnesi muhteşem bir olaya bağlanıyor. Olayın bu kadar mantıklı bir şekilde ortaya çıkması da filmin başarısını gösteriyor.
2003 mahsulü Amerikan Fransız ortak yapımı filmin yönetmen koltuğunda Jean-Baptiste Andrea ve Fabrice Canepa var. Oyuncular ise Ray Wise, Lin Shaye ve Mick Cain.
85 dakika uzunluğundaki film 7 ödül ve 2 adaylık sahibi. Film yaklaşık 10 bin kullanıcı tarafındn oylanmış ve 6.8 IMDb puanına layık görülmüş.
15 dakikada bir gerçekleşen esrarengiz bir kaçırılma ve ardında bıraktığı ceset kalıntıları, ormanın derinliklerinden gelen çığlıklar ve otoban kenarında seyre dalmış hortlaklar, bitmek tükenmek bilmeyen, uzadıkça uzayan bir yol, tabela yazıları, bu karmaşanın ortasında müzik dinleyip boş bulduğu anda mastürbasyon yapan bir çocuk, ölü bir bebek, kafası karışık bir yabancı, sorunlu bir aile. İzlenmeye değer bir gerilim filmi, mantıklı bir son, şok edici.

paylaş:

funny games u.s. (2007)

Michael Haneke’nin yine seyirciyle bir güzel dalga geçtiği, 1997 yapımı filmin yeniden çekimi. Açıkçası orijinalini seyretmeyi de düşünmüyorum. Bunun sebebi kesinlikle filmin kötü olması gibi bir neden değil. Filme kötü demek en büyük hakaretlerden biri olur zannımca. İzlememe isteğimin sebebi filmin tıpatıp benzer olması, oyuncular, dil farklı, yönetmen ve söylenen sözler aynı. Ki okuduğum bazı yorumlara göre ikinci filmdeki oyunculuk kaçınılmaz birincisinden daha iyi. Haneke şiddetin adamı, üstelik bunu bu filmde hiçbir şiddet sahnesini göstermeden yapıyor. Tam da bu nokta da seyirciyle nasıl dalga geçtiği gerçeğine geliyor konu. Klasikleşmiş gerilim korku ya da türü ne olursa olsun, o filmlerdeki kalıplara çomak sokuyor. Müzikle sağlayacağı gerilimi kullanmak yerine hiç müzik kullanmamayı tercih ediyor. Fakat bu filmde az da olsa ses var, üstelik bu, filmi eğlenceli de kılmış.
Filmin başında gösterilen, eve getirilmesi gerekilen ve ne hikmetse botun içine düşüp kalan bıçak, hiçbir işe yaramıyor mesela. Onun öncesine gelecek olursak, filmin doruklara çıktığı noktalarda, baş kadın karakterimiz bir anlık hamleyle silahı eline geçirip gençlerden birini vuruyor, işte seyirci orada bir oh çekiyor, neden, çünkü iyiler her zaman kazanır, en azından ölseler bile bu filmde vurgulanır. Kötüler de kaybeder. Ama olmuyor, sadece bir kumanda filmi geri sarabiliyor ve dolayısıyla gençler daha dikkatli davranıyorlar, iyi olan başkarakterimiz kurtulamıyor. Son sahne zaten bıçak sahnesi, yok öyle bir şey.
Dedik ya filmde şiddet sahneleri gösterilmiyor diye, en belirgini de küçük çocuğun öldürülme sahnesi, kamera o esnada diğer gence sabitlenmiş şekilde, çünkü o sahne yaşanırken hayat devam etmekte, diğer gencimiz mutfakta kendine yiyecek bir şeyler hazırlamaktadır. İzleyici de kameradan dolayı mutfak sahnesine hapsedilmiş olur.
Filmde psikopat gençlerin kameraya dönüp seyirciyle konuşması da yanılmadığımızın bir ispatı, evet biz tahmin edilen gibi filmin başını sonunu o şekilde beklemiyorduk.
Filmdeki konudan bahsedecek olursak, aslında yoğun işlenen bir söz edemeyiz, iki genç beyazlar içinde gelirler ve aileye işkence uygulamaya başlarlar. Her şeyin nezaket çerçevesinde gerçekleşse aslında tüm bunların yaşanmayacağını da söylemeden geçmezler. Olayın başlangıcı ise dört adet yumurtadan ileri gelir.
Haneke 10 yıl aradan sonra neden bu filmi yeniden çekme gereği duydu sorusuna ise şöyle bir cevap getirilmiş. Bu eleştirilerin Hollywood’a ulaşması. Aslında Amerikalıların gidip de altyazı bulup da bir Avrupa filmi izleyeceklerini ben de düşünmüyorum ama Haneke yapmak istediğinde başarılı olmuş mu, sanırım hayır çünkü filmin bütçesi ve kazancı arasında dağlar var.
Tabii diğer yorumlara da kulak vermemek elde değil. Filmin yeniden çekilmesi hakkında Haneke’nin paraya ihtiyacı olduğu bile söyleniyor. Hem bir kişi bu kadar üne kavuşmuş, saygınlığı giderek artmışken kendi filmini, her zaman eleştirdiği Hollywood için neden çeksin? Neyse ki özüne dönmeyi de başarıyor. Bu, orijinal filmin daha iyi olduğunu savunanların görüşü tabii.
111 dakikalık suç, dram, gerilim kategorili filmin oyuncuları ise Naomi Watts, Tim Roth ve Michael Pitt. Filmin 3 ödülü ve 1 adaylığı bulunmakta. Ortalama 28 bin kullanıcının oylarıyla da 6.3 IMDb puanına layık görülmüş.
Neden ikinci filmi çekti, paraya mı ihtiyacı vardı, çekilecekti madem başka bir yönetmen el atsaydı tartışmaları bir kenarda dursun Michael Haneke aşmış, kendi çizgisinde seyir eden, her daim bizi yanıltmak ve kendi benliğimiz hakkında fikir sahibi olmak hatta kişiliğimizi sorgulamamazı sağlayıp bizi derin düşüncelerle boğan bir yönetmen. Funny Games de onun belki de en çok bilinen filmi. İzlemekten çekinmeyin. Ama unutmayın ki film, huzursuzluklarla dolu.
Üstelik Haneke film için demiş ki, bu film ilk kez izleyecekler için, izlemiş olanlar için değil. Ve de iki filmin benzerliğini daha rahat görebilmek için buradaki karşılaştırma videosunu seyredebilirsiniz.
Ayrıca Paul ve Peter'ı en başarılı 35 sinema kötüsü adlı listede de 2.sırada görüyoruz. Listeye bakmadan geçmeyin.

paylaş:

chuck palahniuk'tan yazmak isteyenlere 13 tavsiye

Fight Club’ı okumayan var mıdır bilemiyorum; en azından herkes izlemiştir. İşte o kült filmin yazarı Chuck Palahniuk. Derin düşünce adamı, yeraltı edebiyatının vazgeçilmezi. Kitapları bir bir beyaz perdeye aktarılıyor her ne kadar siyah olsalar da. İşte bu adam hakkında arama tarama yaparken Samed Karagöz’ün Afili Filintalar'daki yazısına ulaştım. Yazar olacak adama adam gibi 13 madde sunuyor Palahniuk.
Fight Club’ın hiçbir zaman unutulmayacak ilk iki maddesi geliyor akla:
1. Fight Club’tan kimseye bahsetmeyeceksin.
2. Fight Club’tan kimseye bahsetmeyeceksin.
İşte Chuck Palahniuk’un yazar olacak birey için söylediği 13 tavsiye:
Yirmi yıl önce ben ve arkadaşım noel öncesi Portland şehir merkezinde yürüyorduk. Büyük mağazalar: Meier and Frank… Fredrick and Nelson… Nordstroms. Hepsinin büyük vitrinleri ve her vitrinde kendilerine has tek bir sahne; kıyafetleri tanıtan cansız mankenler veya yapay kar içinde bir parfüm şişesi. 

paylaş:

gösteri peygamberi | chuck palahniuk

Survivor.
Arka kapağı şöyle anlatır konusunu: Yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı…
Söz konusu yazar Chuck Palahniuk olunca akan sular duruyor. Yeraltı edebiyatının önde gelen ismi olmak, başarmak, ya da tam aksine diplere inmek, küçülmek, işte mesele bu demek…
“İntihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır.” Diyor yazar. Bunu utanmadan söylüyor, hem neden utansın ki? Biz onun dünyasına girmeye çalışıyoruz, o bize kapılarını açıyor. Ve cümbüş sonrasında başlıyor.
Kan lekesi nasıl çıkar?
Pop kültüre sivri bir dil çıkarıyor adeta yazar, üstelik bunu küçük bir çocuğun büyüklere dilini göstermesi gibi değil bayağı elli yaşında bir adamın canlı yayında tüm ülkeye dilini göstermesi gibi yapıyor.
Kitap ele alınıp, okunup, kucaklanası cinsten. Güldürüyor, her zaman ki gibi düşündürüyor. Okurken saçmalıyoruz, hayal dünyasında kendimizi başkarakter yapıyoruz, “orada dur Chuck, sıra bende” diyoruz.
304 sayfa tersten akıyor, 1 olmasın diye korkuyoruz.
Funda Uncu’nun çevirisiyle okuyoruz kitabı. Ayrıntı Yayınları’nın yeraltı edebiyatı dizisinden elimize ulaşıyor. Boşlukları televizyon kanallarıyla doldurmak yerine kitapla dolduruyoruz. İşte bunu sağlıyor yazar.
Fight Club’tan belki de daha fazlası var kitapta. Olaylar akıl işiyle örülüyor, paçalarımızdan zekâmız akmasın diye lastikle bağlıyoruz adeta.
Zaten Yeraltı’nı sevmemiz için bir gerekçe göster dediklerinde ilk cevap Chuck Palahniuk olunca kitap için fazla bir yoruma gerek kalmıyor.
Kitaptan birkaç alıntı ise şöyle:

İsa çarmıha gerilmeseydi kimi kendine inandırabilirdi? Uyku hapları yutup, bir banyonun zemininde tek başına ölseydi, cennete gider miydi? Kendisinin kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi?

Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi diye düşünmeden edemiyorum. 
İsa’nın neredeyse çıplak olmadığı bir haç görmedim. Hiç şişko bir İsa görmedim. Ya da vücudu kıllı bir İsa görmedim. Gördüğüm her haçta İsa, belinden yukarısı çıplak olarak bir kot markası veya erkek parfümü için modellik yapacak görünümde.
Eğer kimse izlemiyorsa, dışarıya çıkmanın bir anlamı yok. Pekâlâ, evde oturup otuzbir çekebilir veya haberleri izleyebilirsiniz. Eğer birinin videokaseti yoksa veya daha da önemlisi bütün dünyanın gözleri önünde canlı yayında geçmiyorsa hayatını, o kişi yaşamıyor demektir. 
O kişinin, kimsenin kıçına takmadığı, ormanda devrilen ağaçtan bir farkı yoktur.
bir şeyler yapıyor olmanızın hiçbir önemi yok. Eğer yaptıklarınızı kimse fark etmiyorsa, hayatınız koca bir sıfırdan ibarettir. Boştur. Anlamsızdır.

Tanrı’nın yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. o özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.

Sıradan insanlarla aynı problemlere sahipseniz, ağzınız aynı şekilde kokuyorsa ve saçlarınız karman çorman, parmaklarınızda şeytantırnakları varsa, hiç kimse size tapmak istemez. Sıradan insanların sahip olamadığı şeylere sahip olmak zorundasınız. Onların başarısız olduğu alanlarda siz sonuna kadar gidebilmelisiniz. İnsanların olmaya korktukları şey olursanız, onların hayranlığını kazanırsınız.

İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının, önemsiz meselelerinin, hikâyelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar. Büyük ve korkunç bir bilinmeyen…

İntihar etmekle şehit olmak arsındaki tek fark, basında çıkacak haberlerin miktarıdır.

Hayatın da porno filmlerin de sonu bellidir, tek fark hayat orgazmla başlar.”


paylaş:

barton fink (1991)

Joel Coen ve Ethan Coen’in taşlamalarla örülü filmi olan Barton Fink, kült denilecek düzeyde. Filmdeki taşlamaların en göze çarpanları aslında klasik olgu gibi görülen ama popülarite aşığı senaristlerdir. Şöyle ki, filmin başkarakteri Barton Fink daima, yeni bir tiyatrodan bahsetmekte, halkın içine inip halkın tam da özünü anlatmak istemektedir. Fakat halktan biri olan Charlie karakteriyle karşılaşmasında yapmak istediklerini anlatırken daima Charlie’yi susturmakta, bir nevi o karakteri kendi gözüyle tanımlarken Charlie’yi olmadığı bir karaktere büründürmekte. İkinci taşlama konusu çağımızın büyük yazarları, aslında görünenin tam tersinde olduğunu, büyük yazar olarak nitelendirilen kişilerin iç dünyalarını, yaşamları ve söyledikleri pembe yalanları ekrana taşıyarak, anlamamızı ve yanılmamızı sağlıyor. Üçüncü taşlama sinemanın kalbi Hollywood’a. Nasıl da senaristlerin sümüklü mendil gibi bir kenara atıldığının farkına varmamızı sağlıyor. Ve son taşlama sanırım kendilerine. Her ne kadar sisteme karşı çıksalar, onu yerseler de Hollywood’un bir parçası olmaktan da çıkamayan Coen biraderler, kanımca kendilerini de eleştirip bir de güzel taşlıyorlar.
Filmdeki semboller, film izlendikçe yapbozun eksik parçası gibi yerine oturdukça anlatılmak istenilenin peşinden koşularak sonuna kadar bir merak uyandırıyor izleyen bünyede. Kahve tonlarındaki bayık duvar kâğıtları, yüksek sıcaklık ve işin son dakikaya bırakıldığında oluşturduğu stres, güzel bir kadın ihtiva eden masmavi bir deniz fotoğrafına bakılarak çabucak unutuluyorsa, anlamsızlaşmak ve anlamın doruklarına çıkmak değildir de nedir?
Hele filmin son cehennem sahnesi vardır ki bahsetmek için kelimeler kifayetsiz kalır.
91 yapımı 116 dakikalık film 3 dalda Oscar’a aday gösterilmiş, filmin 13 ödülü ve 4 adaylığı bulunmakta. Coen kardeşleri takip eden kişilerce Coenlerin en iyi filmi olduğu genel bir kanı.
Filmin oyuncuları John Turturro, John Goodman.
7.8 IMDb puanına sahip filmin metascore’u ise 69/100.

paylaş:

en başarılı 35 sinema kötüsü

Madde Bağımlısı adlı site bir istek üzerine sinemanın en kötü karakterlerini seçmiş. Öncelikle belirtilmelidir ki sıralama yine bir kişinin(deniztan) film zevkine göre düzenlenmiştir; göreceli bir kavram.
Bu yüzden listede olması gerektiğini düşündüğüm bazı karakterleri vermek istiyorum. Bunlar arasında El Labirento del Fauno’dan filmin küçük kızına etmediğini bırakmadığı Capital Vidal, Harry Potter serisinin en kötüsü Voldemort akıllara ilk gelenlerden ve zamanında lahana bebek satışını neredeyse yarı yarıya düşürmüş Chucky karekteri sayılabilir. Bunun yanında daha bir sürü karakter var, bunlar ilk akla gelenlerden.
İşte o 35 bahsi geçen en kötü karakter, film adları ve bizden bazılarına biraz açıklama:

paylaş:

kynodontos / dogtooth (2009)

Yönetmen: Giorgos Lanthimos
Senaryo: Giorgos Lanthimos, Efthymis Filippou
Oyuncular: Christos Stergioglou, Michele Valley, Aggeliki Papoulia
Tür: Dram
Yıl : 2009
Süre: 94 dak. 
Ülke: Yunanistan
Dil: Yunanca
Ödül: Oscar'a adaylık, 10 ödül, 5 adaylık
IMDb puanı: 7.2


Onların dilinde telefon, bir baharat çeşidi; otoban, şiddetli esen rüzgâr; deniz, deri kaplı koltuk; klavye, kadın cinsel organı; zombi, küçük sarı çiçek; amcık ise tavandan sarkan büyük lamba. Onların dünyası çitlerle çevrelenmiş, içinde balıklar var oluveren havuzu olan, çitin ardında kedi adında canavarların olduğu bir yer.
Onların ailesi, bir anne, bir baba, ikisi kız olmak üzere üç çocuktan oluşuyor. Anne isterse köpek doğurabilir, baba dış dünyaya çıkabilen tek kişi ve evin yemek ihtiyacını karşılıyor. Çocukların eğlence anlayışları fiziksel kuvvetlerini ölçebilecek oyunlar, babanın yabancı dildeki şarkıları kendi dillerine çarpıtarak çevirmesi, su altında en uzun süre kalanların yapışkanla ödüllendirilmesi, yeni kelimeler öğrenmek ve üstlerinden geçen uçağın bahçelerine düşmesiyle oyuncağa doğru koşmak, bir tür yarış.
paylaş:

gazete parçasına hayatı saklamak

Biz oturup rakı masasında memleketi bile kurtarırdık, istemek başarmanın yarısıydı anlatılanlara göre. İstemedikten sonra yapacak bir şey yoktu.
Alkolle midemizi yıkayıp, çişimiz geldiğinde rakı tuvalete çıkarır mı yahu diye sorup dururduk nedenini. Çünkü tarih derslerinde hep olayların nedenlerini öğrettilerdi bize, bir de sonuçlarını. Suçu durup durup öğretmenlere atmaktan da çekinmezdik.
Bazen yazık ederdik birbirimize, öyle laf sokmalarımız vardı ki, düşününce küçüldüğümüzün farkına varırdık, ergen değildik sonuçta. Özür de dilemezdik, içimizden gelmezdi.
Yağmur yağdığında giyip botlarımızı beş kat aşağıya inerdik koşarak, dinmeye yüz tutunca yağmur, küfrü utanmadan basardık sahibine, yağsa da temizlensek güzel olmaz mıydı? Olurdu kanımca.
Sonradan pişman olacaksak anı yaşamayalım, sonuçta biz hep mutlu olmak için tüketiyoruz vaktimizi. Eğer üzüleceksek sonunda, ansal mutlulukları yaşamayıverelim. Mantıklı mı, hem de nasıl.
Zamanında gurbetlere de kaçmak isterdik, lacivert olur rengi, ya da petrol yeşili. Hislerimizin sesi denizden gelir, ağlarız hatırlayınca, ablamız vardır, ağabeyimiz vardır, yanına kimseyi koyamayız. Konduramayız çünkü.
Yetişme tarzımıza suç atarız, aslında ebeveynlerimiz bizi iyi yetiştirmemiştir, suç atmaktan kolay kaçış yolu yoktur çıkmazlarımızda, sokaklarımızda, caddelerimizde. Sığınmak çöp kutularına ve şarap içenleri dinlemek sonuna kadar, gazete parçasına hayatımızı saklamak…
Gerçekler acı mıdır gerçekten? Acı yapan nedir gerçekleri? Kişiliklerimiz bize ait evet, çünkü biz mutlu değilsek, mutlu edemeyiz başkalarını ya da sigara içeriz örneğin, annemiz üzüleceği için sigara içerken mutluluk duymayız hiçbir zaman. İçmeden de edemeyiz. İşte bu kadar da basit varlıklarız.
Perdeyi sonuna kadar açıp çakan şimşekleri izleriz bazen karanlık odanın ortasında, oturmaya bir sandalye bile yoktur, keyif yatağın ucunda. Yaşımız yirmilere gelmemiştir daha, annemiz çok hasta, elimizde bal dökülüp ıslak mendille silinmiş bir saman kâğıda baskı kitap, her sayfa çevirişimizde kokusunu duyarız. Mum eğilir bir sağa, bir de sola.
Yazarken hatırladığımız anlar için yakmamak için zor tutarız elimizi, sigaradır dudaklarımızın çatlaklarını dolduran, annemiz artık olmadığına göre, pardon, çakmağı uzatır mısın?
paylaş:

the exorcist (1973)

1973 mahsulü The Exorcist’te küçük bir kızın içine şeytan girmesi anlatılır. Regan adındaki bu kız garip hareketler yapmaya başlar. Kızın hareketlerinden şüphe duyan annesi kızını doktor doktor gezdirir fakat hiçbiri kızın durumuna çare bulamaz. En son da doktorlardan biri kızın rahibe gösterilmesini söyler. Ve bu şekilde şeytan kovma ayinleri başlar. Tabii şeytan da boş durmayacak, kötülük için elinden geleni yapacaktır.
William Peter Blatty’nin romanından sinemaya uyarlanan filmin yönetmeni William Friedkin. Yapım, film tarihindeki en iyi korku filmleri arasında gösterilir.
Ellen Burstyn, Max von Sydow ve Linda Blair filmin başrol oyuncuları.
Film 2 Oscar sahibi ve 14 ödüle ve 14 adaylığa da sahip.
122 dakika uzunluğundaki bu yapıt yaklaşık 120 bin kullanıcının oylarıyla 8.1 IMDb puanına layık görülmüş ve bu puanla top 250 listesinde 205. sırada.
Rivayetlere göre filmin çekimi esnasında set 2 defa yanmış, sette çalışan 2 kişi ölmüş, 3 figüran kalp krizi geçirmiş. Film bittikten sonra Regan karakterini oynayan Linda Blair yıllarca içinde gerçekten şeytan olduğunu söylemiş yıllarca tedavi görmüş. Kiliseye gösterilen karşıtlığın işlenmesinden dolayı da zamanında bolca tepki çekmiş.
Ayrıca en iyi 100 korku filmi listesinde de 1.sırada.
73 yılı filmi olup neredeyse 40 yıl sonra bile hala korku filmleri listelerinin ilk sıralarında yer alması başarısının bir göstergesi. Kaçırılmaması gereken bir şiddet, tapma ve merdivenlerden gelen korku.

paylaş:

asfaltta karanlık

Orada biri var, nesne, yüklem, ünlem. Kadın ağlıyor, siyahların üzerinde, saçları karman çorman. Gözyaşları yanaklarından süzüldükçe dudakları çatlıyor.
Asfaltın üzerinde kan var, kırmızı, koyu, kuruyacak. Yerlere saçılmış giysiler, kanlı, yırtık.
Kafamızı durup durup çukurlara sokuyoruz, çukurlar karanlık. İç çekiyoruz, içimiz çürüyor. Kokuşmuşluğumuzun sebebi derinlikler, buz gibi, sular damlıyor.
Asfaltın üzerinde bir duvar, yıkılacak bir gün, içimiz dışımıza çıkacak, kan, her yerde, kopkoyu. Ağladıkça sakinleşiyor bir de kadın.
O bir anne, kardeş ya da bir yabancı. Halimiz duman, saçlar darmadağın.
Kuyunun içinde bir çukur, beyazlar ve siyahlar. Ayrım yapılan bir dünyanın kuyruksokumu, kırılacak bir gün.
Gelecek, yarından sonraki gün, ilerledikçe başparmağımızla gösterdiğimiz yere, sonsuzluğa doğru kaçıveriyor. Oralarda bir yerde, asfaltın üzerinde, bir kadın, bir gömlek, bir nesne.
Her yer kan, biri ağlıyor, kadın ya da erkek, halimiz duman, elimizin içi kaşınıyor.
Geliyorlar, bizim için, ağır ağır yol alıyorlar. Gömlekte bir leke, kollar kıvrık, çizgili. Kurumuş kırmızılık, cebi delik, kafamızı koyacak bir omuz.
Ortada bir ölü, havada sinekler. Karanlık ortada, elimizi kaldırıyoruz. Omuz eski, yanlış yapmaz, bize yanlış hiç yapmaz. Yanılıyoruz. Gerideyiz, küçüğüz, küçümseniyoruz.
Ortada bir beden, kırmızı, ölü, çıplak, asfalt ortada, siyah. Sıcak her yer, omuz soğuk. Düşündükçe deliriyoruz.
Biri var orada, başında bir nesne, ağlıyor, saçları uzun, siyah, beyaz. Ölü var ortada, cansız, kurumuş, sinekler altında yatıyor, yastık, kılıf.
Gömlek kanlı, beden susuz, omuz soğuk. Ortada bir mesele var.
Mesele büyük, derin ve karanlık. Kafamızı sokup sokup çıkarıyoruz, görmek için, duymak için. Gözler çoktan sağır olmuş, kulaklar kör.
Ellerimiz kaşınıyor, avuç içlerimiz yukarı bakıyor. Medet umduğumuz yanıltacak bizi, derinlerde bir yerde, koyu bir karanlık.
Yıkıp bedenimizi, taşlarımızı biz dizeceğiz, omuz bakakalacak, omuz hiç olmadığı kadar yalnız kalacak.
Soğuk, her yer. Aşağılardayız, yukarılarda bir omuz, ayna ters, yalın, sert. Tokat patlayacak, ellerimiz kaşınıyor, suratın tam ortasına, avuçlar göğe dönük, omuz yerle bir, dudaklar çatlak. Kan akacak, gömlek yırtık, beden susuz, diplerde karanlık. Soğuk yakacak, sinekler tepemizde, delireceğiz.
İçimiz çürüyecek, kokuşacağız, söveceğiz halimizi, anlayacaklar bizi, omuz bizi anlayacak, bir baş arayacak.
Orada bir asfalt, asfalt sineklerin altında, arada bir beyin, kafası dağılacak. Kıçımızın üzerine oturup susacağız. Biri ağlayacak, biri ölecek, nesne, yitik bir omuz, öksüz.
Ortada kalacak, kimsesiz, susayacak, kırmızı bir gölek, çizgili, kolları kıvrık. O surat sadece bakacak, gözler çizgili, tek başına.
Acıkacak, bir dilim ekmek bulamayacak, suçlu arayacak, laf sokacak, o bir sinek, kafamızın üzerinde kafamızı ütüleyecek.
Bir nesne, asfaltın üzerinde, bir yerlerde ağlayanlar, anlamayanlar, küçümseyenler. Ortalık kızışacak, birileri susacak, derinlik içimizde, içimiz karanlık. Koyu bir kan, süzülecek yanaklardan, dudaklar çatlayacak, ortada bir delik. Kafamızı sokup sokup çıkarıyoruz, gördüğümüz tek şey karanlık.

paylaş:

metropolis (1927)

Thea von Harbou’nun romanından beyaz perdeye uyarlanan Fritz Lang’ın yönettiği 1927 yapımı Metropolis, işçi sınıfıyla yönetici sınıfındaki farklara değinen bir kült film.
İşçi sınıfı her zaman çalışan, sistematik hareketlerle yapılması gereken işleri bitirmeye çalışan bir sınıfken, yönetici sınıfındaki insanlar ise rahat bir hayat sürerler. Bazen yönetici sınıfındaki insanlar saatlerle oynayıp işçileri daha çok çalıştırır. Yaratıcı bir bilim adamı bu durum karşısında insan gücüyle yapılacak işleri yapacak hatta daha verimli olacak insan benzeri bir robot yapar. Bu şekilde insanlar yorulmayacak ve yapılması gereken işler bitirilmiş olacaktır.
Bilim-kurgu filmlerinin öncüsü halindeki filmin çekildiği zamana kıyasla, özel efektlerin ve hayal gücünün şaşırtıcı derecede iyi olduğu görülür.
Filmde konuşma geçmez sadece fonda müzik vardır. Ara ara ekrana yazılar gelir ve bu şekilde denmek istenilen denir. Filmin bütçesi bir hayli büyüktür(rivayetlere göre bugünün parasıyla 200 milyon dolar), binlerce figürana filmde yer verilmiştir. Normalde daha uzun olması gereken filmin bazı bölümleri kaybolmuş ve bulunan parçaları mantık sırasına göre sıraya dizilmiştir.
Amerika destekli Alman filminin günümüzde dahi seyircisinin olması başarısının bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Film 3 ödül, 3 adaylık sahibidir.
Ortalama 45bin kullanıcının oylarıyla 8.4 IMDb puanına sahip film, bu puanıyla top 250 listesinde an itibari ile 94. sırada. Filmin metascore’u ise 98/100. 

paylaş:

good bye lenin! (2003)

Daniel Brühl’ün başrolünde oynadığı Good Bye Lenin, Almanya’nın karışık dönemine ışık tutar. Sosyalist bir annenin oğlu olan Alex, bir eylem sırasında gözaltına alınır. Bunu gören anne kalp krizi geçirir ve hastaneye kaldırılır. 8 ay boyunca komada kalan annesine bakan Alex’in hayatında büyük değişmeler olurken Almanya’da da büyük çapta hareketlenmeler meydana gelir. Berlin duvarı yıkılır, kapitalizm büyür, artık Doğu Berlin’de de Coca Cola satılmaya başlar, Almanya büyük göçler alır, ekonomi değişir, para bile değişir. Alex âşık olur, ablası yeni bir eş bulur, ablasının çocuğu büyür. Komadan sonra mucizevî bir şekilde uyanan anne için doktorlar, herhangi bir heyecan yaşamamasını söylerler. Fakat 8 ayda o kadar çok şey değişmiştir ki o kadar zaman uyuyan bir insanın sokaklara bakması bile beyninde hasara sebep olacak cinstendir. Bunun üzerine Alex bir plan oluşturur ve annesinin komaya girdiği ana her şeyi geri döndürür. Arkadaşıyla beraber yeni videolar, haberler oluşturur, reçel şişelerini, turşu kaplarını aynı 8 ay önce nasılsa o hale getirir. Bu şekilde oluşturulan bir dünyadan sıkılanlar, oynanan oyunda pes edenler olacaktır. Ve sosyalist anne yürümeye başlayacak, dışarıdaki dünyayla yüz yüze gelecektir.
Söylenen pembe yalanlar, öğrenilen geçmiş, kırgınlıklar, dram, aşk, az da olsa komedi.
Wolfgang Becker’in yönettiği 2003 yapımı Good Bye Lenin 121 dakika uzunluğunda bol ödüllü bir film.
Golden Globe’a adaylığı bulunan filmin 31 ödülü ve 14 adaylığı bulunmakta.
IMDb puanı 7.8/10 olan filmin metascore’u ise 68/100.

paylaş:

das weiße band - eine deutsche kindergeschichte (2009)

The White Ribbon.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da bir köy ve köyde geçen talihsiz, beklenmedik olaylar. Sinemanın zor yönetmeni Michael Haneke’den huzursuz edici bir film.
Aile bağlarını, aile içi şiddeti, eğitimi, dini bir güzel sorgudan geçiren Haneke, cevapsız kalan soruları açıklamak yerine bu soruların çıkış noktalarını irdelemeyi seçiyor.
Küçücük hataların karşılığında ağır ceza yöntemlerinin uygulandığı bu köyde, filmin odak noktası olan asıl suçların nasıl da halı altına süpürüldüğü anlatılıyor.
Bir öğretmen, korodaki çocuklar, baron ve eşi, baronun çocuğu, ölen bir anne, kaza geçiren bir doktor, ebe, doktorun kızı, garip bir papaz, papazın çocukları. Aslında büyüklerin çocuklar için cehenneme dönüştürdüğü bu köy, şiddetin göbeği, çıkmaz yollar ve anlamsızlıklar bütünü.
Ensest kavramını gözümüzün içine sokan Haneke, düz bir filmin girintili köşelerine tokadı, şamarı, sopayı çok da güzel yerleştiriyor.
Filmin siyah-beyaz olmasını da şöyle açıklıyor Haneke:
“Genellikle tarih filmleri izlediğimde, hikâyenin doğru olduğunu bilmeme rağmen, inanmakta zorlanıyorum. Bunun nedeni görsel hafızamda bu zamanların gerek var olan videolar gerekse resimlerden dolayı zihnimde siyah-beyaz ile ilişkilendirilmiş olması. Başka şekilde hayal etmem nasıl mümkün olabilir? Ayrıca siyah-beyazı seviyorum ve bu fırsatı bir neden olduğu zaman kaçırmam.”
Çocuk karakterlerin oyunculuklarındaki başarı filmin kendi başarısına da yansımış durumda.
Gizem ve dramı sonuna kadar işleyen film yönetmene 2009 Cannes Film Festival’den Palme d’Or ödülünü kazandırmış. Ayrıca filmin 2 dalda Oscar’a adaylığı 26 ödülü ve 28 farklı adaylığı bulunmakta.
114 dakika uzunluğundaki 2009 yapımı film IMDb’den de 7.9 puan almış, metascore’u ise 82/100.
Ve çocuk karakterlerden birinin söylediği söz akıllarda kalır: "Tanrıya beni öldürmesi için bir şans verdim."


paylaş:

127 hours (2010)

Gerçek yaşam hikâyesinden sinemaya aktarılan 127 saat bir macera düşkünü dağcının keşif sırasında kaya parçasına sıkışmasını ve bundan sonraki saatlerini konu edinir. Kendini videoya çekip rahatlatmaya çalışan genç bir süre sonra açlık ve susuzluktan bitkin düşer ve halüsinasyonlar görmeye başlar. Ailesini ve yaptığı hataları düşünmek için önünde bolca zaman vardır. En sonunda da kolu ile hayatı arasında bir seçim yapar.
2010 yapımı filmler arasında kendinden bolca söz ettiren 127 Hours dram, macera, biyografi kategorisinde izleyicisiyle buluşuyor.
94 dakika uzunluğundaki filmin başrolünde James Franco var. Yönetmen koltuğunda ise Danny Boyle oturuyor.
Filmin 6 Oscar ve 70 farklı adaylığı olmasına rağmen elde ettiği ödül sayısı 6. Bu durumun gerçekleşmesinde filmin içeriği mi, başarısı mı ya da aynı dönemdeki filmlerin başarıları mı etkili bu biraz tartışılır ama olay bakımın biraz eksik olduğunu söylenmeden geçilmez.
Filmin 7.9 IMDb puanı var.
Soğukkanlılığın ne olduğunu rahatça bize anlatan filmin gerçek bir hikayeyi anlatması içimizin daha da ürpermesine neden oluyor.

paylaş:

we live in public (2009)

2010 yılında If Film Festival kapsamında ülkemizde gösterime giren bir belgesel. İnternet’in patlamaya başladığı 90ların başında en büyük internet öncülerinden Josh Harris’in yaşam hikayesini ve yaptığı garip deneyi konu edinir. Ta o zamanlarda insanların bir kutu içinde sıkışıp kalacağını gören Harris, yüzü aşkın sanatçıyla birlikte yerin altına inşa ettiği çok katlı otele sırf bir vakit ünlü olabilmek için kendi rızasıyla gelen insanları koyar ve bu kişiler otelin her yerine monte edilen kameralarla 24 saat kayıt altına alırlar. Tuvalette, banyoda, yatakta davranışları ve ne yaptıkları kare kare belleklere alınan kişiler ortamın verdiği rahatlıktan ve bilinçaltlarındaki “her şeyimiz meydanda” olgusuyla çıkmaza doğru yol alırlar. Proje tam da Harris’in tahmin ettiği gibi sonuçlanır. Emniyetin bir baskın düzenleyerek projenin son bulmasıyla bu kez Harris kendi hayatını izleyicilere açar. Evinin her köşesine yerleştirdiği kameralarla kendisinin ve kız arkadaşının yaşamını online olarak sanal ortamda paylaşır. Bir süre sonra tam da denek olarak kullandığı kişilere benzemeye başlayan Harris için son çok da uzakta olmayacaktır.
Ondi Timoner’in Sundance’te jüri büyük ödülüne layık görüldüğü bu belgesel, zamanımızın çoğunu facebook, twitter gibi sanal âlemde harcadığımız bizleri ve teknolojinin nereye doğru gittiğini suratımıza tokat gibi çarpan bir yapım.
Sanal ortamda aslında nasıl da herkesin her şeyi meydanda yaşadığı günümüzde, bu eğilimin nelere mal olabileceği çarpıcı bir şekilde sorgulanıyor.
90 dakika uzunluğundaki belgesel bir nevi kendi hayatımızdan kesitler sunarken, aynanın karşısına geçip kendimizi izliyor havası yaşatıyor.
Filmin IMDb puanı 7.2/10 ve metascore’u 69/100.

paylaş:

kanalizasyonda kaybolan bir beyin

Işık huzmelerinin göz bebeklerime açtığı bir savaşın içinde, güzel kokuları çektikçe içime, beynimde dalgalanan olguların varlığını düşününce, yerine getirmem gereken zorunluluklarımı hiçe sayarak, beyaz klozet kapağında oturduğum, yukarılardan metalin üzerine düşen kaya parçasının çıkardığı ses gibi kulaklarımda çınlıyor. Zira ben hattayım, ölüyüm, bunun bir anlam ifade etmediğinin yıllarca farkındaydım. Gülüp geçebildiğim sürece sorun teşkil etmez bu davranış, bedenimde açılan kocaman deliklerin yerinde yoğun morluklar bıraksa da girip çıkan enjektörün acısı yansımaz beynime.
Biz küçükken, bir zamanlar, kibrite ‘kirbit’ derdik. Çocuk saflığında aklımızla babamızın iç cebinden arakladığımız sigaraları yakardık okul kenarlarında, kimse görmeden küçük ciğerlerimizi ağzına kadar dumanla doldurur, izmarit yığınlarını toprakla örterdik keza izmaritleşen bedenlerimiz bir gün toprakla örtülecekti.
Ve bir gün mezarlıklar içinde dolaştığımızda zambak kokuları gelirdi aynı şu an olduğu, yaşamakta olduğumuz zaman dilimine yanan bir mum diktiğimiz gibi. Yaşanmışlıklarımızı fincan içlerine sıkıştırdığımız közlenmiş çekirdeklerde, telveleşmiş anların uzunluğundan, zamanından, üç vakitten ya da gülüşmelerimizden zannedilen kırk yıllık hatırlardan umutlanmamız garipsenmeyecek kadar basitleştirdiğimiz ağır cümlelerimizce ezilen bütünlüklerden ibaretti oysa. Bu da geçerdi.
Kural ihlalinden kazalar gerçekleştikçe bilinçaltımızda ve karanlıkta hala büyümeye çalışan gözbebeklerimiz olduğu sürece ta uzağa koyduğumuz çıplak nesneselleşmemizi, sistematik bir kokaindir çare, edepsiz portakal düşüncelerimize.
İlk atlayacak olan bayanlar, düşecek ve bilmem kaç parçaya bölünecekler ve ardından baylar. Naçizane nazikliğimiz elimizde kalıp övündüğümüz tek varlığımız.
Ortada bir kadın yaptığı hatalardan dolayı ağlıyor, duvarlar kırmızı olması gerektiği halde mor. Bu rengi bir yerlerden hatırladığımı düşünüyorum; paragraf aralarına sıkışmış karıncaların çığlığı bu olmalı. Çiviler çakılıyor bir de, bacaklara, avuç içlerine, kırmızı sevdamız bundan, arzudan.
Kapı çalındığında kapıyı kimin açacağına emin olamıyor; kendiliğinden açılıyor. Beyaz gecelikler içinde bir diğeri, düşmüş ya da parçalanacak olan; her yer karanlık, diplerde metal zeminler ve kulaklarımda çınlayan oyuncaklar var. Fonda bir gerilim, yüreğimizin ritminde mırıldanılan bir düş ağıtı, sözler hızlandıkça ritim artıyor ya da gerilimin yükselmesinden kaynaklanıyor bu kalp atışları.
Lavabonun içi saç yumağı, tüm önlemlere rağmen intihar etmekte karar kılan yığınla can düğümü, bükümler halinde; ıslandıkça renkleri koyulaşıyor.
Gözlerden süzülen rimel mi bu? Konuştukça konuşuyor acımadan diğeri. Hatalardan sonra yargı aşamasının doruklarında yaşamayı seçmiş benliğin ellerini bedeninin arkasında birleştirmesinden anlaşılıyor hüküm gücünün yüceliği; bunun için doğmuş, bunun uğrunda ölecek. Arkadaş, anne, baba, kardeş, yabancı ya da eş. Önemli değil.
Kolum şişiyor, damarlarım genişledikçe maviden mora dönüyor tüm renkler, evcil solucanımızı zincirlemek bu, sonrasında yaşadıklarımızı düşünme aşaması ve karar vermek. İncecik sivri bir uç, tüm sertliğiyle bedenimize sahip olmak için giriveriyor içimize, haz doruklarda, yavaş yavaş süzülüyor damarlarımıza, bitene kadar, son damlasını bile ziyan etmiyoruz; israf haramdır.
Beynimiz uyuşuyor, yatışmış bedenimiz ayaklarımıza doğru tüm sıvılarını akıtıyor. Cennetteyim.
Orada hiç kötü şeyler olmaz, süt ve bal akar nehir yataklarından, kuşlar cıvıldar ağaçlarda, alabildiğine yeşildir her yer, elma istersek önümüze geliverir.
Kapı çaldığında kimin kapıyı açacağını bilemiyorum. Açan kişi ben, kollarım mor, burnum kanıyor; önümde duran adam şaşkın; cennetten çıkıyorum. Karanlık.
Ağlıyor, nedenini bilmiyoruz, yaptığı hatanın ne olduğu ya da bundan sonra olacaklar bize anlatılmıyor. Duvarlar mor, odanın ortasında duran oyuncağı yeni fark ediyorum. Gülümsüyor. Bir yerlerden sesler yükseliyor, enstrümanın adı ne? Sorgulayan kim? Arkadaş, anne, baba, kardeş, yabancı ya da eş?
Döngünün bir parçası olabilmek için savaştığımız bu kıyımda düşmüşler olarak varlığımızı sürdürdüğümüzü fincan içlerinde yaşanmışlıkları anlatan bedenlere soruyoruz. Zaman yavaşlıyor, karşı koyamıyoruz.
Beynimiz olmadığı kadar ıslak, yapış yapış. Elimizi uzatıyoruz, yoğun bir püskürme, mis kokular, kuru bir el. Kapı açılıyor, müzik, kapanıyor. Sifona basılıyor, kanalizasyonda kaybolan bir beyin…
paylaş:

darkened room (2002)

8 dakika uzunluğunda bir David Lynch kısası, lakin bir Lynch filminde olması gereken tüm özellikleri ihtiva ediyor: karanlık, sonuçsuzluk, gizem, garip bir olgu…
Atmosferi durağanlıktan çıkarıp gerilime sokan fondaki soundtrack’e zaten söylenecek bir söz yok.
8 dakikada gerçeklesen olay ise iki bireyin arasında geçer, başlangıçta konuşan bayan diğerinden  “arkadaş” olarak bahsetse de bunun anlatılmak istenen olguda geçerliliği olup olmadığı tartışılır. Onun arkadaşı da olabilir, annesi de ya da tanımadığı biri de. Belki de baskı altındaki benliğinde kendisi de olabilir.
Olayda konu ise kızın yaptığı bir hatadır. Hata belirsizdir, nedeni ya da bundan sonra olacaklar anlatılmaz.
2002 yapımı Darkened Room, Rabbits'in devamı niteliğindedir; fakat benzerlik içerir mi, anlatılmak istenilen desteklenir mi, orası yine yönetmenin bildiği bizim bunun üzerinde kafa kurcaladığımız konular arasında.
Filmde boy gösterenler Jordan Ladd, Etsuko Shikata, Cerina Vincent. Film IMDb’den de 5.7 puan almış, oylama sayısı ise an itibari ile 1242. Rabbits’in puanı ise 7.0 idi ve yaklaşık Darkened Room’un oylarının iki katı kadar oy almıştı.
Beğenilmediğinde 8 dakika olmasından hiçbir şey kaybettirmeyen ama izlendiğinde kesinlikle beyin jimnastiği yaptıran kısa filmlerden biri.

paylaş:

everything is illuminated (2005)

Ailesinin köklerini bulmak için Odessa’ya gitmeye çalışan, vejetaryen bir koleksiyoncu, kör bir şoför, Michael Jackson hayranı bir rehber ve Sammy Davis Jr. Jr. isminde bir köpekle geçen bir yol hikayesi ve fazlası.
Jonathan Safran Foer’in aynı isimli romanından uyarlama filmin yönetmen koltuğunda Liev Schreiber ve başrolde Elijah Wood ve Eugene Hutz var.
2005 yapımı, 106 dakika uzunluğundaki komedi-dram kategorili film ortalama 21 bin kullanıcının oyuyla 7.6 IMDb puanı sahibi, ayrıca filmin 7 ödülü ve 4 adaylığı bulunmakta.
Yer yer kahkahaların boy gezdiği filmin tümü incelendiğinde aslında anlatılmak istenilenin bir dram örneği olduğu anlaşılıyor. Film dinsel öğeleri işlerken, kullanılmaması gereken kelimelerin de aslında insanların o kelimelere yükledikleri anlamlar doğrultusunda bu olayın gerçekleştiğini apaçık yüzümüze vuruyor. Filmin müziklerine diyecek yok zaten.
Kitabı henüz okumadım ama kitap hakkında değişik yorumlar mevcut ve aslında Türkiye’de kitaba bakış açısını öğrenmek için küçük bir örnek. İdefix’te kitap hakkında 10.03.10 tarihinde şöyle bir yorum yapılmış:

“Baştan belirtelim bu yazı kızgınlıkla yazılmıştır. Ama bu kızgınlığın somut bir nesnesi yoktur.
Jonathan Safran Foer, günümüz anglosakson edebiyatının en parlak yazarlarından. Yayımlanmış üç kitabı var ve ikisi Türkçeye çevrildi. Burada onun her iki romanında da olan mizahtan, biçimsel oyunlardan, edebi cesaretten bahsetmek istemiyorum. Bunlar malum. Başka bir hususa değineceğim.
‘Her Şey Aydınlandı’ yazarın ilk romanı ve bunu yazdığında henüz yirmi beş yaşındaydı. Roman, okuyucular ve edebiyat çevreleri tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. Philip Roth'la, Joyce'la, Thomas Pynchon'la (hala Türkçeye çevrilmemiştir!) kıyaslandı. Diğer dillere çevrildi. (Foer'in Amerika'da olduğu kadar Avrupa'da da büyük bir okuyucu kitlesi var.) Sonunda roman filme de çekildi.
‘Her Şey Aydınlandı’nın yayımlanış tarihi 2002. Türkçede ise ancak genç ve cesur bir yayınevi tarafından geçen ay yayımlanabildi. (Siren Yayınları yazarın ikinci romanını da geçen sene yayımlamıştır.) Burada bir tuhaflık var. 
Evet, Türkiye'de maalesef kısır bir okuyucu var. Kitaplar ihtiyaç listelerinin en sonunda yer alıyor. Evet, bizler ülkemizi sevmenin öncelikle dilimizi sevmekten geçtiğini bilmiyoruz. Ortalama bir vatandaşımız doğru düzün yarım sayfa yazı yazamıyor. Evet, siyasetçinin yazarlardan daha fazla teveccüh gördüğü bir ülkede yaşıyoruz...
Yukarıda saydıklarım işin okuyucu (tüketici) kısmı. Ya işin yayınevleri boyutu? Verilere göre Türkiye'de 12 bin yayıncı faaliyet gösteriyor. Rakam abartılı gelebilir. Bunların 300'ünün düzenli kitap (kültür yayınları) yayınladıklarını düşünelim. Hadi 100'ünün... Sektörde büyük medya kuruluşlarının, bankaların, vakıfların yayınevleri mevcut. O zaman soralım. Peki biz niye Jonathan Safran Foer'i okuyabilmek için sekiz sene beklemek zorundayız? Thomas Pynchon'ı yayınlayabilecek kalibrede bir yayınevimiz yok mu? 
Biraz iyimser düşünelim. Yayınevleri son kertede ticari kuruluşlardır ve bu yazarların Türkiye'de okuyucusu yoktur. O halde burada bir soru daha soralım. Yayımlanan her kitabın Türkiye'de yayınevlerini tatmin eden bir okuyucu kitlesi var mı? Elbette yok. 
Şimdi kötümser senaryoya geçelim. Belki de yayınevlerindeki editoryal kadronun yetkinliği sorgulanmalı. Dünya edebiyatını ne kadar takip ettikleri. Ya da edebiyata ve gerçek okuyucuya ne kadar saygı duydukları. Çünkü bu ülkede de iyi, cesur ve deneysel edebiyatı okumak isteyenler var. Ve yayınevleri mevcudiyetlerini aslında onlara borçlular. 
Son olarak Siren Yayınlarına teşekkür etmek istiyorum. ‘Her Şey Aydınlandı’nın çevirisi harikulade (Algan Sezgintüredi). Romanın orjinalini inceleyenler dil oyunlarının çevirisinin zor olduğunu kabul edeceklerdir. Evet, Siren yayınlarına teşekkür ederiz. Cesur oldukları için. Fark yarattıkları için. Ama en çok, edebiyata ve okuyucuya saygı duydukları için.
Darısı Thomas Pynchon'a...”
paylaş:

eraserhead (1977)

Ve olaylar gelişir… Her zaman bir anlatılmak istenilen olguyu anlama çabası güderiz ve eğer anlamazsak ya çamur atar ya da anlayan birilerine sorular sorarız. Tam açıklamanın ne olduğu kişinin kendisine göre değiştiği durumlar vardır. Çünkü kendi mantık çerçevesine hangisi tam oturuyorsa kişi ya da kişiler için o olgu anlatılmak istenilendir. Peki, gerçekten yönetmen o kişilerin anladığını mı anlatmak istemiştir?
Söz konusu yönetmen David Lynch olunca işler her zaman olduğu gibi sarpa sarıyor.
Kimine göre anlatılan olay çocuk sahibi olma dönemine derin bakış, babalık korkusu, kimine göre baskı altında kalan bir adamın karar verme aşaması, kimine göre sadece bir kâbus, güzel de olsa kötü de olsa bir kâbus, kimine göre ortam şartlarını eleştiren bir düş, kimine göre ise hiçbir şey ifade etmeyen gereksiz bir olay.
David Lynch’in yazdığı, yönettiği, çekebilmek için para biriktirdiği, arkadaşlarından borç aldığı, yapımcılığını üstlendiği, müziklerini hazırladığı filmi. Başrolde Jack Nance yer alıyor.
Sürreal bir yapıt olarak görülen 77 yapımı film 85 dakika uzunluğunda ve insanı rahatsız edici özelliği var. Bunalım, karanlık bir ortam, ses tufanı, endüstrinin getirdikleri, zırlayan bir bebek, kavgacı bir eş…
Film dram, fantastik ve korku öğeleri içeriyor ve yaklaşık 30 bin kullanıcının oylarıyla 7.4 IMDb puanına layık görülmüş.
İki ödül sahibi film için Charles Bukowski “Hayatımda izlediğim en iyi film, ikinci bir film adı veremem size.” demiş, Kubrick ise, en sevdiği beş filmden biri olduğunu söylemiş. Hatta filmdeki bebeği nasıl yaptığını öğrenmek için Lynch’e para teklifinde bulundu gibi söylentiler bile var.
Yönetmen ne anlatmak istedi biz ne anladık o bilinmez ama ortada anlaşılmak istenen en iyi soru varsa o da şudur: filmin başkarakteri yedinci dakikada sağ ayağını su birikintisine sokar. Eve döndüğünde ise sol ayağındaki çorabı çıkarıp kalorifer peteğinin üzerine koyar. Bu bir hata mıdır yoksa rüyaların tersi çıkar tezinin bir ispatı mıdır?
Filmi henüz izlememiş olanlar için bir öneri, eğer Lost Highway ve Mulholland Dr. adlı filmlerin en az birini izlemiş ve sevmemişseniz, Eraserhead'e elinizi sürmeyin derim. Ama ben çok merak ettim, izlemezsem kahrolurum, diyorsanız buyurun izlerken felç geçirin. Ama bahsi geçen filmleri izlemişseniz ve sevmişseniz, film hakkında bir yorum yapabilir ya da filmi sevmeseniz bile vakit kaybı demezsiniz.

paylaş:

dancer in the dark (2000)

Şarkılar her zaman insanı mutlu etmez ve müzikallerde kötü şeyler olmaz. Bu iki önermeyi alt-üst eden, yüreğimizi burkan bir film Dancer in the Dark. Lars von Trier’in yazıp yönettiği ve başrollerinde Björk ve Catherine Deneuve’un oynadığı ağlatan bir film.
Selma, gözlerinde kalıtsal bir problem olan bir annedir, günbegün körlüğe doğru yaklaşmakta ve kendi hastalıklı bedenini bildiği halde yine de bir oğul doğurmaktan vazgeçmediği için kendini suçlu hissetmekte, oğlunun da aynı duruma düşmemesi için bir an önce ameliyat masraflarını karşılamak için elinden geldiğince çalışmakta, ek işler yapmaktadır. Tabii hayat, istedikleri doğrultusunda bir yaşam bahşetmeyecek ve bu durum onu idama kadar götürecektir.
Ağlarken bir anda kahkaha atmamızı, ayağa kalkıp dansa eşlik etmemizi sağlayan, masumluğun ve haklı olunduğu halde verilen değerler ve sözler karşısında kendini bataklıktan kurtaramamanın verdiği baş döndürmeyi ve çaresizliği gözler önüne süren muhteşem bir yapıt.
Björk’ü sevmiyorsanız sevmeniz, ona bayılıyorsanız sevginizin arması için iyi bir sebep.
Filmin öyle sahneleri vardır ki duygu yoğunluğu yaşar, göz pınarlarınızın coşmasına hâkim olamayabilirsiniz. Hele hele Jeff’in tren raylarında Selma’yı gördüğünde sorduğu “Göremiyorsun değil mi?” sorusuna Selma’nın “Görecek ne var ki…” yanıtını vermesi ve akabinde “I have seen it all” adlı parçanın başlaması, işte böyle bir sahne fazla rastlanacak cinsten değildir.
İdam sahnesinde Selma’ın şarkısına başlaması ve şarkı hakkında “bu son şarkı değil, sondan bir önceki” sözlerine karşılık filmin sonunda “They say it’s the last song, They don’t know us, you see, In’s only the last song, If w elet it be” yazısının çıkması ve ardından müziğin başlaması izleyiciyi hüzünlendirir, duygu çıkmazına sürer.
Karanlığa 107 adım vardır ve müzikler susar.
Film, 140 dakika uzunluğunda, dram-müzikal kategorisinde 2000 yapımı. Lars von Trier’in “Golden Heart Üçlemesi”nin son parçası. İlk ikisi Breaking the Waves ve The Idiots. The Idiots’u izlemedim ama Breaking the Waves’in başkarakteri Bess ile Selma arasındaki benzerlikleri ve hayata bakış açılarındaki pozitif enerjiyi fark etmemek güç.
Filmin Oscar’a adaylığı blunuyor ve bunun dışında 22 ödül ve 33 adaylık sahibi. Lars von Trier bu filmiyle 2000 yılı Cannes Film Festival’dan Palme d’Or ödülünü almış ve Björk de yine aynı festivalden Best Actress ödülüne layık görülmüş.
Filmin IMDb puanı 7.9/10, Metascore ise 61/100.
Yukarıda bahsi geçen "I have seen it all" adlı parçayı dinlemek için burayı tıklayabilirsiniz.
golden Heart Üçlemesinin ilk parçası için, Breaking the Waves.

paylaş: