facebook etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
facebook etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Paradoksal Edinimler ve Rasyonel Parametrelere Bağlı İnteraktif Çatışmalar


  " Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir " yazan bir ileti gördüm facebookta. Mozart'ın Requiem bestesini dinlerken karşı karşıya kaldığım bu iletiye yorum yazmak istedim.
  " Değişim rasyonel bir kavram olmadığından değişmesinin de mümkün olmadığı, değişim için bir değişim parametresinden söz etmenin anlamsız olduğu açıktır. bu sebeple değişim, değişmek kümesinin dışında kalır.
Tıpkı Tanrının soyut ve somut kavramlarının dışında kalması gibi. Sadece evrenin rasyonelliği içinde kalan parametrelerinin rasyonel olabileceği, irrasyonel evrenlerin içinde kalanların değişim kümesiyle ayrık küme olması Herakleitos un artislik yapma çabasında olan laf cambazı bir ergenden farklı olmadığını öne sürer. " yazdım
  " Hmm peki :) " yazdı kız.
  " Herakleitosun bu paradoksunun aynı nehirde iki kere yıkanılmaz diye devam eder. Ancak Zenonun Ok Paradoksunda söylediği üzere yaydan çıkmış bir ok belirli bir zamanda ve tek bir noktada durağandır. Bu durağanlıklar kümesi içinde ok, herhangi bir anda herhangi bir noktada durağandır. Öyle ise ok asla hareket etmemiştir. Ancak ve ancak Heraklitos un aynı nehirde iki kere yıkanılmaz paradoksunun parametresi nehrin durağan olmaması ise eğer - Zenon a göre nehir durağandır - aynı nehirde iki kere yıkanılamaz. Ama Herakleitos un dandik bir adam olması ve Zenon un über bir insan olmasına dayanarak aynı nehirde iki kere yıkanilabilceği öne sürülebilir " diye ikinci bir yorum yaptım.
  Cevab veremedi kız. İki dakika sonra baktım, gangam style apaçi versiyon paylaşmış. 
  Onun da altına, sosyal hayatın ve orijinalliğin bitiş noktasının aslında insanların tembellik zirvesine ulaşmış olması, tembel hayatlarında zihinlerini yormayacak ürünlerin çok cazip geliyor olmasının aslında interaktif sosyalliğin ve postmodern popülaritenin temeli olduğunu, tembelliğin bir tatlı bir bataklık olduğunu battıkça daha tatlı geldiğini ama sonunda nefes alamadığını fark ettiğinde çıkamayacağını anlatan bir yazı yazdım. 
  " bela mısın sen arkadaşım " dedi.
  Ulu orta topluma açık bir platformda bana arkadaşımlı ve atarlı konuşulması gururuma dokundu. ve ona 
  " Senin bana sataşman aslında evrimin gereğince alanına giren bir aslanın kendinden daha güçlü bir aslana saldırmasına benziyor. Bu interaktif alanda güç göstergesi entellektualite ve bilgi birikimi olduğundan - aslında bundan şüpheliyim - senden güçlü olduğum için bana saldırıyorsun. Bu çok doğal çünkü içinde hayvan tohumları taşıyorsun " yazdım
sonra benim iletimi silip özelden mesaj attı. Özelden mesaj geldiği için çok heyecanlandım. Kızdan geliyordu
  " Bana bak senin ağzına sıçarım, sensin hayvan, hayvanoğlu hayvan itin eniği ya. Sen ne demeye çalışıyorsun bana? Bi daha bişey yazarsan erkek arkadaşıma söylerim seni siktirtirim tamam mı gerizekalı? "
yazıyordu.
Böyle bir tepki beklemiyordum. Bu saldırı çok ağır gelmişti bana. Hemen mesajı sildim. Ama altta kalamazdım. Cevap vermeliydim. Ama bu cahil kız benim cevaplarımdan anlamıyordu anlaşılan. Ona anlayacağı dilde cevap vermeliydim. Cesur bir insandım ben. Yayaya yeşil yanarken geçen arabalara arkadan el kol yaparak yeşilin yandığı gösterir yanlışlarını anlamasını sağlardım.
  " Bak kızım(kızım diye hitap ediyordum ki anlasın benim ondan güçlü olduğumu ve istersem ona bir ek ile sahip olabileceğimi) senin cehalet sınırına inemem çünkü cebimde Charon'a verecek sikkem yok(eğer ki beynin de bir özür yoksa bu ağır hakaretimi anlayacaktı) olsaydı bile de senin gibi çürümüş bir ruh için harcamazdım emin ol. Eğer marx'ın ütopyası gerçek olsaydı seni iki kere öldürmüşlerdi(kıza hem sakat hem de cahil diyerek bilgisayar oyunu oynayan gençlern tabiriyle combo yaptım)bir daha bana mesaj atma bana " dedim.
Tırnaklarımı kemirerek cavabı beklemeye başladım. Sanki bir Boks müsabakasındaydık ve ben sayıyla kazanmayı bekleyen bir boksördüm. Sevgilisinden cevap geldi. Kızdan daha düşük seviyelerde olan biri varmış diye düşündüm. Facebook u kapattım. Zaten üç tane arkadaşım vardı. 
  Moralim bozulmuştu. Twitter a girip sigarayı yakan aslında ateş değil nefestir. yazdım. Kimse retweetlemedi. Altına can yücel yazdım. Yine kimse retweetlemedi. Havalar da iyi soğudu ha yazıp çıktım. Facebook u tekrar açıp hükümeti övdüm, beğeni almadı. Silip muhalefeti övdüm, beğeni almadı. Onu da silip hükümeti yerdim, oniki tane beğeni ve dört arkadaşlık isteği aldım.         
  Çok yerici bir toplummuşuz yazdım. Kimse anlamadı.
paylaş:

we live in public (2009)

2010 yılında If Film Festival kapsamında ülkemizde gösterime giren bir belgesel. İnternet’in patlamaya başladığı 90ların başında en büyük internet öncülerinden Josh Harris’in yaşam hikayesini ve yaptığı garip deneyi konu edinir. Ta o zamanlarda insanların bir kutu içinde sıkışıp kalacağını gören Harris, yüzü aşkın sanatçıyla birlikte yerin altına inşa ettiği çok katlı otele sırf bir vakit ünlü olabilmek için kendi rızasıyla gelen insanları koyar ve bu kişiler otelin her yerine monte edilen kameralarla 24 saat kayıt altına alırlar. Tuvalette, banyoda, yatakta davranışları ve ne yaptıkları kare kare belleklere alınan kişiler ortamın verdiği rahatlıktan ve bilinçaltlarındaki “her şeyimiz meydanda” olgusuyla çıkmaza doğru yol alırlar. Proje tam da Harris’in tahmin ettiği gibi sonuçlanır. Emniyetin bir baskın düzenleyerek projenin son bulmasıyla bu kez Harris kendi hayatını izleyicilere açar. Evinin her köşesine yerleştirdiği kameralarla kendisinin ve kız arkadaşının yaşamını online olarak sanal ortamda paylaşır. Bir süre sonra tam da denek olarak kullandığı kişilere benzemeye başlayan Harris için son çok da uzakta olmayacaktır.
Ondi Timoner’in Sundance’te jüri büyük ödülüne layık görüldüğü bu belgesel, zamanımızın çoğunu facebook, twitter gibi sanal âlemde harcadığımız bizleri ve teknolojinin nereye doğru gittiğini suratımıza tokat gibi çarpan bir yapım.
Sanal ortamda aslında nasıl da herkesin her şeyi meydanda yaşadığı günümüzde, bu eğilimin nelere mal olabileceği çarpıcı bir şekilde sorgulanıyor.
90 dakika uzunluğundaki belgesel bir nevi kendi hayatımızdan kesitler sunarken, aynanın karşısına geçip kendimizi izliyor havası yaşatıyor.
Filmin IMDb puanı 7.2/10 ve metascore’u 69/100.

paylaş:

the social network (2010)

Şimdiden 49 ödül almış ve 8 dalda Oscar’a aday gösterilmiş bir film The Social Network. Bu kadar çok ödül almasının ve ilgi görmesinin sebebi gerçekten iyi olması mı yoksa yönetmen koltuğunda David Fincher’in oturması mı bu tabii ki tartışılır fakat, hayatımızda artık önemli bir yere sahip, değeri milyar dolarlarla ifade edilen facebook’un hikayesini öğrenmek için hoş bir film. IMDb’deki şu anki puanı 8.2 ve top 250 listesinde 167. sırada. Puanlama ve sıranın önümüzdeki günlerde nasıl değişeceği merak konusu.
Bakalım Golden Globe’ta gösterdiği zaferi Oscar’da da gösterebilecek mi?



paylaş: