3. yıllarını kutlayan harika bir site Korkusitesi. Uzun
süreden beri takip ediyorum. Harika kritiklere sahip yazılar yazarak ilgi
uyandırıyor. Hiçbir kitabını okumama rağmen birçok film uyarlamasını izlediğim
Stephen King hakkında aşağıdaki yazıya ulaştım. Linke tıklayarak kolayca siteyi
ziyaret edebilirsiniz. Emin olun seveceğiniz bir sürü yazıyla
karşılaşacaksınız. Yazıda bol bol resim olduğu için liste bölümünden böldüm,
yüklenmesi birkaç saniye alabilir, sabırlı olun.
Tam adıyla Stephen Edwin King. William
Shakespaere’dan sonra kitapları sinemaya en fazla uyarlanan yazar. Bizim daha
çok sevdiğimiz ismiyle Korkunun Lordu’nun profesyonel yazarlık kariyeri, bir
süre yazdıktan sonra beğenmeyip çöpe attığı Carrie’nin, eşi Tabitha King
tarafından atıldığı yerden çıkarılıp yeniden yazarın önüne konmasıyla
başlayacaktı. 1974’te yayımlanan Carrie büyük ses getirecek ve daha iki
yıl geçmeden gelen aynı isimli filmle Stephen King eserleri sinemaya
uyarlanmaya başlayacaktı. King, kendisi gibi yazar olan eşinden yana oldukça
şanslı görünüyor.
Şanssız olduğu tek taraf, hem ‘Amerikalı’ hem
‘popüler’ hem de daha çok ‘korku’ türünde eser veren bir yazar olmasıydı belki.
Bu onun edebiyat çevrelerince uzun süre görmezden gelinmesine neden oldu. Ta ki
bunun mümkün olmadığı anlaşılana kadar. Elbette hak ettiği değeri görmediğini
söylemek biraz nankörlük olur; ancak geçmişe şöyle bir baktığımızda Amerikan
korku sinemasına şekil veren bir yazar görüyorsak, bu biraz da nankörlük yapmak
için elimizde iyi bir sebep olduğu anlamına gelmez mi?
Geçtiğimiz günlerde Forbes dergisinin
yayınladığı ‘Dünyanın En Çok Kazanan Yazarları’ listesinde üçüncülükte
gördüğümüz yazar aradan geçen 35 yıla rağmen ne hızından ne başarısından bir
şey kaybetti. Bu günlerde, kendisinin pek sevdiği(!) Stepheine Meyer’in
Twilight uyarlamaları oldukça gündemde olsa da, ne Meyer’in, ne bir dönem
nafile bir çabayla rakibi olarak gösterilen Dean Koontz’un, ne de kendisinin
‘korkunun geleceğini gördüm, adı Clive Barker idi’ diyerek arka çıktığı Clive
Barker’ın eserleri beyazperdede onun eserleri kadar tarz sahibi, kalıcı ve
devamlı bir etkiye sahip olabildi. Muhtemelen bu konudaki tek rakibi Richard
Bachman olabildi. Son yıllarda gelen başarılı örneklerden sonra Stephen King
uyarlamalarına yeniden göz atmanın zamanı çoktan gelmişti. Ben de naçizane, bu
film adaptelerini içeren bir Top 20 hazırlamaya çalıştım. Listedeki bazı
filmler arasında uçurum olduğunu düşünebilirsiniz. Zira elde ettikleri genel
başarı düşünüldüğünde gerçekten de farklı yerlerde duruyorlar. Lakin her
birinin korku sinemasının özgün köşelerini parsellediğini de unutmamak gerekir.
Bu listede görmenin, ya da görememenin sizi rahatsız edeceği filmler muhakkak
olacaktır. Onlar için doğrudan beni suçlayabilirsiniz. Çünkü hiçbiri unutulduğu
ya da üzerinde daha az düşünüldüğü için değil, tamamen yazarın iradesi
sebebiyle burada ya da burada değil.
Not: Bu yazı hazırlanırken Stephen King’in
yalnızca korku-gerilim türündeki eserleri dikkate alınmıştır. Green Mile’in,
Shawshank Redemption’ın, Stand By Me’nin ilk 5’e gireceğini halihazırda
bildiğimiz bir listenin ne heyecanı kalırdı ki hem!
Şimdi, bilmeniz gereken her şeyi
öğrendiğinize göre… Korkunun Kralı’nın korku tüneline girmeye hazır mısınız?
Öyleyse sıkı tutun elimi. Orada kaybolmak
istemezsiniz.
20- The Langoliers (1995)
Acaba geçmişe dönmek gerçekten mümkün olsaydı
karşılaşacağımız tablo Zemeckis’in Back To The Future’undaki kadar eğlenceli mi
olurdu, yoksa King’in The Langoliers’ındaki kadar dehşet verici mi? Los
Angeles’tan Boston’a giden uçak, bir zaman yırtığından geçince o sırada
uyumakta olan on kişi hariç tüm müreddebat ortadan kaybolur. Kaybolanlardan
geriye sadece yüzükler, saatler, peruklar, hatta takma dişler gibi vücutlarının
doğal bir parçası olmayan eşyalar kalmıştır. Güç bela Maine havaalanına iniş
yaptıklarında ise durumun sandıklarından çok daha feci olduğunu anlarlar.
Bayatlamış yiyeceklerden, tadı benzine dönmüş biralardan başka hiçbir şeyin,
hiç kimsenin olmadığı bomboş bir dünya vardır ayaklarının altında. Zamanın çok
da geride olmayan bir boyutundadırlar artık. Tabii geçmiş sonsuza kadar olduğu
yerde kalacak değildir. Birilerinin tüm bu ziyanı, çöplüğü yok etmesi
gerekecektir ve bunu yapacak şeyler, önlerine gelen her şeyi yiyip yok eden
-maalesef yemek seçmiyorlar- zaman canavarlarıdır! Hayalgücünün ulaşabileceği
en uç noktalardan birini zorlayan The Langoliers sırf konusuyla bile izlenmeyi
hak ediyor. Geciken finalini, her birinden ayrı bir film çıkarılabilecek
karakterleriyle görmezden gelmek mümkün de… bir de zaman canavarlarını
resmetmekteki amatörceliğiyle filmi sabote eden görsel efektler olmasa! Gerilim
yükünü geçmişi yok eden zaman canavarlarının üstlendiği The Langoliers’in baş
kahramanının sayısız insanı öldürmüş bir kiralık katil olması ise ayrı bir
ironi. Tam da geçmişinden kurtulmak isteyecek bir tip, ha?
19- Children Of The Corn (1984)
Birbiri ardına gelen devam filmleriyle Stephen King
uyarlamaları arasında en fazla devam filmi çekilen film olarak bilinen Yazarın
Children Of The Corn korku külliyatına Isaac gibi bir katil çocuk hediye
etmekle kalmadı, devam filmlerinden birinde rol alan Naomi Watts’i de korku
sinemasına hediye etti. Geçtiğimiz yıl izlediğimiz yeniden çevrim ise 1984
yapımı orijinal filmin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlamamızı
sağlamaktan fazlasını yapamadı.
18- The Dark Half (1993)
George Stark takma adıyla her biri bestseller olmuş
kitaplar yayımlayan ünlü yazar Thad Beaumont, durumu öğrenen bir okuyucusunun
şantajları sonucunda kimliğini basına açıklamak zorunda kalır. Ancak Thand’i
yeni bir ifade tarzı bulduğuna inandıran ve bir nevi ikinci kişiliği haline
gelen George Stark kitap yazmaktan o kadar kolay vazgeçmeyecektir. Şizofreni
semptopları gösteren baş karakteri Thad’den onun ismiyle yeni bir kitap
yazmasını isteyen ‘Missisippili’ George Stark karakterleyiyle akıllara Secret
Window’u getiren The Dark Half’ı bugün, bir çeşit Stephen King parodisi olarak
yorumlamak mümkün. Zira konudan anlaşılacağı üzere ucu hem Misery’ye hem de
bizzat doksanlı yıllarda Richard Bachman mahlasıyla bir dizi kitap yayınlayan
Stephen King’in öz yaşamına dokunuyor. Yalnız tüm bunları söylerken benzerlik
kurulan hemen hemen tüm eserlerin The Dark Half’tan sonra yazıldığını unutmamak
gerekir. Yani The Dark Half yazarın diğer eserlerini topladığı bir romandan
ziyade sonraki eserlerini besleyen bir özellik gösteriyor. Ne var ki, kitap
Stephen King’in en iyi eserlerinden biri olmadığı gibi, film de George
Romero’nun en iyi işlerinden biri değil. Kim bilir, belki de filmin tek eksiği
birkaç zombidir.
17- Rose Red (2002)
Tıpkı Mick Garris gibi TV için yaptığı Stephen King
uyarlamarıyla adını duyuran Kanadalı Craig R. Baxley’in yönettiği Rose Red
Konağı’nda, paranormal psikoloji alanında araştırmalar yapan Profesör Joyce
Reardon’ın psişik güçleri olan bir ekip toplayarak Rose Red Konağına
düzenlediği araştırma gezisine odaklanılıyordu. Tarihi konağı harekete geçirip
tezini kanıtlamasını sağlayacak somut kanıtlar elde etmek isteyen profesörün en
büyük kozu ise bir çeşit Carrie güzellemesi olan küçük Annie idi. Lakin 1800’lü
yıllardan beri sayısız insanın ölümüne sebep olan Rose Red harekete geçtiğinde
onu kontrol etmek tahmin ettikleri kadar kolay olmayacaktı. Stephen King’in de
birkaç dakikalık pizzacı rolüyle ekranlara konuk olduğu Rose Red, özellikle de
telekinezi ve paranormal olaylara ilgi duyan izleyiciler için hayli özel bir
yapım.
16- Apt Pupil (1998)
Hearts in Atlantis’teki arkadaşlığın tehlikeli ve çıkar
üzerine kurulu olanı, desek? Yıllardır mahallerinde oturan Arthur Denker isimli
ihtiyar bir adamın 2. Dünya Savaşı’nda binlerce insanın ölümünde parmağı olan
eski bir nazi subayı olduğunu öğrenen Todd, yaşlı adamı, ihbar etmemesi
karşılığında o dönemde yaşadığı her şeyi kelimesi kelimesine anlatmaya zorlar.
Ancak Todd bu hikayelerin genç bir çocuğun psikolojisi için hazmı kolay şeyler
olmadığını bilmediği gibi, ölümcül bir ejderhayı uykusundan uyandırmasına ramak
kaldığının da farkında değildir. Tempo sorunlarına rağmen Yüzüklerin
Efendisi’nin Gandalf’ı Ian McKellen ve geçtiğimiz yıllarda intihar ederek
yaşamına son veren genç oyuncu Brad Renfro’nun etkileyici performanslarıyla
dikkat çeken film, özellikle son yarım saatinde yoğun olarak hissettirdiği
soğuk gerilimle kalburüstü King uyarlamalarından biri olarak anılmayı kotarıyordu.
15- Secret Window (2004)
Yazarın Gece Yarısını 4 Geçe kitabındaki aynı isimli
öyküden uyarlanan Secret Window, 2000’lerin başında art arda gelen başarısız
King uyarlamalarına adeta dur diyen, eli yüzü düzgün bir gerilim filmiydi.
Kendinden sonra çekilen benzer filmlerle (bkz. 23 Number, The Machinist)
sürpriz sonu günden güne etkisini yitirse de, başarılı müzikleri ve Johnny Depp
farkıyla her daim, dumanı tüten bir mısır kadar taze kalacağa benziyor.
14- Salem’s Lot (1979)
Stephen King’in, hayalgücümün şekillenmesinde etkisi olan
korku edebiyatı ustalarına saygı duruşum, diye yorumladığı Salem’s Lot, Tobe
Hooper’ın The Texas Saw Massacre ve Poltergeist’le beraber en popüler üç
işinden biri olarak bilinir. King’in birçok eserinde olduğu üzere Maine
eyaletindeki küçük bir kasabada geçen öyküde korku unsuru bu sefer, aniden
bölgeye çöreklenen vampirlerdir. Filmin en göze çarpan yanlarından biri
Nosferatu’ya benzeyen vampir profiliyken, küçük vampir Ralphie’nin sisler
içinden pencerede belirip abisi Danny’yi ziyarete geldiği sahne unutulmaz bir
korku metaforu olarak sinema tarihindeki yerini almıştır. Bu arada filmin 1987
yapımı bir devam, 2004 yapımı bir de yeniden çevrim filmi vardır; lakin Tobe
Hooper’ın orijinal filmi hala hepsinden iyi görünüyor. Hooper’la ilgili
anlaşılması güç olan tek şeyse The Texas Saw Massacre’den sonra Salem’s Lot’da
elini neden bu kadar korkak alıştırdığı. Zira saldırı sahneleri 50’li yılların
korku sinemasından kalma bir görüntüye sahip. Belki onun derdi de saygı
duruşudur, bilemeyeceğiz.
13- Storm Of The Century (1999)
Başlangıçta bir TV filmi senaryosu olarak geliştirdiği
eserini çok hoşuna gidince yayınlama kararı alan King, kış aylarında yoğun kar
yağışı ve fırtına nedeniyle dünyadan soyutlanan, daha önce Dolares Claiborne
isimli romanında da kullandığı ütopik diyarlarından Little Tall adasını mesken
tutuyor, adayı kelimenin tam anlamıyla beyaz bir cehenneme çevirirken ada
sakinlerinin başına da Andrea Linoge isimli bir şeytan musallat ediyordu. 4
saatlik TV filmi olması sebebiyle tek oturuşta izlemenin biraz sabır
gerektirdiği Storm Of The Century’nin en önemli sorunları ise izleyicisinin
merakını fazla zorlaması ve Colm Feore dışındaki oyuncuların yetersiz
performansları. Ancak film boyunca ‘Bana istediğimi verin gideyim!’ diye
ortalarda dolanan Andre Linoge’un finalde izleyiciye istediğini fazlasıyla
verdiği de unutulmamalı. Son tahlilde, King’in en enteresan kötü
karakterlerinden birini barındıran film, unutulmaz sonu ve beyaz cehennem
Little Tall’da geçen klostrofobik öyküsüyle soğuk kış gecelerinde tekrar tekrar
izlemek isteyeceğiniz bir seyirlik. Ne de olsa Andre Linoge’un dediği gibi:
‘Cehennem tekerrürden ibarettir.’
12- Thinner (1996)
King’in, Richard Bachman adıyla yazdığı kenarda köşede
kalmış klasiklerden olan Thinner, yaşlı bir çingenenin karısının ölümüne sebep
olan yaklaşık 300 kiloluk obez bir avukatı ilk bakışta ödül gibi görünen bir
belayla lanetlemesini anlatır. İhtiyar çingene Lampke’nin yaptığı tek şey
mahkemeden ceza almadan kurtulan avukat Halleck’in yanağına dokunup ‘Thinner
(daha zayıf)’ demek olur. O günden itibaren avukat hızla kilo kaybetmeye
başlar. Bir deri bir kemik kalana kadar! İlginç hikayesi kadar avukat Halleck
rolündeki Robert John Burke’un fiziksel değişimini başarıyla yansıtmasıyla da
dikkat çeken Thinner, henüz keşfedememiş okült severler için eşi bulunmaz bir
nimet. Drag Me To Hell’i çok sevdiyseniz bir de Thinner’a göz atmalısınız.
Üstelik bunun sonu da güzel.
11- 1408 (2007)
Öyküsünden daha iyi olan bir Stephen King uyarlaması biliyor
musunuz? sorusuna verilebileceğiniz bir iki cevabınız varsa onlardan biri hiç
kuşkusuz 1408 olacaktır. Yazarın Karanlık Öyküler isimli kitabındaki dikkat
çeken öykülerden biri olan 1408, tek bir mekanda (hayaletli bir otel odası),
genel anlamda tek bir karakter (birçok King eserinde olduğu üzere sorunlu bir
yazar) üzerinden anlatılan sürreel bir konuya sahipti. Kağıt üzerinde bu
hikayenin bir sinema uyarlamasının yapılması oldukça zor görünüyordu. Doğal
olarak filmin haberleri gündeme düştüğü andan itibaren ortaya nasıl bir şey
çıkacağı herkes için bir soru işaretiydi. Ancak korkulan olmadı ve The Green
Mile’den sonra gişede en çok iş yapan King uyarlaması olan film, eleştirmenler
de olumlu tepkiler aldı. Öykü senaryolaştırılırken hikayeye – filmin dramatik
yapısında önemli payları olan- karakter eklemeleri yapıldı. Asıl başarıyı
getiren şeyse bu karakterlerin klasik King öykülerinin kimyasına şaşırtıcı
derecede uyum sağlıyor olmasıydı. Görsellik kullanımınındaki başarısını ve John
Cusack’ın uçlarda gezinmesine rağmen her nasılda hep dengede tuttuğu
performansını da unutmayalım. Lakin paragrafın başındaki gibi ‘1408’ cevabını
verebileceğiniz bir soru daha var: The Shining tek bir odada geçseydi sonuç ne
olurdu?
10- The Dead Zone (1983)
Geçirdiği korkunç trafik kazasının ardından
bitkisel hayata giren Johnny Smith 5 yıl sonra ertesi güne uyanır gibi mucizevi
biçimde kendine geldiğinde artık hayatında çok şey değişmiştir. İlk olarak iki
şeyi acıyla fark eder: Bir, çok sevdiği nişanlısı ondan umudu kesip başka bir
adamla evlenmiştir. İki, bilmediği bir gücün etkisiyle geleceği ve geçmişi
görebilmektedir. Üstelik tam da, Amerika’yı bir katliamlar ülkesine çevirecek
bir politikacı ülkenin başına geçmek üzereyken! Stephen King, George Bush’un
geleceği günü çok önceden görmüş olabilir mi?
Bir anlamda insanın kendi fiziki ve manevi
değişimleriyle mücadelesini konu edinen film, tam da olması gerektiği ellere,
David Cronenberg’e teslim ediliyor ve ortaya, bugün bile sayısız referansa
kaynaklık eden mutevazı bir Stephen King klasiği çıkıyordu.
9- Cujo (1983)
Baş rolünde 80’ler korku sinemasının önemli yüzlerinden
Dee Wallace’ı bulunduran film, diğer King eserlerine nazaran ilk bakışta sığ
bir konuya konuya sahip gibi görünebilir: 100 kiloluk bir Saint Bernard kuduz
olur ve kırsalda, arabalarının içinde mahsur kalan ana-oğula dehşet dolu
saatler yaşatır. Oysa altını eşeledikçe küçük bir çocuğun karabasanlarından,
eşini aldatan bir kadının içsel gerilimine kadar uzanan bir korku silsilesi
çıkar Cujo’nun altından. Her şeyi küçük bir yarasa ısırığının, yani doğanın
başlattığı gerilim, yine doğanın belirlediği kurallarla, annelik içgüdüsüyle
nihayetlendirilecektir. İzleyicilerine kuvvetli bir sinir sistemini şart koşan
Cujo’nun sonu -neyse ki- Stephen King’in kitabında olduğu kadar acımasız değil.
Saldırı sahnelerindeki başarılı çekimlerin bugün bile hayranlık uyandırıcı
olduğunu da ekleyelim.
8- The Mist (2007)
Kasabaya çöken sis, içinde devasa yaratıklar
saklarken; süpermarkette mahsur kalan insanların üzerindeki sis perdesini
kaldırarak insanlığın en ilkel taraflarının gün yüzüne çıkmasını sağlıyor.
Dışarda Lovecraft-vari bir dehşet kol geziniyor, içerde Stephen King bildiği
sularda yüzüyor. Sosyal normlar ortadan kalkınca mantığın yerini batıl
inançlar, düşüncenin yerini ise panik duygusu alıyor ve Darabont’un orijinal
hikayedekinden tamamen farklı müthiş finalini de hesaba katınca, korkunun insan
zihni üzerinde yaratabilceği tahribatın en uç örneklerinden biri ortaya
çıkıyordu.
Filmin çok tartışılan sonu için Frank
Darabont’un eşeği sağlam kazığa bağladığını işaret eden yorumu şöyle:“Kendisine önerdiğim son ile ilgili düşüncesini açıkladığı bir e-mail
gönderdi. Eğer benim önerdiğim final gibi bir son aklına gelmiş olsaydı kitabı
yazarken kesinlikle bunu kullanacağını söyledi. Böylece Stephen King’in onayını
almış oldum. İzleyiciler filmdeki sonu beğenmeyip beni eleştirebilir ama bu
konuda Stephen King’in de benimle aynı fikirde olduğu, kendisinin onayını
aldığım unutulmasın.”
7- Christine (1983)
Buna bir aşk üçgeni öyküsü diyebilirsiniz sanırım.
Arnie Cunningham, Leigh Cabot ve Christine tabii. Yalnız Christine’in Arnie’nin
ilk aşkı olduğunu da anlamanızı isterim. Henüz yirmi ikisindeyim ve büyük
deneyim sahibi bir erkek gibi konuşamam. Yine de bana kalırsa Christine,
Arnie’nin tek, gerçek aşkıydı. Bu yüzden de bir felaket oldu…
Tek bir paragrafla tüm kitabı ifade edebilen
bu mükemmel sözlerle başlıyordu Stephen King’in kitabı. Ne yazık ki, az lafla
çok şey anlatma becerisi Carpenter’ın filminde tatmin edici boyutta değildi.
Kitaba ve karakterlere derinlik katan birçok saheneye filmde yer verilmeyince,
kitabın hayranları filmi yüzeysellikle suçlayacaktı. Ancak tüm eleştirilere
rağmen, muazzam Christine profili ve atmosfer yaratmadaki becerileriyle uzun
yıllar unutulmayacak bir kült yaratmayı bilmişti John Carpenter. Bugün
Transformers’daki değişim sahnelerinin bile gözümüze battığını düşünürsek ölüm
arabası Christine’in kendini onardığı sahnelerin değeri daha iyi
anlaşılacaktır. 80’ler ekolunun sinemadaki en büyük metaforlarından biri olan
Christine, özellikle bir dönemin gençliği için ulaşılmaz bir değere sahip. Bu
değeri kaybetmesi adına tek korkumuz ise 3D’li bir yeniden çevrim.
6- Creepshow (1982)
Stephen King’in sıfır kilometre öyküleri George
Romero’nun ellerinde hayat buluyor. Tam da Romero’nun dişine layık zombi
hikayesi Father’s Day, başrolünde Stephen King’in bizzat kendisini izlediğimiz
The Lonesome Death of Jody Verill, kendisini aldatan karısına ve aşığına
benzersiz bir ölüm hazırlayan öfkeli kocayı canlandıran Leslie Nielsen’li zombi
sürprizi Something To Tide Over You, bir dakika olsun susmak bilmeyen karısını
eğitim verdiği üniversitenin bodrumundaki yıllanmış kutuda bulduğu yaratığa
kurban etmeyi planlayan Prof. Dexter’ın başından geçenlere tanık olduğumuz The
Crate ve temizlik hastası obsesif bir adamının evini istila eden hamam
böceklerine karşı mide kaldıran mücadelesini konu edinen They Are Creeping Up
On You isimli birbirinden ilginç beş ayrı seyirlikten oluşan korku antolojisi
Creepshow, 1950’lerin korku çizgi romanlarının beyazperdedeki yansıması gibi.
Yer yer ürkütücü, yer yer Beetlejuice kadar eğlenceli… tadından yenmeyecek bir
117 dakika!
5- Misery (1990)
The Shining’i izledikten sonra, derhal bir Stephen King
romanını film yapmalıyım, diye düşünen Rob Reiner’ın Stephen King’le ilk
buluşması, arkadaşlık odaklı bir dram olan Stand By Me ile olmuştu. King’in The
Body isimli öyküsünden uyarladığı filmle beyazperdenin en sevilen yapımlarından
birine imza atan Reiner’ın, King’le ikinci randevusu ise yazarın en sert
eserlerinden biri olarak bilinen Misery için oldu. Çektiği duygusal filmlerle
tanınan Rob Reiner’ın bir korku filmi çekecek olması çeşitli çevrelerce riskli
bir hamle olarak adlandırılsa da, bu sözlere kulaklarını tıkayan yönetmen
filmini bitirdiğinde, ortada, en başarılı King uyarlamalarından biri olduğu
herkesçe kabul gören bir yapım vardı. Misery hem gişedeki başarısı, hem de
aldığı önemli ödüllerle unutulmaz gerilim klasiklerinden biri olmayı başardı.
4- Pet Sematary (1989)
Korku filmi izleyicilerinin çoğu yeni dönem filmlerinin
korkutma yetisinden yoksun olduğunu düşünür. Bazı filmlerinse bu duyguyu ancak
efekt ya da seslerle anlık olarak sağlayabildiğini… Birkaç kez yerinizden
zıplıyorsunuz, eğleniyorsunuz… izliyorsunuz ve bitiyor. İçi boşalmış bir
popcorn kartonu gibi, sinema salonlarında bırakıp çıkıyorsunuz o filmleri.
Ancak bazı filmler vardır ki unutmak o kadar kolay değildir, evinize kadar
gelir. Işıkları kapattığınızda yatağınıza gelir. Yetmez, rüyalarınızı ele
geçirir. Hatta tüm çocukluğunuzu… İşte Hayvan Mezarlığı bu filmlerin en esaslı
örneklerinden birisidir. Korkunun yanında dramı servis etmesi (mutlu bir
ailenin hayattan nasıl silinip gittiğini izlersiniz), izleyicisini seçim
yapması zor onlarca çelişkiyle boğuşmaya mahkum etmesi (Ölen yakınımı yeniden
kazanmak için onu Hayvan Mezarlığı’na gömer miydim? Gerçekten bazen ölüm daha
mı iyidir?) ve derinlikli replikleri (Rachel kız kardeşi Zelda’nın ölümünü
anlatırken: ‘’O öldüğünde sokağa koştum. Çığlıklar atarak ağlıyordum, ama
aslında gülüyordum’’) Hayvan Mezarlığı’nı benzerleri arasında bambaşka bir
konuma yükseltir. Louis Creed’in yatağında uyanıp çamurlu ayaklarını gördüğü
bölüm ise, filmin en akılda kalıcı sahnelerinden biri olmasının yanı sıra o
güne dek izlediğimiz korku filmlerindeki ‘her şey bir rüyaymış’ yaklaşımını
ters yüz eden bir yapıya sahiptir. Bizzat Stephen King tarafından
senaryolaştırılan Hayvan Mezarlığı, sıradan bir korku filminden çok daha
ötesidir.
3- ‘IT’ (1990)
‘O’ ile ilgili küçük bir araştırma
yaptığınızda karşınıza çıkacak ilk yorumlar, çocukluk psikolojimi alt üst eden
film, palyaçolardan nefret etme sebebim, gibi şeyler olacaktır. Gerçekten de
‘O’, bir çocuk için izlenilebilcek en korkutucu filmlerden biridir. Çünkü
onları hiç beklemediği bir noktadan vurur. Elinde renkli balonları (tuzakları),
dudağında sahte gülümsemesiyle çocuk katili bir palyaço, nam-ı diğer Pennywise
ile… Üstelik kurt adam, iskelet, örümcek gibi figürsel olanlarından; dayakçı
babanız, ölümünden kendini suçladığınız kardeşiniz gibi duygusal yıkımlarınıza
kadar uzanan, bir çocuğun kabusu olabilecek bütün olguları tek bedende toplayan
cinsten bir palyaço bu. Ancak bütün bunlar ‘O’nun yalnızca çocukları
etkileyebilcek bir film olduğu fikrine kapılmanıza neden olmamalı. Derinlere
indiğimizde yine bir insanın en büyük korkuları olabilecek terk edilme (Ben
Hanscom), yakınını kaybetme (Bill Denbrough), dışlanma (ailesi temizlikçilik
yapan Beverly Marsh, yahudi olan Stanley Uris) gibi unsurların karakterler
üzerinden verildiğini gördüğümüz film, kafayı tam anlamıyla korkunun has
tamınıyla bozuyor.
Stephen King tarafından her detayıyla insan
korkuları üzerine kurgulanan bir kitabın uyarlaması, popüler kültüre bu kadar
sızmış (Recep İvedik repliklerinde rastlamışlığımız bile var) bir TV fenomeni
olmuşsa, bundaki en büyük pay, yazarın insan korkularını ele alış anlayışının
filme de başarıyla yedirilmiş olmasındaydı. Arkadaşlığı ele alış yaklaşımı,
müzikleri, bir TV filminin çok ötesindeki çekim estetiği ve tabii Tim Curry’nin
unutulmaz Pennywise yorumuyla ilk defa bir Stephen King romanının ruhu beyaz
perdede bu kadar belirgin hissediliyordu belki de. Finalindeki örümcek
skandalına rağmen hem de.
2- Carrie (1976)
Sınırı olmayan parapsikolojik yetenekler
onları kontrol edebilecek dünyadaki son kızın elindedir, o kız ise ona annelik
yapabilecek son kadının… Yanlış şeyler yanlış yerdedir ve bu düstur Carrie’nin
mezuniyet balosunda gecenin kraliçesi seçilmesiyle tavan yapacaktır. Rüyaların
nasıl bir kabusa dönüşeceğine tanıklık etmek isterseniz De Palma’nın erken
dönem başyapıtını izlemek için hala geç değil. Ancak bu tercihin tıpkı Sue
Snell’e olduğu gibi o kabustan bir daha uyanamamak gibi ufak bir yan etkisi
olduğunu da bilmelisiniz.
Bu filmle, Brian De Palma kamera kullanım
kalıplarını, Carrie White esas kız tabularını, Stephen King ise Hollywood korku
sinemasının duvarlarını yıkıyor; Korkunun Lordu, konu ve karakter sınırı
tanımayan dünyasının kapılarını beyaz perdeye açıyordu. Bir daha hiç kapatmamak
üzere…
1- The Shining (1980)
İlk defa bir Stephen King karakteri tüm iflah
edilemezliğiyle sinemada hayat bulurken, Stanley Kubrick gerilim ve korkutma
sanatını adeta yeniden yorumluyordu. Kafamıza kazınan Overlook estantanelerini,
ya da hala Jack Nicholson oyunculuğunun zirvesi olarak gösterilen Jack Torrance
performansını bir kere görüp de unutabilen var mı? The Shining pek çok açıdan
bu listenin tepesinde olmayı hak ediyor. En çok da alt metni en iyi doldurulan
Stephen King uyarlaması olduğu için.
Kimilerine göre maktulu Stephen King’in
kitabı olan bir cinayet, kimilerine göre ise Amerika’nın yetiştirdiği en iyi
yönetmen, yazar ve oyuncuyu bir araya getiren benzersiz bir şaheser. Ancak bu
filmin haykırdığı bambaşka bir gerçek var:
Stephen King uyarlamaları bazen ilk filmleriyle
çıkış yakalayan genç yönetmenlerin başarı garantisi gözüyle baktıkları ikinci
film projesi olmuştu, bazense üçüncü sınıf Hollywood yönetmenlerinin kendini
kanıtlama çabası… Ancak usta ellere düştüklerinde ortaya hep bir klasik çıktı. Bu,
tesadüften çok daha fazlasıydı.
Korkusitesi için yazan Soner ‘Korkuluk’ Yıldırım
Adam King çünkü sahiden de.. Sanırım 7 kitabını filan okudum şimdiye kadar ama bu kadar çok uyarlaması olduğunu bilmiyordum.. İyi oldu, çok da güzel iyi oldu.
YanıtlaSilIt'i izlediğimden bu yana her palyaçoya kuşkuyla yaklaşırım, bu kadar sinir bozucu ama etkileyici bir film olur mu... Misery de muhteşemdi, "penguenim hep aynı yöne bakar" - kuzey miydi acaba? - Cathy Bates ve James Caan karşılıklı döktürmüşlerdi.
YanıtlaSil