Hani bazı kitaplar vardır, adında bir şeyler vardır, daha okumayı sökmeden babanın kitaplığında gördüklerin gibi, çok merak edersin ama uzanamazsın. Sonra okumayı öğrenince, okumayı dener, anlamaz sıkılır bırakırsın. Yüzüklerin Efendisi’ni ilkokulda okumaya çalışmak gibi aynen… Ağır gelir, okunmaz. Üstelik Orta Dünya’dan da uzaklaştırır insanı bu çaba. Arada bir tekrar eline alır kaldığın yerden okumaya devam etmeye çalışırsın, kitaptan uzaklaştığını, hala anlamadığını hissedersin. Kitap rafta durur, uzaktan bakarsın sadece. Belki de artık büyüdüm der baştan okumaya niyetlenirsin ama korkarsın, ya yine anlamazsan? Günlerden bir gün, evde boş boş otururken, yapacak tek bir şey yokken, dünya çok ama çok sıkıcıyken o yeşil kapak çarpar yine gözüne.
Yaramazlık yapacak çocuk gibi önünü arkanı kollar, yavaşça kitaplığa yaklaşırsın. Bu arada boyunun ne kadar uzadığını, kitabı görmek için parmak uçlarında yükselmene gerek kalmadığını da fark edersin. Cilde bakarsın, üstünde “J. R. R. Tolkien – Yüzüklerin Efendisi” yazar. Önce “je re re tolkien” diye heceleyerek okursun, ardından aksanlı konuşmaya çalışır, “ci ar ar tolkiyın” der kendi kendine gülersin. Farkına varmadan kitaba uzanır alırsın. Cildini kontrol edersin, ellerini üstünde gezdirir okşarsın kitabı, kokusuna bakarsın, sonra en yakın koltuğa oturur ilk sayfasını açarsın. Bu sefer oldukça uzun okursun üstelik hiç sıkıcı da gelmez. Kitaptan kafanı kaldırdığında, “Araf kaçıncı kez sesleniyorum, bırak artık kitap okumayı gözlerini bozacaksın! Yemek hazır. ” diyen anneni duyar, gözlerinin acıdığını hissedersin. Ne mükemmel bir şeydir o kitap, nasıl daha önce anlamamışsındır bunu? Yemeği aceleyle yer kitaba koşarsın. Uykunun gelmesi, babanın gelip odanın ışığını kapatması ve “Uyu artık! Saat kaç oldu?” diyerek seni azarlaması seni durdurmaz, huyunu bildiklerinden masa lambanı aldıkları için, telefonunun ışığına razı olur onunla okumaya devam edersin bütün gece, kitap üstünde uyuyakalana kadar.
Gün içindeki eylemler seni durdurmaz, ta ki kitap bitene kadar. Otobüste okursun, derste okursun, serviste okursun, yolda yürürken okursun son sayfaya kadar. Bittiğinde bir acı hissedersin kalbinde, neden bitti? Bir süre döner döner, belli yerleri tekrar tekrar okursun. Başucuna koyarsın kitabı, görüş mesafende olur hep, elinin altında. Zaman geçer, etkisi azalır kitabın ama nereye gitsen kıyamaz, yanında götürürsün. Senin için özel kitaplar arasındadır artık, arada rastgele bir sayfa açıp okunması, arkadaşlara anlatılması, alıntılar yapılması gereken.
İşte o kitaplar gibisin sen de! Sadece bir kitap değilsin üstelik. Boynumun ağrısı geçsin diye birkaç gün yastıkla uyuduktan sonra, yastıksız uykuya dönüş gibisin. Başka türlü uyumayı becerememek gibi, kafanı yastığa koyup uyuduktan sonra, uykunun arasında yine yastığı kenara ittirdiğini fark etmek gibisin. 2-3 yastıkla uyuyan insanları anlamamak gibisin, yastıksız uykusun sen. Herkesin kıymetini bilemediği, bir benim anladığım.
Sadece bir kitap ve yastıksız uyku değilsin sen. Kızılay’dan Kuğulu Park’a yürürken geldiğini fark ettiğim bahar gibisin. Şu sorunlu bünyeyi bayıltacak kadar değil ama t-shirt giymeme izin verecek kadar sıcak. Havada uçuşan polenler gibisin biraz, bazen sinir bozucu, hassas insanları hapşırtan cinsten. Gülümsememi sağlayan nisan yağmuru gibisin, elimde kahve bardağı, altında ıslanırken zıp zıp zıpladığım, kahkahalar attığım, bıraktığı birikintilerde su sıçrattığım, aylardan nisanken gökten düşen su damlaları gibisin. Baharın insan vücudunda yarattığı etkilere benziyorsun.
Sadece bir kitap, yastıksız uyku ve baharın etkileri değilsin sen. Kahveye benziyorsun. Yaşlıların her gün aynı saatte içtikleri türk kahvesi gibisin, ağzında hissettiğin acı kahve telvesisin sanki. Heyecanla kapatılmış bir fincansın, bol telveli kahveden arta kalan, soğusun da yengem fal baksın diye beklediğim. Janjanlı Starbucks kahvesi gibi değil de, evde kettleda su kaynattıktan sonra üçü bir arada paketini en sevdiğin kupaya boşaltıp, camın önüne geçmek, dışarı bakarken kahveyi ne kadar karıştırdığını fark etmemek, sonra kokusunu içine çekip mutlu olmak gibisin biraz da, kahve kokusu gibi işte.
Aslında yastıksız huzurlu bir uykudan sonra, cam kenarına oturup nisan yağmurunu dinler ve koklarken elimde kahveyle kitap okumak gibisin. Çok sevdiğim bir kitabı tekrar okumak, satır aralarına yeni anlamlar yüklemek sanki. Bu sahneye sürekli yeni öğeler eklemek bir de. Gibisin işte. Bir sürü şey gibisin, birçok şeye benzetip tanımlamaya çalıştığım ama tam oturtamadığım. Kimseye anlatamayacağımı fark ettiğim kitabımsın. Siz de okuyun diye kimseye veremediğim, kıskandığım, herkesten sakladığım.
Öylesin işte, böylesin… Fincanımın içindesin, dinlediğim şarkıda yazdığım yazıdasın, her yerdesin. Kilometrelerce uzakta olduğunda bile buradasın. Başucumda duran Yüzüklerin Efendisi tek cildimsin. Yıpranmış yeşil kâğıdım, eskimiş kırmızı cildim, solmuş altın yaldızlı başlığımsın. Her kapağını açıp yüksek sesle okuduğumda sanki gümüşdil* okuyormuş gibi kelimelerin tadını hissettiren kitapsın. Kitaplığımda değil başucumda bekleyen, sık sık elimi uzattığımsın. Zamanında kıymetini bilemediğim, anlamadığım, geç keşfettiğim…
*Mürekkep Yürek’te (Cornelia Funke) esas oğlan Mo (adam demeliyim aslında) bir kitabı yüksek sesle kelimelerin tadını hissederek okuduğunda o hikaye gerçek olur, kitap kahramanları hikayeden çıkar bazen de yerine başkaları kitabın içine girer.