the king's speech (2010)

Bu yılki Oscar’a adaylıklarıyla damgasını vuran bir film. Bünyesinde Colin Firth, Helena Bonham Carter, Geoffrey Rush gibi isimleri barındıran, Golden Globe'ta drama dalında en iyi erkek oyuncu ödülü almış, 12 dalda Oscar’a aday gösterilmiş, 8.5 IMDb puanıyla top 250 listesinde 110. sırada yer etmiş, tarih kokan bir film The King’s Speech. 2010 yapımı filmler arasında en iyilerinden biri.
6. George’un ve konuşma terapistinin azimli bir zaferi.
Benim için Helena Bonham Carter’ın rol alması filmi izlemek için yeterliydi. E bu kadar iyi bir yapıt ortaya çıkınca da unutamayacağım filmler listesinde yerini çoktan aldı.



paylaş:

the social network (2010)

Şimdiden 49 ödül almış ve 8 dalda Oscar’a aday gösterilmiş bir film The Social Network. Bu kadar çok ödül almasının ve ilgi görmesinin sebebi gerçekten iyi olması mı yoksa yönetmen koltuğunda David Fincher’in oturması mı bu tabii ki tartışılır fakat, hayatımızda artık önemli bir yere sahip, değeri milyar dolarlarla ifade edilen facebook’un hikayesini öğrenmek için hoş bir film. IMDb’deki şu anki puanı 8.2 ve top 250 listesinde 167. sırada. Puanlama ve sıranın önümüzdeki günlerde nasıl değişeceği merak konusu.
Bakalım Golden Globe’ta gösterdiği zaferi Oscar’da da gösterebilecek mi?



paylaş:

thank you for smoking (2005)

“iç, iç, iç o sigarayı, çek, çek, çek dumanı, boğulana dek.” Bu şarkı sözleriyle başlayan Thank You for Smoking daha başından ne kadar eğlenceli olacağının haberini veriyor.
Nick Naylor’ kötülememek gerekir, aynı bir avukatın çocuk katilini savunması gibi o da sadece ev kirasını ödemek için, işini yapıyor.
9 ödüllü, 2005 yapımı, 7.8 IMDb puanlı bu film, sigara ne kadar yararlı, ne kadar zararlı sorusunun cevabını çok da iyi veriyor. Hiciv dolu, bol komedi içerikli filmin yönetmen koltuğunda Jason Reitman oturmuş. Yılının en iyi Amerikan komedileri arasında gösterilen film, zevkli bir akşam geçirmek için iyi bir seçim.



paylaş:

enter the void (2009)

Bünyede bulantı, bunaltı, geçici sağırlık, geçici renk körlüğü ve baş ağrısı gibi yan etkiler gösteren 2009 yapımı Gaspar Noé filmi. Bu kadar basit bir konu, teknoloji ve hayal gücüyle bu kadar muhteşem bir yapıta dönüşebilirin örneği. Ara ara Trainspotting’ten, Requiem for a Dream’den esintiler, ara ara Irriversible’dan şiddet sahneleri.
Uyuşturucu batağına saplanmış gençler, yetimhanede geçirilen çocukluk, sapkınlık, zulalar ve seks.
Uyuşturucu satıcısı bir abi, ona ihanet eden ve öldürülmesine sebep olan bir arkadaş, kız kardeşini izleyen bir hayalet, renk üçgenleri, kareleri, beşgenleri…
Oscar’ın gözünden izlediğimiz bir film, dans eden Linda, göz kapamalar, göz kırpmalar.
Film Altın Palmiye ödüllerine aday gösterilmiş, Imdb’den 7.3 puan almış ve 162 dakika uzunluğunda.

paylaş:

Wristcutters: A Love Story (2006)


Tüm dertlerden kurtulmak için iyi bir kaçış yolu olsa da intihar, aslında dilenenin hiç de öyle olmadığının iyi bir örneği Wristcutters: A Love Story.
2006 yapımı 7.4 IMDb puanlı, sevimli bir film. Katıldığı festivallerden 9 ödülle dönen bir kaçış hikâyesi. Bulunduğu yere bir hata sonucu geldiğini iddia eden otostopçu(Mikal), kendi intiharından sonra eski sevgilisinin de intihar ettiğini öğrenen bir genç(Zia) ve eski rock sanatçısı. Bu üç kişi Zia’nın eski sevgilisini aramaya başlarlar.
Barlarında sadece Nirvana ve Joy Division gibi grupların şarkıları çalınan bir dünyada çıkılan bir yolculuğun başlangıcıdır sadece. Ölümün aslında onlara getirdiği hiçbir ayrıcalığı yoktur. Ve beyaz giyen adamlar vardır. Üst makamdan birilerini tanımak burada olduğu gibi orda da işe yarar tabii.
Yönetmen koltuğunda Goran Dukic ve izlenesi bir film.
Filmi herkesin sevmesi beklenmese de beğenenlerin tam seveceği kuşkusuz bir gerçek.



paylaş:

kar



Saçaklardan inen kılıç görünümlü buzlar var, her ağzımı açtığımda dileme konan kar kristalleri. Perdemi sonuna kadar açtığımda buğulanan bir cam ve flulaşan Ankara Kalesi karşımda. Her yer beyaz, her yer kendisiyle barışık.
Yanakları pembeleşen çocuklar sokaklarda, caddeler soğuğa teslim, gökyüzünde sonsuzluk. Bulutlarda yaşam yok, lapalar halinde iniyorlar yeryüzüne, yumuşacık his bırakıyorlar topuklarda, değmemeye çalışarak birbirlerine.
Yükseklerden bıraksak kendimizi kuş tüyü gibi savrulacaklar havaya, boşu boşuna kırmızıyla kirleteceğiz etrafı.
Durup düşüncelere dalmak var, bir sigaraya yakmak, içimize derin derin çekmek tütünü. Hayallere kapılmak, dünden çok yarınları göstermek parmak ucumuzla, buğulanan pencereye isimler yazmak, sokak lambaları sönmeden uykulara dalmak.
Ajandada “yalnız hissetmek” yok bu an, konuşmak sevdiklerinle, müzik dinlemek, film izlemek var. Kahve krizine girene kadar içmek,  çikolata yiyip gülümsemek var. Devrik cümlelerden çok yalın cümleler kurmak, farklı olmaktan çok sadeleşmek var.
Yukarılara bakmak, ta yukarılara…
Koşuşturmadan çok kalbin sesini dinlemek, adım atışlarda benliği hissetmek, büyümekten kasıt daha da küçülmek, çocuk kalabilmek var.
Yan cama konan kumrular ve ekmek kırıntıları…
Odaların içi boş değil, odalar sen doldurdukça var olur, odalarda benlik var, kitaplar var, kış kokusu var.
Dakikalar geçtikçe kararan bir şehir, yanan lambalar, evli evine köylü köyüne ve sıçan delikleri, “elim sende”ler, akşam yemeği sohbeti, portakal kabukları, mandalina kokusu ve sümüklerini çeken çocuklar.
Durup sessizleşsek, hiç de zor değil duymak.
Yeniden başlayan kaçışlar, hızla düşen kar yumakları.
Etraf durgun, şehir yorgun, her yer karanlık, toprak beyaz.
paylaş:

survive style 5+ (2004)

Londra’dan Japonya’ya gelen kiralık katil, çılgın fikirli bir reklamcı, bir hipnoz sonrası kendisini kuş sanan bir adam, karısını her öldürdüğünde yeniden öldürmek zorunda kalan bir eş, işleri güçleri hırsızlık olan üç arkadaş. Absürt reklam filmleri, babasının kuş olduğunu kabullenen bir çocuk, hortlak karısının amacını çözme yolunda başarıya ulaşan bir eş, hayattaki amacın ne olduğunu anlamaya çalışan bir katil, yardımcısı, duvarları süsleyen ölüm fotoğrafları, cinsel kimlik çatışması yaşayan bir bünye, intiharın eşiğine gelmeler, fondaki müzikler, dekor ve atmosfer. Filmi övmek için sarf edilen binlerce kelime.
Beş farklı hayat hikâyesi, garip kesişme noktaları, hem korku, hem komedi. 2004 Japonya yapımı, iki saatlik bir sarsılma ve kahkaha.
Yönetmen koltuğunda Gen Sekiguchi. Oyuncular Tadanobu Asano, Reika Hashimoto, Kyôko Koizumi. Fant-Asia Film Festival’den iki ödüllü, 7.7 IMDb puanlı, hiç kimsenin izlemekten pişman olmayacağı güzel bir film.
Film 2006 yılında if istanbul ve if ankara'da gösterilmiştir.
İzleyiciye sorulması gereken tek soru da şu: "What's your function in life?"

paylaş:

lost highway (1997)

"Dick Laurent öldü." Yumak olan bu sözle başlayan Lost Highway, akıllara zarar konusu, ruhu okşayan hatta durup durup sevişen müzikleriyle 135 dakikalık kayboluş. Karşında duran adamın telefonda seninle konuşması neyse Lost Highway de o. Gizemli video kasetlerin gizemli görüntüleri, uyumalar, uyurken görülen kabuslar, uyanıkken görülen düşler ve hayat oyunları. Nereden çıktığı belirsiz, gözünü hiç kırpmayan birisi, karısının katilinin kendisi olduğunu öğrenen bir adam, 7.6 puanlık bir David Lynch filmi.
Ünlü Amerikan eleştirmenler tarafından film için“rezalet”, “hiçbir şey anlamadık”  yorumlarına Lynch’in verdiği cevap ise “filme gitmek için iki neden”.



paylaş:

karanlığa gömülü bedenler



Kirpiklerim birbirine bağlanmış gibi gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Başımın arka bölgesi soğuk zemine kaynaklanmışçasına, ağırlığını tüm bedenimde hissediyorum. Zaman diliminde hangi çeyrekteyiz bilmiyorum. Tek bir ışık huzmesi sütun halinde zemine dökülüyor. Odanın içinde sis varmış gibi görüş mesafemin kaç santim olduğunu düşünüyorum. Üşüyorum. İliklerim kemiklerimin arasında sümük kıvamında, ayağa kalksam jel gibi süzülecek ayak parmaklarımdan. Beynimin içinde milyonlarca sivrisinek uçuşuyor, varlıklarından çok sesleri beni yıpratan.
Üzerimde iç çamaşırımdan başka bir şey yok. Ruhumu kaplayan bedenim, ıslaklığın içinde titriyor. Her kıvrımında tüylerim dışa doğru bedenimi çekiyor, kaçmak istedikleri yeri ya da kaçma isteklerini çözemiyorum. Soğuk, kaygan zeminin üzerinde ayakta durmaya çalışıyorum. Her adımımda ayak topuğumun sertlik üzerinde yayıldığını hissediyorum. Sol elimle sağ kolumun dirseğini tutmuş vaziyetteyim, kaslarım titreşimlerini tüm odaya aktarıyor. Titreşimler odanın içinde suya düşen taş parçasının oluşturduğu dalgalar misali yayılıyor. Dan, dan, dan, dan…
Kafamın içinde fareler, beynimi kemiriyor. Her daldırışlarında etime dişlerini, gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi hissederken, kaslarım kasılıyor, soğuğun etkisi ve sis ve bilinmeyen bir oda ve ışık huzmesinin kaynağı, yalın ayaklar, dan, dan, dan, dan, tüm benliğim sarsılıyor.
Boşluğa düşmek gibi bir his var midemde, gurultusu çığlıklara karışıyor.
Tavanda yıllardan kalmış, yaşını belli eden bir avize, kırık lambalarıyla hüzünlenen bir senfoni gibi kulaklarımı tırmalıyor. Odanın içinde esinti yok, odanın içi yalnız.
Yanlış zamanda yanlış yerlerde bulunmak mı doğuruyor boş odaları, çözemediğim bilyon tane sorudan biri bu.
Boş oda, sessizliğin içinde feryatlar besleyen yaşlı bir nine, kırış kırış bedeni, arzulayan gözlerinde bakışlar ve avizeler üzerinde ölü bir ışık.
Boş oda, ışık huzmesinde dans eden tek bacaklı bir balerin, dönüp dururken tek bacağının üzerinde, saçıldıkça saçılıyor etrafa toz dumanı, altın gibi görünen sırçalığında, ipi dolanıp bacağına düşene kadar.
Boş oda, içerisinde yüklerini Mısır’a yetiştirmeye çalışan develer kervanı, sakallarından yüzleri seçilmeyen Arap kabilesi ve susuzluğundan kendi terine muhtaç siyah köleler.
Odanın içinde fareler, buldukları her kanı içmek için var edilmiş organizmalar, dişlerinde kötülüğün kavuğu, baykuşlar var bir de hiç acımadan saldıran. Ve sesleri, geceyi bir darbede ikiye bölen sesleri…
Odanın duvarları yıkık, göremezken yitiriyorum hislerimi, soğuğa yenik düşüp nasıl düştüğümün farkına varmadan. Bu bir rüya değil, bu bir karabasan.
Kaçıp da kurtulamadığımız karanlığımız hepimizin. Boş odalarda duran ikinci yüzümüz, yüzsüzlüğümüz. Kalburu kırık yarınlarımızda yeşeren solucanımız hepimizin ya da elimizle ittirdiklerimiz.
Odalar boş, odalar tozlu, odalar yalnız. Biz, mahkûmlar, odaları dolduran, biz, siyah köleler…
Odalar boş, odalar tozlu, odalar yalnız. Biz, karanlığa gömülü bedenler, biz…

paylaş:

hedwig and the angry inch (2001)

John Cameron Mitchell’in yönettiği ve başrolünde oynadığı Hedwig and the Angry Inch, gururumuzu okşayan bir aşk hikâyesi eşliğinde görsel bir şölen sunarken kulakların pasını silmeyi de eksik etmiyor. Doğu Berlin’in duvarlı dönemlerinde yaşam mücadelesi veren Hansel, geçirdiği başarısız cinsiyet değiştirme ameliyatıyla yeni bir kimliğe bürünür. Annesinin adını alan Hansel, "Hedwig" adı ve kızgın çıkıntısıyla kalakalmışken gönlünü çalan bir gençle yola çıkar, kalbini çalan çocuk şarkıları da çalıp gitmişken, Hedwig, kendi garip hikayesini güzel bir müzikal eşliğinde başlar anlatmaya.
Film IMDb’den 7.7 puan almış, aynı zamanda filmde geçen müzikler Grammy’e aday gösterilmiştir.


paylaş:

şeytanın anahtarı


Garipsenmeyen olguların belkemiğinin kırılması karşımızda, ses, olmadığı kadar iç gıcıklayıcı, beklenenden uzun süren, alçak hislerin topuğunda biriken çamur adeta, kıskançlıkların camgöbeği.
Işık huzmelerinin dansına ait senfoni çalarken yay kirpiklerde, sevişmesi gözbebeğinin katı suratların arkasını gören gövdeleriyle ve ulaşılması güç sonsuzluğuna çıkılan yolculukta, bir sigara, bir bavul.
Koşarcasına ayaklarımızı vura vura ezilen toprağa, yağmurları yağdırmak güç gerektirmezken, yanlış algılanan sözlere inat, demlenen çayın buharıdır soluğumuzu açan, karşımızda biriken toprak kokusu var bir de.
Bedenin derinlerine değen saçların yüzmezi gibi tende, yıkanırken buharlaşan kirlerin, uçup giden ruhun, aynada aksine benzetirim küvette boğulan kendimi, ölmem için gözlerimi kapamam yeter.
Sayı saymayı öğrenen çocuğun saflığında rakamlar, üç, beş, dört, yeşile yenik trafik lambaları, kırmızı, rüzgâr yolculuğunda martılar gökte ve aşağı tırmanan ben durmadan.
Son uyarılara rağmen yenmeyen sebzeler tabakta, mevsimlerden kışa merhaba dedikçe tüten kestane çıtırtıları, sokağa çıkma yasağı zulümlerden en büyüğü.
Sıcaklığına kaptırırken tüm hislerimin kıymetini, suyun, boyanır griye duman misali ortalık, devrikliğinde cümlelerimin, yana yattıkça sözcüklerim, eğildikçe eğilir boynum, yerçekimine yenik gözyaşları.
Yenen tırnaklar ve…
Kendi sıvımla boyanan bedenim var köşe başında, karanlığında gecenin uzaktakini arayan gözlerim, sıktıkça acıyan parmaklarım avuç içimde, kaburgalarımı döven yüreğim, halinden bıkkın bacaklarım gövdemi taşıyan, çamurlaşmış ağzım suratımda.
Tanrının beni düşünmeye vakti yok, tanrı meşgul, aranılan tanrıya şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar denemeyin.
Durup durup sövülen varoluşsal duruşlar, yapısal bozukluklar, zihinsel bir gerileme, sistematik kokain.
Benliğimi ele geçiren beynime inat, adım atma isteğim delik ceplerimde, kurşungeçirmez zırhımla, kadavrama can veren ruhum beni ayakta tutan.
Öğretmenler her zaman doğruları söylemez, iki noktadan milyonlarca doğru geçer dediğinde anladım bunu. İddia edilen savların çürümüşlüğünden kaynaklanır burun direğinin kırılması, her zaman gibi kendimleyim ben. Yalnız kelimesini çoktan yedim tuzlayıp.
Küçücük bir fıçıcığa sığdırsam kendimi, turşucuğu göremeyecek kadar körüm de. Fark etmedim bunu. Sadece söylediler bana, güvenirim, inanırım onlara, kandım.
Bedenimin koordinatları, mutfak karşısı banyo, küvet içi paraleller. Su altı, dalgıçlık taslamacalar.
Açlığım azdıkça midem beynimi kemiriyor, soluk almakta zorlanıyorum, ezberci eğitime herkes karşı, mide boşalınca beyne uyarıcı salgılar, pırt.
Karanlık küvetin içinde koyulaşsa da, kanım seyrelmeden kanıtlarım kendimi, kurmuş tenine inat buruşan parmak uçlarım var, benim gittikçe çatlayan dudaklarım.
Cennet sandığım cehennem kucağımda, oysa ne umutlarla almıştım anahtarımı, kimseye sormadan adımımı atıp girecektim cennete, tanrıya selam verecek, büyüksün diyecektim, yanıltanın o olduğunu bilseydim, şimdiden hareket çekerdim.
Ben de isterdim, isimlerin ve numaraların olmadığı sokaklarda, kapı aralarında ya da bacalarda, karıncaya komşu ya da çikolata fabrikasında, mutfakta, banyoda, orada, şurada yaşamayı, ben de isterdim.
Bileklerimden aktıkça ruhum, benliğimi yitirdikçe galip gelen tanrı karşısında, odunlarımı yakmaya başlayan zebanilerimi merak ederken ıslanan vücudumla, kapanan gözlerimde beliren son şey, söyleyemediğim onca gerçeklik payı, kumrular, havada kar, soğuk bir beden, buğulanmış camlar, koşuşturan köpekler belki, aylaklar, sokakları şehrin, yapayalnız kimliğim.
Tanrısallaştırdığım şeytanın elindeki anahtarı aldığım gün doğdum ben, annemin sıvılarıyla kaplı kaygan vücudum, kocaman kafam ve karnım, gözlerimi daha açamazken, benim adımı insan koydular.

paylaş:

aslında hayat çok da güzel olabilirdi


Yaşam köprüsünde yürüyorum, elimde dünümden kalmış yarınlarım ve ceplerimin delik olduğunu elimdekileri düşürmemek için cebime koyduğumda anlıyorum. Dost denilen kavramın farkına varmadan üzerinde gezdiğim köprüden kendimi aşağılara bırakmasaydım hala kendim olabilirdim. Ne yarınlarım düşerdi ne ben ölürdüm.
Tütün buruşukluğunda çarşafların içine sarılmasaydım eğer, kendini bilmez insanların diş kovuklarında dumana dönüşmezdim. Hala nefes alırdım istemsiz hareketlerle ve hala kaburgalarım kalbimden rahatsız feryat ederdi beynime.
Uzun gecelerin ardından gelen pişmanlıklarıma biraz olsun kulak verseydim, keşkelerime yenik düşmezdim hiçbir zaman. Ağlamazdım da.
Aslında hayat çok da güzel olabilirdi.
Küçücük bir evin ortasında, benim gibi yalnız kalmış bir ampulün altında oturup, zaman kavramının keşmekeşinden bir haber, elimde sigaramla, keyif denilen olguya vanilyalı krema sürüp parmaklarımı yalar, yorgunluğumdan nasırlaşmış ayaklarımı en güzel şiirlere konu edip kurallara kafa tutardım. Yalnız olduğumdan değil aslında, kendimi bu kadar insanın arasında bulamadığımdan üzüntülerim, yapabilseydim, bulurdum kaybetmemek üzere yanı başımda duran kendimi.
Zor olmazdı bu kadar, Noel babanın kocaman göğüslü bir hatun olduğunu anlardım. İşte hayatı bu kadar basit zannederdim, ağlamazdım da.
Ama çoğu zaman insanın istekleri gerçekleşmiyor bu köprüde, insan, hiç fark etmeden çürüyen tahtanın üzerine basıveriyor, düşmemek için tutundukları, itebiliyor acımadan derinliklere insanı ve delik cepten düşen yarınlara yetişemeden bin parçaya ayrılıyor.
Ölmeseydim, gururla, bu sefer, onlar için ağlardım.
Tutunduğum insanlar, neyse…
paylaş:

insan postuna bürünmüş baykuş


Yalnızlıklar, çöl nakışlı bir serap. Susuzluğumdan içtikçe kuruyan çene kemikleri ve elle sayılabilen kaburgalar çatlamış vücutlarda. Her bir diş görünür gülüşlerde ve her iç çekişte büzülür dudaklar. Elinden tuttukça kaçan tenler, at koşturmaca, kedi-köpek, tavşan-tazı…
Tütsülenmiş yanakların elmalığından gelir cehennemliğimiz, korlardandır ayaklarımızın acısı. Islandıkça yapışkanlığı artar dilimizin ve terler yürür kasıklarımızda, kalbimiz dünden daha hızlı atar, geçmiş, beşiğimizde beslediğimiz hayvanımız.
Elimiz gezindikçe varoluşta, gittikçe yok olur gözkapakları, yakınlaştıkça karanlık, büyür kalbimizde uykular. İşaret parmağı değerse çatlamışlığa, aralanır ağzımız ve derin nefes alışlar. Kavun kokan arabanın içindeyiz, mevsimlerden kırmızı ve birkaç saniye sürecektir beklemeler. Radyodan süzülen parazitler, yan kapıdan bakan meraklı gözler ve gecelerden sarı olunca ellenen vites kolu.
Anlık göz kapayışımızda beynimizin karanlıktan sarhoşluğunu hissederken parmak uçlarımızda, titremelerimizi bastırmak için tırnaklarımızı geçirdiğimiz deri koltuklar.
Yalnızlık, büyük bir sürünün içinde, cızırtılar, meraklılar ve sarhoşluk uç noktalarda.
Yutkunmakta zorlanıyoruz, yutkunmanın bir şeyleri yanlış yaptığımızın ya da bir şeylerin ters gittiğinin kanıtı olduğunu hepimiz biliyoruz. Bildiğimiz halde yutkunuyoruz.
Laf geçirgenliğinden sivrisineklerin gazabını hissettikçe tenimiz, suçumuzun farkına varmadıkça, bildikçe geri dönüşlerin mezar taşlarını, açtıkça ellerimizi yüzümüz varmış gibi göğe ve kovaladıkça elini çekenleri, ıslanmaya devam edecek yanaklarımız, kokusu burun kemiğini kıracak, vücut kalıntılarımız uçuncaya kadar, biz kendimizden vazgeçecek ve sürünün içinde, yalnız, sadece bedenimizle kalacağız.
Kokulardan yeşili görüyoruz yollarda. İki seçenek gözümüzü çıkaracak. Ya yola devam edeceğiz, susuzluğumuza yenik düşüp, seraplara doğru kovalayacağız istediğimizi, isteklerimizi, frekansı değiştirip bir şarkı tutturacağız, eğleneceğiz belki de, kendimizi kandıracağız.
Diğerini seçiyorum.
Duruyorum.
Meraklı gözler boyunlarını elverinceye kadar çeviriyorlar yanımdan geçerken. Baykuşların insan postu giyebildiğini bilmezdim. Hep yanıldım hayatımda, bu kez yanıltmak için duruyorum. Yeşili tutsaklığa dönüştürüyorum. Kornalar çalınıyor arkamda, selektörler, küfürler de tabii. Ben hayatı seçiyorum. Kendi bedenimin postuna bürünüyorum. Yere düşen yüzlerimin üzerinde söndürüveriyorum sigaramı.
Cısss.

paylaş:

yanılgılar


Bu bir bildirgedir. Karanlıkların içinde hapsolmuş ateş böceğine gönderilmiş bir mektuptur bu. Böceğin okuma yazma bildiği kabul edilmiş ve sonuçlarından kesinlikle yazanın sorumlu tutulması gerektiği ekte bildirilmiştir.

Madde-1
Fikirlerimizin ne olduğunu bilmeden devrik cümleler kurmaya çalışıyoruz. Virgülün nereye konulacağının önemi günden güne artıyor. Sıfat tamlamalarının ortasına konulan, yanlış anlaşılmalara sebebiyet verdiğinden, içkiliyken harflere dokunulmadığı göz önünde bulunduruluyor. Geniş zaman ekinin kullanılmasının nedeni, geçmişten arda kalanların kumrular tarafından yendiğidir.
Madde-2
Adabında söylenmemiş kelimelerin boğazda yaptığı düğümden ileri gelir öksürmeler ve devrikliğindendir fikirlerimizin bilinmezliği.
Madde-3
Puntosunu büyüttüğümüzde yazdıklarımızın, daha çok kişiye hitap edeceğimizi zannediyoruz. Yanılgının peşinde bir kuyruk ve tutturmuşuz, bulutlar olduğundan beyaz, olduğundan yukarıda ve kapatıp açtığımızda gözlerimizi, artık bulutları göremiyoruz.
Madde-4
Küçümsemek başkalarını, popülarite çiçeğidir. Ateş böcekleri dağıttıkça polenleri, yayıldıkça yayılacaktır. Üstelik bir de yeşil zikzaklar vardır kelimelerin altlarında yer alan, popülaritenin aslında halkça tutulma olduğunu hatırlatır.
Madde-5
Haklı yanları olabilir. Bir insan doğruları söylemekle yükümlü değildir, kimse ama kimse. Yapmadığı eylemlerden yaptı sonucu çıkarıldığında, suskunluğu, onun bu yapmadığı eylemi gerçekleştirdiği anlamından çok, ona vurulan yakıştırmaların damgasının tam olarak hangi boyutta üstüne yüklendiğini anlamakta güçlük çektiğindendir.
Madde-6
Ateş böcekleri elle tutulmamalıdır.

Ek-1
Bunları yazdım diye suçlayamazsınız beni. Çünkü suçlanacak bir şey yazmadım ben ama yazabilirdim. İşte o zaman köpüren beyinlerin fokurtusunu duyardım. Kendi görüşlerinin çaprazında yazdığım her kelime hatta her harf için lanet okurdunuz bana. Kesinlik denen kavramın bilincinde olduğum gerçeği doğduğunda cümlelerimde ve sonlarına konulan ünlem işaretiyle, ilk önce zavallı derdiniz bana ardından küfür basardınız.
Ek-2
Ateş böceklerinin okuma yazma bildiği de nereden çıktı? Kim öğretti onlara okumayı, yazmayı?
Ek-3
Elle tutulan ateş böceği ölebilir. Tek başına kalmış bu çaresiz, minnacık bir varlığın onlarcasının bir araya geldiğinde karanlığı aydınlatabildiği unutulmamalıdır.

(görsel buradan)
paylaş:

papatyalar der ki


Susuzluğumuzdan ileri gelir ruhumuz. Gün ışığının sütun huzmelerinde hapsolmuş, kaçışımız ölümün elinden. Masum gülüşlerin ardında kalan bir kalp. Düşsek, kanatlarımızın açılacağına inanıyoruz saf düşüncelerimizle. Derinliklerinde gözlerin, adına basitçe aşk denilen olguyu ararken, kayboluveriyoruz sayfaların ücra köşelerinde, hâkimiyeti kalemin eline veriyoruz.
Mutlu olmanın ne demek olduğunu anlayabilmek için tükettiğimiz her dakikada mutlu olabildiğimizin farkına varmadan doyumsuzluğumuza yenik düşerek kaçıyoruz benliğimizden.
Otursak pencerenin kenarına, açsak sonuna kadar perdeyi ve baksak yukarılara, aslında kavrayacağız mutlu olduğumuzu. Yitirilen her yelkovana inat, masanın başında kendimizi en büyük varlığımızı koyar gibi iteceğiz ellerimizle. Kaybetsek bile süre gelen eli, kazananın elinde yeniden doğup, yeniden süt emeceğiz annemizin göğüslerinden.
Sadece uzanacağız çimlerin üzerine, gözlerimize güneş girecek ve elimize geçen ilk papatyayı koparıp başlayacağız saymaya, seviyor sevmiyor, seviyor, sevmiyor…
Sevdiğini bile bile neden risk aldığımızı da anlamıyorum. İhtimali yarıya düşürmek de niye? Baştan yazalım o zaman üzerini çizdiklerimizi.
Sadece uzanacağız çimlerin üzerine, gözlerime güneş girecek ve elimize geçen ilk papatyayı koparıp başlayacağız saymaya, seviyor, seviyor, seviyor, seviyor…

paylaş:

rahibeler ve çıplaklık


Arzuya aç beyinlerin kapalılığında bir kavanoz ve dibi görünmez, sığlığında derinlik. Apış arasında patlayacak volkanları dilerken her gün gecelerde, pencere kenarında kendini tatmin edenlerdir onlar. Genellemelerden uzakta, kapı aralarında kendi göğüslerini avuçlayanlardır. Ayıp olanı yapma aşkına, gördükleri uzuvları içlerine girerken gördükleri düşlerden uyanmak istemezler. Yakıcı kırmızılıklarda bulanıp kayganlıklara, deliklerde gezdirdikçe tırnaklarını, bedenlerini diğer dünyalara sakladıklarını unutup, kudururlar.
Kıvılcımlarında titremelerin, sürtündükçe duvarlarda, sallandıkça göğüsler boşluğunda dünyanın, kalp atışları olduğundan hızlıysa, insan zaaflarından yitirilmediğini düşündürür.
Çıplaklığını sergileyen bir vücut, uzuvları dikilirken bilmeden, karşısındakilerin salyaları akar, sürülürken fırçalar tuvallere yada iç gıcıklayıcı sesleri çıkartırken saman kağıtlarında kalemler, nefes alış-verişleri zorlaşırken ciğerlerde, köpürmeler oluşurken kasıklarda ve gözbebekleri büyürken, yakınlaşırken bakışlar erkeğin çıplaklığına, örtülü başın altından terler süzüldükçe enselere ve sırtlar kayganlaşırken, kokarken sıvısallık, saydamlığında odanın matlaşırken bedenler, rahibeler azgınlaşırken saniyelerde, erkeğin içindeki nefret dönüşürken kine, bacaklarından tutup sahip olma isteği beynini kemirirken adamın, odanın içinde koktukça çıplaklık, yapış yapış avuç içleri, göğüs arasından göbek deliğine inen karıncalar, ayakkabı içinde parmakların gerilmesi, işlevselliğini yitiren beyinler, dirilen loplar, şekil bulmaya başlayan resimler, akan zaman yapış yapış, akan tükürükler, akan kanlar ve süzülen vücutlar, tırnakların dişlere sürtmesi, inlemelere dönüşen nefesler, gözlerin geriye devrilmesi, yutkunmakta zorlanmalar, soyunmaya başlayan rahibeler ve okşamalar ve yalamalar ve ısırmalar…
Kalbe geçirilen hançerler gibi bacaklarda darbeler, morartmaya çabalayan vuruşların sebebi uzvun hareketlerinden kuduran bedenler ve alta geçmeler, üste geçmeler, titremeler, zıplamalar…
Dalgalanırken dünya, dalgalanırken göğüsler, boğanın boynuzunun yorulması ve doruk noktası, püskürmeler ve açılan ağızlar, dışarı çıkan diller, kapanan gözler…
Dünya bir kavanoz, onlar sürüngenler… Azgınlıktan önceye düşse kırık camlar, odanın içinde rahibeler, odanın içinde çıplaklık. Oluk oluk kanlar damarlarda, kapı arkasında bir meraklı, yazılanları arzulayan beyinler ve olmayacaklar, belki olacaklar…
paylaş:

porno


Sabah ereksiyonu kıvamında, olduğu gibi masum görünmeyen dokunuşlar, sevişme ile düzüşme arasındaki o incecik çizginin bir an olsun kırılmasıyla oluşan fışkırmalar, anal ve oral kavramların lapalarla kaplanması, uçkuru düşüncelerin yavanlığında romantizm ve inişli çıkışlı bol sürtüşmeler…
Edepsizce açılan bacak arasında yapış yapış dudaklar ve mahzenini arayan bir dil dışarıda, salgıların sarhoş eden kokusallığı baş döndüren pürüzsüzlükte bacaklara sürtünen sivri sakallar, ellerin tepelerde gezinme şevki, madenleri keşfetmesi ve içe dalış hareketleri…
El el görevi yapmaz olur, bacaklar bacak… Sulanan ağızdan akan tükürükle yıkanan delikler kayganlaşırken okşamalarda, yüreklerden akan kanla beyne sıçrar hissiyat ve edebin ta dibine vurulur bilmeden. Salınan göğüsler alınırken ağız kafesine avuçlanan loplar çekilir kendine doğru ve otururken erkeğin kucağına kadın, açar gizemlerini her nefes alışında.
İnlemeler delip geçerken duvarları, pozisyonlara bakar zevk almak, omurgadan bastırılan avuç içi kaydıkça kayar aşağılara ve bacak arasında duraklamalar, zevkin doruk noktasına çıkmasından önce kalp atışları arttıkça artar, kaburgalar şikâyetçi bu durumdan.
Ön-arka, in-kalk, nefes al-nefes ver, ileri-geri…
Odanın içinde bacaklarını erkeğin omuzlarına atmış bir kadın, odanın içinde vajinal kokular, odanın içinde inlemeler, terler, kollar, ağızlar, odanın içinde organını kadının içine sokan bir adam, odanın içinde zevk, odanın içinde edepsizlik, odanın içinde ahlaksızlık…
Odanın içi çıplak, bedenlerin dışı çıplak, odanın dışı çıplak, bedenlerin içi sıcak…
Düzüşen beyinler var sıvısal kavramların derinliklerinde, kumlarından korunmak için kumsallarından kaçaduran kayganlıklarında, ölümlerinden yaşam beğendirmek için durmadan zıplıyorlar birbirlerinin üzerlerinde, organlarını her buldukları deliğe sokuyorlar, korkularının kılıçlarından kaçamadıklarında da suçluyla suçsuzun sorgulandığı bu savaşta “biz suçluyuz” diyorlar.
Göğüs denilen kırmızı bir elma, sapından tutulup çekilse kütürdeyecek, ısırılsa akacak ağzımızın suyu, boşalacağız.
Biz düzüşmesek neye yarar, beyinlerimiz durup durup düzüşürken her an.
“Biz suçluyuz!”

paylaş:

çıplak nesneselleşme


Öyle bir dünya ki burası, muz çekirdeklerinden düğmeler var insanların suratlarında, patlıcanlar süslüyor oysa kardan adamları ve bisikletlerle yüzüyoruz, zincirlerimiz atıyor boğazın orta yerinde.
Cahiliye’de kız çocuklarını gömerler doğar doğmaz kumlara, burada kumlar oluyor gömdüğümüz her çocuk öldüğünde.
Zina işlediğimizin biz de farkındayız, evimin dışında olduğuna göre sevdiğimiz, her gün herkesi aldatıyoruz.* Farkına vardığımızda elmaların turuncu olduğunun, tuvalette gazete okuyoruz. Aslında çuvaldız bir empati aracıdır.
Kayıp kentler yaratıyoruz bit kadar beynimizle bulamamak için ona kadar sayıyoruz yüksek sesle, yüzümüzü kolumuza gömmüş vaziyette, duvarın önüne geçmişiz, kentler başkalarının ceketini giyip armut dememi bekliyorlar.
Ateşi de soluyacağız bir gün, lanetlileriz biz. Aynalar da hayatın göbeğine kurulmuş büyük tiyatro sahnesi. İnsanlar, geçmişin çıbanlarından artakalan çukurları paha biçilmez taşlarla kapatan, bugünün kisvesindeki yırtıkları cafcaflı unvanlarla yamayan, rüyalarındaki geleceğe baktıklarında gözleri kamaşan insanlar, tiyatro sahnelerinde aynaları görür, aynalarda tiyatro sahnelerini. Aynalardaki suretlere dokunmak kabil değildir. Uzanan eller, aynaların sırlarına dokunur dokunmaz hadlerini hatırlayarak gerisin geri çekilir. Sert yüzeyde kıvranan tırnakların çıkarttığı o iç gıdıklayıcı ses kalır geride. Oysa sağırdır aynalar.
Ateşler. Sapkınlığımızın mükâfatı. Eğer zaman geriye devrilse, birden yabanıl çocukluğumuzun derinliklerinde kendimizi bulacağız. Ellerimizde çamurlar, gökkuşağını yakalamak için farıyana kadar benliğimizi yoracağız.
Odanın içinde iki sandalye çıplak, bir lamba ve bir sinek. Vızıltısı kulakları tırmalıyor, kalbimize saplanan bıçak gibi süzülüyor ışık boşlukta, iki kalp var durmadan iki beyne kan pompalıyor kırmızı, iki beden var çıplak, biblo gibi oturmuşlar sandalyelere, onlar çıplak, oda çıplak, ışık sıcak ve huzmelerinde sütun bacakları okşuyor.
Karşılarına geçmiş izliyoruz çıplak, iki beden var nesneselleşiyor bakışlarımızda, kemikler geçiyor eti ya da zaman eti kemik geçiyor.
Bulutların rengi beyaz oluyor yaşlandıkça, okuyup yazılanları acıyasımız geliyor onlara, çingeneler çalıyor biz oynuyoruz. Birbirlerini iki cinsin yaptığından farklı seviyorlar, birbirlerine sarılmaları farklı, bakışları farklı,…
Odanın içinde bir yatak, iki beden çıplak. Ortada bir çizgi, aksi akislerini yansıtıyor bedenlerin birbiri üzerine, iki göğüs altında bir kalp inip inip kalkıyor, yanında iki göğüs çıplak, ayıplıyoruz.
Yapışkan düşüncelerimizde tutkal oluveriyor aşk, yakıştıramıyoruz. Onlar ateşlerde yanacak, çocukluklarından utananlardır onlar, biz, yanan et kokusunda zevke geleceğiz. Ne de çok sıfat yakıştırır olduk insan olduğumuzu unutarak, zoruz biz, anlaşılamıyoruz.
Odanın ortasında bir sinek, bir o göğse konuyor bir bu göğse. İki beden dört göğüs, iki göğüs aksi birbirinin, dört göğsün birbirinden farkı yok.
Her gün yalanlar söylüyoruz ucu açık, kangurunun cebine koyuyoruz kendimizi hep biz mükemmeller, odanın içinde iki beden, çıplak, onlar cehennemin dibini boylayacak, kanlarını içeceğiz kadehlerde, kuyruklarımız ve boynuzlarımızla.
Hiçbir varlığın aslında hiç de gözüktüğü gibi olmadığını fark ettiğimizde, yaşanılabilecek olguların tümevarım karakterleriyle çeliştiğini anlıyoruz. Oysa bizler deliyiz. Suç kavramını yaşasak da suçlu ilan edilemeyenleriz.
Odanın içinde iki beden, çıplak, biri erkek, diğeri erkek.
Odanın içinde bir sinek.

* “vişnenin cinsiyeti” adlı kitaba gönderme.


paylaş:

Çünkü Bu Ben de Seni Seviyorum Demek

Dudaklarını çekme benimkilerin üzerinden. Zamanı unutup kal öyle, bu ben de seni seviyorum demek… Hiç dinlemediğim şarkılar dinlet bana, hiç duymadığım şarkılar söyle. Parmak uçların elmacık kemiklerimin üzerinde gezinsin ve benim aklımda sadece mavi kalsın. İçinde sarı haleler olan mavilerden değil ama, biraz gri biraz mavi. Mavilerinle geldiğinde çok güvendiğim şiirlerimi anlamsız bırak, elimden düşür şiir kitaplarımı. Dudaklarım aralansın ama çıkmasın ağzımdan sana söyleyeceğim şiir dizeleri. Söyleyemediğim sözcüklerimi anla sesimden* ve dudaklarınla dokunduğunda dudaklarıma her şey anlamını yitirsin çünkü bu ben de seni seviyorum demek. Söyleyeceklerime ihtiyacımız kalmasın böyle olunca.
Ben uyurken duymadığımı farz ederek kulağıma fısılda söyleyemediklerini, uyandığımda bana rüya gördüğümü söyle. İkimiz de bilelim rüya olmadığını ama üzerinde durmayalım. Çünkü aslında sen de benim her şeyimsin.
Geçmiş diye tanımladığımız şeyler şu anki hayatımızdan çok uzaklarda başka yaşanmışlıklarda kalsın, bahsettiğimizde bize bile uzak gelsin. “Sahi ne zamandı bunlar?” diye soralım birbirimize. Sanki o geçmiş boyunca hep bir yerlerde sen varmışsın gibi, hani içten içe bağımsız isimsiz birini değil de yüzünü görerek mavi olduğunu bilerek kokunu duyarak ve özellikle onu arayarak seni beklemişim gibi. Adanan adaklar gerçek oluyormuş, dualar içten ve çok edilince kabul ediliyormuş, yukarıdaki beni de seviyormuş gibi olsun şu hayat.
Ne zaman seni karşılamak için çıksam kapıya, yüzünü gördüğüm an ah bir bilsen nasıl özledim diyeyim sana ve dudaklarına dokunduğunda dudaklarım sen de şiirin devamını hatırla: ah bir birsen nasıl özledim / nasıl nasıl nasıl özledim platin dudaklarını! / o mecburi dudaklarını! / salkımsöğüt dudaklarını! / aşktan incinmiş çok kalın hüzzam dudaklarını! / gözlerinden zam isteyen dudaklarını! / gövdeni!. gövdenin törenlerini özledim! Bekledim seni**, çünkü bu ben de seni seviyorum demek.
Elektrikler kesilip de mumları yaktığımızda kapımız çalana kadar anlamayalım elektriklerin geri geldiğini. Yüzlerimiz birbirine dönük, ellerim ellerinin içinde uyuyakalalım. Uyanıp da kitaplarınla ilgilenmen gerektiğinde kahve yapayım sana, üşüme diye omuzlarının üstüne bir battaniye bırakayım, alnının üst köşesinden öpeyim. Çünkü bu ben de seni seviyorum demek.
Ve giderken, son kez olmayacak bir gidişe başlarken, sayısını bile unutacağım vedalarımdan birini ederken sana, önce yanaklarımdan sonra alnımdan öp beni. Genç kız hayalleri kurarken tarif ettiğimiz gibi hani en yakın dostumla. Olur da biri görür diye kapıda dudaklarıma dokunamazken dudakların, biliyorum ben bu da ben de seni seviyorum demek…
*Cemal Süreya – 8.10 Vapuru
** küçük iskender – serseri prens introsu
paylaş:

Bu Sabah


Bu sabah yine sordum bu soruyu kendime. Kalbim seni beklemekten ne zaman vazgeçecek? Kafanı her çevirdiğinde bana bakmanı beklemekten ne zaman bıkacak!? Ne zaman özgür olacak yeniden? Zamanında çok güldüğüm, türlü türlü yakıştırmalar yapıp, sahip olanları küçümsediğim şu kalp ağrısı denilen şey ne zaman geçecek? Seni görmezden gelmeyi bir kenara bırakıp ne zaman gerçekten yanımdan geçip gittiğini görmeyeceğim?
Bu sabah uyandığımda okula gitmeden önce lenslerimi gözüme takarken, aynadaki görüntümden kaçamadığım o tek anda yine sordum ben bu soruları kendime. Midem bulanırken kalbime de bir ağrı saplandı yine metrodan inip de o merdivenleri çıkıp okulun kapısından girdiğimde seni görebileceğimi hatırlayınca. Bu gece uyumadan önce müzik dinledim yine, Beşevler sokaklarında beraber söylediğimiz şu şarkıyı. Seni gördüğümde bu sefer olayların farklı olacağına dair hayaller kurarak, farklı sahneleri, ayrı diyalogları kafamda tekrar ederek uykuya daldım. İçten içe düşündüklerimin hiç gerçek olmayacağını bilerek acıttım kendimi tam uykuya dalmadan önce. Yine uyandım. Uyanmak istemeden uyuduğum şu uykudan, kahretsin tekrar uyandım. Her sabah aynı soruyu sordum kendime, “ne zaman?”. Her sabahtan farklı olarak cevap verdim bugün kendime; “Uyanır uyanmaz onu hatırlamayı unuttuğunda…”
Bu sabah yırttığımı söylediğim kırmızı kazaklı fotoğrafına baktım yine. Kırmızı tırnaklarım yüzünün etrafında gezdi. Kırmızı olup olmadığını merak ettiğim sesini hala hatırlamadığımı ama ev arkadaşının sesini hala unutmadığımı fark ettim. Sinestezik insanları merak ettim tekrar. Harfleri renkli görmek, sesleri renklendirmek duyguların müziğini duymak istedim, bana hep böyle hissettirdiğini bilinçaltıma gömmeye çalışırken. Herkesin eleştirdiği senin içinde ‘benim gördüğüm sen’i özledim her sabahki gibi.
Yine de bütün bunlara rağmen hiç keşke demediğimi fark ettim. ‘Hayal ettiğim sen’i hayal etmeye devam ederken hep şiddetle eleştirdiğim Mecnun’u anladım ben bu sabah, Leyla’nın “Beni Mecnun’un gözleriyle görebilseydiniz bu soruyu sormazdınız.” derken ne dediğini senin bir türlü anlamadığını da anladım. Bu sabah gözlerinden öperek uyandırdım seni, sen niye uyandığını anlamazken… Ya da sen fark etmedin ben uyanışını hayal ettim, bizi hep hayal edişim gibi. Kalbimde yer açtığım her erkeği bir sabah gözlerinden öperek uğurlamak zorunda kalışım gibi seni de uğurladım.
Bu sabah o kadar zaman sonra seni ilk kez gerçekten görmeden yanından geçip gidecekken “Günaydın” dedin bana. Şaşırdım. Otomatik olarak günaydın deyip geçip gidecekken birden aklıma şu dizeler geldi:
Çocuk, sil yüzünden tüm yalanlarını bu şehrin / Topla kalbini / Cadde cadde / Sokak sokak / Kazı ayak izlerini birer birer gri kaldırımlarından / Bakma yüzlerine hiç / Görme onları / Çocuk, bu kez ağlama / Bu kez git.
Çocuk / Her vedanın ardında bir bekleyeni vardır kimsenin bilmediği / Ve her gözyaşının altında bir dua, kimsenin duymadığı / Çevir gökyüzüne başını / Bakma arkana / Daha sert basa basa, daha güçlü / Anlat bu kara şehrin yollarına ak adımlarınla / Gitmek yenilmek değil kazanmakta / Gitmek gitmektir işte, hepsi bu…*
Ben de gitmek gitmektir işte, hepsi bu diye cevap verdim sana. Günaydın kelimesi çıkmadı ağzımdan ve sen anlamadın beni yine. Her sabahki gibi… Önce senin yüzüne baktım, sonra kendi ellerime. Ellerim kıpkırmızı kandı. Tyler Durden’ı** hatırladım, onun ölüşü gibi, ‘hayal ettiğim sen’i de öldürdüm bu sabah o cümleyle. Sen boş boş baktın ardımdan. Ben ellerimden kırmızı kanlar damlarken, içimden “Teşekkürler Cem.” diyerek sınıfın kapısından içeri girdim.

*Cem Adrian – Nereye Gidiyorsun?
**Chuck Palahniuk – Dövüş Klübü
paylaş:

zaman torbasında çocuklar


Çocukluğumuza dönebilseydik keşke, dumanlardan uzak küçücük bir köyde evcilikler oynayabilsek, verandanın yaz sıcağında sivrisineklerle cebelleşsek, kumdan kalelerin üzerine bir kova suyu dökebilen arkadaşlarımızla laf dalaşına girip salçalı ekmek yiyebilseydik acıktığımızda, küçük aklımızla büyük dünyalara yol alabilseydik dereye bıraktığımız kâğıttan gemilerin üzerinde ve bir de saf duygularımızı çekinmeden gösterebilseydik.
Koskocaman açılan kollarımızla sarılabilseydik annemize yeniden, saçımızı okşasaydı biz uyuklarken, ninniler mırıldansaydı kulağımıza, yeniden ‘anne’ diyebilseydik. Yanaklarından büyük büyük öpebilseydik, sarılabilseydik boynuna sımsıkı, koşarak atlayabilseydik iyi geçen yazılıların ardından, uzun cümleler kurmak yerine sadece ‘ben seni neden bu kadar çok seviyorum anne?’ sorusunu sorabilseydik çocukluk saflığımızla, pak duygularımızı yeniden vurabilseydik dışarıya da ‘bilmem neden bu kadar çok seviyorsun?’ sorusunu alsaydık cevap olarak.
Çimdikleyebilseydik durmadan yanaklarını, dizimiz kanadığında göğsüne bastırıp yüzümüzü hüngür hüngür ağlayabilseydik, sümüğümüzün tuzunu tadabilseydik tekrardan, üzüldüğünü gördüğümüzde ‘çok acımadı anne’ diyebilseydik.
Kendimizden büyük kendimizden ağır çantamızla okula gidebilsek de öğretmen gelene kadar konuşadursa, konuşanlar listesine adımızı yazsalar, tekrardan azar işitebilseydik. Küçük olmanın güzelliğini anlamadan her söze karışsak, anlamasak da konuşulanları sıkılmadan oturup kafa yorabilsek.
Yeniden yerden yüksek oynayabilsek, annemiz çağırana kadar eve gitmesek, tek derdimiz koşmaktan yorulmak olsa, keşke büyümek istediğimiz yaşlara yeniden dönebilsek.
Ataride tetris oynasak, çizgi film kuşağını hiç kaçırmasak, gece uyumak bilmesek, pazar banyolarından nefret etsek, andımızı söylesek yeniden, teneffüslerde tüm arkadaşlarla beraber tuvalete gitsek, ağzımızı dayayıp çeşmeye kana kana su içsek.
Yapabilseydik bunların hepsini, olmak istediğimiz yaşa gidebilseydik, gülmekten karnımıza ağrılar girseydi, dünyanın varlığını unutup patates kızartmasıyla köfte yesek, bıyık yapan bol köpüklü ayran içebilseydik, keşke yeniden çocuk olabilseydik.
Ağlayabilseydik, sokak aralarında koşabilseydik, elim sende oynayabilseydik güneş batarken, dere kenarında kurbağa yavrularını balık sanabilseydik.
Belki mutlu olurduk, en azından mutlu olduğumuzu düşünüp kendimizi kandırmazdık. Tükürmezdik, küfretmezdik, gocunmazdık, kin tutmazdık, başımız ağrıyana kadar düşünmezdik.
Hem bu sefer üzmezdik annemizi, sütümüzü içer erkenden yatardık, geç olmadan eve döner, tabağımızda hiçbir şey bırakmaz, pazar günleri banyoya ilk biz girer, büyüyünce ‘keşke’ dememek için daha çok uğraşırdık.
Şimdi yatalım, uyuyalım, sabah olsun, kalkalım, çocuk olalım…
paylaş:

aman, cıs, kaka, pis


Ağarıyor sokakları eskitmek adına güneş kaldırımlarda, gümbür gümbür şarkılar çalınıyor eksik kalmış tütün dumanlarında yalnız ve duymamak için kulaklarını, görmemek için gözlerini kapayanlar, yürüyor başları eğik.
Kımıldanıyor caddelerde ta eskilerden kalma yaprak kurusu, bilmeden geçmişini biri üzerine basana kadar anımsıyor dakikaları.
Gümbür gümbür çalmasına çalıyor da dinleyen kim?
Ben de yazardım, bir de güzel kapatırdım sayfaları, utanmadan yırtardım da kimsenin ruhu duymazdı.
Acı denen kıldan ince bir boyun, tutmuşuz birinin elini, tutturmuşuz mazgallarda yağmurlar, kuruyana dek yorgan niyetine yapraklar örterdi oysa karıncaların üzerini, kuzeye sırt çevirmişti bir de bunların yuvaları.
Aman tanrım, ne diyorum ben, sıkılmadan bir de sigara mı içiyorum, aman, cıs, kaka, vallahi ben yapmadım.
Sokaklar kimsesiz kalıyor, biz ölümlüler, ölüme terk ediyoruz ölümüne kalkan bakışlarımızı kaçırarak, tırnaklarımızı yemeği de unutmuyoruz, milyonlarca yazık bize.
Koşarak yağan yağmurun altında, yüzümüzün yıkandığının farkına varsak, uçup gidecek soğuyan çay tadında acılar, durup su birikintisinde aksimizi göreceğiz, kendi halimize güleceğiz.
Siz tartışadurun kimin babası kiminkini döver, ben yalnızlığımdan dem vurup yollardayım gece gündüz, aşk molaları veriyorum her durakta, oysa denizlerde yürümüyorum, göğün aksini inciten gemim de yok, bir sigara, bir otostop macerası ve bir de şans delik cebimde, suskunluğumu yedim tuzlayıp.
Yollarda çocuklar, yılan bulmuşlar ölü, yollarda kamyonlar, toza dumana katıyor dünyayı, yollarda bilyeler, içinde maviler, beyazlar, kırmızılar… Hayatımız yangın merdivenlerinden farksız.
Bir masa, üç sandalye, oturmuşum sandalyenin birine keyif çalıyorum, hava mis, yemekler nefis. Kafa şişiriyorum, var mı benim gibi hisseden?
İçiyorum. Soluklana soluklana koymuşum dibine bardağın dünyayı, ulaşmak için ona durmadan içiyorum.
Yapmama izin vermezler bunları, yapsam da kötü kötü bakarlar bakışlarını devirerek. Kim olduğumuzu unutup başkalarının hükmünü başımızda şapkalaştırdığımız vakit, yapamadıklarımızın hepsi ‘aman, cıs, kaka, pis’.




paylaş:

kahrolası kusursuz

Tek dilenen daha fazla his, daha fazla korku… Yapabileceklerime kulak asmadan… İnadına kırmızı… Durup soluklanalım, susayalım… İçmek şarapları… Bacaklardan süzülen terler ve... Neden olmasın?
Küçük bir sürtük yatağımdaki… A, yapma ama… Bunu söylemeyecektin… Bildiğini bilmiyordum…
Kusursuz bir beden, kusursuz bir ten, kusursuz bir ruh, kahrolası kusursuz…
Elime geçen bir kalp olmalı; sıktığımda parmak aramdan fışkırmalı, elime gelen göğüsler olmalı; sıktığımda portakal gibi patlamalı, pürüzsüz olmalı, güzel koklamalı, diriliği gözleri doldurmalı, sapık ruhumu susturmalı, gitgide yaklaşmalı, ışık huzmelerini kıskandıran bacakları olmalı; üzerine düşen kuş tüyleri düşmeli aşağılara, her açılıp kapanmalarda sulanmalı dudaklar, yapışkanlık kaldırmalı uykusundan uyanmak isteyeni, kaynatmalı fokur fokur bademleri, dikilmeli capcanlı ölüler gibi gecelerde, bilinmeyenleri ayak izlerine döndürmeli çöllerde yanarken, aktığında ölmemek için savaşa katılanları içmeli, yalamalı adeta, kıvrılan bir dil; damarlarında kalp atışlarının ritmi gezinir, yalamalar, tükürük bulamaçlarına karışan lapalar ve yutkunmalara dayanan soluk alışlarda devrilmeler geriye doğru, aşağılara indikçe inip kalkan bir uzuv, canlılığını kazanma çabası güderken oynadığı çobancılıkta, yaşlanmaya direnen bedenin yetmişine geçmesiyle biten süt kıvamlı, bir de yitip giden mücadele, olurdu bunlar, mükemmel bir ruh; içini doldurduğu kılıfının şeklinden sapan, ateşler içine düşse zevkten kuduran, ağzı yalamaya alışkın, kulakları kör, gözleri duymaz…
Sıktığımda ayrılan bir dudak ve çapraşık yaşanmış sıvısal duygular, eller titrerken her dokunuşta, inlemelere karışan acılar.
Ele gelen körpeliğinde bir uzuv, sıktıkça şişmeye doymuyor. Altta iki balon patlayacak, her yer bulamaç, her yer kırmızı. Diriliği gözleri dolduran, her deliğe uymayan ve bir de yok olup gitmeler var hislerin, ölümler var uzuvlarda, bükülmeler var, küçülmeler var.
Hisler var daha fazla dilenen, her korkunun arkasına gizlenmiş, ulaşılması güç köprülerden atlamak gerek, kimseye karışmadan, sokak aralarında bile, kulak asmadan ve kırmızı ışıklar yanarken lambalarda, trafik durmuşken kıvrılmaktan kuduran yolların üzerinde, soluklanmak, susamak için duralım, akan kırmızılıkta, kadehlerin içinde bulanırken şaraplara, terler boşanırken bacaklarımızda ve… Neden olmasın? Yatağa atılan sürtüğün yaşına bakmadan, katil damgası yememek için kendini zor tutmalar ve sapıkça ruhun bedeni okşamasını yenmeler dakikalarda, zorluklara karşı hoplayan göğüslerin diriliği… A, yapma ama… Bu kadar da kötü olamaz, hemen sorgulamalar, işaret parmağını göze sokmalar başlamasın. Dünyevi mutluluğumuzda cehennemi hatırlamadan yapılanın kötülüğünü sorgulamak sana kalmadı, unutma bunu. Ama yine de bunu söylemeyecektin, utangaçlık denen pelerin sarmış çoktan bedenini, itiraf ediyorum, bildiğini bilmiyordum…
Karşımda duran bacak arasını açmış kusursuz bir beden…
Her an tırnaklarını bedenime geçirecekmiş gibi duran, yağ gibi, kusursuz bir ten…
Kılıfına sığmayan, duman tadında, tütün ve kusursuz bir ruh…
Kahrolası kusursuz!


paylaş:

bay aklı-apış-arasında



Yaktığı iki sigaranın birini C.C.’ye verdi.
‘Böğürtlen’ dedi Chris içinden. Kaygan ve tatlı rujun dilinde bıraktığı ulaşılmaz haz, ciğerlerine doldurduğu dumanla beynine ulaştı. Kapkaranlık ortamı aydınlatan saniyede bir flaşlar; yüzlerce içkinin içinden geçerken sarhoş olan ışık huzmeleri, omuzlarda, boyunlarda alınan soluklar; nefes alışları, nefes verişleri. Bacak aralarında gezinen bakışlar ve hoplayan göğüsler eşliğinde boşalan bir müzik. Yoğun dumanın içinde mideye inen onlarca sıvı, çökmüş göz kapakları, iğne izleriyle dolu kollar, birbirini bulan dudaklar, kırmızı, boya, topuklar ve bacaklar. Bir ortamda bulunan nesneleşmiş varlıklar. Konsepti oluşturan biblolardan farksız yavaşça salınan kızlar.
Buzlu bardağın içinde içilmeyi bekleyen bir İskoç viskisi, kıvamsal yapıtaşlarından ayrılmayı bekleyen alkol ve hazzı dorukla taşıyan aromalar. Morumsu dudakların üzerinden ıslak dilin üzerinden süzülen bir sıvı.
“Hey, yavaş ol Minerva...” dedi C.C. kızın kolunu tutarak “…süt içmiyorsun güzelim.”
“Karışma bana!” dedi kolunu çekiştirirken “Oturmaya gelmedik buraya.”
Bilmiş bakışlarını kızın göğüslerine dikmiş vaziyette “Ne için geldik?” diye sordu.
“Ah Chris, yanından geçen kızların kıçlarını nasıl süzdüğünü görmek için gelmedim…” dedi gözlerini göğüslerine dikmiş olan C.C.’ye “…hele hele bütün gece göğüslerime bakıp, eve dönünce beni düşünerek boşalasın diye de gelmedim. Eğlenelim bu gece Chris, hayat çok kısa, baksana.”
Bakışlarını loplardan kızın gözlerine kaldıran C.C. “Her zaman bu kadar seksi olmak zorunda mısın?” diye sordu kızın beline dolanırken. “Bu gece sana neler yapabileceğimin farkında bile değilsin.”
“Piçten başka bir bok değilsin Chris Cave. Kıçını kurtarmak için bana yalvaracaksın bu gece.” dedi Minerva, C.C.’in bacak arasını yoklarken.
“Bakın burada kimler varmış?” dedi Marla. “Bay aklı-apış-arasında ve bayan tuzağa-düşmüş-keklik”
Dudaklarını Minerva’nın ağzından çıkaran C.C. karşısında duran sütun bacaklara “Bu ne şeref Marla.” dedi ve içkisinden bir yudumu midesine indirdi.
“Kim bu sürtük?” diye sordu Minerva C.C’in kulağına fısıltıyla.
“Anlaşılıyor ki bu gece de yatak gıcırtısından uyuyamayacağız.” dedi Marla, sırıtarak.
“Tanıştırayım, Marla…” dedi Minerva’ya, “…ve bu bayan da…” derken Marla C.C.’in sözünü kesti.
“Bayan keklik, neyse Chris, seni görmek çok güzeldi dememi beklemiyorsun sanırım, ben gidiyorum, ortam beni hiç sarmadı.” dedi ve gitti.
“Kim bu kendini beğenmiş sürtük ve bana neden keklik dedi?”
“Kendisi komşum olur ve boş ver. Dediğin gibi kendini beğenmişin tekidir.”
“Neyse, hadi sana gidelim bebeğim, yapacak daha çok işimiz var.”
‘Marla, gece düşlerimin başkarakteri, kasıklarımın ateşi…’ diye düşündü C.C. kabaran hatıralarıyla. ‘… baş ağrılarım, sızılarım. Bunların tek sebebi bacakların olmasa gerek, göğüslerin, gözlerinin içi, boyalı dudakların ve her an sırtıma geçirecekmişsin gibi duran tırnakların. Bir gün gelecek ve yatağımda bana eşlik edeceksin, sigaramı sen yakacak ve kucağımda sen oturacaksın. O gün geldiğinde, tüm benliğimde toplanan hisler vücuduna fışkıracak. Evet, bunu biliyorum, tanrıyla yüzleşeceğim gün o gün olacak!’
Anahtar deliğe girmeden öpüşmeye başladılar. “Piç herif!” dedi Minerva, “Zıplat beni.”
Dilleri birbirine dolanırken aklından Marla’yı defetmeye çalışan C.C. kasıklarındaki ateşi küle çevirmek için anı yaşamaktan başka bir çarenin olmadığını fark etti ve kendini gecenin pistine bıraktı.
Barda Marla’nın söyledikleri ve bakışları ve bacakları ve dudakları aklına geldikçe daha da hızlanıyordu. Şehvetle acının karışımı çığlıklar atan Minerva’nın hoplamalarına karışan yatak gıcırtısının sesini duydukça daha da kuvvetleniyor, rötar yapmış uçağın sabırsızlığıyla kendinden geçiyor, hırıltılarına ohlamalar karışıyordu.
Alt katta sinirden geberen Marla’nın surat ifadesini görmek için kıçını bile açardı sokakta.
Elinde sigarası gürültüleri duymamaya çalışan alt kat komşusu Marla’nın, sinirleri en zirvelerde kayak yapmaya başladığında ağzından püsküren sözleri şuydu: “Bir kızı düzerken bu kadar zıplamana gerek yok Chris Cave!”
Bunları duymuş gibi C.C. daha çok bağırmaya ve zıplamaya başladı. ‘Seni de böyle düzeceğim Marla!’ diye geçirdi içinden...


uslu bir çocuk olup buraya tıklarsan Chris Cave'in diğer maceralarını bile okuyabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.


paylaş: