cinsel bir obje olarak kadın vücudu


Flüoresan ışığı altında bedeni, tüm kıvrımlarını odaya dolduruyor; ten kokusu adeta zevkleri alt üst etmek için çaba sarf ediyor; ölüymüşçesine vücudu, soğuk parkenin üzerinde kımıldamadan sonunun gelmesini bekliyor; tüm estetiğin arasında halatlar, salıncakları oluşturmak için düğümlenmeyi bekliyor.
Korku, kapı arkasına saklanan korku, kadının üzerinden geçip gözlerinde birikirken, adam ellerini kadının bacak arasına sokuyor, eteğini sıyırırken var olan istek körüklendikçe, gözbebekleri o kadar büyüyor.
Sivri çeneden göğüslere doğru inen vadilerde soluklanırken, iki dağın arasında dilini gezdiriyor; meme uçlarının dirilişini, körpeliğini her dokunuşta avuç içlerinde hissediyor, konaklamak için yamaçlara tırmanıyor, kalp atışlarından inip kalkan kafesin ritmine ayak uydurarak, parmaklarının arasında tuttuğu alt dudağı dişleriyle yoklarken, elleri beyne yenik aşağı ovalara iniyor; keşfedilmeyen çukurların içine girmek, tadılmayan et parçalarını çiğnemek, kokuları ciğerlerine doldurabilmek için burnunu teninde gezdiriyor. Belinin kıvrımlarında kavisleri, durakları geçip, tümseklere doğru başını çevirip, iki tepeyi birbirinden el kuvvetliliğiyle ayırıyor ve dibe dönük kuyunun insanı kudurtan güzelliğine kurban oluyor. Açılmamış tüm delikleri deşmek için bedenindeki kalp atışları, uzuvlarının dikilişi, nefes alışlarındaki bütünlük ve geberecekmişçesine titreyen elleri, hepsi ama hepsi, zevkine yenik düşmenin basitliği.
Kadının giydiği sadece uzun topuklu ayakkabıları. Yürüyüşlerinde zıplayan jöle kıvamında körpe göğüsleri, adım atışlarında birbirine sürtünen götünün lopları, hafif bir kavisle bir noktada toplanan göbek deliği, acıdan şişmiş dudakları, parmaklarının uzunluğu, kırmızı ojeler ve içine girildiğinde sırtları parçalayan uzun tırnakları. Acının dışavurumu, zevkten titreyen bedenler ve çığlıklar.
Sodomi sanrılarında halatların bilekleri yırtması, yuvarlak organın yuvarlak deliğin içinde püskürüşü, soğuk parke üzerindeki dudağın yere kırmızı ruju bırakması ve kuduran bedenin istemsiz kasılması. Ölürken acıdan, yine de dibe kadar girildiğinde oluşan haz, belirli bir ritimde seyreden ileri gidişler, geri dönüşler.
Ayak bileğinden yukarı çıkışlardaki pürüzsüzlük, baldırlarda ellerin soluklanışı ve apış arasındaki susamalar, her vuruşta dalgalanan loplar ve bütünlüğü koruyan buğday renkli terli ten, uzun uzun iç çekişler, ellerin bele doğru bükümü, zorlamalar, adamın parmaklamaları, parkede kayan ayaklar, yenilişler, adam ve duvar arasında sıkışmış ve sıkışmakta olan kadın, teni yalayan dil, duvara sürten göbek deliği ve sıkışan göğüsler, bedenin zıplatılması, girmek için değil çıkmak için olan deliklere girilmesi, acının vücuda yayılması, inlemeler, kalp atışları, kalp durmaları, kesik kesik çığlıklar, gözlerden süzülen yaş ve sonrasında gelen zevk, ohlamalar, iki bedenin tekliği, ağza alınmayacak laflar, ağza alınmayacak organlar, tavandan sarkan halatlar, uzun topuklu ayakkabılar, dirilen meme uçları, iki kolun bir bedeni sarması, titremeler, pozisyonlar, birlikte salınım hareketleri, salıncaklar, kucağa oturmalar, ete geçen tırnaklar, dişe geçen et parçaları, kudurmalar, hırlamalar, sahiplik duygusu, utanmaların kaçışları, dillerin düğümlenmesi, zehirler, sarmaşıklar…
Apış arasını örten incecik bir iç çamaşırının bacaklardan geçerken tene dokunuşu, bedeni sarıp sarmalayan incecik elbisenin tende kayıp gitmesi, uzun topuklu ayakkabıların iplerinin bacaklara geçmesi, kan kırmızı rujun şişmiş dudaklara sürtünmesi, terli tene sıkılan baygın kokular.
Her adımda yukarı kalkan eteğin baldırlara dokunuşu, akılların yetmediği kadar cazibe, sahip olma arzusunun apış arasından süzülüşü.
Geride kalan, soğuk parke üzerinde bitkin düşmüş, çırılçıplak, uzuvları büzüşmüş, soluk almakta zorlanan, sırtında dört tırnak, göğsünde diş izleri ve ruj kalıntıları bulunan erkek vücudu.


paylaş:

önce düşmek vardı sonra uçmak

Meymenetsiz suratları, sudukları, kırık dişlerinin arasından sarkıttıkları dilleri, çatlamış dudaklarına sürttükleri armonikalarla hiç olmadıkları kadar mutlu ve hüzünlü görünüyordu melekler ve ellerinde olmadan gelişigüzel çaldıkları senfoniye ayak uydururcasına salınıyorlardı gökte, suyun tutunması gibi bulutlara, gök gürlese düşeceklerdi. Benim yaşamım dedikleri senin, seninki benim.
Çığlıklarına karışırdı sustuklarında nefesleri ve nefeslerine karışırdı çığlıkları susadıklarında. İçebilmek için susadıkça çığlıkları, kendi boğaz çukurlarında boğulurlardı acılar içinde, suskunluklarına kavuşurlardı. Desenine bürünmüş tenim, dikenlerini batırıyorsun.
Bir kadeh şarap olsa tanrıyı yok sayacaklar, sevaplarından arınıp cehennem patikalarında keçileri kaçıracaklar, tutabilseler ne mutlu azıcık olsun karınları doyacak. Sana susadım, açlığım senin elinden.
Kol çırpınışları kediden kaçan köpek misali ve bir de zebani homurtuları. Yüklemsiz cümlelerinde öznen olayım.
Kırılan kanatlar, her yer tüy. Bedenine kavuşup da keşfine çıkmış bir beyin, ne zaman fark edecek apış arasını. Salıncaklarda salınalım, derelerim ırmaklarına karışsın.
Kasıklarından süzülen suyu yalayanlar, hislerini yalanlayanlar da çıktı aralarından, kaçınılmaz günahkârlar, tanrının kucağında oturup çukurlara atılacaklar. Gel beraber düşelim, sonu görünmeyen kuyulara.
Tüm kinlerini içlerine kustular ve ellerinin tersiyle ağızları silişler. Oje siyah, gözler yeşil. Hiç olmadığı kadar uzun, hiç olmadığı kadar kaçınılmaz dakikalar, sonrasında hüzün, sonrasında tütün. Dumanında gebereyim.
Ellerin titremesi, armonikanın suskunluğu, küçülen gözbebekleri, çürümüş döl kokuları, biraz da ter. Ateşler hiç bu kadar yakmamıştı. Bile bile düştükleri kuyular, bedenlerinin insanlıklarına yenilişleri ve yolunan tüyler. Acında yak beni.
Korkusuzluklarının ödülü kırmızı, kopkoyu. Sonu gelmez inleyişlerin bedeli çığlık ve tüm hislerinin karşılığı dipsiz cehennem. Yeşilinin içinde gezineyim.
Doruk noktasında tepişenler, yarın ölecekler. Pişmanlıklarını gömmüşler, arkalarına bakmaya niyetleri yok. Yedikleri haltların öcünü aldılar, öcü alınma sırası bizde. Nefeslerini tutup birbirlerinin içine atlıyorlar. Tutmasan düşüyordum.
Ve varmadan yere, çek beni içine. Tek derdimiz yorulmak, tanrıya gözükmeden bedenden kaçmak.
Önce düşmek vardı sonra uçmak.



paylaş:

Ağlamak veya Regl Olmak

Ağlamak neden hep olumsuz çağrışımlar yaratır? Neden insanlar ağlamaktan korkar, birileri ağladığını görünce utanır, gözyaşlarını saklamaya çalışır, boğazındaki düğümü bastırır, yıllardır ağlamadığını ya da ölüm hariç hiçbir şeye ağlamayacağını gururla söyler, kadınlar ağlayan erkekleri (genelde) itici bulur, babalar “Sadece zayıflar ağlar!” diye azarlar kızlarını, ağladığı görülen insana ağlamaması söylenir… Neden yapılır bütün bunlar?
İnsana en iyi gelen şeydir aslında ağlamak, bir genç kızın regl oluşuna benzer. Öncesi rahatsız ve huzursuz, oluş anı da sancılı. Ama ikisi de huzuru getirir bitişiyle. Şu an aynadaki yansımamdan seçebildiğim kadarıyla, iki katına çıkmış gözlerim, sarhoş olmuş Hoptediks’in burnunu andıran burnum, pamuk prensesin dudak tanımına benzeyen dudaklarım, karman çorman kısmen ıslak saçlarım ve buruk gülümsemem bunu düşündürüyor bana.
Çünkü az önce yatağımın üzerinde bir cenin gibi kıvrıldım ve ağladım. Hem de en rahatsız edici haliyle, titreyerek, hıçkırarak, biraz da anlamsız sesler bütünüyle nefes almakta zorlanarak… Tutmadım gözyaşlarımı, hıçkırıklarımı bastırmaya çalışmadım, bir insanın en zayıf en çaresiz en güçsüz haliyle, yani kendime sarılarak ağladım. Bir de ağlamamı hızlandıracak, sonra da arttırıp patlama noktasına getirecek şarkılar dinledim ki ağlamam yarım kalmasın, başlasın ve son gözyaşına kadar akıtayım plasentayı atar gibi vücudumdan. Bıraktım normalde kendimi düşünmekten men edeceğim şeyler gelsin aklıma, gelsin ve canımı acıtıp geçip gitsinler içimden. Zaten başlamış bir kere, acının azı çoğu fark etmez, bilen bilir, acıyabildiği kadar acısın. İyileşme süreci de aynıdır üstelik, dediğim gibi acının azı çoğu fark etmez çünkü.
Hem birçok kadın da dahil olmak üzere reglin vücuttaki pis kanı atmak olduğunu zannetmez mi insanların çoğu? Oysa genç kız da olsa koca kadın da olsa, sahip olamadığı bebeğe ağıt yakar dişi vücudu regl olurken, aynı ağlamak gibi. Ağlamak olmayana ağıt yakmaktır, olmayanı kalbinden atmaktır gözyaşlarınla. Belki de bu yüzden kadınlar daha kolay ağlar, regl olmayı bildiklerinden, erkeklerse acıdan korkarak daha çok acıtırlar canlarını, ağlamamayı marifet sayarak. Biz kadınlar da regl olamayan erkeklere ağlamayı yakıştıramayız, bizim hem lanet hem nimetimiz olan bu doğa olayını kendimize içkin kılarak hem erkeği aşağılar hem de dışlarız. Ağlayışını bir regl oluş taklidi sayarız bilinçaltlarımızda. Bu zulmün bu nimetin bize getirdiği toplumsal aşağılanmayı ve toplumsal yüceltilmeyi(tabi varsa…) erkeğe veremeyiz, bize ait çünkü, içimize işlemiş, benimsetilmiş bize.
Oysa regl olmak bedensel bir durumken, ağlamak duygusaldır. Hem biz kadınlar neden gerçek duyguları, sevebilmeyi, kalbinden bir parça kopması durumunu bir erkeğe veremeyiz? Hadi biz vermeyi kabul etmiyoruz, neden erkekler de kaçar bundan, ağlamayı bir aşağılanma sayarak? Neden “Erkek adam ağlamaz!” diye bir klişemiz var hala çok revaçta olan? Hatta ağlayan kadınlara da gıcığız muhtaç göründükleri iddiasıyla. Neden korkuyoruz ağlamaktan, regl olmaktan korktuğumuz gibi? Neden korkuyorlar ağlamaktan, regl olmaktan korktukları gibi…
Çünkü unuttuğumuz bir şey var, vücut ne zaman regl olsa, ne zaman kurtulsa plasentasından, yerine yenisini koyar. Her ay yeni bir bebeğe gebe kalmak üzere, hatta bazen kalır da. Aynen biz de yeni bir kalbe hamile kalmak için ağlarız. Kırılan kalbimizin bütün parçalarını, tek tek ve ayrı ayrı, gözyaşlarıyla attıktan sonra yenisini koyarız yerine, tekrar kırılsın ya da bir çocuk dünyaya getirsin de o çocuk gururumuz, gözümüzün nuru, devamımız, bizden ayrı, bizden bağımsız ama bizim bir parçamız olsun diye, adını aşk koyalım diye…
O yüzden bırakın ben ağlayayım. En küçümseyeceğiniz, en aşağılayacağınız, en acıyacağınız veya en kaçacağınız biçimde. Ben ağlayayım her seferinde yeni bir kalbe gebe kalmak üzere, eninde sonunda biri aşk olur diye. Siz mi, sizse istediğinizi yapın. Nasılsa kimse sizin çocuğunuza ya da çocuksuzluğunuza dil uzatamaz. Burası özgür(!) bir ülke.



paylaş:

yine evvel zaman içinde


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler de berber iken bir de biz dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, seninle az gitmişiz uz gitmişiz, dönüp de baktığımızda görmüşüz ki bir arpa boyu yol gitmişiz.
O arpa boyu yolda biz ne kadarlık yaşamışız orası ise bu zamanın en tartışılır konularından biri. Bu hikayenin en hatırlanabilir başında sen varsın/biz varız ve muhtemelen sonunda da sen olacaksın. Gerçi kabarık etekli prensesler, şatolar, kaftanlı yatağanlı şehzadeler ya da beyaz atlı prensler, saraylara kapatılmış cariyeler, sihirli atlar, gökten yıldırım yağdıran tanrılar yok bizim hikayemizde. Ama biz bu hikayeyi o kadar çekiştirdik o kadar eğlenceli kıldık ve o kadar ağladık o kadar ağladık ki hiçbir anonimin ya da Grimm kardeşler benzeri insanlardan birinin anlatmayı akıl edemeyeceği hale geldi.
Tabi, biz böyle düşünsek de kabul etmeliyiz ki dışarıdan bakan insanlar için hiç de ilginç bir hikaye değil bu. Bize masal gibi, bize ilginç, bize eğlenceli ve bize duygusal sadece. İşte böyle ortada zebellah gibi, uzun, kocaman, esmer mi esmer bir çocuk var bir de onun en yakın arkadaş(lar)ı. Bu iki çocuğun bir araya getirdiği iki kız var ilk bakıldığında sonlarının böyle olacağı tahmin edilmeyen. Bu iki kız (uzun saçlı yüzünde her zaman gülümsemesi olan ile kısa saçlı kemik gözlüklü somurtuk güya asi olan) hem kendilerini hem de çevrelerindekileri çok ama çok şaşırtarak bütün değişen kahramanlara rağmen beraber ve aynı(!) kalmayı başarıyorlar.
Lise günlerinde okuldan kaçıp araba kaçırıyorlar, beyaz atlı prensler hatta belki kaftanlı cesur şehzadeler bulduklarını sanıyorlar, töre cinayetlerine konuk olup, kendilerini sihir dünyasında kaybediyorlar, birisi bunu iç yazan şişeden içip anahtar deliğinden geçecek kadar küçülüyor diğeri de bunu ye yazan kurabiyeden yiyerek tavana değecek kadar uzuyor. Burunlarının uzaması pahasına yalan söyleyip ukalalık yapıyorlar sonra bütün bunları altı eylül parkında kimseye anlatmadıkları şekilde birbirlerine anlatıyorlar. Bu olanlar arasında bir düzen bir süreklilik yok ama buna ihtiyaçları da yok. Daha en başından biliyorlar beraber geçirilen dakikaların sürekliliğinden çok içtenliğinin önemli olduğunu. İkisinin de ayrı dertleri var o sıralar, bu ayrı dertleri beraber çözebileceklerini de bilmiyorlar henüz. Olsun, öğrenecekler…
Her acılı ve kendi dünyasında kaybolmuş ergenin düşündüğü gibi yüzyıllar sürmez lise, çabuk geçer aslında. Daha ne olduğunu anlamadan, öğrendiklerini sindiremeden bitiverir. Onlar için de çabuk bitiyor, kalp ağrıları, fos çıkan beyaz atlı prensler, sihir diye bir şey yoktur çığlıkları, agresif ergen şarkıları, geride bırakılanlar ve geleceğe -yani üniversiteye- dair kocaman umutlarla birlikte. Taşınma telaşı ve kaybolup gitmesinden korkulan bir sevginin derdinde birbirlerinden habersiz aynı şehre gidiyor bizimkiler. Habersizliğe rağmen o şehre aynı trende gidiyorlar, bir tren koltuğunu mesajlarını ve hayallerini paylaşıyorlar, hayatta bir başına olmanın külfetini hiç bilmeden kurdukları küçük kız hayallerini hem de.
Üniversiteye gitmesine gidiyorlar ama üniversite onlara resmen döve döve gösteriyor lisenin çok uzakta kaldığını. Bir şehirde bir başına, parasız, sevgisiz, annesiz ve haritasız kalmanın nasıl bir şey olduğu ikisinin de birbirinden bağımsız olarak öğrendiği ilk şey. Zaten ilk senelerinde yeni şeylerin verdiği heyecanla birbirlerinden kopuyorlar, birkaç telefon görüşmesine rağmen yüzyüze görüşmek nasip olmuyor bu iki kıza. Gerçi artık kız olmaktan ziyade, yalnız başına tökezleyerek genç birer kadın olma çabasındalar.
Ne ailelerinin ne de kendilerinin beklemediği bir şekilde yaralar bereler ve başarısızlıklarla birinci yıllarını tamamlıyorlar. Kabus gibi geçirilen yazların ardından ikinci senelerine başlarken, uzun saçlı olan hayatında hiç aşık olmadığı kadar aşık geliyor beraber okudukları şehre, kısa saçlı ve kemik gözlüklü olansa artık uzun saçlı ve aşık olmayı beceremediğini anlamanın hüznüyle. Genç bir kadın olmaya çalışırken destek gerektiğinin bilinci, lise arkadaşlıklarının masumiyetinin farkındalığı ve ikisi arasındaki arkadaşlığın kimseye benzemediği önsezisiyle sımsıkı tutunuyorlar birbirlerine bu sefer. Çünkü hayalini kurdukları büyük aşklardan daha kıymetli bir dostluk bunu öğrenmişler artık. Aşk yokken dost var, aşk oluşurken, aşk coşarken, aşk biterken ve aşk giderken hep orada dost. Gerçek olacağını bildiğin hayaller kurarken sabit karakter dost. İyi, kötü, eğlenceli ya da depresyonda, her zaman, her hatada, özellikle de bile bile hata yaparken orada dost, tam da arkanda hatana ortak oluyor yargılamadan.
İşte bu birbirine kenetlenme durumu yıllar sonra şöyle bir cümleye yol açıyor. “Sizin hiç iki kalbiniz oldu mu? Benim var. Biri bazen durduğunda yaşamak diyor diğeri. Diğerim.” Artık uzun saçlı olan kısa saçlı hala genç kadın adayımız uzun uzun bakıyor bu cümleye. Önce gülümsüyor, cümlenin edebi güzelliğine, çok güzel çünkü. Sonra çok duygulanıyor, artık kısa saçlı olan uzun saçlı hala genç kadın adayımıza sarılıyor sımsıkı, diğerine.
Garip aslında, sevgililer böyle şeyler söyler birbirine, derin bağlılıklarını ifade etmek için. Ama onlara göre derin bağlılıklar aşk gerektirmiyor. Ve bu gerçeğin ilk defa bu kadar açık bu kadar bariz söylenmesi aşırı duygusallığın yanında bazı şeylerin de hatırlanmasına yol açıyor. Sımsıkı sarılma ile teşekkür etme anının tam ortasındaki duraksamada, pencere önünde yapılan muhabbetler, Dilara’yı Kloş’a çevirme başarısını, emniyet müdürlüğünün önünden lise formasıyla bir arabanın içinde (ehliyetsiz beyaz gömlekli lacivert kravatlı zebellah gibi sürücüsüyle) geçerken arka koltukta birbirine destek olmalar, mangal yapma niyetiyle yenilen pizzalar, ayık kalmak niyetiyle oturulan masalardan sarhoş kalkmalar, 5 ayrı piercing macerası, en zayıf anlarını gözyaşlarıyla hiç düşünmeden paylaşmalar, intihar etmeye çalışan ama hep yalan çıkan, 3 cenaze haberine rağmen hala sağlam gezen sevgililer, kitapçı muhabbetleri, sıcaklığı birbirinden bilinen tekila shotlar, saç boyama eylemleriyle lezbiyen yaftası yemeler, elinde kamera saçmalamalar, Küçük İskender okuyup isyan etmeler, likörlü kahveler, yüzde yetmiş aynı dolaplar ve bu dolaba rağmen hiç pişti olmama becerisi ve muhtemelen şu an yazmayı düşünemediğim milyonlarca şey hatırlanıyor. Bir insan sekiz yıla ne kadar sığabilirse o kadar işte.
Sekiz yıl ve geri kalan bütün hayatları. Dakika dakika anlatacak olsalar yaşadıkları kadar sürecek hikayeleri, koskoca bir hayat. Ama işte anlatılmaya da ihtiyaç yok aslında, zamanı gelir anonim olur bu hikaye, mitleşir. Sonsuza kadar mutlu yaşarlar. Ama son sözü hiç değişmez:
“Sizin hiç iki kalbiniz oldu mu? Benim var. Biri bazen durduğunda yaşamak diyor diğeri. Diğerim.”
paylaş:

Üçü Bir Arada - Beklemek Korkmak ve İstemek



“Dudaklarımın gerisin geriye çekildiği; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim.” diye küçük iskender yazmasaydı da ben yazabilseydim keşke. Çünkü hem delicesine korktum senden hem de ölürcesine bekledim seni. Bir de çok istedim, inanılmaz istedim. Hala bekliyorum, ama hala korkuyorum ve fakat yine de istiyorum…


Sen bakma dışarıdan cesur göründüğüme, her şeyi yapabilirim yeter ki isteyeyim ayaklarıma, umursamaz görüntüme, gülüp geçişime, suratına bakmayışıma, baktığımda alaycı tek kaşımın yukarda oluşuna, kırk yıllık dostuma görüşürüz der gibi tek elimle selam verip veda ettikten sonra arkama bile dönmeyişime, bana baktığında görmezden gelişime. Bakma sen bu yaptıklarıma, hepsi korkudan.


Sensizlikten korkuyorum, şu dünya nasıl bir daha aynı olur sensiz? Bana şiir okuyacak insan bulunur, kitapları anlatacağım, sesine bayıldığım, sabahları beni öpücüklerle uyandıracak birileri eninde sonunda bulunur ama o ses sen olmadıktan sonra neye yarar? Yine de seninle olabilmek daha çok korkutuyor, seninle birlikte olmadan yitiremem çünkü seni. Esas korkaklığım burada işte! Sevmekten, şu insanoğlunun birilerini kendinden daha çok sevmesi mümkünmüş gibi beylik laflar etmekten, ardından insanlıktan çıkmaktan ve seni kendimden daha çok sevmekten, sonra seni kaybetmekten, canımın çok ama çok yanmasından, çok acımaktan, içimde oluşacak boşluktan ölesiye korkuyorum. Bu yüzden seni istemekten korkuyorum; istedikçe kendimden, daha çok istedikçe senden, istemeye inatla devam ettikçe yaşanacak bir sonraki saniyeden korkarak geçiriyorum vaktimi. Oysa sen öyle güzelsin ki!


Bazen iki adım uzağımda durur ve sana baktığımı fark etmezken, aslında kilometrelerce uzaklık anlamına gelen o iki adımı aşıp, yüzünü ellerimin arasına alıp sana bütün uzuvlarımla tek tek bir de ben olarak tek bir bütünlük halinde nasıl korktuğumu, korkup bakamayan gözlerimi, korkup uzanamayan, uzansa dokunamayan ellerimi, duymaktan korktuğu şeylerden kaçan kulaklarımı, korktuğunu bile kabul etmeyen mantıklı davrandığını iddia eden aklımı ya da kaburgalarımla ciğerimin arasına saklanıp korkudan yüzünü göstermeyen kalbimi anlatmak istiyorum. Ben anlatmak istiyorum da sen dinlemek istiyor musun işte bütün mesele bu. Bütün cevaplarının olduğu gibi bu soruya da cevabının muğlâk oluşu zaten korkan benim anlık cesaretlerime de gölge düşürüyor.


Aslında… Aslında bunların hiçbiri değil olay. Olay beni istemeyişin. Olay senin beni istemeyişini kabullenemeyişim? Daha önceleri yapmış olsam da bu sefer “Beni nasıl istemez!?” diye bağıran egomun küstah sesi değil bu, sadece umut. Belkiler… Belki sinirle söyledi, belki öyle demek istemedi, belki ben yanlış anladım, belki sadece, belki, bel… Hem belki de istiyorsun? En yakınlarımla oturup hiçbir şeyim yokmuş gibi gülerken beynimi yavaş yavaş kemiren “umut” adlı kurdun zırvaları bunlar. Üstelik beynimi yedikçe besleniyor, yedikçe büyüyor ve yedikçe semiriyor kendisi, kurtulamıyorum. Beynimi kemiren kurtla birlikte korkumu da katınca işin içine elim kolum bağlı beklemekten başka bir şey yapamıyor, bekledikçe korkuyor, korktukça istiyor, istedikçe bekliyorum seni.


Ama sen benden çok korkuyor, benden çok kaçıyor, üstüne üstlük inkâr ediyorsun yaptıklarını. Hoş belki de gerçekten istemiyorsun. Ben de burada sadece umut mu ettiğimi yoksa gerçeği mi gördüğümü bilemeden, yani cesur mu egoist mi olduğumu anlamadan bekliyorum. Korkmayan cesur olamazmış, çünkü cesur korkuya rağmen devam edenken, hiç korkmayan aptal olanmış, sadece aptallar korkmazmış. Ama madem korkuyorsun, küçük iskenderin de dediği gibi; “senin yaşın aşka tutmuyor çocuğum, hiç gelme / açıkta kalırsın / aşk insanı acıktırır / aşk insanı bir ölüme susatırsa aşk diye anılır”


Senin yaşın aşka tutmuyor sevgilim


lütfen gelme!


Ya da,


Gel…

paylaş:

Üç

Altı harftir aşk!
Senin için üç harf, benim için üç harf.
Senin altı harfin ve iki hecen,
benim altı harfim ve üç hecem,
bir de üçer harfimiz ve teker hecemiz.
Sence on sekiz harf ve yedi hece mi ederiz
yoksa sadece üç harften mi ibaretiz?
paylaş:

gökyüzü şemsiyelerini açmadan

Esen yelleri izlerken ellerinde, gözlerin kirpiklerine tutsak olduğunu fark eder ve düşeriz beraber görünenin içine görünmeyenler olarak, uzun uzun süzülürüz boşlularda ve ellerimiz çarpar birbirine, kuru dallar gibi kırılır ve ardından gözyaşlarımızda yüzeriz, arkamızdakilere çoktan elveda demişken, hiç de korkmadan tanrıya dikleniriz, sonumuz kırmızı, sonumuz mavi. Küçücük açar gülücüklerimiz biz yokken, utanırlar bizden saklanırlar kapı arkalarına, biz saklanırız birbirimizin arkasına, soluklarımız tam da durmuş, yollar uzadıkça. Yaparız, ellerimize alıp da fırçaları süreriz tuvale birbirinizin bedenini, kıvılcımlar çıkartırız.


Beyinlerimiz içerken şarapları, birbirimizde yeniden doğar ve ölmek için bekleriz avuç içlerimizde, parmaklarımız birbirine dolanmışken, biz sarmaşık misali.

Geçmişte takılı kalmaktansa kahkahalara takılır, açılmayacağını bildiğimiz halde uçurumlardan paraşütlerimize güvenerek atlarız. Açılmaz da. Kadere yenilmekse bu yenilelim anasını, kaybedeceğimiz sadece bedenlerimiz, kuru, çatlamış, susamış.

Acıkırız birbirimize, susarız, acıları tattırırız tuzlu tuzlu.

İkilemelerde zıplarken sessiz harflerime ses katar, gaydaları küstürürüz kendimize ve armonikaları. Sevişmelerimizden lirler utanır, arkalarını dönerler. Şarkılar söyleriz karşılıklı, ağza alınmayacak sözleri dişlerimizde çiğner, sindirime sokar üzerine krema sıkarız.

Çırılçıplak sokaklarda, çırılçıplak gezer, köşe başlarında çoraplarımızı bulur giyeriz, boynu bükük sokak lambaları boyunlarını büküp seyre dalar tenimizi ve biz sokak kokusuna bulanır, birbirimizi koklarız, sonu, sonu gelmez sonsuzlular. Dibe vururken uyanırız çöp kutularında, bir de soluyan köpek yavrusu.

Biz bakarken enceğe, encek bakar bize. Patilerine patilerimizi dokundururken, salyaları akar ağzından bizim de suduklarımız.

Ulumaya başlarız, havlamaya başlarız.

Gökyüzü şemsiyelerini açarken bize, biz yüzümüzü döner göğe, gözlerimizi açarız.






paylaş:

ikili oyun

zor bir metin kelimeler seçilmiyor, şurada yazan yaşam mı yoksa yaşım mı? yaşam mı uzaklaştı benden yoksa yaşım mı... off seçemiyorum. sonrası belli belirsiz kelimeler zaten ilk cümlesinden yanılgıya düştüğüm metnin sesli sessiz harfler tuzağı... bir akşam, bir yaşam ve okunaksız bir metin. ya da okunaksız bir yaşamın kör karanlığına atılan kendini bana söyleyemeyen kelimeler dizisi. dilsiz işte ne düşündüysen orada nereye götürürsen senle. ben mi düştüm bu fikrin yamacına yoksa bu sessizlik mi bıraktı beni bu çelişkinin orta yerine? bir harfe tutunduğum an kendimden düşüyorum, kendimi bulduğum an kelimelerimi yitiriyorum...


not: bu yazıyı 'odysseia' yazdı. kendisinin şifre sorununu en kısa sürede çözmesi dileğiyle...
paylaş:

kondom bitti

‘ozonu da deldik dibine geldik’ gibi felsefik ve sosyal mesaj içeren sözleriyle bize dersler veren Tuğba Ekinci ablamızın bahsi geçen ‘kondom’ adlı şarkısını bilmeyen yoktur sanırım. Amma velakin bu dobra ablamıza üzücü bir haberim var: kondom bitti!!!
Olay daha doğrusu beni yerlere yatırıp gülerken altıma yapmama vesile olan görüntü, abimin hastalanıp da hastaneye gidip, sonrasında sağlık raporu almak için evin yakınlarında bulunan sağlık ocağına varmamızla başladı. Sağlık ocaklarında ya da hastanelerde yaşanan oradan oraya koşuşturmacaları ve bunun gibi bilumum aktiviteden sonra öğrendiğim odanın tam karşısındaki odanın kapısı kapalı belki de kilitliydi, çünkü zaman öğle arasını gösteriyordu. Lakin bu olay çok normal olarak gözükse de normal olmayan kapının üzerine sele bantla yapıştırılmış A4 kâğıdıydı. Hatta ve hatta bu kâğıt da normaldi-olabilir kapılara yapıştırılır duyuru falandır- normal olmayan bu kâğıdın üzerinde yazan bilmem kaç puntoluk yazı. Aynen de şöyle: ‘KONDOM BİTTİ!!!’
Herhalde üç ünlem işareti vakanın ciddiyetini bir o kadar vurguluyor. ‘bittiniz olum, sevişemeyeceksiniz kondom gelene kadar, yok öyle.’  Tabii ben basarım parayı giderim BİM’e alırım lé-okay markalı kondomu, bir güzel de sevişirim derseniz buna o yazıyı asanlar bir şey diyemez ama yok benim düdüğe verecek param derseniz maalesef ama maalesef beklemek zorundaymışsınız. Yazı onu gösteriyor.
Bol kondomlu günler efendim, tedbiri elden bırakmayın…
paylaş:

satanist diyeti

korkumun sarp kayalarına kaçan
septik bir puma mı ne
düşer tanrısal postu delindi mi
hep kuşkumun dibine

ben ki ayırmak için kuşkuyla korkuyu
üç öğün puma yiyen biriyim

alabildiğine melanistik bir panter
şimdi yıkanmadadır keyifle
yitik atalarının kutsal kanını
alüvyonuna katıp ölümsüzleşen
çağlar ötesinden bir ırmağın
en kuytu köşesinde
bir nebze olsun jaguarlaşmak ister
yarı jaguarlaşmış panter
aksini çekemeden sudan
kan kanı çeker
delik deşik olur postu
ve ihanetle kararan kanı karışır
kırmızı ve saf atalarınınkine
bir bakarım ki sarı siyah bir post
en ihanet kokan sözcüklerimde

ben ki karartmak için beyaz sözcüklerimi
üç öğün panter yiyen biriyim

bütün bu hengamenin içinde
bir kedim vardı sağlam kalan
ki onun patilerinin tekelinde
vire dönüp duran
bir çitişik yumaktı zaman

ben ki durdurabilmek için zamanı
üç öğün kedi yiyen biriyim


not: Bu şiir çok sevgili oda arkadaşım Ufuk Çelik'e ait. kendileri H.Ü. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okumakta ve hayata atılma planlarını gerçeğe vurmaktadırlar. sevgiler buradan...

edit: Mazide kalabilir her şey. :)
paylaş:

ugg mı ag mı öyle bi şe



Zamanın bilmem kaçıncı sayfasından denizden mi, kutuptan mı geldiği bilinmeyen lakin elinizi sağa doğru –sola doğru da olabilir- kaldırdığınız surette bir çiftini giyenine çarpacağınız, çizenini, şeklini henüz çözemediğim r.t.e’nın teğetinden bile garip duran, yazın sıcakta serin, kışın soğukta sıcak, ilkbahar ve sonbaharda yağmur yağdığında ıslak tuttuğu söylenen ve sanırsam çıplak ayağa-cımbıl cımbıl- giyilen genellikle pastel tonlarda renklere sahip ve giyen kişiyi komik duruma sokan, ilk çıktığında 500 lirayken şimdi bilmem hangi Perşembe pazarında 20 liraya satılan, tüylü olanları giyeni mağara insanını haline sokan ve çoğu insanın giyme sebebinin farklılık yaratmak için olduğunu düşündüğüm, fakat 10 kişiden 7 sinin giyerek nasıl bir farklılık bu dediğim salakça bir marka. Bilim bakalım adı ne. Ug mu diyorlar ag mı diyorlar ondan işte. Kıçımın azıcık kenarı. Ugg diye yazılıyor, açılımını öğrenmekte fayda var tabii de sanırım ‘ugly’ den türemiş. Bu kadar mı biçimsiz olur bir şey.
Bazı üniversitelerde tikicanların üniforması haline de gelmiştir. Şıkıdım şıkıdım kuaförden çıkan platin kaplama ablaların, diz altı çoraplarının üstüne çekiştiriverdikleri muhteşem ötesi salaklıkta botumsulardır kendileri.
Aslında en başlarda balıkçıların ayakları üşümesin diye mi ne yapılmış bunlar ne.
[bu yazıyı yazarken haggard’tan herr mannelig dinliyorum. Allah benim cezamı versin. Neyse]
Evet tarihçesine gelecek olursak, muhtemelen Norveçlilerden çıkmıştır bunlar. Onlar hassas bu cilt bakımı konularında, aslında herkes öyle olmalı da konuyu saptırmayalım. Balıkçılar çıkıyorlarmış balığa, rastgele diyorlarmış ve tabii ayakları çok üşüyormuş, balıktan döndükten sonra da giyiveriyorlarmış ayaklarına. E ne dedik soğukta sıcak tutma mantığı devreye giriyormuş. Peki bu mantık nerden çıkmış tabii ki de zeki insan beyninden. Koyunun yününü, denemişler bu işlemler için. Saftirikler, buluvermişler. Kesivermişler koyunu. İşte tüm kara büyüler o zaman başlamış.
[gothic bi şeyler açmalıyım, kararmalı her yer]
Kesilen koyun hamileymiş ve bedeninde büyümeye çalışan küçücük kuzucuk oracıkta ölü vermiş. Bunu gören diğer koyunlar orada melemeye başlamışlar ve lanet bu insanların üzerine geçmiş. Ve bundan sonraki tüm çalışmalarda bu melemeler bu insanların kafalarından hiç çıkmamış. Çizdikleri, yaptıkları tasarımlar o kadar boktanmış ki kendi boktanlıklarını gizlemek için çare düşünmüşler ve bir karar almışlar.
Bundan böyle her giyen kendini bir bok zannedecekmiş. Çıplak kral mantığı. Ve bundan böyle kızlar derken erkekler de bu kadersiz bokluğa adımlarını atar olmuşlar. Bir tişört, bir etek bir de ugg der olmuş hepsi. Öyle işte.
Bakalım kim çıkıp; ‘bok gibi olmuşsunuz kızım’ diyecek de kara büyü bozulacak.
Yıh yıh demeden de edemedim.
Arada sırada böyle yazılar da lazım de mi?
paylaş:

gözler



Ah bakışlarımı çevirmez olsaydım ya da sadece bakmamış. Derinliklerine çekiliverdim hemen, dibi kuyu misali bitmek bilmez, kara… Tırnaklarım parçalandı duvarlarında çırpınırken, bedenim, olamadı istediğim gibi, güçsüz olduğumu o an daha iyi hissettim.
Çizgiler birer ok gibiydi atılmayı bekleyen, yaralanmış vücutlara, görkeminden önünde saygıyla eğilmek lazımdı. Araya sıkışan yeşillik fışkırır gibi bakışlarıma bulaştı, kendimi kendimden ayırdım, bedenim çöktükçe çöktü karşında ve o sonu bilinmeyen kara boşluk. Acemice yaklaşınca gözbebeklerine, insem çıkamam düşüncesiyle yok oldu tüm benliğim ve dur demek gelmedi içimden. Gardiyanından af dileyen kalbim çıldırmışçasına vururken açık kapıları, kapılarım kapandı bir anlığına utanılanların ardında. Elimle itiverdim beynimi, yesem yerdim tuzlayıp.
Önüme koyulan gözlerden başka bir şey yoktu tabağımda, ki yeşilliğin içinde boğulduğumu zannettim.
O iki kapağın kapanmasıyla kendime gelir gibi olsam da nafile, uzun sürmüyor göz kırpmak. Ama yavaş yavaş kırpılıyordum sayende. Makasın bu kadar keskin mi?
Acıdan geberirken karşında, bakışların saldırdıkça saldırdı bilmeden.
Halimi gördükçe kulaklarına yaklaşan dudak birleşimin canımın acısını katladı. Ah bakmaz olaydım. Masallar yazılmamış olsaydı, ben dinlememiş olsaydım.
Gözlerinden dökülen her kelimede yanmış olmazdım belki, su gibi saran bakışlarında, yeşilin ortasında bir kara delik.
Bebek dediğin senin gibi mi olur ey delik!

paylaş:

beş metre aşağısı


Kusmuğun içinden çıkan irin benzeri bir yer Black Paradise. Duman altı dudaklarımızın tarihinde gelecek benzeri bir gök gürlemesi, kıçımızın bilmem kaçıncı boku, bilmem kaçıncı orospusu. Black Paradise. Karizma çakması…
Nüfus: -235. Yerin derinliklerinde, ölüme doğan bedenler. Her yeri delik deşik, balgamlı ağızlar, sümüklü burunlar. Saçlarına bulaşmış et parçaları, parçalanmış tırnaklar, kırık dişler, kanayan diş etleri. Birleşirken dişlerini götlerine geçiren insana benzeyenler.
Pek de farkı yok yerin üstünde yaşayanlarla.
Yağmur orda da burada da, hem iyinin hem kötünün üzerine yağıyor.
paylaş:

yalnız kalmak


Her yerdeler. Kalabalık. İnsanlar. Trafik. Yeşilden sarıya, sarıdan kırmızıya döne ışıklar. Kuyruk oluşturanlar.
İlerliyorum. Kendimi bile kaybedebilirim bunların içinde. Bulamıyorum. Aradığımın ne olduğunu bilmeden, onu bulamayacağıma eminim. Aklımın ucundan yere düşen düşüncüler, zıplamaz oldular.
Çığlık atsam deli derler, ağlasam gülerler. Neden bilmezler; gözlerde yaş yoksa ruh gökkuşağına sahip olamaz. Ah bu beyaz insanlar…
Kısalan cümlelerimin içinde, kendi tükürüğümde boğuluyorum.
Boşalan sokakların boynu bükük lambaları. Acımı anlar gibi ışıklara buladılar. Oturup da dizlerimi göğsüme çektiğimde yağmurun yağmasını diler gibiyim. Yalnızlık.
Yıkasa yağmur paklar düşüncelerimi.
Özgür olmamaya mecburum kendi benliğimde, beni tutsak eden, bedenim. Sıksam, delip geçer kurşun beynimi. Boşluğa bakıldığında karşı tarafı göreceğimi bilsem yaparım.
İçine düştüğüm dünyanın dibine sürüklenmişim, haberim yok. Tek kalmışım da fikrimin kuytu köşelerine sığınıp, tipide, karın göbeğine gömülmüşüm, karanlık sokakların daimi emektarı olup, masa başlarında elimde kafam, diğerinde kadeh, sigarayı nasıl tutabilirim diye düşünür olmuşum, şeref arayıp da insanların içinde şerefsiz olup çıkmışım, tanrı diye bir şey yoktur saçmalıklarını düşünürken, düşünceler dalmış, nefes almanın bir hediye olduğunu unutmuşum.
Yalnızlık zor.
Zor olan yalnızlığının farkına varmak.
paylaş:

gitmek



Gitmek dedikleri şey nedir ki? Üzerine oturarak anca topladığın valizini çekiştirip, siyah beyaz karede, yağmurun altında olduğunun farkına varmadan, puslu atlası delip geçen, metal kokusuna bulanmış tirenin gelmesini mi beklemek? Yoksa sonu gelmeyen boşluklara doğru yol alıp, yukarılara inmek mi? Küreklerin boşuna süreklenmesi gibi bir bitmişlik bu, bardağın taşıp da fayansı yıkaması, tırnak arasına giren kıymığın çektikçe canı daha çok acıtması.

Nedir gitmek? ‘gidebilirim’ mi demek? Belki. Gidemeyecek olan kim peki? Umutlanırız ya güzel bir şarkı başladığında, içimiz kıpır kıpır sellenir yataklardan düşen sevgili misali, acısa bile canı, kıymığı sonuna kadar çeker, sonun iyi olacağını bildiği için, ritmin dansında ayağını burkmak için uğraşsa bile derinliklerinde yüzmeyi daha çok bilir, sığlarda olmaktansa. Buğulanıverir bedeni çamurlu suyun içinde, okuldan dönen çocukların su birikintisinde zıplaması gibi hoplamaya başlar, burkuk bileğine aldırış etmeden.  Ve gitmek… Nereye kadar gitmek?

En sona geldiğini anladığında en sevdiğin parçanın, elini çekicin altına koyma hissi gibi kulaklarında parelenen sese kulak vermeden kalbinin değil aklının dediklerini yapmaya başlarsın yanılarak. Ama olsun gitmek dedikleri şey de aslında bunun olduğunun farkındalığını yaşamak olsa gerek.

Gitmek, üzülmemek.

Gitmek, dertlenmemek.

Gitmek, gidebilirim demek.

paylaş:

ben ve kendim biraz da şeytan

Şeytan diye bir şey yok. Bunu biliyorum çünkü doğduğumdan beri onunla yaşıyorum.
İçimde büyüttüm onu, günlerce besledim, o hep açtı ben ise susuz. Kanımı verdim ona, kana kana içti, yetmedi. Onun için kan döktüm bir kere şükür demedi.
Kendime karşı savaş açtım, sırf o istediği için, ben kazandım sonunda, o sevindi. Yalnızdım, o yanımdaydı hep, göremedi gözüm, hissedemedi tenim, onun sesini duydum arkamda, döndüm baktım boşluğa. Aslında yalnızlığımın sebebi de o değildi, ne de çaresi oydu. Kendime karşı cephe aldım, kurtuldum kendimden, öldürdüm kendimi ama nedense eksilmedim. Hiçlik duygusu ne terk etti beni ne de sarıp sarmaladı.
Kapılar kapattım hayatımda, o üzülmesin diye kapılar çarptım, öfkelendim kızdım kendime, kendimi hiç affetmedim.
O gittiğinde yalnız hissettim kendimi, geldiğinde hiçtim kaç tane olduğumu bilmeden. Ne bir hiç ne de daha fazlası.
Sıfat yakıştıramaz oldum dün, bugün benliğim silindi, yarın onun için bileklerimi kesip kendimi ona armağan edeceğim. Yapar mıyım hepsini ya da yaptım mı bu zamana kadarkilerini bilmiyorum, çünkü iki yıl öncesine kadar hafızamı verdim bir işe yarasın diye ona, beynimi verdim, kendimi verdim.
Onun gözü hep açtı kör olduğu kadar, karnı hep aç, ben ise susuz.
O, hep benim suyumu içti, ben kendimden geçtim, o benden geçti, ben herkesten vazgeçtim.
Ne sebebiydi yalnızlığımın ne çaresi ama o hep yanımdaydı ben hep yalnız.
Kurtardı beni kendimden, minnettarım bu yüzden.
Şeytan ne kendini bana verdi ne kendimi bana verdi. Kendimle barışmayı ne ben istedim ne o. Aslında kendime hiç sormadım ama o hep cevap verdi.
İstemedim kendimi, emin olamadım kendimden, vermedi bana kendimi ne de verecekti zaman geçse de. Kendimi bildim bileli ben, kendime küs, ben kendimden vazgeçmiş, kendim benden.
Şeytanın işine acelelik karışır, ben kendime karışamadım bunca yıl. Ne kış aylardan ne sonbahar ama kendime dokunduğumda hep soğuk kendim, benliğim hep soğuk.
Kendimde kendimi bulamadım hiçbir zaman aramadım ki bulayım ama şeytan, buldu beni kendimden önce, ben kendimi ona verdim, kendim beni ona.
Kızmıyorum aslında kendime, bilmez o şeytanı, haberi de yok. Çünkü şeytan diye bir şey yok. Ne ben kendime söyledim onun olduğunu ne de kendim bana. Hiç sevmedim dedim ya kendimi, ki sevmedi zaten kendim beni.
paylaş:

komadan sonraki soluk

Var olduğu savunulan iki dünya arasında sıkışmış bedenim, uzak da olsa ışığı görebilmeye muhtaç halde; aklım, yattığım yatakta kaç insanın can verdiğini düşünmeden, nerede olduğumu anlamaya çalışıyor; pınarları kurumuş gözlerimde kirpikler, susuzluktan şikâyetçi birbirlerine yapışmış durumda, gözlerim, yeşil çizginin ne ifade ettiğini yorumluyorken, titreyen parmaklarım, tırnaklarımı artık istemiyor, yalnızlığım benden bıkmış, ben, sırt üstü yattığımdan, belim benden yılgın, hayat boş ve acılar dinmek bilmezken, dışarıda ağlayanların sesini duymaya çalışan kulaklarımın içinde bir koşuşturmaca, kalbim, yükü ağır gelen banliyö treni gibi çok ağır ilerlerken hayat denilen rayın üzerinde, gırtlağımdan geçen borunun ne olduğunu çözmek, ölümden daha zor geliyor, yaşamak istemesem de çoktan kopmuş yaşam halatına var gücümle tutunmak, yapabileceğim en müthiş yorum olurdu diyorum, yazılmamış sayfaların en ücra köşelerinde.
Ne güzel olurdu aslında burada değil de, küçücük bir derenin, hayatı takmıyorum edasıyla süzüldüğü, etrafında helikopter böceklerinin uçuşup, sazlara konduğu, sivrisineklerin vızıltısına aldırmadan, penceresini ardına kadar açıp, güneş ışıklarının odayı doldurmasına izin verebileceğim, etrafında gökkuşaklarından bir set, önünde ahşap bir sundurma, bahçesinde salıncağın bulunduğu, yaşama çıkan merdivenlerden en kısasına sahip, kutu gibi bir evde bulunmak.
Büyüdüğümü gördüğüm, vücudumun ağırlık merkezinin değişip, düşmemek için kollarımı yukarılara, en yukarıya kaldırdığım, avazım çıktığı kadar sonsuzluğa bağırıp, boğazımdan acının beynimi zonklattığı, kayalıkların en uç noktasından kendimi denizin tuzlu suyuna, pamuk yığınına atlar gibi bırakmayı, suyun altında nefes almayı unutup, gözlerimi derinliklere bakarken görmeyi öğrendiğini bildiğim, ayaklarımı yere sert sert vurarak yürüyüp, burksam bile aldırış etmediğim bileklerimle barışık yaşayıp, ta uzaklara kaçma hevesimi sonunda eyleme dönüştüreceğimi hatırladığım, kalabalığın içinde, kulağımda kulaklıklarım, tüm insanlığı dışlar gibi bencilliğimden ödün vermeden, elimi kolumu sallayarak, kırmızı ışık yansa bile durmayıp, yolun diğer tarafına geçtiğim, işte o an, evet o an dediğim, böğürtlenli pasta tadındaki zaman diliminde olmayı istemek, belki de şu an bulunduğum durumda olmasaydım, yapmaya çalışacağım düşünce olacak ve ben, bu saydıklarımın hiçbirini ama hiçbirini yapmayacak, sadece elimde kitabım, sehpamın üzerinde bir fincan kahve, sayfaların anlattıklarına doğru yavaşça yol alacaktım.
Yaklaştığımı düşünmüştüm, ölüme adımımı attığımı, sona ulaşıp, arkama bile bakmadan, ileriye, işaret parmağımızla gösterdiğimiz o yere vardığımı, küçüklükten beri anlatılan efsanelerin gerçekliğini sınayacağım, hayır, hiç de anlatılanlar gibi değilmiş, demeyi istediğim o yere geldiğimi, dizlerimi karnıma doğru çekip, kollarımla bacaklarımı dolayacağım ve kimsenin, bu, sokak ortasında ne yapıyor bakışlarıyla karşılaşmayacağım, tüm iyiliklerin bedenime enjekte edilip, aklımın kötü yanının, korlarda yakılacağı, bilmem kaç katlı o yere, ırmaklarla sulandırılan yeşilliğin tam ortasına, oklamanın tam on ikilik yerine, bilerek ya da bilmeyerek oturabileceğim o yere ulaştığımı sanmıştım. Ne kadar aptalım. Yanılmışım.
Soluk aldığımı düşünüp, kalbimin bir an, normal seyrine geri döndüğünü, yükselip inen göğüs kafesimle fark edip, olacakları istemediğim düşüncesi, benliğimin bir yanına yazıldığını, emin olamadığımı hissettim.
Soluk almıştım. Sadece buydu. Gözlerimi açtım.
Hayat, peşimi bırakmayacaktı.


Fotoğraf buradan.
paylaş:

gossip boy'dan kutsal zopa hikayesi

Herkesin ‘salak la bunlar’ diye düşündüğü biz, güzelim grubumuz adına, herkese hakaret ederek başlamak istedim, naçizane yazıma. Hiç kusura bakmayın ama en birinci salak sizsiniz. Salak olanlar anladı.
Evet. Takvimde yerimiz 22 Ekim 09 Perşembe. En boktan günlerden birisi, çünkü aralıksız dört saat ders var ki bunlar tam da öğlen vaktini içine alanlar. İlk iki ders maykrobayoloji ve ikincisi analitik kimya.
Kulağımda kulaklıklar 230 nolu egonun gelmesini beklerken yaktığım sigara, dudaklarımda acımtıraklık bıraksa da içmiş bulundum ve ikarusun ta uzaklardan püsküren siyah dumanını gördüm. Bir numara miyop olmama rağmen o dumanı ve kırmızı körüklü otobüsü gördüm, çünkü görememek yalnızca körlükle ilişkilendirilebilir. Tabii ki tıklım tıkış ama binmekte ısrarcıyım. Bindim de. Hiç fark etmiyorum, önümde birisi, bir kız. Enine boyuna geniş çene (sevgiler, saygılar) saçlar sarı falan, tiki mi desem öyle bir şey. Koluma dokundu. Dedim noluyo lan? O gene bizim Ayşe. Allah’ım yarabbim. Ne arıyorsun Ayşe egoda. Atlasana sizin oradan dolmuşa, servise falan. İşleri mi ne varmış aşti de. Neyse. Benden para istedi. Ego kartının olduğunu zannediyormuş, lakin aklı nerdeyse, yokmuş. Elalemin çocuğunun birinden ego kartını onun için basmasını rica etmiş. Çocuk da basmış. Tam 1 lira 10 kuruşu, ego kartını onun için basan çocuğa vermek niyetindeyken, cüzdanına dikilen gözleri ona, bozuk para yok sinyali vermiş. Ardından para bekleyen çocukla kesişmiş ve acınası bir yüz ifadesiyle, elleri titreyerek 5 lira, hani bildiğimiz kâğıt olan 5 lirayı çocuğa uzatmış. Amma velâkin çocuk parayı almamış. Bindiğimde çocuk çoktan ikarusun kuyruk kısmına doğru yol almış. Ben parayı çıkarttım lakin çocuk kayıp. Gözler hep onu arıyor ama bulamıyor. Uslu bir çocuk olabilirsek o çocuğu bile görebiliriz.
Bir baktım kara bir kız. Şopar mı desem, çinçin’den mi gelmiş desem, kara kuru bir kız. Oturduğu yerden bana sesleniyor. Bu da bizim Burcu. Bende ikinci bir şok. Ne bu oğlum hepiniz benim bindiğim egoya binmişsiniz. Olabilir böyle vakalar Türk polisi yakalar cinsinden bir istatistikle, aynı egoya binme olasılığımızı hesaplamak istiyorum. Melih Gökçek beye sormak istiyorum. Ankara da kaç adet 230 nolu ego var. Bunların kaç tanesi ikarus. Kaç tanesi körüklü. Evet. Dersimiz istatistik. Ortanca değer ve alt sınırların karelerinin toplamı, i eşittir birden ene kadar… Ne diyorum ben. Bu arada seslenmek istiyorum, istatistik ne sıkıcı bir ders yahu.
Neyse biz konumuza geri dönelim. Evet, ne olmuşsa olmuş biz üçümüz aynı egodayız, Ayşe’nin gözleri hep çocuğu arıyor, çocuk yok, ağzında da ‘ay rezil oldum çocuğa’ lafı. Bıla bıla bıla. Ego durdu bizim bölümün arkasında, indik. Sinem ve Merve (bunlar akıllı olanlar, Ayşe’nin ev arkadaşları) de servisten inmişler (görüyoruz değil mi, servislere binenler var) bizim Burcu seslendi ve anlayamadığım hareketlerle, dans mı etmeye çalıştı ne, öyle bir şey yaptı (sanırım diğerlerinin bize salak demesi ya da biz salakmışız gibi bakmaları işte bu yüzden)(Burcu’yu severiz sayarız).
Uzun cana kuru dal parçasını yerden aldı. Bunu yapan Burcu. Lililili lililili gibisinden Sinem’lere doğru elindeki sopayı sallayarak koştu. İşte olay tam da bu andan itibaren başladı. Tanrı bir şeyleri biliyordu. Üçümüzü de aynı ikarusun içine koyacak şekilde bir yüceliği vardı. Anlamalıydık. Başımıza gelecekleri, öncesinden tahmin etmeliydik. Her şey o sopaya ‘kutsal zopa’ adını koyunca başladı ya da biz öyle zannettik. Karanlığın eli bizi çağırıyordu. Yoksa, yoksa kedi kesip kanını mı içecektik? Hayııııır.
Tabii ki böyle bir şey olmadı. Elinde kutsal zopasıyla yol alan Burcu ve bizler, bölümümüzün önüne geldik. Kutsal zopanın ‘nalet’i belki de çoktan üzerimize çökmüştü. Çünkü, hastanede, tam da o doğduğu sırada Çinçin’de oturan birinin de çocuğu doğup, o iki çocuğun karışıp, kendisini, annelerinin ona anlattığı gibi bilen lakin bizim, onun Çinçin’den geldiğini düşündüğümüz Burcu, kendinden geçmiş bir halde herkesi bir kutsama havası, herkese emir verme yetisi olduğunu düşünmekteydi. (come yourself Burcu) ve ilerleyen zamanlarda da sopası elinden düşmedi. Hatta bu sopayla Ayşe’ye çay aldırttı. Kutsallığı bozulmaması için de kimsenin dokunmasına izin vermedi. Ama herkes o sopaya yani kendi adıyla kutsal zopaya dokunmak istiyordu. Hepimiz hipnoz olmuş gibi Hande Yener kıvamında sopaya odaklanmıştık. Kutsal zopa, çoktan benliğimizi elimizden almıştı, üstelik bizden izin almamıştı.
İçtik çaylarımızı bir güzel (kesene bereket Ayşe). Duygu içmedi. Haha. Çünkü kutsal zopanın etkisi altına, bizden daha sonra gelmesi nedeniyle, bizden daha sonra girmişti. Mantıksal olarak da böyle olması gerekiyordu. Herkes aynı anda kutsal zopanın etkisi altına giremezdi.
Maykrobayoloji dersine girdiğimizde de, ders arasında da, analitik kimyada da elinden kutsal zopayı bırakmadı. Kimin elinde varlığını sürdürüyorsa, o kişinin bedenini sahipleniyor, beynine, kendi istekleri doğrultusunda kolayca hükmedebiliyordu. Zopanın kutsal olması, buydu. Bize kedi kestirtmeyecekti belki ama bedenlerimize ve benliğimize hakim olacaktı. Kurtulmanın yollarını aramalıydık. Ama nasıl yapardık? Hepimiz kutsal zopa karşısında eğiliyorduk. Boynumuz kıldan inceydi. O kadar inceydi ki kopabilirdi.
Kara atlı, kukuletalı düşmanlar kıymetlimizi bizden almaya çalıştılar. Kıymetlimiz. Kutsal zopamız. Kara atlı kukuletalıların kraliçesi Duygu oluvermişti. Henüz beden halini alamayan kraliçe, Duygunun bedenini kendisininmişçesine özgürce kullanıyordu. Emreee Emreee demesi bile yapmacıktı. Onun Duygu olmadığını sadece biz biliyorduk. Analitik kimya dersinde, onun Duygu olmadığı, kara atlı kukuletalı kraliçe olduğunu daha iyi anlamıştık. Kutsal zopanın kötülüğü, ona sahip olmak isteyen kara atlı kukuletalı kara kraliçenin kötülüğünün yanında solda sıfır (0) kalırdı.
Burcu haricinde kim kutsal zopaya dokunsa görünmez oluyor, zaman duruyordu. Burcu’nun kutsal zopa taşıyıcısı olduğunu o zaman anladık. Eğer kara atlı kukuletalı kara kraliçe kıymetlimizi bizden alırsa, işte o zaman karanlık galip gelecekti. Eğer bizde kalırsa, sadece biz mahvolacaktık. Dünya için kendimizi feda etmiştik.
Geri zekalı olduklarını düşündüğüm diğer bölüm insanları, bize teşekkür etmeliydi. Sizin hayatınızı biz kurtardık ulan.
Neyse aradan midıl ört savaşı falan geçti, ruhları falan topladık, savaşta diğer bölüm insanlarının bizlere yalvaran gözlerle bakması sonucu ‘kurtaralım lan bunları, insancıklar onlar da’ dedik, kurtarmış bulunduk işte. Kurtarmasa mıydık?
Kara atlı kukuletalı kara kraliçeyi yani Duygu’yu başımızdan def etmiştik. Kıymetlimiz, kutsal zopamız bize yardım etmişti. Olan Duygu’ya olmuştu tabii de olsun o kadar. (saygılar Duygu). Neyse olan oldu, kalan kaldı, giden gitti. Aslında kutsal zopanın kıdemi yapı kredi atm’sine gidince anlaşıldı. Zopa taşıyıcısı Burcu bir anda paraya boğulmuştu. Bildiğimiz üzere paralanmıştı. Hayat ne garip, inişler ve çıkışlarla dolu. Çulsuz olan çinçin Burcu, oluvermişti paralı. Burs işte insanı böyle değiştiriyordu. Para elimizin kiridir. Bunu otostop çekerken anladık. Cebi bursla dolan kutsal zopa taşıyıcısı Burcu, önümüzde duran ilk arabayla kıymetlimizi, kutsal zopamızı elinden bırakıvermişti. Biz de yolumuza devam ettik.
Acaba Burcu mu zopayı bırakmıştı, zopa mı onu? Bilemedim ben onu. Belki de ‘nalet’ artık üzerimizden kalkmıştı. Belki de kutsal zopa yeni kurbanlarını çoktan bulmuştu. Neyse.
Bildiğim bir şey var.
Ay nov yu lav mi.
İks oğ iks oğ.
Gossip boy.
paylaş:

yol, kamyon ve çocuklar

Yürüdüğüm yol değil. Hatırladım olmadığını, yol dediğin upuzun olur, yürü yürü bitmez. Göremezsin sonunu, caddelerde insanlar. Çakıl taşlarından kaldırımlar yaparsın kendine, durup bir saat alırsın köşe başındaki seyyar satıcıdan, parayı verirken elin titrer. Bakarsın zamanda nerdeyiz?
Elinde pamuk şekeri, ağzına burnuna bulaşmış bir kız çocuğu, saçları pamuk şekeri. Tutmuş annesinin elinden, sıkı sıkı kavramış parmaklarını. Kamyon geçer, tozu dumana katar, arkasından söversin kamyonun gelmişine geçmişine. Ne de güzel küfürler ederiz, ucu başkasına dokunan.
Yol değil ki bu. Yol dediğin ayağının altından kayar, düşersin. Sonsuzluğa açılır, balık kokusu gelir sonundan. Yok buralarda pek yol.
Elinde misket, hedefini vurur küçük çocuk. Paçaları dünden kalma çamur. Nerde annesi? Bir ton sopa atsın, eşek sudan gelinceye kadar. Kamyonlar geçer tozu dumana katar, çocuk gözlerini ovuşturur. Ağlar acıdan. Ne de güzel gözyaşlarıdır onlar.
Düştün mü etine batar toprağı, canını yakar. Yol değil ki bu. Yol dediğin zift kokar. Buram buram kırar burnunun direğini, bir de ölü yılan. Hangi kamyon ezdi seni ey yılan?
İki çocuk tutar iki ucundan yılanı, çekiştirirler de bırakmazlar.
Yürüdüğüm yol değil. Hatırladım. Yol dediğin yorar insanı, kusarsın yürümekten, başına güneş geçer, kavurur da kavurur. Yok burada öyle bir yol. Her adımında zift yapışır ayakkabına, uzar da uzar. Yakar ayağını, vücudunda ter yürür. Kamyon geçer o an, yapış yapış toz olursun. Nerde kaldı o yollar?
Yok! Bu yürüdüğüm yol değil. Yol dediğin yatak olur bedene, sardıkça sarmalar seni. Kolay değildir bitirmek, gittikçe gitmek istersin. Yol, sonunda bittiğini görememektir. Damarlarında buluşturur yol dediğin, caddelerinde seyri sefaya daldırır gözleri. Sarhoş eder anlamadan.
Yol dediğin bitmez, sonunu göremezsin. Her adımında göz pınarların kurur, dilin buruşur ağlamaktan. Sonunda O vardır. Her adımında bir adım daha yaklaşırsın O’na.
Ama yol dediğin sonunu göremediğindir.
paylaş:

kuzgun

Kalbi o kadar ağırdı ki doğar doğmaz annesinin canını almıştı, cinsel organdan çıkmak yerine karnı deşip geçerken. Bir canavarın dünyaya geldiğini düşünen baba sigarası sönmeden diğerini yakarken kanlı sıcak su dökülüverdi ebe kadının elinden, iki parmak arasındaki sigaraya tutunamayan küllerin üzerine. Parmak aralarında annesinin bağırsaklarını tutan, daha dünyanın yuvarlak olduğunu bile bilmeyen bebek gözünü şekli hakkında yorum yapamadığı bu dünyaya açtığında, başındaki bezi saçı üzerine sıkı sıkı sarmış, bir gözü diğerinden farklı kadını gördü, elleri kanlı.
İçeride nelerin döndüğüne bir anlam veremeyen babanın imdadına gökte süzülen yıldızlar yetişse de onun görecek ne gözü kalmıştı ne de içecek bir sigarası. Yanında sadece uçuşup sümüklerine yapışan sinekler bir de karısının yere dökülen suyunu yalayan komşunun köpeği vardı. Köpek hırlamaya başladığında tüm sinekler bir şeyden kormuşçasına uçuşuverdiler, kuyruğunu iki arka bacağının arasına sıkıştırıp kaçan köpeği kovalar gibi. Ebe kadın babanın yanına geldiğinde, elindeki çarşafın arasında bir gözü diğerinden farklı olan küçük bebek büyük kafasını çevirdi babasına doğru ebe kadının kucağında, tam da babası ebe kadının iki gözünün de aynı olduğunu görüp apış arasındaki aletinden sidiğini salınca. Babanın gözlerindeki şaşkınlık pantolonundan süzülen sıvıdan daha dikkat çekiciydi. Ortalıkta ne vızıldayan sinek ne de hırıldayan köpek vardı, yere dökülen kanlı sudan da kötü kötü kokular yükseliyordu.
Ebe kadının memeleri arasından nefes almaya çalışan bir gözü doğduğu anki gibi olmayan büyük kafalı küçük bebek ciğerlerini yakan havadan bir haber gülümseyip duruyordu bademciklerine kadar uzanan dilini devirerek. Koşarak kapıdan içeri girdiler, memeleri hoplayan bir gözüyle diğer gözü arasında fark olmayan ebe kadınla gözleri kadının gibi olmayan büyük kafalı küçük bebek. Kulaklarında memeleri hoplayan kadının kaburgalarını kırmayan çalışan kalbin sesi vardı.
Dilini devirerek gülmeye çalışan kafası kendisinden büyük olan bebek, ebe kadının kocasının kıyafetlerini yırtarcasına çıkardığını izledi tek gözüyle, diğer gözüne inen perdenin farkında olmadan. Ebe kadının kocasının aletine küçücük ellerini sürttüğünü, bütün gece boyunca yorulmadan inleyerek birbirlerinin üzerlerinde hopladıklarını ve bu olaydan sonra ilk üç gün kan işeyeceğini hatırlayacaktı yıllar sonra.
Yaşamı tek gözü ve kısmen çalışan aletiyle doğduğu gün onu evlat edinen ebe kadının yanında geçti o güne kadar. Ebe kadının sonradan azgınlaşmış kocasının öldüğü o gün, anne diye bildiği o kadın kocasının cansız bedenine dokunmasını istediğinde, arkasına bile bakmadı gören tek gözüyle. Çekip gitti. Vücudunda ona bahşedilen tüm uzuvları yavaş yavaş teker teker kaybedeceği aklının değil bir ucundan diğer hiçbir ucundan bile azıcık da olsa geçmemişti. Kader denilen kara sayfalara bıçakla kazılmış romanda o, sonu hayırlı vesilelere yorumlanmayan başkarakteri oynayacaktı.
Yazıktı ona, bilemedi doğduğu gün babasının ona ‘canavar’ dediğini, göremedi hiçbir zaman normal insanlar gibi yaşamı, annesine ‘anne’ diyemedi, mutluluk denilen hislerden en koyusunu çözemedi çözemediği hayatında, arkadaşlık kavramı ona hiç olmadığı kadar uzak, o karanlığa hiç olmadığı kadar yakın…
Sapkınlığımızın mükâfatı cehenneme bile gitmek istese de uzaklaşamadı bir an önce ayrılmak istediği dipsiz kuyudan, kör kütük sarhoş dünyadan.
Her dokunduğu eksik yaratılmışlara mutluluk getirirken, kendisini incitti bilerek, yaşadığı anlar kadar çok dokunuşta canını acıtan duygularla yaşamaya alıştı alışamasa da, incinmenin ayak bileğinde aşil’i oynadı dualardan sıkılıncaya kadar. Uzun uzun altını çizdi yarısına kadar yenmiş kirli tırnaklarıyla oturduğu yerlerde, kendini tanılayan toprak ananın yüzündeki endişenin. Ve kendine tahammül edemediği bir gün dokunuşlarının gerçek hediyelerini, temastan sonra körelen uzuvlarını tuttu. Doğduğu gün bademciklerine kadar uzanan dili bu sefer gülümsemek için devrilmedi ağzının içinde, adeta gırtlağını beraberinde sürükleyen bir parça gibiydi, kerpetendi. Kopan cinsel organından fışkıran kan kadar olmasa da en az onun kadar kan fışkırmıştı kulak zarının delinişinin sebebi çığlıklarla yırtılan boğazından. Yaşama tutunmak için annesinin karnından çıkan küçük bebeği ve ilk üç gün işenen kanı hatırladı buz misali donuklaşan benliğinin bir yanlarında. Babasının kan çanağı gözlerinin açılmışlığını gördü kâbuslarındakiler gibi. Yuvalarından fırlamaya çalışan yuvarlakların kendi gören tek özünün içine baktığı çivilendi kalbinin bir odacığına, sıkıştı kalbi avucunun içinde sıkışan cinsel organı gibi. Eli yavaş ve dikkatli yaşam filmini izleyemeyen soluk gözünün önüne gitti, kanlı parmaklarını toprağı oyar gibi soktu göz yuvasının içine. Geçmişine dair tüm hatıralarını kopardı vücudundan anlarda. Acı denen gerçeklik, kalbinden pompalanan kanla ulaşması gereken yerlere ulaştığında, yaşayan gözünden süzüldü beraberinde yaşla. Var olmuştu.
Tutunamayıp akan suların içinde sürüklenen yaprağa benzetti kendini, derenin içine girdiğinde. Elleri sadece kendisini iyileştiremiyordu. Dokunmak sadece onda çalışmıyordu anlaşılan. Anlaşılan kendisine dokunamıyordu diğerlerine donduğu gibi. Aksedildiğinde canavarlaşan bedeni akan suyun üzerine babasının geleceği gördüğünü düşündü çalışan beyniyle.
O kimdi ki? Adı neydi? Hafıza elinin arasından süzülen su misali akıverdi akan kanlarla beraber bedeninden. Ne kadar yaşardı daha?
O kimdi ki? Tanrının verdiği eksiklikleri o nasıl verebilirdi? Günahkâr mıydı? Değiş tokuş yapılır mıydı uzuvlar? O yapmamıştı. Ebe kadın öldüğünde cehennemin dibini boylayacaktı. Kırmızı, kan kırmızısı cehennemi. Ya da bize öğretilenlerin dışında mavi soğukluğu… Tanrı denen varlık onu da alsaydı yanına şu an, affedebilirdi O’nu.
Ormanın içine süzüldü, insanlardan uzak çok uzak bir yer aradı. Bacaklarından süzülen kana bakılırsa ne kadar yaşardı ki daha. Sadece bekledi. Bir gün, iki gün, üç gün… Ölmüyordu. Bedenini kasıp kavuran acı her geçen saniye daha da artıyordu. Acı dindiricisini bulmalıydı. Kalbini durdurmalıydı. Acıyı pompalayan o küçük şeyin canını almalıydı.
Kopardığı kol kalınlığında dal parçasını sivriltedurdu acılarının ona verdiği kuvvetle. Biteceği an için tanrıya şükretmekten başka çaresi var mıydı ki yaşadığı bu zamana kadarkilerle beraber. Bittiği takdirde O’nu affetmek yapacağı ilk iş olacaktı varsa eğer diğer yaşam. Kendisine verilmeyen ikinci şansı o tanrıya verecekti.
Sivri ucu gök kubbeye bakacak şekilde iyice soktu toprak ananın kalbine dal parçasını. ‘…ist’lerden birini seçti kendisine.
Şarap tadında kokunun arasında düşerken sivri dal parçasının üzerine benliğine kazınmış tüm acılar teker teker siliniverdi kendisine ‘kuzgun’ adını koyarken. Düşerken tüm denizkızlarının boğucu çığlıklarını hissetti teninde ve gardını aldığında hayata karşı sonu bilinmeyene doğru yolcuğun bu karamsarlıktan daha karanlık olmayacağını diledi son isteği üzerine. Huzur, istediği tek histi. Ne görmek, ne duymak, ne sevişmek, hiçbiri ama hiçbiri ona huzur kadar doyurucu gelmemişti. Düşmek… Kaburgaların kırılması, hiç olmadığı kadar açık görmek, huzurun bedene yayılması…
Semada bir kuzgun kanatlarını sonsuzluğa çırparken o çoktan tanrıyı affetmişti.
paylaş:

aynanın karşısındaki

Gülümseyen sineler arasında o anlam taşımayan suratıyla boşluğa bakıyordu ya da diğerlerine boşluğa bakıyor gibi görünüyordu. Çünkü solmuş göz renkleriyle ışık ona hiç gülmemişti bu yaşamda hiç merceğinden girmemiş, hiç kırılıp renk vermemişti hayatına.
O hiç görmemişti bankta öpüşen sevgilileri, hiç görmemişti trafik lambasının kırmızıdan yeşile döndüğünü, şahit olmamıştı gökkuşağına, hissedememişti diğerleri gibi su ışıltısını, gündüz onu çoktan terk etmişti, yaşamı gecelere mahkûmdu, zindan karanlığında gecelere…
Gökyüzündeki yıldızlar kaymıştı sonsuzluğa, güneş hiç doğmamış, ay yarılıp gitmişti boşlukta, sokak lambaları hep sönük, ses hiçbir şey ifade etmez…
Tavus kuşunun tüyleri yoluk, mum alevi ölü, Kız Kulesi onun için boğazda boğulmuş.
Renkler siyaha yenik…
İfadesiz gül bahçeleri, anlamsız su fıskiyeleri, onun için zifiri karanlıkta sesi ve kokusu olup başka bir şey yer etmeyen oluşlar.
Ve şimdi hayatında görmediği, zihninde canlandıramadığı, güzelliğini tartışılmaz hissettiği birine âşık o. Pır pır yüreğinden kırmızı bir kan geçerken, açık mavi göz renkleri, buğday renkli teni, kumral saçları sıcaklığını hissettirdi ona. Aynanın karşısındaki hiç görmediği birine aşık oldu o.
Hiç görmediği, hiç tanımadığı kendisine…
paylaş:

düşler

Tutsaklığın içinden yalnızlığa doğru yol alır düşler, sinesi yapış yapış, elleri tutmaz titrer hep. Her adımında geriye bakar, bıraktıklarına, pişman olur azcık, üzülür belki, dili acır, ağzında buruşukluk.
Kalır bir başına çıktığı macerada, etrafında insan sürüsü, görmez gözleri, hissetmez teni. Okşamaz yüzünü yalamaz rüzgâr, yağmur geçmez onun gittiği yoldan, ardında sırtı dönük şahıslar.
Kalkamaz yerinden istediğinde oturamaz, dalamaz rüyaya, göremez güzellikleri, elleri kavuşmaz birbirine, çamurun kokusunu alamaz.
Düşler içimizi yer, kemirir, bitirir adeta. Uçurur uçurumun kenarından ve çarpar insanı kayalığa, her yer kan.
Koşar sevinçlerin arkasından, zevkleri tadar dünyadaki bütün zevkleri, belki mutlu olur ama çoğu zaman hüsran.
Ölür belki, hissizleştirir kişiyi ama yok olmaz salgın hastalık gibi. Geçer ondan ona hepsine bulaştırır mikrobunu, panzehiri yoktur onun.
O, içimizde belki büyüttüğümüz belki çürüttüğümüz isteklerimizin yokluktan varlığa akışını sağlar fakat yol yakınken dönmek en büyük acıdır sahip olunan için.
Tutsaklığın içinden yalnızlığa doğru yol alır düşler ve bir gün elbet bir gün amacına ulaşır ve yalnız kalır.
Özgür ve yalnız…
paylaş:

orospunun namusu

Kurumuş döl kokularını bastırmak için sıkılmış ağır parfüm kokusu var karanlık ama bir o kadar da renkli ışıklarla aydınlatılmış küçük odanın içinde. Komodin ve bir yatak oldum olası, iki ayrılmaz arkadaş gibi yan yana hep, kimse ayırmamış onları Allah’a şükür! Aşıklar birbirlerine sanki, komodin sahibinin sütyen ve dantelli külotlarını saklıyor yıllardır. Zaten ona ait fazla bir mal varlığı yok, pek de çıkmaz odasından ama geleni gideni çok olur, hepsi erkek.
Yatak da her gece kimi zaman gündüz gıcırdar üzerinde tepinenleri ele verircesine. Çok şahit oldu zaten çılgın, ateşli dakikalara, dışarı taşmak isteyen bir o kadar da saniyelere.
Ama hiç gülmedi sahiden orospunun yüzü, bir kere bile olsun. Yapmacık gülücükler atar ona geceleri sahip olanlara. İnişli çıkışlı yatak zevklerinde istemediği azgın erkeklerin kıllı koyunlarında yaşar o. Hayatı bundan ibarettir. Üzerindekiler de ona yalnız birkaç dakika eşlik eder, sonra alıp başını gider.
Namusludur orospu! Namusludur aslında. Pek bilen yoktur, namusun onlar için gizem üçgeninde değil de ağızda, dudaklarda olduğunu.
Hiç kimseye değdirtmez dudaklarını. Belki düşünülmeyecek eylemler yaptırılır dudaklarıyla, ağzıyla lakin hiçbir zaman öpüşmez üzerindeki tepinenle.
Yüzündeki vadileri belli eder spot ışıklar, bir onlar yaşlandırır onu, bir de aşkları. ‘kocacığım’ der o adamlar ‘aşkım’ der.
Bütün olurlar gıcırdayan yatağın üzerinde birbirinin içine girip çıkarlar. İleri geri hareketlerle boşalırlar en sonunda ve hep yüzünü döner yalnızlığa, namusunu korur.
Gizem üçgeninde dolaşanlar da bilmez bunu sanarlar ki girdiğinde oraya kaybolmuştur, gitmiştir namus, yok olmuştur. Bacak arasındadır onların akılları beyinleri boştur. Onlar belden aşağısında namus arayanlardır.
Dışarıya çıkmaz pek orospu ve aralarında birbirlerine ‘oros’ derler. ‘-pu’nun onlar için itilmiş, kakılmış anlamı vardır. Yaşam boyu hayattan silinmiş.
Hiçbirinin namusu gitmemiştir, onlar, ayıplanmışlardır sadece. Tüm hünerlerini göstermeleri onlar için para demektir. Kimi vücudunu kullanır bunun için kimi tecrübesini.
Her karanlık geceye girdiklerinde, güneşi arzularlar gökte karanlığı boğup odalarını doldursun diye. Ve her yeni günde pencereler açılır, akıp gider vajinal kokular camdan, şehrin dumanlı havasına karışır.
Onlar için yeni bir sayfa açılmıştır, beyaz bir sayfa. Fakat kalem onların elinde değildir. Sahipleri gelip, onlar için ne yazacaklarsa durup beklerler onları. Acaba bu gece nasıl bir tat tadacaklar dilleriyle diye.
‘oros’ların da ilk aşkları olmuştur elbet. Dünya küçük bir bakarsın onlardan biri tanıdığıdır yıllar öncesinden, onu seçer ve işini halleder. Kalpleri pislikle doludur onların. Hiç kimse temizlemez çünkü. Onların elleri zaten zincirlidir her zaman. Yardım da dilemezler tanrıdan, hangi yüzle!
Kendilerini sergilemekten başka yeteneği olanlar vardır içlerinde belki. Oya yapanlar mesela. Ne için yapar onu. Kullansın diye mi? Belki gün gelir de atlı prensi onu bu bataklıktan kurtarır. Çok bekler!
Olaylı geceleri de vardır onların, ayda bir karakol ziyaretlerine giderler. Mavi-kırmızı ışıklar onlar için hiç mi hiç yabancı değildir. Asılmalar bile olur. Götünü elleyen polis memurları, elini tutup da sikine bastıranlar, yanağından bir makas alanlar. Onlar alışıktır bunlara, kafaya şapkadan başka bir şey takmazlar.
Ve yine gelirler ekmek teknelerine, kokusuna bile hasret kalırlar nezarethanede kaldıklarında. Hem en azından burası sıcaktır. Ve onları saran güçlü kollar gelir arada bir. Erkek denilen cinsten, sapına kadar. Bazıları ona gerçekten zevk yaşatır ve ardından gelen pişmanlık.
Dedik ya onların da aşkları vardır belki ve çalar onlar için teyplerde acı şarkılar. Hüzünlenirler, gözlerinden namusuna doğru iki damla gözyaşı süzülür, şarkıya eşlik eder gibi:
‘'dünyada yarden datlı var m’ola, var m’ola, var m’ola…’’
paylaş:

gemide

Güneş ay doğduğunda, deniz vuruverdi kıyıya. Yolcular, ellerinde şarap bardaklarıyla limanları gözler, gözleri geceyi içer adeta, gece onları içer. Gemi, denizin canını acıttığını bilmeden, kayıverir gökyüzünde, gökyüzü deniz olur, deniz ayna tutar gökyüzüne.
Dudaklarda yaşlanan sözler, ölümü bekler. Dudaklar şarap bardağını öper, kırmızı süzülüverir. Dudak boyaları boyar bardağı, bardak kırmızıya boyanır, gece siyaha.
Düşünceler masumlaşır gecenin altında, ne masum düşüncelerdir onlar.
Tokuşturulur göbeğinden bardaklar, ses denize çarpar, acı çeken denize. Ay ışığı yankılandıkça dalgalarda, dalgalar sevişir ayla, çocukları olur sudan. Masum düşünceler besler çocukları.
Dışarıdan yavaş görünse de süratle yol alır gemi, sesi çıkar kaptan istediğinde. Yunuslar eşlik eder bazen, bazen yunuslar ses çıkarır gemi sesini duyunca. Fırlasalar aya bile değeceklerdir, yakamozun sahibi aya. Ay ayna olur dünyaya, dünya ayla aydınlanır, yürekler yakamoz.
Gitarın sesi gelir kumsaldan gemiden yükselen sese karışıverir. Müzik sesten ibaret, deniz sudan ve aydan. Ses, deniz kokusunu taşıyan, esen rüzgarda dalgalanan, kızıla boyalı saçlardan geçip kulaklarda konaklar, eskir kulaklarda.
Altın güneşse, ay gümüştür.
Hünerlerini sergiler dans bilenler, adımları birbirine dolanır, gözler bakışlarda kaybolur. Parmaklar okşar sırtları, kollar göz alıcılığıyla savrulur havada, kıvrılıverir, avuç içi önde New York’a açılır bedenler.
Yunuslar gemi trafiğinin durmasını bekler, denizin ortasında kırmızı ışık yanıverir. Süratle yol alan gemi duramaz kırmızı ışıkta, yunusu yaralar ve geçer. Yaralanan yunusun bedduasıyla gemi, buz dağına çarpacağını bilmeden; yolcular öleceklerini bilmeden ilerlerler geminin içinde.
paylaş:

güçsüzüz

Bakışlarımız esrik, ruhlarımız mayhoş. Dilimizde muşmulamsı bir tat bırakan soğuk mu soğuk bir katı.
Parmak ucumuzla siliyoruz karşımızdaki sevgilimizi. Hiç düşünmeden yokluğunu, basit hayatımızda elimizin tersiyle itiyoruz gözlerimizin içtiğini. Varlığında mutlu muyuz ki yokluğunda üzülelim düşüncesiyle arkamızı dönüveriyoruz kolayca. Gözyaşlarımız göl, gözbebeklerimiz büyüyor karanlıkta. Uzaklarda arıyoruz aşkı, aşkı uzaklarda sonsuzda arıyoruz ki gözbebeklerimiz büyüyor. Ya da karanlığın içinde.
Bakışlarımız esrik, ruhlarımız mayhoş.
Anbean, günbegün gözbebeklerimiz, parmak ucumuzla siliverdiğimizi arıyor da nerde buluruz? Kendimiz uçurumun yanında, aranan uçurumun dibinde. Peki neden atlamıyoruz o’na doğru? Kelebek değiliz ki düşeriz, biliyoruz.
Esrik bakışların son durağına koyuyoruz, şehrin sokaklarının bittiği yere o’nu. O kim?
Hani silivermiştik o’nu, hani varlığında mutlu değildik, yokluğunda üzgün değil? Yalan mıymış, dünler gibi? Yarınlar bizim için sonda mıymış?
Anlıyoruz mayhoşluğumuzda, içtikçe dibini görüyoruz bardağın, tek arkadaşımız iki parmağımızın arasında tutup bitmesine izin verdiğimiz sigara oluyor. Bitirsek üzülürüz, bırakıp gitsek pişman. Nerdeyiz biz? Boşluğun hangi şehrinde?
İttik, sildik o’nu.
Peki neden tutamıyoruz göz pınarlarımızı, neden hâkim olamıyoruz ellerimizin titremesine? Zor mu?
Atlıyoruz.
Kelebek değiliz.
Çok yazık bize!
Kendi boşluğumuzda, kendi gözyaşlarımızla boğuluyoruz.
İlerisi çıkmaz sokaklar, denize çıkmayan…
paylaş:

Dünyada Bir Yerdeyim

sorular dönüyor aklımda, cevapsız anlamsız binlerce soru var belleğimi kavrayan, cevap bekleyen, anlam arayan... ölüme davetiye çıkarmış tüm sözlerim... ölüm ne ki, varolamamak mı artık? gülüyorum kendi iç sesime...
Varolabilmek haaa.. Söylesene nedir varolmak? şu dünyaya sonsuz acını verip yok olmaktan başka... Sahte dünyanın bir parçası olmaktan başka... Yani şu mutsuz ve sıradışı devinimin, kendi yarattığımız garip olgunun, düşşel bir yolculuğun anlamsız parçası olmaktan başka...
Biz adını koyuyoruz varlığın, biz yaşatıyoruz tüm düşleri. Adına "dünya" diyoruz, adına "varlık" diyoruz, adına "ölüm" diyoruz, adına "doğum" diyoruz. Her şeyi kendimizce şekillendiriyoruz. Bir vakitten sonra ise inanıyoruz gidişlere, kendi yalanımıza ortak oluyoruz. Oysa ki giden kafamızda bitirdiğimiz an gerçekten gitmiş oluyor...
Sesin geliyor kulaklarıma, hayalin geliyor gözlerime... Seninleyken sensiz olabilmek ne mümkün, seninleyken sensizliğin yalnızlığına dem vurmak... Buralardasın, kendi yarattığım kurgunun en güzel yerindesin... Düşlerin değiyor düşlerime...
paylaş:

Güneşi Tutmak

Aydınlığı aramak, koşar adım yürüdüğün yolların maviye çıktığı yerlerde ulaşmaya çalışmaktır on'a. saklandığın karanlıktan çıktığında yanıbaşında durur o. Yürüdüğün yolların ardından bıraktığın izlerde, seni sen yapan tüm değerlerde...
"Geldim" der; "yakını uzak eden yolları aştım da geldim..." Sığınırsın sıcaklığına bir anne şefkatinde, özgürlüğe süzülen kuşların kanadında o'nu izlersin. Hafif hafif mırıldandığın şarkıyı o'na armağan edersin. Bir güvercin ürkeklikliği sarmışken bedenini; "hep senin için" dersin, "bu koşturmalarım, bu isyanım senin için, sana ulaşmak adına..." O der ki "yorgunum, yoruldum..." O vakit gitmek düşer aklına, o'nu arayanların yanına götürmek istersin o'nu... Ve yelkovan kuşlarının peşi sıra düşersin yollara. Zamanı o'na katarsın o'nu zamana...
Anlarsın, o'nu aramak o'na ulaşmaya çalışmak değilmiş, sadece dikkatlice bakabilmekmiş gözlerine...
paylaş:

gece mor sever

En çarpıcı rengi sever gece hep. Kendine en iyi yakışanı… kendisini en iyi ifade eden, anlam yüklü en çok beğenilen rengi: moru.
Menekşenin zarifliği gibidir mor, sümbül gibi hoş kokar. Kırmızıyla mavinin muhteşem uyumu, kadınla erkeğin birleşimi gibi.
Gökyüzünün maviliğinin içine güneş katarken rengini batarken ufukta. Boyar, ikisini birlikte karıştırır eliyle, okşar onları. Sonsuzlukta kırmızının yakıcılığıyla mavinin rahatlığını buluşturur. Yavaş yavaş yok eder ifadelerini, onlara yeni anlamlar yükler. Artık onların ortak adı mor olmuştur.
Yanan mumun alt kısmıyla, derin suyun dibi gibidir aslında mor. Suyun içine bir tutam alev katmış gibi… ve duyulan ses gibi “cıss” sesi gibi.
Ya da şehrin ta kendisidir mavi, kırmızı da o şehrin kalbi. Renk cümbüşünün asilleridir onlar ve birleşirler geceleri, yaratırlar yeniyi.
İki bedenin tek vücut olduğu anda var olur geceleri mor. Kavurur her yeri. Biraz da serinletir, izleri yok eder, unutturur geçmişi. Acıyı zevke dönüştürür. Güzelle çirkinin ayrımına karışmaz, onları bir yapar. Umuda kapı açar, ışığı dışarı atar, karanlıkta görmeyi sağlar. Adımları yavaştır morun, sakindir. Açık kapı gördü mü girer hemen, kokusuzdur ama hissedilir.
Kadınla erkeğin birleştiği anda doruğa ulaşır mor, yerini bulur.
Onun defterinde aşk yoktur, o sahip olmayı işler eliyle, sahip olmayı…
Geçmez hemen etkisi, soluk soluğa koşulur onunla, hızlanılır, yavaşlanır, zorlar bedeni ulaşır sonunda, ulaşmak istediği yere en sonunda ulaşır.
Kaşık kaşık içirir şaraplar, ağızdan yavaş yavaş taşar sıvı ve boyundan süzülür, açık göğüsleri okşar, meme uçlarından iner aşağı. Kadınla erkeği sever mor, geceyi sever. Gece de onu sever. Her bir gecede yeni yeni vücutlarda dolaşır, onları yorar, yorduğu kadar da hazla doldurur.
İki bedeni kırmızı-mavi boyanın içine sokup çıkarır, boyar ilk önce, öldürür. Sonra dudaklardan üfler nefesini yeniden doğurur hayata, yeniden kalp atışlarını hissettirir.
Mor, geceleyin denize kan damlatmak gibidir. İçinde sahip olunduğu bedenden akan kan tuzlu suyla birleşir, sevişir ve onu oluşturur.
Orman havası gibi girdi mi bedene çıkmaz, yer bulur.
Mor, sevişen herkese sahip olur.
Herkes, sevişirken mora sahip olur.
Mor, hem sahip olur hem de sahip olunur.
paylaş: