gündelik hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gündelik hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ugg mı ag mı öyle bi şe



Zamanın bilmem kaçıncı sayfasından denizden mi, kutuptan mı geldiği bilinmeyen lakin elinizi sağa doğru –sola doğru da olabilir- kaldırdığınız surette bir çiftini giyenine çarpacağınız, çizenini, şeklini henüz çözemediğim r.t.e’nın teğetinden bile garip duran, yazın sıcakta serin, kışın soğukta sıcak, ilkbahar ve sonbaharda yağmur yağdığında ıslak tuttuğu söylenen ve sanırsam çıplak ayağa-cımbıl cımbıl- giyilen genellikle pastel tonlarda renklere sahip ve giyen kişiyi komik duruma sokan, ilk çıktığında 500 lirayken şimdi bilmem hangi Perşembe pazarında 20 liraya satılan, tüylü olanları giyeni mağara insanını haline sokan ve çoğu insanın giyme sebebinin farklılık yaratmak için olduğunu düşündüğüm, fakat 10 kişiden 7 sinin giyerek nasıl bir farklılık bu dediğim salakça bir marka. Bilim bakalım adı ne. Ug mu diyorlar ag mı diyorlar ondan işte. Kıçımın azıcık kenarı. Ugg diye yazılıyor, açılımını öğrenmekte fayda var tabii de sanırım ‘ugly’ den türemiş. Bu kadar mı biçimsiz olur bir şey.
Bazı üniversitelerde tikicanların üniforması haline de gelmiştir. Şıkıdım şıkıdım kuaförden çıkan platin kaplama ablaların, diz altı çoraplarının üstüne çekiştiriverdikleri muhteşem ötesi salaklıkta botumsulardır kendileri.
Aslında en başlarda balıkçıların ayakları üşümesin diye mi ne yapılmış bunlar ne.
[bu yazıyı yazarken haggard’tan herr mannelig dinliyorum. Allah benim cezamı versin. Neyse]
Evet tarihçesine gelecek olursak, muhtemelen Norveçlilerden çıkmıştır bunlar. Onlar hassas bu cilt bakımı konularında, aslında herkes öyle olmalı da konuyu saptırmayalım. Balıkçılar çıkıyorlarmış balığa, rastgele diyorlarmış ve tabii ayakları çok üşüyormuş, balıktan döndükten sonra da giyiveriyorlarmış ayaklarına. E ne dedik soğukta sıcak tutma mantığı devreye giriyormuş. Peki bu mantık nerden çıkmış tabii ki de zeki insan beyninden. Koyunun yününü, denemişler bu işlemler için. Saftirikler, buluvermişler. Kesivermişler koyunu. İşte tüm kara büyüler o zaman başlamış.
[gothic bi şeyler açmalıyım, kararmalı her yer]
Kesilen koyun hamileymiş ve bedeninde büyümeye çalışan küçücük kuzucuk oracıkta ölü vermiş. Bunu gören diğer koyunlar orada melemeye başlamışlar ve lanet bu insanların üzerine geçmiş. Ve bundan sonraki tüm çalışmalarda bu melemeler bu insanların kafalarından hiç çıkmamış. Çizdikleri, yaptıkları tasarımlar o kadar boktanmış ki kendi boktanlıklarını gizlemek için çare düşünmüşler ve bir karar almışlar.
Bundan böyle her giyen kendini bir bok zannedecekmiş. Çıplak kral mantığı. Ve bundan böyle kızlar derken erkekler de bu kadersiz bokluğa adımlarını atar olmuşlar. Bir tişört, bir etek bir de ugg der olmuş hepsi. Öyle işte.
Bakalım kim çıkıp; ‘bok gibi olmuşsunuz kızım’ diyecek de kara büyü bozulacak.
Yıh yıh demeden de edemedim.
Arada sırada böyle yazılar da lazım de mi?
paylaş:

gossip boy'dan kutsal zopa hikayesi

Herkesin ‘salak la bunlar’ diye düşündüğü biz, güzelim grubumuz adına, herkese hakaret ederek başlamak istedim, naçizane yazıma. Hiç kusura bakmayın ama en birinci salak sizsiniz. Salak olanlar anladı.
Evet. Takvimde yerimiz 22 Ekim 09 Perşembe. En boktan günlerden birisi, çünkü aralıksız dört saat ders var ki bunlar tam da öğlen vaktini içine alanlar. İlk iki ders maykrobayoloji ve ikincisi analitik kimya.
Kulağımda kulaklıklar 230 nolu egonun gelmesini beklerken yaktığım sigara, dudaklarımda acımtıraklık bıraksa da içmiş bulundum ve ikarusun ta uzaklardan püsküren siyah dumanını gördüm. Bir numara miyop olmama rağmen o dumanı ve kırmızı körüklü otobüsü gördüm, çünkü görememek yalnızca körlükle ilişkilendirilebilir. Tabii ki tıklım tıkış ama binmekte ısrarcıyım. Bindim de. Hiç fark etmiyorum, önümde birisi, bir kız. Enine boyuna geniş çene (sevgiler, saygılar) saçlar sarı falan, tiki mi desem öyle bir şey. Koluma dokundu. Dedim noluyo lan? O gene bizim Ayşe. Allah’ım yarabbim. Ne arıyorsun Ayşe egoda. Atlasana sizin oradan dolmuşa, servise falan. İşleri mi ne varmış aşti de. Neyse. Benden para istedi. Ego kartının olduğunu zannediyormuş, lakin aklı nerdeyse, yokmuş. Elalemin çocuğunun birinden ego kartını onun için basmasını rica etmiş. Çocuk da basmış. Tam 1 lira 10 kuruşu, ego kartını onun için basan çocuğa vermek niyetindeyken, cüzdanına dikilen gözleri ona, bozuk para yok sinyali vermiş. Ardından para bekleyen çocukla kesişmiş ve acınası bir yüz ifadesiyle, elleri titreyerek 5 lira, hani bildiğimiz kâğıt olan 5 lirayı çocuğa uzatmış. Amma velâkin çocuk parayı almamış. Bindiğimde çocuk çoktan ikarusun kuyruk kısmına doğru yol almış. Ben parayı çıkarttım lakin çocuk kayıp. Gözler hep onu arıyor ama bulamıyor. Uslu bir çocuk olabilirsek o çocuğu bile görebiliriz.
Bir baktım kara bir kız. Şopar mı desem, çinçin’den mi gelmiş desem, kara kuru bir kız. Oturduğu yerden bana sesleniyor. Bu da bizim Burcu. Bende ikinci bir şok. Ne bu oğlum hepiniz benim bindiğim egoya binmişsiniz. Olabilir böyle vakalar Türk polisi yakalar cinsinden bir istatistikle, aynı egoya binme olasılığımızı hesaplamak istiyorum. Melih Gökçek beye sormak istiyorum. Ankara da kaç adet 230 nolu ego var. Bunların kaç tanesi ikarus. Kaç tanesi körüklü. Evet. Dersimiz istatistik. Ortanca değer ve alt sınırların karelerinin toplamı, i eşittir birden ene kadar… Ne diyorum ben. Bu arada seslenmek istiyorum, istatistik ne sıkıcı bir ders yahu.
Neyse biz konumuza geri dönelim. Evet, ne olmuşsa olmuş biz üçümüz aynı egodayız, Ayşe’nin gözleri hep çocuğu arıyor, çocuk yok, ağzında da ‘ay rezil oldum çocuğa’ lafı. Bıla bıla bıla. Ego durdu bizim bölümün arkasında, indik. Sinem ve Merve (bunlar akıllı olanlar, Ayşe’nin ev arkadaşları) de servisten inmişler (görüyoruz değil mi, servislere binenler var) bizim Burcu seslendi ve anlayamadığım hareketlerle, dans mı etmeye çalıştı ne, öyle bir şey yaptı (sanırım diğerlerinin bize salak demesi ya da biz salakmışız gibi bakmaları işte bu yüzden)(Burcu’yu severiz sayarız).
Uzun cana kuru dal parçasını yerden aldı. Bunu yapan Burcu. Lililili lililili gibisinden Sinem’lere doğru elindeki sopayı sallayarak koştu. İşte olay tam da bu andan itibaren başladı. Tanrı bir şeyleri biliyordu. Üçümüzü de aynı ikarusun içine koyacak şekilde bir yüceliği vardı. Anlamalıydık. Başımıza gelecekleri, öncesinden tahmin etmeliydik. Her şey o sopaya ‘kutsal zopa’ adını koyunca başladı ya da biz öyle zannettik. Karanlığın eli bizi çağırıyordu. Yoksa, yoksa kedi kesip kanını mı içecektik? Hayııııır.
Tabii ki böyle bir şey olmadı. Elinde kutsal zopasıyla yol alan Burcu ve bizler, bölümümüzün önüne geldik. Kutsal zopanın ‘nalet’i belki de çoktan üzerimize çökmüştü. Çünkü, hastanede, tam da o doğduğu sırada Çinçin’de oturan birinin de çocuğu doğup, o iki çocuğun karışıp, kendisini, annelerinin ona anlattığı gibi bilen lakin bizim, onun Çinçin’den geldiğini düşündüğümüz Burcu, kendinden geçmiş bir halde herkesi bir kutsama havası, herkese emir verme yetisi olduğunu düşünmekteydi. (come yourself Burcu) ve ilerleyen zamanlarda da sopası elinden düşmedi. Hatta bu sopayla Ayşe’ye çay aldırttı. Kutsallığı bozulmaması için de kimsenin dokunmasına izin vermedi. Ama herkes o sopaya yani kendi adıyla kutsal zopaya dokunmak istiyordu. Hepimiz hipnoz olmuş gibi Hande Yener kıvamında sopaya odaklanmıştık. Kutsal zopa, çoktan benliğimizi elimizden almıştı, üstelik bizden izin almamıştı.
İçtik çaylarımızı bir güzel (kesene bereket Ayşe). Duygu içmedi. Haha. Çünkü kutsal zopanın etkisi altına, bizden daha sonra gelmesi nedeniyle, bizden daha sonra girmişti. Mantıksal olarak da böyle olması gerekiyordu. Herkes aynı anda kutsal zopanın etkisi altına giremezdi.
Maykrobayoloji dersine girdiğimizde de, ders arasında da, analitik kimyada da elinden kutsal zopayı bırakmadı. Kimin elinde varlığını sürdürüyorsa, o kişinin bedenini sahipleniyor, beynine, kendi istekleri doğrultusunda kolayca hükmedebiliyordu. Zopanın kutsal olması, buydu. Bize kedi kestirtmeyecekti belki ama bedenlerimize ve benliğimize hakim olacaktı. Kurtulmanın yollarını aramalıydık. Ama nasıl yapardık? Hepimiz kutsal zopa karşısında eğiliyorduk. Boynumuz kıldan inceydi. O kadar inceydi ki kopabilirdi.
Kara atlı, kukuletalı düşmanlar kıymetlimizi bizden almaya çalıştılar. Kıymetlimiz. Kutsal zopamız. Kara atlı kukuletalıların kraliçesi Duygu oluvermişti. Henüz beden halini alamayan kraliçe, Duygunun bedenini kendisininmişçesine özgürce kullanıyordu. Emreee Emreee demesi bile yapmacıktı. Onun Duygu olmadığını sadece biz biliyorduk. Analitik kimya dersinde, onun Duygu olmadığı, kara atlı kukuletalı kraliçe olduğunu daha iyi anlamıştık. Kutsal zopanın kötülüğü, ona sahip olmak isteyen kara atlı kukuletalı kara kraliçenin kötülüğünün yanında solda sıfır (0) kalırdı.
Burcu haricinde kim kutsal zopaya dokunsa görünmez oluyor, zaman duruyordu. Burcu’nun kutsal zopa taşıyıcısı olduğunu o zaman anladık. Eğer kara atlı kukuletalı kara kraliçe kıymetlimizi bizden alırsa, işte o zaman karanlık galip gelecekti. Eğer bizde kalırsa, sadece biz mahvolacaktık. Dünya için kendimizi feda etmiştik.
Geri zekalı olduklarını düşündüğüm diğer bölüm insanları, bize teşekkür etmeliydi. Sizin hayatınızı biz kurtardık ulan.
Neyse aradan midıl ört savaşı falan geçti, ruhları falan topladık, savaşta diğer bölüm insanlarının bizlere yalvaran gözlerle bakması sonucu ‘kurtaralım lan bunları, insancıklar onlar da’ dedik, kurtarmış bulunduk işte. Kurtarmasa mıydık?
Kara atlı kukuletalı kara kraliçeyi yani Duygu’yu başımızdan def etmiştik. Kıymetlimiz, kutsal zopamız bize yardım etmişti. Olan Duygu’ya olmuştu tabii de olsun o kadar. (saygılar Duygu). Neyse olan oldu, kalan kaldı, giden gitti. Aslında kutsal zopanın kıdemi yapı kredi atm’sine gidince anlaşıldı. Zopa taşıyıcısı Burcu bir anda paraya boğulmuştu. Bildiğimiz üzere paralanmıştı. Hayat ne garip, inişler ve çıkışlarla dolu. Çulsuz olan çinçin Burcu, oluvermişti paralı. Burs işte insanı böyle değiştiriyordu. Para elimizin kiridir. Bunu otostop çekerken anladık. Cebi bursla dolan kutsal zopa taşıyıcısı Burcu, önümüzde duran ilk arabayla kıymetlimizi, kutsal zopamızı elinden bırakıvermişti. Biz de yolumuza devam ettik.
Acaba Burcu mu zopayı bırakmıştı, zopa mı onu? Bilemedim ben onu. Belki de ‘nalet’ artık üzerimizden kalkmıştı. Belki de kutsal zopa yeni kurbanlarını çoktan bulmuştu. Neyse.
Bildiğim bir şey var.
Ay nov yu lav mi.
İks oğ iks oğ.
Gossip boy.
paylaş:

çarli'nin melekleri

Telefonuma baktığımda saatin 1.30 olduğunu gördüm. NTV Bilim’den yürüttüğüm resim yandı söndü telefonun ekranında. Okuyanlar bilir, hani şu yüz nakliyle alakalı, ünlü portrelerden parçaların birleşmesiyle oluşmuş resim.
Odada yalnızım bu gece. Zaten sekiz kişilik odada iki kişiydik, diğer vatandaş İstanbul’a gidince yalnızlığımla beraber kalakaldım. Yurdun tam yanındaki halı sahadan sesler duyulur odamdan. Hiç anlamam gecenin bir vakti ne işi var bu insanların halı sahada. Futbol tutkuları ağır basıyor uykudan galiba.
‘gemide’ isimli bir yazı yazıyordum, saat 20.00 civarında. Bitiremedim. Filmle alakası yok, yayınlanırsa görürsünüz zaten. Neden tamamlayamadığımı da bilemiyorum açıkçası. Çok zor geldi. Kelimeleri bir türlü yerli yerine koyamadım. Her zaman olmuyor anlaşılan. Eskiden daha sık yazardım. Yaşlanınca böyle oluyor demek ki. Saçımın beyazlığını söylememe gerek yok zaten.
Gün çok çabuk geçti. Sağ olsun Burcu’nun ders kayıtlarını yapalım derken, sıcaktan bunalmış bir şekilde, gölge aradık her dakika. Çok normal, yaz okulu derdi, sıcak bunaltıcı bir hava, derslerin çakışması… ama ilginç olan, benim işlerimin çabucak hallolduğu, tamamıyla Burcu’nun dertleriyle uğraştığımız halde yorulan nedense Burcu. Sebebi de ata binmekmiş söylediğine göre ama ben gördüm, pek de beceremiyor. Şaka bir yana daha beş ders oldu at sevdası, olacak o kadar Burcu. Parkurlarda görürüz belki. Yine de kolumda çıkarttığı dört parmağının acısı fazlaydı. Her zaman eli ağırdır zaten. Sesleniyorum burcu sana, hatırlat bir ara geberteceğim seni.
Yazı yazarken sigara içme isteği doğuyor bende. Yazan arkadaşlar vardır. Bilirler, belki onlara da oluyordur. Bilimsel bir açıklaması var mı acaba?
Bir de geceleri çikolata gelir aklıma, yine geldi. Ama kantin kapalı ve stoklarımda çikolata yok. Stoklarım demişken daha yeni geldiğim için yurda hiçbir stok yok. Hatta bu gün markete gittiğim halde sabun almayı unutmuşum, ellerimi şampuanla yıkamak zorunda kaldım. Acıklı bir durum bence.
Çikolata deyince aklıma Ayşe geldi. Ayşe ve çikolata ayrılmaz ikili. Doğrusunu söylemek gerekirse, Ayşe ve yenilebilir her şey. Bu yüzden her zaman derim. Ayşe çok iyi bir tercih yapmışsın gıda mühendisliğini seçerek. Yanlış anlaşılmasın, aşçılık daha iyi olabilirdi. Ben ileride çalışacağı yerde gıdaların tadına bakabilirliliğinden söz ediyorum. Lezzet uzmanı Ayşe. Gıda mühendisliğiyle aşçılığı karıştırmayalım lütfen. Çikolata deyince ikinci olarak bahar aklıma geldi. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin kızlarının bıyıklı olduğunu düşünenlere kapak olabilecek güzelliktedir kendisi. Mükemmel insan, kadim dostum.diyetleri meşhurdu onunda, hala meşhurdur. Çikolatalı, elmalı falan. Saygıyla anıyorum.-yaz okulunda başarılar Bahar- Bahar deyince Saniye de geldi aklıma doğal olarak. Lise hayatım geldi aslında. Güzel günlerdi diyorum sadece. Bizim Saniye ile garip zevklerimiz vardı, örneğin oturup otopsi izlerdik. Genetik istiyorduk öss’den önce. Görülüyor ki az çalışmışız-kapasiteden değil bakın, az çalışmaktan- ikimiz de gıda mühendisliğindeyiz. Tek farkla O, İTÜ’de ben Hacettepe’de.-Saniye bizi diskoya götür!-
Kitap okumayı düşünüyorum. Şu an hangi kitabı okuyorsunuz? Ben Yalancı Tanıklar Kahvesi-Vedat Türkali-ni okuyorum. Güzel bir kitap muhtemelen seversiniz. Bu kitaba da Edirne’den Ankara’ya gelirken otobüste başladım. Sardı bir süre sonra. Yüz yirmi sayfa okuduğumda artık şoför koltuğunun üzerindeki saati göremez olmuştum. Galiba artık gözlük kullanmanın vakti geldi. Bir numara miyoptum, iki oldum sanırım.
Ne garip düşünceler geliyor insanın aklına. Normalde olsa ancak hatırlatacak şeyler olduğunda hatırlarım. Lakin bu gece bunları yazdığımdan mıdır bilmiyorum geliverdiler aklıma. Atladım oradan oraya. Bakın oradan oraya atladım derken Sinem geldi aklıma. Yazdığım yazıların planlı yapıldığında daha hoş olacağını söyler durur. Aklıma gelenleri hemen yazdığımdan bağlantısı olmayan paragraflar alt alta gelir, aklıma üstte yazdığımdan bir şey geldiğinde bu sefer bağlantılı paragraflar farklı yerlerde olur. O da bunu savunur hep, beni de uyarır. Ben onu dinler miyim? Tartışılır ama bundan sonra daha dikkatli olacağım Sinem.-yaz okuluna bekliyoruz seni Sinem-kop baba hoş- Sinem deyince Merve akla gelir. Sinem’in oda arkadaşı bizim sınıf arkadaşımız. Onun da İTÜ’ye geçme ihtimali vardı. Allah’a bin şükür caydırdık. Dedik, böyle manyak bir grubu orada bulamazsın. Geçiş isteği olduğundan mıdır nedir 3,60 mı 3,70 mi ortalama yaparak da takdirimizi toplamıştır. Merve değil de başkası yapsaydı, of ne dedikodu yapardık.
Duygu var bir de. Madem anlattık o da kalmasın. Aslında iş Duygu’da. Bir yaş küçük olmasına rağmen bizce on yaş küçük. Dansçıdır aynı zamanda. Grubun maskotu denebilir. Bir de Emre vardır. Eniştemiz olur kendisi. Emre ikiye ayrılır: Duygu varken Emre, Duygu yokken Emre. Duygu varken tüm vatandaşların ağzından ‘Emreee’ çağırışı çıkar. Bir de Burcu’nun ‘Emre bana selam verdi, sana vermedi.’ Diye Duygu’yu kızdırması yok mu? Bitik bir durum. En küfürbazımızdır aynı zamanda. Bir de Sinem ile ikisinin tiki kızları taklit etmesi tartışılmaz en komik program olur yayınlansa. Duygu’nun bir diğer özelliği Asi dizisindeki Asi’nin kızını gebertme isteği. Çoğu zaman o kızın taklidini yapar ve şu sözleri söyler: ‘Ben salak olduğum için, annem bana kuzuyu görebilirsin ama bir ay sonra dedi.’ Ve boğazını tutar. Çünkü o kız Duygu oluvermiştir ve kendini öldürmeye çalışır.
Grupta bu kadar kızın olması, gıda mühendisliğindeki kız oranının %90 olmasından kaynaklanır ki bu da demek oluyor, inek oranı çok yüksek. Ama gruptaki kızlara bakıyoruz. Zehir gibi hepsi maşallah. Nerde parti orada onlar, nerde gezi orada onlar.
Toparlarsak grubumuz ben, Ayşe, Burcu, Sinem ve Merve’den oluşuyor bir de Duygu var tabii. Ama onu gruptan atıp Emre’yi alacağız bu gidişle. Dışlamak güzeldir.
Bu gruptakiler sigara içenler ve içmeyenler olarak ikiye ayrılır. Ben, Burcu, Duygu içen grup Merve, Ayşe, Sinem içmeyen. Bu yüzden çoğu zaman Beycafe’deyizdir. Beycafe’de sigara içilir. Merve, Ayşe ve Sinem’e buradan sevgiler.
Grubun en küfürbazı Duygu sonra Ayşe’dir. Ayşe beni öldürebilir ama öylesin Ayşe kabul et. Yenilebilir varlıklara en düşkün olan Ayşe. –güldüm burada Ayşe-
En sakinimiz Merve ve en çalışkanımızdır aynı zamanda. Örneğin sınavlar açıklanırken bizim notlar yerlerde sürünürken o yüksek alır ve bizden bir alkış kopar. Herkes bize dönüp ‘salak lan bunlar’ gibi bakarlar ama buradan herkese sesleniyorum. ‘hayatımda sizin kadar salaklarını görmedim’ üstüne alınan alınsın. Biz iyiyi grubumuzla. Notların yerlerde süründüğünü söyledim. Ayşe’nin zamanında matematik notunu söylemeden edemeyeceğim. İki. Bildiğimiz birden sonra gelen rakam var ya o işte. Ama bir ayrıntı var. Yirmi beş üzerinden iki. Çarpıyoruz dörtle oluyor sekiz. Tek haneli olan sekiz.-Ayşe’ye sevgiler-
Grubun anası Sinem. Sinem’e şaka yapılmaz, terliği kafanıza yersiniz. Severiz, sayarız. Dallas gibi hatundur. Entrikalar, ihtiras rüzgarları…ne isterseniz onda vardır.
Ben de Çarli oluyorum tabii ki. Bayanlar da meleklerim.
Saat 2.30. böyle işte dostlar. Bir gece 315 nolu odada, yalnız kalınca tabii, hatıralar, yaşananlar, dostlar akla geliyor. Hep güzeldi hayat, bundan sonra da güzel olsun. Anlar kaçıp gider, yakalayabilene helal olsun. ‘Carpe Diem!’
paylaş: