kuzgun

Kalbi o kadar ağırdı ki doğar doğmaz annesinin canını almıştı, cinsel organdan çıkmak yerine karnı deşip geçerken. Bir canavarın dünyaya geldiğini düşünen baba sigarası sönmeden diğerini yakarken kanlı sıcak su dökülüverdi ebe kadının elinden, iki parmak arasındaki sigaraya tutunamayan küllerin üzerine. Parmak aralarında annesinin bağırsaklarını tutan, daha dünyanın yuvarlak olduğunu bile bilmeyen bebek gözünü şekli hakkında yorum yapamadığı bu dünyaya açtığında, başındaki bezi saçı üzerine sıkı sıkı sarmış, bir gözü diğerinden farklı kadını gördü, elleri kanlı.
İçeride nelerin döndüğüne bir anlam veremeyen babanın imdadına gökte süzülen yıldızlar yetişse de onun görecek ne gözü kalmıştı ne de içecek bir sigarası. Yanında sadece uçuşup sümüklerine yapışan sinekler bir de karısının yere dökülen suyunu yalayan komşunun köpeği vardı. Köpek hırlamaya başladığında tüm sinekler bir şeyden kormuşçasına uçuşuverdiler, kuyruğunu iki arka bacağının arasına sıkıştırıp kaçan köpeği kovalar gibi. Ebe kadın babanın yanına geldiğinde, elindeki çarşafın arasında bir gözü diğerinden farklı olan küçük bebek büyük kafasını çevirdi babasına doğru ebe kadının kucağında, tam da babası ebe kadının iki gözünün de aynı olduğunu görüp apış arasındaki aletinden sidiğini salınca. Babanın gözlerindeki şaşkınlık pantolonundan süzülen sıvıdan daha dikkat çekiciydi. Ortalıkta ne vızıldayan sinek ne de hırıldayan köpek vardı, yere dökülen kanlı sudan da kötü kötü kokular yükseliyordu.
Ebe kadının memeleri arasından nefes almaya çalışan bir gözü doğduğu anki gibi olmayan büyük kafalı küçük bebek ciğerlerini yakan havadan bir haber gülümseyip duruyordu bademciklerine kadar uzanan dilini devirerek. Koşarak kapıdan içeri girdiler, memeleri hoplayan bir gözüyle diğer gözü arasında fark olmayan ebe kadınla gözleri kadının gibi olmayan büyük kafalı küçük bebek. Kulaklarında memeleri hoplayan kadının kaburgalarını kırmayan çalışan kalbin sesi vardı.
Dilini devirerek gülmeye çalışan kafası kendisinden büyük olan bebek, ebe kadının kocasının kıyafetlerini yırtarcasına çıkardığını izledi tek gözüyle, diğer gözüne inen perdenin farkında olmadan. Ebe kadının kocasının aletine küçücük ellerini sürttüğünü, bütün gece boyunca yorulmadan inleyerek birbirlerinin üzerlerinde hopladıklarını ve bu olaydan sonra ilk üç gün kan işeyeceğini hatırlayacaktı yıllar sonra.
Yaşamı tek gözü ve kısmen çalışan aletiyle doğduğu gün onu evlat edinen ebe kadının yanında geçti o güne kadar. Ebe kadının sonradan azgınlaşmış kocasının öldüğü o gün, anne diye bildiği o kadın kocasının cansız bedenine dokunmasını istediğinde, arkasına bile bakmadı gören tek gözüyle. Çekip gitti. Vücudunda ona bahşedilen tüm uzuvları yavaş yavaş teker teker kaybedeceği aklının değil bir ucundan diğer hiçbir ucundan bile azıcık da olsa geçmemişti. Kader denilen kara sayfalara bıçakla kazılmış romanda o, sonu hayırlı vesilelere yorumlanmayan başkarakteri oynayacaktı.
Yazıktı ona, bilemedi doğduğu gün babasının ona ‘canavar’ dediğini, göremedi hiçbir zaman normal insanlar gibi yaşamı, annesine ‘anne’ diyemedi, mutluluk denilen hislerden en koyusunu çözemedi çözemediği hayatında, arkadaşlık kavramı ona hiç olmadığı kadar uzak, o karanlığa hiç olmadığı kadar yakın…
Sapkınlığımızın mükâfatı cehenneme bile gitmek istese de uzaklaşamadı bir an önce ayrılmak istediği dipsiz kuyudan, kör kütük sarhoş dünyadan.
Her dokunduğu eksik yaratılmışlara mutluluk getirirken, kendisini incitti bilerek, yaşadığı anlar kadar çok dokunuşta canını acıtan duygularla yaşamaya alıştı alışamasa da, incinmenin ayak bileğinde aşil’i oynadı dualardan sıkılıncaya kadar. Uzun uzun altını çizdi yarısına kadar yenmiş kirli tırnaklarıyla oturduğu yerlerde, kendini tanılayan toprak ananın yüzündeki endişenin. Ve kendine tahammül edemediği bir gün dokunuşlarının gerçek hediyelerini, temastan sonra körelen uzuvlarını tuttu. Doğduğu gün bademciklerine kadar uzanan dili bu sefer gülümsemek için devrilmedi ağzının içinde, adeta gırtlağını beraberinde sürükleyen bir parça gibiydi, kerpetendi. Kopan cinsel organından fışkıran kan kadar olmasa da en az onun kadar kan fışkırmıştı kulak zarının delinişinin sebebi çığlıklarla yırtılan boğazından. Yaşama tutunmak için annesinin karnından çıkan küçük bebeği ve ilk üç gün işenen kanı hatırladı buz misali donuklaşan benliğinin bir yanlarında. Babasının kan çanağı gözlerinin açılmışlığını gördü kâbuslarındakiler gibi. Yuvalarından fırlamaya çalışan yuvarlakların kendi gören tek özünün içine baktığı çivilendi kalbinin bir odacığına, sıkıştı kalbi avucunun içinde sıkışan cinsel organı gibi. Eli yavaş ve dikkatli yaşam filmini izleyemeyen soluk gözünün önüne gitti, kanlı parmaklarını toprağı oyar gibi soktu göz yuvasının içine. Geçmişine dair tüm hatıralarını kopardı vücudundan anlarda. Acı denen gerçeklik, kalbinden pompalanan kanla ulaşması gereken yerlere ulaştığında, yaşayan gözünden süzüldü beraberinde yaşla. Var olmuştu.
Tutunamayıp akan suların içinde sürüklenen yaprağa benzetti kendini, derenin içine girdiğinde. Elleri sadece kendisini iyileştiremiyordu. Dokunmak sadece onda çalışmıyordu anlaşılan. Anlaşılan kendisine dokunamıyordu diğerlerine donduğu gibi. Aksedildiğinde canavarlaşan bedeni akan suyun üzerine babasının geleceği gördüğünü düşündü çalışan beyniyle.
O kimdi ki? Adı neydi? Hafıza elinin arasından süzülen su misali akıverdi akan kanlarla beraber bedeninden. Ne kadar yaşardı daha?
O kimdi ki? Tanrının verdiği eksiklikleri o nasıl verebilirdi? Günahkâr mıydı? Değiş tokuş yapılır mıydı uzuvlar? O yapmamıştı. Ebe kadın öldüğünde cehennemin dibini boylayacaktı. Kırmızı, kan kırmızısı cehennemi. Ya da bize öğretilenlerin dışında mavi soğukluğu… Tanrı denen varlık onu da alsaydı yanına şu an, affedebilirdi O’nu.
Ormanın içine süzüldü, insanlardan uzak çok uzak bir yer aradı. Bacaklarından süzülen kana bakılırsa ne kadar yaşardı ki daha. Sadece bekledi. Bir gün, iki gün, üç gün… Ölmüyordu. Bedenini kasıp kavuran acı her geçen saniye daha da artıyordu. Acı dindiricisini bulmalıydı. Kalbini durdurmalıydı. Acıyı pompalayan o küçük şeyin canını almalıydı.
Kopardığı kol kalınlığında dal parçasını sivriltedurdu acılarının ona verdiği kuvvetle. Biteceği an için tanrıya şükretmekten başka çaresi var mıydı ki yaşadığı bu zamana kadarkilerle beraber. Bittiği takdirde O’nu affetmek yapacağı ilk iş olacaktı varsa eğer diğer yaşam. Kendisine verilmeyen ikinci şansı o tanrıya verecekti.
Sivri ucu gök kubbeye bakacak şekilde iyice soktu toprak ananın kalbine dal parçasını. ‘…ist’lerden birini seçti kendisine.
Şarap tadında kokunun arasında düşerken sivri dal parçasının üzerine benliğine kazınmış tüm acılar teker teker siliniverdi kendisine ‘kuzgun’ adını koyarken. Düşerken tüm denizkızlarının boğucu çığlıklarını hissetti teninde ve gardını aldığında hayata karşı sonu bilinmeyene doğru yolcuğun bu karamsarlıktan daha karanlık olmayacağını diledi son isteği üzerine. Huzur, istediği tek histi. Ne görmek, ne duymak, ne sevişmek, hiçbiri ama hiçbiri ona huzur kadar doyurucu gelmemişti. Düşmek… Kaburgaların kırılması, hiç olmadığı kadar açık görmek, huzurun bedene yayılması…
Semada bir kuzgun kanatlarını sonsuzluğa çırparken o çoktan tanrıyı affetmişti.
paylaş:

0 YORUM:

Yorum Gönder