eti kemik geçerken

Her baykuş çığlığında bir nefes daha yaklaşıyorum son denen başlangıca. Keman sesiyle içim ürperiyor. Küçük bir çocuğun flu göz çırpışlarında kalbim sıkışıyor sanki, ben sıcacık yaz akşamında kışı özlüyorum.
Bileğimi ısırıp saat yaptığım günleri hatırlıyorum. İğde kokulu saf düşüncelerin sabahında, yumuşak kucaklarda buluyorum kendimi ve bir de geçmişe kırpılan bir göz. Ömrü çalınan kelebeklerin dansı bu gökte, yere düşmekte geciken yağmur damlası ya da bisikletten düşen çocuğun kanayan dizi, yalanan bir dondurma, güneşi yakalama hevesi.
Uzun bir yolun sonunda, soluklanıp su içmek kadar yaşamı hatırlatan dipsiz zifiri, geceler, güneşin ölümü ve doğması yeniden.
Sesleri geliyor geriden, uzaklardan keman yaylarının ve bir de ölümsüzlüğe söylenen şarkılar. Susup sadece kalbimin farkına varıyorum, kaybettiğim hayatlar geçiyor avuç içimden ve kırılmak üzere düşüyorlar toprağa.
Bir daha hiç okunmayacak sayfaların çevrilmesi gibiyim ellerde, ulumaları duyuyorum. Sevginin demi bu, yitişlerde, çiseleyen haykırışlar.
Birileri hala gururuna yenik yalnızlığa vuruyor kendini. Küçülmemek için daha, susmayı seçiyor haklı olarak. Ağız kafesinde dilin feryadını duymuyor.
Uçsuz bucaksız, yığınla buğday tarlasında etekleri uçuşan çocukların koşuşturmacası bu. Altınlar içinde saf kalplerini özgürleştirme çabası.
Çığlıklar, geceyi delip geçen, azıcık ölümü hatırlatan, buz gibi.
Meleklerin sesi mi olurmuş? Onların kanatları olduğunu zannederdim. Yumuşak dokunuşlarla süzülüverirlermiş korktukları dünyaya ve fanileşirlermiş gördükçe insanların hallerini ve dans ederlermiş yataklarda.
Susuzluğumuzdan arda kalan bir yan bu, geçmişimiz, arkamıza dönmeye korkar olmuşuz. Orda, görüyor musun? Dokunsan kanatları kırılacak, seslerini duyacağım, kanatları olduğu kadar sesleri de varmış.
Dizlerimin üzerine çökmüşüm, yerleri kana buluyorum, dizlerim acıyor. Ellerimi kıvırıyorum, süzülüveriyor kelebek misali boşlukta ellerim ve onları avlayan baykuşları görüyorum tepelerde hızla yaklaşan.
Işığa aç böceklerin dansına şahit oluyorum lambanın üzerinde, mutluluktan ne yapacaklarını şaşırıyorlar.
Birileri yorgun, ellerinde bastonlarıyla yürümeye çalışıyorlar ve cennetin kapılarını çalıyorum korkarak. Elimde bir sigara, ciğerlerim bayram ediyor. Açan yok anne, ben buraya ait değilim.
Upuzun tozlu yollarda üzerinden geçilmiş yılandan farksızım ve beni çekiştiren çocuklar var, ikiye bölüyorlar.
Bırakıyorlar kendilerini gökten melekler, kalp atışlarım seslerine karışıyor ve beni korkutan şu baykuşlar. Çağırıyorlar beni.
Arkamda duran birisi var, ensemde soluğunu hissediyorum. O kadar korkuyorum ki elimdeki dondurma eriyor, dizlerimde kan ve kelebekler uçuşuyor midemde, arkamdaki bana saati soruyor.
Bileğime baktığımda saat, eti kemik geçiyor.
paylaş:

düzüşen filler



C.C.
Chris Cave. Onun hakkında bilinen ender bilgilerden biri bu. Takma bir isim. Ve bir de yakışıklı, düzgün ve fazla belli olmayan karın kaslarının olduğu, cinsiyetinin erkek, boyunun 1.76 ve saç renginin koyu kahve olduğu. Belki de siyahtır. Dar pantolon giymeyi seviyor, sigara belki de tek vazgeçilmezi. Uyuşturucu kullanıp kullanmadığı bilinmeyenler arasında fakat içki içmeyi seven birisi.
Küçükken annesinin ona süt verip onu kucağında uyuttuğu, babasının sigara içerken yakalayınca bir sigara da kendisinin yakıp beraber içtikleri, matematik dersinden nefret ederken psikoloji dersinden tam not aldığı, ayakkabı numarasının en fazla 42 olacağı, işerken sarışın değil esmer kızları düşündüğü, ayda en az on iki defa seviştiği, en iyi düzme biçiminin arkadan olduğunu düşündüğü ya da tatlının yanında krema değil de vanilyalı dondurma sevdiği, bunların hepsi ama hepsi bir muamma.
Chris Cave, kesinlikle birlikte kullanılması gereken iki kelime. Feci derecede sikici.
Karanlık odanın içinde bir nefes alışı, sessizlik, karanlık odanın içinde bir nefes verişi.
Dudakları arasına sigara tutuşturuyor ve eline aldığı zippoyu ateşliyor. Bir anda karanlık odanın içinde bir yatak, bir televizyon, bir sandalye, bir bira şişesi ve yarı çıplak bir erkek can buluyor. Tuvale kazınan yağlı boya gibi hepsi aynı bokun laciverti. Ciğerlerini dumanla dolduruyor, alnına düşen kakülleri var ve bunlar, ona bir hayli karizma katıyor. Yakışıklılığı kişiden kişiye farklılık gösteriyor. Kimilerine göre muhteşem, kimilerine göre enfes ve kimilerine göre düzücü.
Karnı normalden biraz şiş ve birayı her yudumlayışında daha çok çişi geliyor. Işık yanıyor. Mis kolu bir dünya burası, tuvalet.
Kapıyı kapatınca kapının arkasındaki oyuk dikkatini çekiyor.
-Kancık karı.
Evine gelen Marla yaptı onu, hem de tuvalet fırçasıyla. Aslında C.C.’nin yapmak istediği Marla tuvaletini yaparken yanına gidip, pantolonunu çıkarıp Marla’nın ağzına vermekti. Düşündüğüne göre Marla bundan büyük bir zevk alacak, içinin yağları eriyip kızaracak ve dizlerine kadar indirdiği siyah, dantelli külotunu onun kafasına geçirip klozetin üzerine oturup bacaklarını açacaktı. Ama işler her zaman C.C’in düşündüğü gibi yürümüyor. Kapının koluna bastığında kapının kilitli olduğunu anladı ve içeriye girmeye çalışan C.C’in zorlamalarını gören Marla “Siktiğimin çocuğu, aşağılık herif. O kapıdan uzaklaş yoksa seni götten sikerim.” Dedi ve eline geçirdiği ilk şeyi kapıya fırlattı.
Aslında biraz daha zorlasa ve “Sik beni Marla!” deseydi belki de durum hiç de böyle olmayacaktı. Marla kapının arkasında soyunacak, kapıyı açar açmaz C.C.’in üstüne atlayacak ve tüm apartmanı sese boğarak düzüşeceklerdi ya da C.C. kapıyı zorlayacak, Marla kapıyı açacak ve eline geçirdiği her türlü kesici, delici, yakıcı, kırıcı, parçalayıcı ya da sikici aleti C.C.’in kafasına atacak ve yerde yatan C.C.’in üzerine geçip iki bacağını açarak “Şimdi de sikin kalkıyor mu?” diye soracaktı. Bunların hepsi ünlü düşünür C.C.’in kafasında tasarladığı yeni filmiydi. Sahnelerinde sokak aralarında kendisini pazarlayan kancıklar ve kendisinin oynadığı ve defasında “Düz beni C.C.” diye biten kısa soluklu uzun filmlerdi. Fakat yaşadığı filmde senaryo kendisine değil tanrıya ait. Ne kadar düzse de bir o kadar da düzülür çünkü. O, Chris Cave. Görselliği hariç kağıt üzerinde hangi sıfatlarının yazılı olduğu bilinmeyen adam.
İşiyor Marla’yı düşünürken. Klozet kapağına oturuşunu ve Marla’nın o ince belinden tutup onu kucağına yavaşça indirişini hayal ediyor. Kamışı alevlenmeye başlıyor bu esnada. Klozetin içine işemekte zorlanıyor.
Odasına çekildiğinde televizyonda bir belgeselin olduğunu görüyor, bir elinde sigara diğerinde bira. O da ne? Onlar fil olmalı. Tanrım, filler düzüşüyor. Kaç yılda bir yaptıklarını sorguluyor kendi kafasında ve ister istemez fillere acıyor. Dünyayı inleten yürüyüşleriyle düzüşmeleri bir hayli korkunç ve gülünç geliyor ona.
-Fantezi yap biraz, hortumunu kullan, okşa onu.
‘Hayat, ne garip’ diye düşünüyor içinden. Sigarasını her yudumlayışında Marla’nın içine giriyormuş gibi bir his uyanıyor apış arasında. Alevlenen volkanı söndürmek için kuvvetli ırmaklar gerekli ona.
-Sizin sikinize de kelebek konuyor mu?
Telefonu titreşiyor. Tanrım, arayan Gretchen. Üç gece önce düzdüğü kaltak. Alevini bu gecelik söndürebilecek fahişe.
-Alo.
-C.C. nasılsın?
-İyiyim, diyor tanımamazlığa vuruyor, siz kimsiniz?
-Hey sıkı çocuk aşk olsun, benim, Gretchen. Hatırlamadın mı? Üç gece önce belime boşalmıştın.
Fillerin düzüşmesi gerekir, neslinin devamı için bunu her yıl üşenmeden gerçekleştirmeleri ve yeni yeni gri yavruları dünyaya getirmek gerekir. Chris Cave’in de düzüşmesi gerekir. Doğmayacak çocuklarını lapa lapa başka tenler üzerine akıtması, üzerine bir de sigara içmesi gerekir. Hayat böyle işler onun filminde. Bunu, yüce senarist de böyle yazmıştır.
-Hey, hatırlamaz olur muyum, o göğüsleri unutmak mümkün mü? diyor gömleğini giyerken, bu gece bana gelsene, hatta dur bir değişiklik yapalım ben sana geleyim.
Sadece üç gece önce tanışmışlardı, kadın 32 yaşında, götünün alt kısmını açıkta bırakan bir etek giymiş ve göğüslerini meydanda bırakan bir kıyafet vardı üzerinde. Üç metre öteden ağır parfüm kokusu insanın burun kemiğini kırmaya yetiyordu. Ve kalçaları dolgundu. C.C. atmacadan beter vaziyette sinsice yaklaştı kokunun geldiği yere. Sadece 13 dakika sürmüştü. Konuşmuşlar, kadın fingirdemiş, sonra mis kokulu dünyaya gitmişler ve düzüşmüşlerdi. Gecesinde C.C. kadının evine gitmiş ve ilerleyen saatlerde, fillere benzemeyi sürdürmüşlerdi. Gretchen C.C.’in evine hiç gelmemişti.
-Ops, dur bakalım, çok güzel becerdin de neden aramadın beni pezevenk.
-Bak şimdi konuşuyoruz ya, baldırlarında ellerim gezinmeye başladı bile. Şimdi çıkıyorum, tabii üç günde adresini değiştirmediysen.
-Bak bekle biraz… derken C.C. kadını susturuyor.
-Hey bak ne diyorum, ben gelmeden soyunmaya başla, tamam mı? Diyor ve telefonunu cebine koyup arabasının yanına gidiyor.
Gretchen, C.C.’in beklentilerini tam karşılayamasa da bu gece tereyağı sürülmüş ekmeğinin üzerine bal gibi gelmişti.
Merdivenleri ikişer üçer çıkıyor, sigarayı azaltması gerektiğini düşünüyor. Daha çok kişiyi düzmek için daha çok yaşaması gerekli. Kapıyı tıklatıyor.
Ses yok. Bu sefer yumrukluyor, kapı açılıyor.
O da ne? Atletli bir adam, pembe don giymiş, göğsü kıllı. Sağ ayak baş parmağında tırnak batma sorunu var anlaşılan, irinli. Arkasında kadın duruyor, suratında bilmişlik var.
-Bu dallamayı ekemedin mi bu gece, diyor C.C., kocan bu mu?
Gretchen bir şey demiyor.
-Ne diyorsun sen lan, ibne! deyip C.C.’in fazla belli olmayan ama düzgün karın kaslarına yumruğu indiriyor. Üç saniyeliğine uçmanın dayanılmaz hafifliğini yaşayan C.C.’in sırtı karşı direnin kapısına çarpınca inliyor. Adam, irinlerini ortalığa bulaştıra bulaştıra giriyor içeri.
-Şimdi de sikin kalkıyor mu? diyor.
‘Tanrım neden herkes bunu söylüyor bana?’ diye düşünüyor C.C.
Kapının eşiğine oturuyor Gretchen kapıyı kapatırken. Alevlenen apış arasının susuzluğunu dindirmek için hayatındaki en doyulmaz otuz-birine başlıyor. ‘Ah Marla ve bacakların’ diye geçiriyor içinden, omuzları kasılıyor. Düzüşen filler. Tanrım.


chris cave'in diğer maceralarını burayı tıklayarak okuyabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.



paylaş:

Boş

Boştu evet, hissettiğim tek şey boşluktan ibaretti. Düşmek gibi değildi, böyle karanlıkta falan düşmeye benzemiyordu yani. Bir şey hissettiğimden de emin değildim aslında. Sorun da buydu işte, hissedecek hiç bir şeyin olmamasıydı aslında. Kızabilirdim, çok kızabilirdim. Oturup sabahlara kadar ağlayabilirdim, gülüp geçebilirdim, üstüne saatlerce düşünebilirdim. Olayı sil baştan, tekrar tekrar yaşayabilir, kusurlarımı, kusurlarını bulabilirdim, kafamda bir haklı bir haksız çıkarabilir ya da en azından, haksızı bulmasam bile, kimin birazcık daha haklı olduğunu kuşkusuz söyleyebilirdim. Dur diyebilirdim, yapma böyle, yapmayalım böyle… Yormayalım birbirimizi, üzmeyelim, uzatmayalım, sensizlik canımı yakıyor, sen uyurken bile yalnız kalıyorum ben, bu şekilde gidişin ise çok acıtıyor, yapma. Şu boşluk durumu, hiçbir şey hissedememe hali olmasaydı diyebilirdim bütün bunları.

Ses yükseltme dahi olmadan, tartışılmadan, o kapıdan arkanı dönüp sakince çıkışın olmasaydı eğer ağzımdan çıkardı belki o cümleler. Konuşmasam bile en azından hissedebilirdim gidişini. Canım yanabilirdi, üzülebilirdim, hala düşünüyor olabilirdim. (Hala düşünüyor olmasam şu an bu cümleleri dile getirmeyeceğimin söylenmesi bunu kabul etmeme neden olmayacağı gibi sinirle parlamamdan başka bir işe yaramayacağı için sesli söylemeyi bırak bu cümleyi içinden bile geçirme lütfen.) ah, evet sana gitme diyebilirdim. Çıkma o kapıdan.

Ama sen o kapıdan çıktın, ben de arkandan seslenmedim. Herhangi bir sıfatla tanımlanamayacak kadar normal adımlarla uzaklaştın tam karşısına koltuğu koyduğumuz kapıdan, ben de uzaklaşmanı izledim kapının tam da karşısına koyduğumuz o koltuktan. Bir sürü şey yapabilirdim de, yapmadım işte. Ağlamadım da, sen giderken ağlamadım. Mutfağa gidip bulaşıkları yıkadım sadece. Ardından mutfağı temizledim, tencerelerin olduğu dolabı düzenledim, bilirsin bir türlü düzgün durmaz o raftakiler. Yetmedi bütün evi süpürdüm, ardından sildim. Kıyafet dolabımdaki her şeyi yere indirdim, tek tek katladım baştan. Gömleklerimi eteklerimi ütüledim, tekrar askılarına astım. Bunlar da bitince banyoya gittim elimde çamaşır suyu, cif, bilumum temizlik malzemesi sırılsıklam olana kadar banyo temizledim. O kadar banyoyu temizledikten sonra bir de duş aldım, sonra bornozumla geri dönüp sen giderken oturduğum koltuğa oturdum, içim hala bomboş.

Oturdum orada, saçlarımı taradım ve bekledim. Bilmiyorum ama ne kadar bekledim, ama saçlarım kupkuruydu uzun süredir beklediğimi fark ettiğimde, içim de boş değildi artık. Fiziksel acıyı her zaman geçen can acısıyla doluydu artık. Yerimden kalkacak gücü bulamayınca, koltuğa uzandım ve uyudum. Yüz yıl uyuyan güzeli hatırladım uyandığımda. Onun da uzun sarı saçları vardı, gerçi onun parmağına iğne battı diye uyumuştu ama olsun prens uyandırıyordu onu da. Onu da mı? İyi de beni kim uyandırmıştı?

“Dün burada uyumuşsun yine, sabah sana uğramasam ne olacak bu halin? Hem ne oldu kâbus mu gördün yine?”

“Sen… Sen gitmemiş miydin?”

“Bana git dedin. Ben de gittim, geri gelmeyeceğim dememiştim ki…”

Hakikaten, bana geri gelmeyeceğim dememişti ki…


paylaş:

ve koşarız

Parmaklarımı sonuna kadar açıp bileğimden kıvrılarak hayat veriyorum ellerime ve ikisini birleştirip yaşam buluyorum gölgedeki güvercinde. Deliriyorum. Gerçek delilerin kimler olduğunu sorguluyorum kendimle. Ofisteyim, işim başımdan aşkın, soluk almaya bile vakit yok, tek yapabildiğim kahvemi yudumlamak. Sigara bile içmeme izin verilmiyor. Kafamdaki düşünceler çoktan terk etmiş beni, farkında bile değilim. Tek istediğim kendimi boşluğa bırakmak.
Kanatlarım olsa tutar mıydı beni, ya da ne renk olurdu? Yarına doğru savrulabilir miydim sonsuzlukta ya da dönebilir miydim dünlere?
Güzel olurdu, bulutlara kadar çıkıp sigaramın dumanını dünyaya doğru üflemek hatta utanmayıp tükürmek belki de yapabileceğim en uç, en sıra dışı şey olurdu yaptıklarım arasında. Bir de güzel kahkaha atardım.
Penceremden görünen koca bir duvar ve reklam panosu. Gökyüzü küsmüş gibi ağlamaklı bugün. Caddeden geçen insanlar her zamanki gibi kafasını bile kaldırmadan yürüyorlar gidecekleri yere, şehir kirleniyor her geçen saniye ve ağır ağır yaşlanıyor.
Karşı binanın tam da reklam panosunun alt kısmında pencereler, herkes yoğun hararetli hararetli çalışıyorlar, erkekler kravat takmış kadınlar fular.
Birisi var, elindeki kurşun kalemi dişlerine vuruyor sonra hızla masaya koyup elleriyle saçlarını alnından başının arkasına kadar tarıyor. Şakaklarını avuç arasına alıp yüzünü masaya yaslıyor. Canı sıkkın, işler malum yoğun, bitmeyen dertler ve dört duvar arasına sıkışıp kalmışlık.
Kalkıyorum. Bacaklarım istemsiz camın kenarına kadar götürüyor beni. Her soluk verişimde buğulanıyor dünyam ve soğuğu içimde hapsediyorum. Umut denen şey, nerdesin?
Kahvem elimde onu izliyorum, fuları yakışmış.
Beni görüyor, gözlerinde ağlamaklı bir hava, bulutlar çoktan çökmüş yüzüne, teni beyaz. Masanın kenarından aldığı kahvesini şerefe der gibi yapıp içiyor, cevap verip ben de ağzıma götürüyorum kahveyi. Hiç olmadığı kadar sıcak geliyor. Arkasını dönüp önündeki kâğıtlara yoğunlaşıyor.
Akşam sarmalıyor her dakika yitişinde şehri. Ve bir adım daha yaklaşıyoruz sona. Masa ışığımı kapatıp çıkıyorum.
Yağmur çiseliyor, ağır adımlarla yürüyorum. Benden yaşlı kaldırım taşları ve sokak lambaları ve insanlar ve koşuşturmaca ve kalabalık ve … Neyse.
Alnımdan ağır ağır akıyor damlalar. Ayak sesleri karışıyor şehrin göbeğinde, kulaklarda boşluk hissi. Şemsiye hiç beklenmedik zamanda perde gibi giriyor ben ve gök arasına ve tatlı bir merhaba. Fuları gerçekten yakışmış.
Şemsiyeyi kapatıp elimden tutuyor ve çekiştiriyor beni. Ve koşuyoruz. Kalp atışlarım düzensizleşiyor. Soğuk içimden çıkıyor adeta ve bağırmaya başlıyoruz azımız çıktığı kadar. Bize bakıyorlar. Bize deli diyorlar. Gerçek delinin kim olduğunu sorguluyorum kendimle.
paylaş:

sistematik kokain



Bu kadar pisliğin arasında pak kaldığımı düşünmem, kendimi kandırma yollarından biri benim için. Etrafımda otuz bir çekip kendini tatmin eden insan kalabalığı ve ben bu karanlığın içinde hızlanarak düşüyorum.
Kırmızı ojeli uzun tırnaklar geziniyor vücudumda. Arayış içersindeler. Avuçlarını sürtüyorlar bedenime, burnuma gelen gelen toz yığınıyla öksürüyorum. Geçecek bunların hepsi, tümü bir gün bitecek.
Büyüyen gözbebeklerim uzaklaştırıyor nesneleri, aradığımın çok uzakta olduğu sinyali gidiyor beynime, sıcaktan ter boşanıyor avuçlanan bedenimde, adeta haz alıyor eller, kayganlaşıyor.
Kendimi tatmin etme yollarından biri bu, kandırmacalardan diğeri. Dışarısı karanlık ve tozlu. Düşüyorum. Kanatlarım olsa bedenimi taşıyamazdı. Eşek ölüsü gibiyim. Benden medet umanların yüzlerindeki kırbaçlamalar kanatıyor tenimi. Akıyorum. Acı bir tat var dilimde ve düğümlendikçe konuşmam zorlaşıyor, dişlerime bağlanıyor adeta, acı beni kanatıyor.
Işığın yokluğunda adımlarım istemsiz, her ayak hareketim boşluğa denk geliyor. Dik bakışlar ve sırıtan suratları kendime çekiyorum her saniye. İnsanlar neden bakıyorlar? Çözemiyorum. Soluk alışlarım güçleşiyor. Hedefim şırıl şırıl temiz suların aktığı, burcu burcu kokan, parlak bir dünya. Ve bedenimi el altına alan hâkimiyet düşkünü toz yığını, beyaz.
Mülkiyet duyusu aslında beni bu karanlığa hapseden. Pavyon havasında parçalı bulutlu bir rüzgar, yelleri yalayarak geçiyor, zifiriye boyuyor.
Anlaşılmazlıkları anlatmak değil yaşama amacım, doyumsuzluğumuzdan gelen sapkınlığımızın mükâfatı ve çaresizliğimizin çürük dişleri.
Yoğun bir hava püskürmesi ve azalan sesin yitmesi ve bitmişlik. Ellerim titriyor. Gözlerimde gözbebeğimin ve göz kapaklarımın savaşı sürüyor. Galip gelenin hükümlülüğü beynimi yıpratan. Ve göz yaşlarımın ortamı sulaması. Yapışkan bedenimde uzun kırmızı boyalı tırnaklar geziniyor. Adeta sarmalıyor tüm avuçlar tenimi. Haz çığlıklarını duyuyorum başımın arkasında. Gömleğimden sokulan eller pantolonumun içine girdiğinde can havliyle bir nefes çekip gözlerimi açıyorum. Dilimde acılık, beynim yıpranmış ve ben düşüyorum. Gözbebeklerim kocaman, savaşıyorlar göz kapaklarımla, karanlık, her yer karanlık.
İnsanlar neden bana bakıyor? Anlam veremiyorum. Ellerim titriyor ve bedenim ıslak. Her adımın boşluğa basıyor, nefes alışlarım güçsüz. Tırnaklarını geçiriyor eller bacaklarıma. Yürüyorum.
Yoğun bir hava püskürmesinin sesi geliyor kulaklarıma, o tarafa yöneliyorum ve ses azalarak bitiyor. Kapı açılıyor, birileri çıkıyor, bana dik dik bakıyorlar, bedenim ıslak ve gözlerim kapanıyor.
Şırıl şırıl suyun sesini duyuyorum ve kapıyı itiyorum. Apaydınlık. İnsanlar kabinlerden çıkıyor, sonra ellerini yıkıyorlar, burcu burcu kokular yayılıyor her yere ve makinenin altında ellerini kurutuyorlar. Yoğun hava püskürmesinin sesini duyuyorum. Sistematik çalışan insanlar. Çişleri ya da kakaları geliyor, tuvaletin kapısını itiyor, bu sırada başkaları kapıdan çıkıyor, içeri girenler boş kabine geçip işiyor ya da sıçıyor, sonra sifonu çekiyor, şırıl şırıl suyun sesi, kabinden çıkıyor, ellerini yıkıyor, burcu burcu koku, sonra ellerini makinenin altında kurutuyorlar. Yoğun hava püskürmesinin sesi ve ortam aydınlık.
Işık hükümdarlığı ve sistematik çalışanları. Bedenim ıslak, pantolonumun içinde kırmızı uzun tırnaklı eller geziniyor. Sistematik çalışıyorum. Boş kabine giriyorum, işiyorum ve sifonu çekiyorum. Rahatlama hissi tüm bedenime yayılıyor. Klozet kapağını kapıyorum, dizlerimin üzerine çekiyorum, gözbebeklerim daha da büyüyor, ellerim titriyor. Boyalı tırnakların gezindiği yerlerden malzemelerimi koyuyorum kapağın üzerine ve sistematik çalışıyorum. Aydınlık, tüm bedenimi yalıyor. Işığın varlığında dünyanın tadına varıyorum. Kendini tatmin edenler uzaklaşıyor etrafımdan, sadece ben kalıyorum. Kabinden çıkıyorum, ellerimi yıkıyorum, şırıl şırıl su sesi beynimi temizliyor, burcu burcu kokular geliyor ruhuma ve makinenin altına elimi sokuyorum. Mavi ışık kaplıyor avucumu, sonra yoğun bir hava püskürmesi. Sistematik çalışıyorum.
Sadece ben varım. Aynada kendime bakıyorum. Aynadaki bana neden bakıyor? Anlam veremiyorum.

Görsel buradan.


paylaş:

Sahi, ne diyordum ben?

Kha*. Altın renkli kham. Yanıma yaklaştığında, her nefes alıp verişinle burnunun çevresinde uçuşan altın rengi tozları görebiliyorum. Üstelik kanatların da var, altın rengi. Kanatlı kha olur mu? Oluyormuş demek ki. Belki de hep uçup gitmek, kaçıp gitmek, yok olup gitmek isteyiş nedenimdir o kanatlar, feribotta varlığını ilk fark ettiğimde aynı gözlerden izlediğimiz martılar değil de… Yeni de uyanmışım, zaten altın rengine alışamıyorum bir türlü, gözlerimi acıtıyor parlaklığın. Üstelik sen benim en kibirli, en küstah, en kendini beğenmiş, en ukala ve en itici yanımsın. Öyle alaycı bakma bana karıştırmıyorum, itici olan sensin, küstah olan da sensin. Ben cüretkâr olanımızım, farkı büyük. Kanatlarını da açmışsın uçmaya ihtiyacın olmadığı halde. Sırf gösterişsin be güzelim. Ama hakkını vermeli, çok güzelsin. Gösterişi hak edecek kadar hem de.

Üstelik üç dakika önce intihar süsü vermek için yanlış açıyla kestikten sonra bileklerimi sandalyeni de tam karşıma koymuşsun. Ben mi? Ben yerde oturuyorum, sırtım duvarda. Mecalsizce iki yana düşmüş ellerim, kanıyorum. Ah, bir de sigara içiyor olsaydım… Bir film sahnesini hatırlatıyor bu bana. Karizmatik esas oğlan bileklerini kestikten sonra kendi kanında sigara söndürüyordu hani, Lucifer’a “Lu, what took you so long?” diyordu hatta. Ölmüş bitmiştik beraber. Ne kadar hoştu, ne kadar şahaneydi, Lucifer’a Lu diyordu, nasıl bir şeydi o öyle hatırladın mı? Hayır, hayır yine yanlış anladın, bizim sahnemiz tabi ki komik, karizmatik olan John’du. Bak yine dinlemiyorsun beni. Hem John cüretkârdı.

Beş dakika önce kestin bileklerimi. Yan yana birbirimize dokunmadan aynı gözlerden bakan iki farklı hayat sürebilirdik hâlbuki. Bak gülüyorsun yine! Gülme bana! Kabul et ben bitince sen de yok olacaksın. Hadi kendini öldürmek niyetindesin de benden ne istiyorsun? Hem John dedik de, çok yakın bir zamanda Neo’yu izlediğim geldi aklıma. Daha senin varlığından bihaberken Cine5’te onu ilk izleyişimizi hatırladım. Filmin sonunda kurşunları durdurmuştu hani. Hatırlıyor musun? Aa, evet haklısın. Aynen söylediğin gibi, bir yazı okumuştuk, kurşunlar namludan çıktıktan sonra şekillerini kaybedermiş, yönetmeni bu konuyla ilgili eleştiriyordu…

Sanırım ben kendi çapımda seninle sohbet ederken yedi dakika geçti bileklerimi kesişinin üstünden. Vazgeçmeyeceksin yani, öldüreceksin bizi. Sen yaşamaya devam mı edeceksin? Güldürme beni, böyle saçmalıklara inanıyor olamazsın. Bu arada Lucifer dedik de aklıma Sam ve Dean Winchester kardeşler geldi. Dean cehennemdeydi en son, hatta Lucifer dünyaya gelebilmek için Sam’in bedenini kullanacakmış. Onlar da yarım kalacak senin yüzünden, izleyemeyeceğim… Bana daha güzel hikâyeler mi vaat ediyorsun? Ölünce mi? Huri tasvirlerinle beni kandıramazsın, ben bir kadınım, senin aksine lezbiyen de değilim üstelik. Hem bence senin bahsettiğin tanrı cennetinde lezbiyen ilişkiler istemez, senin tanrın, hm, biraz… Biraz muhafazakâr sanki… Kadınlar için erkek huriler vaat etmeyişi bunu gösteriyor bana göre.

Dokuz dakika oldu. Sen bileklerimi keseli tam dokuz dakika geçti. Benim tanrım mı? Benim tanrım kendimi öldürmediğimi, bileklerimi kesenin sen olduğunu anlayacaktır. Hem lezbiyenlerden rahatsız olmaz o, sadece lezbiyenler mi bütün homoseksüelleri sever. Onlar da benim tanrımın çocukları. Transseksüeller de, transgerderlar da. Onları da seviyor evet. Beni mi, beni de seviyor. Üstelik yakında kan kaybından şoka gireceğim, sonra öleceğim. Gerçekten öleceğim galiba? Daha önce ölebileceğimi hiç ciddiye almamıştım. Acaba hata mı ediyorum? Hani bu kadar fanatiği bu kadar inananı olduğuna göre şu meşhur kutsal kitaplardan biri doğru olmalı. İnsanlar bu kadar cenneti aradığına göre, bu kadar korktuğuna göre… Hepsi bir yalana inanıyor olamaz değil mi?

Gerçekten öleceğini anlayan insanın iman etmesi durumunu mu yaşıyorum sence? Evet, haklısın. Yanacaksam bile başım dik gitmeli, öyle yanmalıyım. Hem belki arafa düşerim, baba oğul ve kutsal ruh üçlüsü haklıysa. Hiç vaftiz edilmedim çünkü, günah da çıkarmadım. Ama boşa atıp tutmamalıyım sanırım, hiç İncil okumadım. Bir pederle de konuşmadım, filmlerden bildiğimiz kadarıyla da yorum yapamayız herhalde. Hem, ölümden sonraki hayattan bahsetmek biraz da boşuna değil mi? Hangi yorumu yaptığımız nasılsa değiştirmeyecek ölümden sonra olacakları. Öldüğümüz an anlayacağımız ve haklı çıkarsak geri dönüp nanik yapamayacağımız şeyler üzerine neden tartışalım?

Ah, sakın bana tartışma sebebimiz haklı çıkma isteği değil deme, sakın bunu söyleme bana! Biriyle tartışırken, derdimiz onu ideaya mı ulaştırmak sence? İyi insan olmak, gerçeğin bilgisini yaymak falan hani. Yapma allasen. Çok, çok büyük oranla tartışma sebebi haklı çıkmayı istemek, doğruyu senin bildiğini kanıtlamak, egonu tatmin etmektir. Ne kadar inkâr edilirse edilsin böyledir bu. Üstelik uykum geldi. Ölüm böyle uyku gibi mi gelecek yani? Uyuşan vücudum, gördüklerini algılamakta güçlük çeken gözlerim, tatlı tatlı gelen uyku… Zaten bu iş de böyle yürümezdi aslında, ama… İyi de sen böyle dedikten sonra ne gibi bir karşılık… Üstelik böyle altın renginde parlarken… Hem… Bir dakika… Ben sanki…

Sahi, ne diyecektim ben?

*Eski Mısır dinindeki inanışlara göre, insanda, biri Ba, biri Ka adını taşıyan iki ruh vardır. Bunlardan ikincisi, insan öldükten sonra varlığını onun heykelinde sürdürür.

paylaş:

bugün bana deli dediler

Bugün bana deli dediler. Bana deli diyenler kendi delillerini döktüler dilleriyle ve bana deli dediler.
Duvarın arkasında bıraktım onları, susuzluklarından birkaç gün içinde ölecekler. Çığlıklarını duyacağım, can havliyle birbirlerini ezecek, tırnaklarını geçirecekler duvara ve ben kulaklarımı tıkayıp ona kadar sayacağım içimden, bir, iki, üç, …
Bugün bana ezik dediler. Bana ezik diyenler kendi bileziklerini takmışlardı kollarına ve bana ezik dediler.
Duvarın arkasında bıraktım onları, hırsları yüzünden birkaç gün içinde delirecekler. Çığlıklarını duyacağım, herkes bilezikleriyle bahis oynayacak ve kaybedenleri dışlayacaklar ve ben ağzımı kapayıp içimden ona kadar sayacağım, bir, iki, üç, …
Bugün bana sapık dediler. Bana sapık diyenler kendi apış arasının yenilgisi içinde ve durup bana sapık dediler.
Duvarın arkasında bıraktım onları, ezik benlikleriyle oynaşıp kendi çocuklarının ırzına geçecekler. Homurtularını duyacağım, herkes kendini tatmin ederken ben beynimi kapayıp içimden ona kadar sayacağım, bir iki, üç, …
Bugün bana aferin dediler. Bana aferin diyenler kendi başarısızlıklarını göremeden bana aferin dediler.
Duvarın arkasında bıraktım onları, ne çığlıklarını ne de homurtularını duyuyorum. Yavaş yavaş ezilip, delirecekler. Kendilerini tatmin etmek için bir delik arayacaklar, duvara tırnaklarını geçirecekler. Ben gözlerimi kapayıp uyumaya çalışacağım.
İçimden ona kadar sayacağım ve on deyince uykuya dalacağım.
Bir, bugün bana deli dediler.
İki, bugün bana ezik dediler.
Üç, bugün bana sapık dediler.
Dört, bugün bana aferin dediler.
Beş, yolu yarıladım az kaldı.
Altı, kulaklarımı tıkadım, artık sizi duymuyorum.
Yedi, beynimi kapadım, artık sizi düşünmüyorum.
Sekiz, gözlerimi kapadım, birazdan uyuyacağım.
Dokuz, derin bir nefes alıyorum.
paylaş:

zıplamak

Göğün milyon ton ağırlıktaymışçasına yük olması gibi sırtımıza, taşıyamayacak ve düşürecekmiş gibi bedenimizi sabitlerken toprak ananın üzerine, dizlerimizin bıkmışlığından yavaşça eğilirken yere sanki büyük bir kuvvetle itiyormuş gibi dünyayı, bedenimizi gererek zıplıyoruz ulaşabileceğimiz en üst noktaya.
Bize öğretilenleri uygular gibi hedeflerimizi hep en üst noktalarda seçip, kendimizden eksildiğimizin farkına varmadan süre gelen yaşantımızda bir nevi adetleştiriyoruz hareketlerimizi. Büyüklerimizin yanı, sarı boyalı kütüphane ortamıymış gibi kesinlikle yüksek sesle konuşmuyoruz onlara karşı. Çünkü biz, zıplarken bile bize öğretilenler doğrultusunda yapıyoruz tüm eylemlerimizi. Bakışlarımızın düşmanlığında beynimize karşı açmış olduğumuz savaşta kendi beynimizi mağlup duruma düşürerek bir de güzel alkışlatıyoruz başkalarına kendimizi.
Özgür değiliz, sadece insanların gözü üzerine düşüyor diye basit bir kumaş parçasını üzerine sarmayan kişilerle beraberiz her dakikada. Salt fikirlerimizi iletebileceğimiz başlar yok karşımızda. Biz, başkalarının savlarına karşı zırhımızı çoktan indirmiş kişileriz, güçsüzleriz.
Kendi düşüncesini bile karşı tarafa aktaramayıp ezilip büzülen zihniyetleriz. Hatta bin bir çeşit insanın boy gösterdiği minibüsteyken çocuğumuzun ağlamasından başkalarının rahatsız olduğunu düşünüp, sırf çocuğumuz sussun diye eline sigara paketi veren yitikleriz.
Yol kat etmek için bisiklet pedalına bile basamayan, bağırış çağırışlarda üç maymundan kulak tıkayanı olan, işimize gelmeyince bir güzel inciten, arkamızdaki babayiğitlere sırtımızı dayamış, sonradan görmüş gibi pis pis sırıtan, yazılan söylenen her şeye inanıp kılıcın karşısına kalemle çıkıp gülünç duruma düşen biz, küçük beyinliler, aç kaldığımızda tırnaklarımızı çamura batırmak yerine beyinlerimizi yeriz tuzlayıp, karnımız doymaz.
Sanki boşluktaymış yada kanatlar takmış gibi vücudumuza, kuş gibi hissederek tenimizi toprak anadan kuvvet alıp özgürce ve sadece biz olduğumuz için parmak uçlarımızın ulaşabileceği en yüksek noktayı yakalayacakmışçasına, mutlulukla, azimle, çırpınarak zıplıyoruz.
paylaş:

bedeninin koordinatları


Gördüklerimin, duyduklarımın, bildiklerimin hepsi bacak aramın kalbine açtığı bir holiganlık savaşı ve yaptığımız herkesin herkese karşılığı, bir tür terör. Kalbinin koordinatlarını bilse karanlıklarım, füzelerimi çoktan salmıştım üzerine, sonrasında gelen yanmış et kokusu.
Takvimlerin arkasına sığınmış bir çeşit yaşamdan kaçmaca bizim yaptığımız, ölüme gözümüzü kapama, sırtımızdakinin bıçağına ensemizi dayama. Bilinmezlikler içindeki kör çukurların içine tükürüldüğünde suyun bir nevi bizle dalga geçmesi gibi bir şey. Ciğerlerimizden kan gelene kadar yapılan brutal.
Filozofluk taslanacak biri bulunduğunda ağzının ortasına çifteliyi dayayıp savlarımızı kabul ettirme çabası belki de. Flu düş kırıklarımızı japonla yapıştırıp likörler koymak içine ya da sadece sıcacık suyun içinde bileklerimizi kesip not bırakmadan ağzımızda bir gülme havası veda etmek tüm olumsuzluklara ve bu altı bağlı, çişini kaçıran dünyaya.
Viyolonsel çalmasını bilseydim seni yapardım enstrümanım ve yayımı sürttükçe bel kıvrımlarına, çizikler açılırdı acısı sonradan gelen, bedenimde ve bir de bira rengi saçlarının vücudundan akması. Benim sinekkaydı tıraşım, senin çıplaklığın ve bir de inek yalamış saçlarım. Gözlerim kapalı elim elinde yayımı değdiriyorum sütun bedenine ve göğüslerinden akan birkaç damla süt, emzirecek gibisin beni adeta yeniden doğuracaksın.
Birkaç kişi bulalım, zorla şu ana kadar demediklerini dedirtelim. Yapsak bunu güzel olurdu tabii sen bedeninle cezp ederdin herkesi, benim smokinli bedenim ve sonrasında aynalara bakmalar, düşüncelerimizden her kaçışımızda üzerimize püsküren geçmiş günler, her ne olursa olsun bizdeki üzünç duygusu ve bastıran bunaltı, gök her zamankinden daha parçalı, bulutlar çoktan sarmış üstümüzü ve karşımızda oturan ağlamaklı insan sürüsü. Dedirtiyoruz her gırtlak nefesimizde demediklerini, yapmayıp da yapmak istediklerini tüm kirliliğiyle yaptırıyoruz, sarhoş ederken müziğimizle ve ardından gelen bir tür trajedi rüzgârı.
Yazılanların altını yeşile boyayan programlar dışında yok ki yazılanların yanlış olduğunu söyleyen ve bir de aşırı sert şarkılar bu dünyanın düzenine karşı. Ayıp edilen tüm cümlelerin kırık bütünlüğünden başka medet umacak düşünce kalmadı beynimizi besleyen sinirlerin kıvrımlarında ve düşündük bunların hepsini diyen kendini bilmez keşler.
Uzun uzadıya felsefik yaklaşımlar çıkartması bu bedenlere ve ırmaklardan süzülmece dersleri, yatak çeşidinin merak etmeden, kulakları tırmalayan hazlı bir çalgı.
Daha başka yerlerinin koordinatlarını bilsem, aynanın karşısında durduğunda aksine denk gelecek yerlerimin koordinatlarında yer alan nesneleri sokasım gelirdi düşünmeden. Bilirdim kayganlıkları ve avuca gelen küçük körpelikleri. Dilimlerdim dilini dilimle ve dudaklarımda rujunun izleri kalırdı en koyusundan, savaş bile açardım teröre karşı.
İntihar ile şehit olmak arasındaki en büyük farklardan birisi medyanın en baş sayfalarında yer almak, biz gebermek için tüm yolların soldakini seçmişken başaramamanın verdiği mutlulukla devam ederken yaşantımıza farkına bile varırız yaşamak için sadece bir yaşam vardır. Evet, giymek için bir smokin, yemek için bir ekmek, içmek için bir bira ve sevişmek için sadece senin bedenin var. Çalmak içinse sadece sen ve bir yay parçası. Sürtüldüğünde tenine bedenimden çalınan kandamlaları hepsinin cabası.
Cehenneme inen yürüyen merdivenlerin farkına varmadın mı ne kadar da sıcaklar ve gözü kör eden bir kırmızılık. Hiç bu kadar kırmızıyı bir arada görmemiştik doğrusu.
İmkân verilse hep seni çalardım, bira içerdim, elim ısınırdı kırmızılıktan, koordinatlarını bilsem kıvrımlarının oralara sürterdim yaylarımı ve bir de bedenimden süzülen kırmızılıklar. Yapışkan ruhumuzu özgürlük denen fasafisoya savurmacalar. Falan filanla geçen ömrün törpülenmesi belki de acılarımızla ya da sadece ellerimin bedeninde gezinmeleri.
paylaş:

korkuluklar

Küçük aklımızla büyüklere taş atar, bilmişliğimizi konuşturmak için elimizi kolumuzu sallar, laf dalaşına girerdik. Üfleseydik balon olurdu zamanında düşlerimiz. Gözlerimizde çapaklar, uyanırdık sabahları öğleye bağlayan takvimlerde ve bir de pate gibi saydam düşlerimiz. Korkuluklara sığınırdık kargalardan, herkes yerden yüksek oynardı ve de ramazan gecelerinde davulcuyu kovalamalar.
Büyüseydik adam olacaktık, dünyayı biz taşıyacaktık da olmayınca olmuyor, zaman hiç de göründüğü kadar hızlı akmıyor.
Okul duvarlarında sigara tüttürürdük ciğerlerimizi doldura doldura, görseler kulaklarımızı bile çekerlerdi. Biz acılardan nasibimizi almışken, küçülmeyi ne de çok istermişiz, farkında değiliz. Yaşlar dolsa ellerimize bir kurşun kalem gibi, ve boyasak yeniden dişlerimizi kırmızı kalemlerle, uçaklar yapsak da süzülsek tüm dertleri unutup, sigara içtiğimiz duvarlara konsak.
Biz, küçücük aklımızla büyüklere büyüklük taslardık, sen sus bakalım cevabını alana kadar da çenemiz kapanmazdı hani. Ve biz susup konuşmayınca içimize atardık fikirleri, belki bir gün çizeriz de suçlanırız belki.
Ama dur, severdik de biz. Öpüşmelerimizden rahatsız ederdik insanları, yataklarımız sadece sigara kutusu olurdu da sesi kamufle ederdik kapağını kapatıp, bizi ele veren sadece dumanlar olurdu. Biz küçükken de öpüşürdük, kalorifer peteklerinde ısınırdık soğukta ve çatlamış dudaklar ıslanırdı yazları, terden sırılsıklam olurduk.
Yumuşatırken boğazımızı sımsıcak çayla, dem vurur kaderimize geçmiş ve biz düşler dilerdik gelecekten, konuk olmak isterdik.
Biz büyükken dosttuk herkesle, sigara bile içerdik doğrusu, terden sırılsıklam olmasak da koşardık önümüze doğru ve bize geçmişi sorduklarında arkamızı işaret ederdik, bizim için geçmiş çoktan bitmişti.
Biz korkuluklara sığınırdık kargalardan, kargalar korkuluklara sığınırdı yağmurda ve biz büyür olduk bir an, korkumuzdan korkuluklara sığındık.
paylaş:

haramın dişeti

Korkmak için değil sahip olmak için sevmişken birini, gelip de kör kuyulardan çıkarken yeryüzüne durup, diplere bakmak lazım. Arkamızda bıraktıklarımıza resti çekip de dilimiz düğüm olmuşken ağız kafesimizde, çıkmayan-çıkmayacak olan cümlelerimizi, sırf başkaları mutlu olsun diye söylemek, korkaklığın belirtisi kimilerine göre. Yapayalnızız. Bir bedenlerimiz kalmış terk etmeyen bizi. Korkunun sarp kayalıklarından* dönüp de dişlerimize takılan o haram sözleri söyleyememişiz, nedendir?

Korkusuzum diyenlere seslenenler, cesur musunuz bu kadar?

Yapmak, neyi yapmak? Sonunu bile bile söylemek gerekliyse neresinde bunun çılgınlık?

Ben de yaparım o zaman, sen de yaparsın. Yaptık da!

Haram eyledik.

Haramsa tabii.



*korkunun sarp kayalıkları,
 bakınız: satanist diyeti
paylaş:

dokunmak

Parmak uçlarım dudaklarım olduğunda, yağmurlarını yağdır üzerime, çıplak bedenimi karanlıklardan temizle. Ezim gezinirken teninde, azıcık olsun günahlarına dokunursa, çekinmeden vur elime, ama dur, elimi kendin götür yasaklarına. Yavaş olur tabii, bunların hepsi kısa kısa dakikalara sığar, biz kendi terimizde boğuluruz.
Elim yavaşça kayar bedeninin pürüzsüzlüğünde ve bir de göğüslerinde duraklamalar. Körpeliğin şaha kalkar ve öperim, dudaklarım ateşlere dokunur. Sen, kıvrılırken arzularından, parmak uçların, sırtın ve başındır sadece çarşaflara değen ve ben seni izlerim.
Soluklarımız birbirini beslerken fırtınalar çıkarırız şehvetten ve şehir yerle bir.
Sen öldür beni, cehenneme sen sok, sen at odunları ben yanarken.
Sen tırnaklarını geçir sırtıma, kanımı sen iç.
Neşterlerini sen batır, kes.
Sadece parmak uçları gezinir bedeninde ve bazen çekerim elimi, hissedersin. Çıplaklığımızdan başka bir şeye sahip değiliz ve ben sana sahibim, sen bana sahipsin. Biz birbirimiziniz.
Saçların değer bedenime, ben sana değerim.
Acılar, alın bizi, sahip olun bize ve çektirin dertlerinizi.
Acıtan sadece sen ol, ben acı çekeyim.
Dakikalar sadece bizim için dönsün, sığdıramayalım kendimizi, beraber taşalım, dudaklarımız birbirine kavuşsun, ben, seni içerken sarhoş olayım. Sahiplen beni, köpeğin gibi davran.
Ve sen, zehirlerini akıt içime, ben can çekişeyim, sen seyret.
Ölüme bir dakika kalsın, biz o bir dakikada, yeniden sevişelim.

paylaş:

gizli abise*


Kendi başına bir hayatı olacak, hayatımı gerçekten de tehlikeye, bilerek üstlendiğim bir tehlikeye atacak bir şey yaratmaya çalışıyorum. Lazarus’u 2 oynamak istiyorum bir nevi. Bu bir trajedi olacak.
Adını bile bilmediğim ülkelerin kara büyücülerinin kehanetimsi mırıldanışlarına, çıt diye kırılıveren boyunlara, orgazm iniltisine susamış hücrelerde bir şafak kadar sessiz eroine, kontrolden çıkmış tütün ihalesi gibi bangır bangır bağıran radyolara, metal renkli bir cankinin üzerini banknot hışırtısı umuduyla hassas parmaklarıyla yoklayan bir ayyaş söğüşleyici gibi okşayan ramazan düdüklerine ya da sadece çok şeritli şehirlerarası otoyolun ikinci şeridinde çırılçıplak ters istikamete doğru koşan esrarkeşe benzemeye çalışıyorum.
Vücudumun her deliğine girip çıkan damarların içini yıkayan kan gibi dolanmak istiyorum şehrin yaşlılık kokan sokaklarında ve bir de kulağa çalınan işporta tezgâhları.
Ve ben açıp romanımı, kırmızı ışık yeşile dönene kadar okumak istiyorum. Elimde sigaram, gazete parçasının üzerine oturup, sayfaların harf kokan şeffaflığında karalara bulanıp, kırmızı ışıktan fırsat kollayıp çiçek satmaya çalışan sokak çocuğunu alıp, görünmeyen sokak aralarında hayattan söz etmek istiyorum.
Ben bir Amok’um3.  Çok şeritli yolun ikinci şeridinde deli gibi koşuyorum, canım kan çekiyor ve benim adım Amok. Başka ne olabilirdi ki?
Avuçlarımı açıp tanrıya şükretmek için daha çok erken. İnancım, kör kuyularıma düşen bir damla yaş. Ve aydınlanmayı bekliyorum.
Günlerden perşembeydi oysa, dündü. Bugünün ne olduğunu bilemeyeceğim ama dün perşembeydi. Çünkü en güzel gün perşembedir. Adını bile hatırlayamadığım günlerin en yücesi. Belki de ben dün ölmüşümdür. Olsa olsa bu bir trajedi olmalı. Muhtemelen şehrin içindeki bilmem kaç özgürlük heykelinden birini patlatırken ölmüşümdür.4 Parçalarım çöllere düşmüş olsa, akbabalara yem bile olabilirdim. Ama ruhum, parçalanamaz. Ruhum bir bütündür.
Konyak içmiş olmalıyım, bedenimden alevler fışkırıyor ya da kıyamet çoktan çökmüş olmalı şehre ya da ya da birileri öyle ateşli sevişiyor ki şehvetten şehir yerle bir. Biz oturup simit yiyelim.
Ortalıkta hoplayan zıplayan insanlar, aylardan mart değil, etrafta kediler kaynıyor. Blue Balls5 durumu anlaşılan.
“Barnadine: Zina işledin…
Berabas: zina mı? O başka memleketteydi, hem üstelik yosma öldü gitti”6
Ölmeyi bile başaramıyoruz. Aslında bir jilet yeterli rüyaları gerçekleştirmek için ve bir de ılık su dolu küvet. Kan gölü oluşturmayı istiyorum bana cani diyecekler, trafik lambasının önünde kitap okumak istiyorum bana deli diyecekler, sokaklarda çırılçıplak koşmak istiyorum bana sapık diyecekler. Diyenler! Size sesleniyorum. Etrafınız sarıldı, yere yatın ve yanınıza gelmemi bekleyin.
Bir bar açsam adını ‘Honky-Tonky’7 koyardım. Suça meyilli biri gibi gözükmek istemem. Siz sadece önünüzü görebilen insanlarsınız. Ama gelirseniz eğer bir bira ısmarlarım.
Sanırım gerçekten deliriyorum, üstelik saçım beyazlıyor, yaşlanıyorum. Zaman akıp gidiyor, tuvalete boşaltılan sidik gibi. Canlanmalıyım ve bir de çilek yemeliyim. Hatta Ray-Ban gözlük alıp evin orta yerinde fotoğraf bile çektirmeliyim. Sırf şirinleri görebilmek için hem uslu hem de çocuk olmaya razıyım.
Ama sigara içmeliyim, kitap okumalıyım, müzik dinlemeliyim ve bir de dans etmeliyim. İyi bir birey olmalıyım bu dünya için. Hatta gereksiz ışıkları kapatmalı, kahve makinesini işi bitince yıkamalı, şarap bardaklarını sirkeli suyla temizlemeliyim.
Özür bile dilemeliyim bundan böyle. Hatta ‘seni seviyorum’ diyebilmeliyim. Çok uçtum anlaşılan aslında o kadar da içmemiştim.
Bunların hepsini yapmalıyım.
Bu, tam bir trajedi olmalı.





*abise: Teolojide, yaradılıştan evvel var olduğu düşünülen ilksel boşluk veya kaos. Aynı zamanda okyanus derinliğini ifade eder.
2Lazarus: İncil’e göre, İsa’nın öldükten sonra dirilttiği kişi.
3amok: (Malaya dilinde) bunalım sonucu öldürme arzusuna kapılan, gözü dönmüş, deli gibi koşan, kana susamış kimse.
4Paul Auster’ın Leviathan adlı romanına bir gönderme.
5blue balls: ‘mavi taşak’, yoğun cinsel çaresizlik hissi, Abazalık durumu.
6Christopher Marlowe’un The Jew of Malta adlı oyunundan.
7Honky-Tonky: müzik dinlenen, kumar oynanan ve fuhuş yapılan salaş bar.
Yazıda geçen ‘dün ve Perşembe’ muhabbetini daha iyi anlamak için ‘dün’ başlıklı yazıyı bağlantıyı tıklayarak okuyabilirsiniz.
 
paylaş:

Yastıksız Uyku ve Kahve Kokusu

Hani bazı kitaplar vardır, adında bir şeyler vardır, daha okumayı sökmeden babanın kitaplığında gördüklerin gibi, çok merak edersin ama uzanamazsın. Sonra okumayı öğrenince, okumayı dener, anlamaz sıkılır bırakırsın. Yüzüklerin Efendisi’ni ilkokulda okumaya çalışmak gibi aynen… Ağır gelir, okunmaz. Üstelik Orta Dünya’dan da uzaklaştırır insanı bu çaba. Arada bir tekrar eline alır kaldığın yerden okumaya devam etmeye çalışırsın, kitaptan uzaklaştığını, hala anlamadığını hissedersin. Kitap rafta durur, uzaktan bakarsın sadece. Belki de artık büyüdüm der baştan okumaya niyetlenirsin ama korkarsın, ya yine anlamazsan? Günlerden bir gün, evde boş boş otururken, yapacak tek bir şey yokken, dünya çok ama çok sıkıcıyken o yeşil kapak çarpar yine gözüne.

Yaramazlık yapacak çocuk gibi önünü arkanı kollar, yavaşça kitaplığa yaklaşırsın. Bu arada boyunun ne kadar uzadığını, kitabı görmek için parmak uçlarında yükselmene gerek kalmadığını da fark edersin. Cilde bakarsın, üstünde “J. R. R. Tolkien – Yüzüklerin Efendisi” yazar. Önce “je re re tolkien” diye heceleyerek okursun, ardından aksanlı konuşmaya çalışır, “ci ar ar tolkiyın” der kendi kendine gülersin. Farkına varmadan kitaba uzanır alırsın. Cildini kontrol edersin, ellerini üstünde gezdirir okşarsın kitabı, kokusuna bakarsın, sonra en yakın koltuğa oturur ilk sayfasını açarsın. Bu sefer oldukça uzun okursun üstelik hiç sıkıcı da gelmez. Kitaptan kafanı kaldırdığında, “Araf kaçıncı kez sesleniyorum, bırak artık kitap okumayı gözlerini bozacaksın! Yemek hazır. ” diyen anneni duyar, gözlerinin acıdığını hissedersin. Ne mükemmel bir şeydir o kitap, nasıl daha önce anlamamışsındır bunu? Yemeği aceleyle yer kitaba koşarsın. Uykunun gelmesi, babanın gelip odanın ışığını kapatması ve “Uyu artık! Saat kaç oldu?” diyerek seni azarlaması seni durdurmaz, huyunu bildiklerinden masa lambanı aldıkları için, telefonunun ışığına razı olur onunla okumaya devam edersin bütün gece, kitap üstünde uyuyakalana kadar.

Gün içindeki eylemler seni durdurmaz, ta ki kitap bitene kadar. Otobüste okursun, derste okursun, serviste okursun, yolda yürürken okursun son sayfaya kadar. Bittiğinde bir acı hissedersin kalbinde, neden bitti? Bir süre döner döner, belli yerleri tekrar tekrar okursun. Başucuna koyarsın kitabı, görüş mesafende olur hep, elinin altında. Zaman geçer, etkisi azalır kitabın ama nereye gitsen kıyamaz, yanında götürürsün. Senin için özel kitaplar arasındadır artık, arada rastgele bir sayfa açıp okunması, arkadaşlara anlatılması, alıntılar yapılması gereken.

İşte o kitaplar gibisin sen de! Sadece bir kitap değilsin üstelik. Boynumun ağrısı geçsin diye birkaç gün yastıkla uyuduktan sonra, yastıksız uykuya dönüş gibisin. Başka türlü uyumayı becerememek gibi, kafanı yastığa koyup uyuduktan sonra, uykunun arasında yine yastığı kenara ittirdiğini fark etmek gibisin. 2-3 yastıkla uyuyan insanları anlamamak gibisin, yastıksız uykusun sen. Herkesin kıymetini bilemediği, bir benim anladığım.

Sadece bir kitap ve yastıksız uyku değilsin sen. Kızılay’dan Kuğulu Park’a yürürken geldiğini fark ettiğim bahar gibisin. Şu sorunlu bünyeyi bayıltacak kadar değil ama t-shirt giymeme izin verecek kadar sıcak. Havada uçuşan polenler gibisin biraz, bazen sinir bozucu, hassas insanları hapşırtan cinsten. Gülümsememi sağlayan nisan yağmuru gibisin, elimde kahve bardağı, altında ıslanırken zıp zıp zıpladığım, kahkahalar attığım, bıraktığı birikintilerde su sıçrattığım, aylardan nisanken gökten düşen su damlaları gibisin. Baharın insan vücudunda yarattığı etkilere benziyorsun.

Sadece bir kitap, yastıksız uyku ve baharın etkileri değilsin sen. Kahveye benziyorsun. Yaşlıların her gün aynı saatte içtikleri türk kahvesi gibisin, ağzında hissettiğin acı kahve telvesisin sanki. Heyecanla kapatılmış bir fincansın, bol telveli kahveden arta kalan, soğusun da yengem fal baksın diye beklediğim. Janjanlı Starbucks kahvesi gibi değil de, evde kettleda su kaynattıktan sonra üçü bir arada paketini en sevdiğin kupaya boşaltıp, camın önüne geçmek, dışarı bakarken kahveyi ne kadar karıştırdığını fark etmemek, sonra kokusunu içine çekip mutlu olmak gibisin biraz da, kahve kokusu gibi işte.

Aslında yastıksız huzurlu bir uykudan sonra, cam kenarına oturup nisan yağmurunu dinler ve koklarken elimde kahveyle kitap okumak gibisin. Çok sevdiğim bir kitabı tekrar okumak, satır aralarına yeni anlamlar yüklemek sanki. Bu sahneye sürekli yeni öğeler eklemek bir de. Gibisin işte. Bir sürü şey gibisin, birçok şeye benzetip tanımlamaya çalıştığım ama tam oturtamadığım. Kimseye anlatamayacağımı fark ettiğim kitabımsın. Siz de okuyun diye kimseye veremediğim, kıskandığım, herkesten sakladığım.

Öylesin işte, böylesin… Fincanımın içindesin, dinlediğim şarkıda yazdığım yazıdasın, her yerdesin. Kilometrelerce uzakta olduğunda bile buradasın. Başucumda duran Yüzüklerin Efendisi tek cildimsin. Yıpranmış yeşil kâğıdım, eskimiş kırmızı cildim, solmuş altın yaldızlı başlığımsın. Her kapağını açıp yüksek sesle okuduğumda sanki gümüşdil* okuyormuş gibi kelimelerin tadını hissettiren kitapsın. Kitaplığımda değil başucumda bekleyen, sık sık elimi uzattığımsın. Zamanında kıymetini bilemediğim, anlamadığım, geç keşfettiğim…

*Mürekkep Yürek’te (Cornelia Funke) esas oğlan Mo (adam demeliyim aslında) bir kitabı yüksek sesle kelimelerin tadını hissederek okuduğunda o hikaye gerçek olur, kitap kahramanları hikayeden çıkar bazen de yerine başkaları kitabın içine girer.

paylaş:

ağlamak


Anılarımızın ücra köşelerinden kendimize en sivrilerini seçtiğimiz o unutulmaz dakikaları hatırladığımızda, göz pınarlarımız coşar da umutsuzluğumuzun elinde mahkûm duruma düşeriz, yalnızlığımıza dem vurup dizlerimizi karnımıza çekip, geçmiş günlerin bitmişliğini unutup, yaşadıklarımızı şeritler halinde gözlerimizle yalar, beynimiz bu anlardan boğulurken biz kendi gözyaşlarımızla ıslanırız ya hani, gözbebeklerimiz daha iyi görebilmek için büyümüşken.


Unutulması gerekir hey kardeş, yaşanmışlıkları parmak ucumuzla silmemiz gerekir. Oysa ne kadar da mutlu olabilirdik.

Buram buram bergamot kokan bir fincan çayımızı alıp elimize, upuzun soluklanabilirdik tutunduğumuz korkuluklarda, derinliklerine kapılır her bir saniyenin ve kollarımızı açıp avazımız çıktığı kadar bağırabilirdik özgürlüğümüzün farkına vararak.

Her bir köşesi helikopter böcekleriyle dolu sazlıklarla dolu kulübemizin içinde karanlıklara bir perde açıp, güneşin galip geldiği arenalar kurardık, düşünmesek mağlupluklarımızı ve de parmağımızı bal kavanozuna sokup şapırdatarak yerdik bir güzel.

Gözümüzü tırmaladığında güneş, tutacakmış gibi uzatırdık beş parmağımızı açıp güneşe, parmaklıklardan uzanan baba eli gibi dokunurdu, okşardı belki de bizi güneş, biz tüm çıplaklığımızla seriliverirdik karşısında ve o bizi okşardı.

Karnımıza çektiğimiz dizlerimizin üzerine dayayıp yüzümüzü ağladıkça ıslanır bedenimiz, hıçkırıklardan arda kalan zamanlarda nefes almayı becerir ve her gülüşün nasıl da bir gün bittiğinin farkına varırız. Bilerek elimizin tersiyle ittiğimiz varlıklar göz açıp kapayıncaya kadar gelirken aklımıza, korlar düşer tane tane yüreklerimize ve biz durup, yeniden başlarız hıçkırmaya. Bir el arar sırtımız, ittiğimiz varlıkların elinin dokunmasını bekleriz yüreğimize, saçımızı okşamasını isteriz. Her saniye bir omuz ararız başımızı koymak için, sadece konuşmak için ya da sadece birlikte çay içmek için bir dost, bir sevgili ararız.

Oysa ne kadar da mutlu olabilirdik. Yalnız kaldığımızda kendi varlığımızın gerçekten dünya üzerinde bir yer ettiğini anlar, yüzümüzü göğe dikip bulutlara anlamlar yüklerdik. Sigaranın tek dost olduğu zaman dilimlerinde en güzel mumu biz dikerdik bu dilimlere ve biz üflerdik dilekler dilemeden. Olmasını istediğimiz her şeye sahip olduğumuzu hatırlar, ağzımıza attığımız kekin yumuşaklığında homurtular çıkarır, mutluluğumuzun farkına varırdık.

Umutsuzluklarımızın üzerine bir de biz basıp, şaraplar yudumlardık gecenin dolunaylarında, belki de kulaklarımıza uzaklardan kurt sesleri gelir, romanlar yazardık kendi kafamızdan, gülüp geçerdik halimize kurtların bizi kaçırdığı sayfalarda, belki bir gün biz de kurt adam olur vampir avlardık kim bilir? Yapabilirdik bunların hepsini, çayımızı yudumlayıp sesimizi yumuşatır ve gırtlağımızdan acı duyana kadar bağırırdık da. Tüm sayfalarda, romanımızın başkarakteri olur, önemli bir yere sahip olur, kendimizi özel hissederdik.

Göz pınarlarımız kuruduğunda, kalbimiz de normal seyrine döndüğünde gülebilseydik keşke yaptığımız yanlışlara, ders alabilseydik bu hatalardan, böyle olmazdı.

Belki mutlu bile olabilir, çıkarıp da çoraplarımızı toprağın içine gömüp ayaklarımızı bir güzel de koşardık, dünyanın varlığını bedenimize hissettirerek, biz, biz olduğumuzun farkına varıp, ağlamanın ne olduğunu unutur, istemezdik belki de ne ifade ettiğini bilmek.

Hey o dakikalara yağmurlar yağdıran gözlerim, sularken yanaklarımı benliğimden çaldığının farkında değil misin?

Yok, eğer unutabilseydik ağlamanın acılığını yapar mıydık hiç böyle hatalar, siler miydik dostlukları ve iter miydik elimizin tersiyle tüm mutlulukları, yapar mıydık, kendimiz olduğumuzun farkına varsak yer miydik tırnaklarımızı ve kalbimiz sevgiden başka bir şeye çarpar mıydı bu kadar hızlı?

Ah o gözler, kinini her kustuğunda, kalbimi dağladığının farkında değil misin?

Sadece düşüp de dizlerimizin acısından ağlasak, sadece bundan boşalsa yanaklarımıza ıslaklık, sadece bundan, sadece bundan yaşarsa gözlerimiz, sadece bundan kalbimiz kırılsa da yeniden yapıştırabilsek tüm parçaları, sadece bundan düşse bakışlarımız derinliklere, gözbebeklerimiz dalıverse, sadece bundan gelse korkular, sadece bundan oluşsa karanlıklar, güneşi çağırırdık aydınlıklara çıkmak için, yara bandı yapıştırırdık yüreğimize, keşke sadece bundan ağlasak.

Acıları çivilerken bedenlerimize, sadece bundan ağlasak.

Kaçamasak da düşsek karanlıklara, sadece bundan ağlasak.

Sırtımızı döndüklerimiz için tırnaklarımızı geçirip boynumuza, sadece bunun için bağırsak.
paylaş:

uzak

Siyahın matemine büründüğüm gecelerde yalnızlığı arkadaş edinen kelimelerde sensizliği arıyordum. Tutunamıyordum… En soluk mavi bile uçarı kalıyordu flu hayatıma. Tanımlarım takılıyordu bir yazarın aslında demek istediklerine. Ve benim kelimelerime katık oluyordu sonra o dile gelişler... Yani demem o ki; bazı insanlar vardı, yaralarıyla doğan, bebek kalbine bırakılmış çetin bir ızdırabı taşımaya mahkum edilen ve yaşama tümlenememe sebepleri olan iç sızılarına saygıda kusur eden... Yaralı insan her daim kanıyordu, ruhunu kemiren o illeti bir türlü atamıyordu. Olağanca hızıyla düşüyordu matemine beden yontularının… Tıpkı benim gibi, tıpkı beni ele veren kelimelerim gibi.. Acıya doğmuş bedenlerden biri olduğumu yineleyen kaybedişlerimde kabullendim ben de. Alıkonulan bir parçam vardı beni tanımlarken benden ayrılan, beni bana düşman eden, ömrüme yalnızlık boyunduruğu takan… Soluğumu daha uzun hissettiğim gecelerde ondan kurtulmak için tarifi imkansız savaşlar veriyor ve kendimden yenik düşüyordum. Bazı günler öyle acıyordu ki bedenim, öyle kalabalıklaşıyor ki yalnızlıklarım… Bedenime kenetlenmiş acılarımı sürgün etmek istiyorum başka mahkumluklara.. Ey beni bana düşman eden kirlenmiş yabancı! Yeter artık git, ne olur bırak peşimi, hayallerimden kaçır sızılarını... Seni taşımaktan yorgunum, yoruldum… Sırf seni unutmak adına kaçıyorum yasaklı şehrime, kaçıyorum en bilinmeyene. Uzaklara gidince tükenir sanıyorum ama kendimden uzağa gidemiyorum ki… Kıyıya vuran dalgaların sesinde kanayan yaralarım dile geliyor, şehir sen kokuyor ya da ben… Muhtelif zamanlarda pusuya yatmış yalanlar gözlüyor beni bu şehrin izbe sokaklarında... Kulağıma çalınan sesler bilindik, karşımda beliren yüzler sarhoş. Belirgin olmayan düşlerden uyanıp binlerce kaçak suratı, yüzlerce dudak palavrasını taşıyorum bir şehirden öteki şehre… Beni bu şehre salan yaralarım daha da belirginleşiyor gecemi sabaha uzatan göz kapattığım yenilgilerimde. Her isyanın katma değer vergisi düşülüyor ömrümden, yaralarımın merhemini başkalarının hayatlarında sınamam en ağır darbeyle tökezletiyor son isyan kalıntılarımı da. Şakağına aydınlık vurmuş kara kaplı insanların dev gölgeleri düşüyor kaldırımlara.. Ufalıp silikleşiyorum bakışsal darbelerinde ve şehir büyüyor gözlerimde… Yeni gitme vakitlerine gebe iğreti yaşamıma her geçen gün daha fazla uzaktan bakıyorum, çok daha uzaktan... Uzak...
paylaş:

Alive

Geceyi aydınlatacak ilk ışık huzmesi güneşten ayrıldıktan 8 dakika sonra ulaşır yeryüzüne. İşte o 8 dakika, ışığın 8 dakikalık o yolu gecenin en karanlık zamanıdır. Ay batar, yıldızlar görünmez olur, gökyüzü ışıktan olabildiğince yoksun uzayın en karanlık tarafına bakar. Şafaktan önceki son saniye en karanlık zamandır şu yeryüzünde. En kötü şeyler o sırada olur, en kötü haberler o sırada alınır, kaderlerimiz o saniyede yazılır. Bütün ışıklar söner o tek saniye için.

İnsana en uzun gelen 8 dakikadır sanırım, o kadar ki nanosaniyeleri sayabiliriz o sırada normal şartlarda saliseleri algılayamazken. İşte ben de hepsini saydım tek tek. O 8 dakikanın her bir nanosaniyesini. Şimdi düşünüyorum, çok da uzun süre değildi aslında günlere dökersek, aylar bile değil. Bense kışın insana hep uzun gelmesi gibi, üstünden yıllar geçmiş gibi hissediyorum. Sanki o kadar uzun zaman geçmiş ki, ben büyümüşüm, fiziksel işkencelerden geçmişim de öyle kurtulmuşum. Oysa hiç de büyümedim, çok bir şey de görmedim korkumun her zaman beni durdurmadığını, bazen cesur bir tarafım olduğunu fark etmek haricinde. Fiziksel olarak tek bir acı çekmedim, insanın kendi kalbinin kendisine yaptığı işkencenin, kalp acısının, can acısına eş değer olduğunu öğrendim o kadar.

Kış uykusuna yattım sanki o süre zarfında, gülmedim bile, kendi kahkahamın sesini unuttum. Neşeli zamanlarımı aramayı bırak hatırlamadım bile, oysa ben sürekli gülerdim, sürekli hareket halindeydim. Boş boş baktım etrafa, insanların suratlarını görmedim, ifadesiz yüzlü maskelerle gezdim, sesimi kaybettim konuşmadım… Sadece yazı yazarken bir anlamı oldu surat ifademin. Sayfalarca yazı yazdım, yırttım attım sonra çoğunu, yine yazdım. Sonra yine maskemi taktım.

Sonra bir gün, elimde adı umursamaz olan maske, otobüse bindim, 203’e. Sekiz dakikamın bittiği an işte o otobüse rastladı. Kulağımda kulaklık müzik dinlerken, tam da The Pigeon Detectives - This Is An Emergency* çalıyordu, kafamı kaldırdım camdan dışarı baktım. Motosikletli bir kadın gördüm Ulus’ta, karşı yolda otobüsün ters yönünde giden. Yüzünü bile tam görmeden, tanımadan, bilmeden hayran oldum kendisine çünkü liseden beri olmak istediğim yerdeydi, trafiğin orta yerinde motosikletiyle. Kocaman gülümsedim, durduramadım gülümsememi, bıraksalar kahkahalar atacaktım otobüsün ortasında. Baktım gülemiyorum, arkamda oturan amcanın duyamayacağı biçimde alçak sesle küfür savurdum birkaç tane kendime.

Çünkü hayat tam da olması gerektiği gibiydi, her şey olması gerektiği yerde, olması gerektiği zamanlarda oluyor, bahar gelmesi gerektiğinde geliyordu. Güneş batıyordu belki ama eninde sonunda doğuyordu yeniden. Hem bazen bulutlar kapatmıyor muydu güneşi gündüz vakti, görünmez oluyordu. Bazen ay geçmiyor muydu önüne bizi elimizde röntgen filmleriyle sokak ortasına dikerek. Eninde sonunda gelmiyor muydu ışık, her şey bitmiyor muydu, her şey yeniden başlamıyor muydu, sonra tekrar bitip bir daha başlamak ve yeniden bitmek ve yeniden başlamak üzere? Kış bitince gelenin adı bahar değil miydi, yerini yaza, ardından sonbahara ve yine kışa bırakmak üzere?

O zaman ben niye üzüyordum kendimi? Bu işkenceyi neden yapıyordum kendime, kalbimi kanatınca elime bir şey geçmediği halde. Bunu kendime ve çevremdekilere yapma sebebim neydi? Yapmayacaktım işte! Artık bunu yapmayacaktım. Bu yüzden otobüs Tandoğan’a gidecek olsa da Kızılay’da indim ben de otobüsten, yurduma yürümek üzere. Gökyüzüne baktım ve gülümsedim, yürürken hep böyle yapar, yukarılara bakarım. Gülümserken hem kendime hem de yukarıdakine(aramız genelde iyidir kendisiyle) “Kendimi üzmeyeceğim bundan sonra, ama lütfen izin ver mutlu olayım artık!” dedim. Çünkü sadece tanrının izni değil kendi rızam da gerekiyordu mutlu olabilmek için.

Üstelik ekstra bir şeyler vermesine gerek de yoktu, hayat güzeldi her şeye rağmen. Can acısı bile güzeldi eninde sonunda bitiyordu, kıymet nedir anlıyordun sonucunda. Parmak sayısını geçmeyecek ama hayatımdan da geçmeyecek insanlar vardı, annem vardı, her şeye sahiptim, sağlıklıydım, müzik dinleyebiliyordum, yağmuru görebiliyordum hala, kitap okuyabiliyordum, gülebiliyordum, bir sürü şeyi daha yapabiliyordum, mutsuz olmak niyeydi?

Hem cesurdum ben, cesur! Bunu biliyordum, bunu görebiliyordum, devam edecek cesareti de gösterebilirdim üstelik. It is alive** diye bağırabilirdim sokağın ortasında kendimi tanrı sanarak, yanımdan geçen sevimli küçük çocuğa göz kırpabilirdim, sahip olduğum piercing yüzünden kınayan gözlerle bakan yaşlı teyzeye gülümseyebilir, sokakta dans edebilirdim. Hepsini yapabilirdim, çünkü içimdeki kış uykusu bitmişti, cemre düşmüştü tenime. Sırada kanıma düşecek olan vardı, ardından da iç organlarıma düşecek cemreyi bekliyorduk hep birlikte. Bahar gelecekti sonra içime, çiçekler açacaktım, yağmurlar yağacaktı üstüne, gökkuşakları görecektik.

Baharın bizi hep çok bekletmesinin aksine ikinci cemre çok bekletmedi beni. Fellik fellik izleyecek film ararken “Bence one flew over the cuckoo’s nest’i izle ben çok beğenmiştim.” cümlesiyle geldi kendisi. Sonrası mı, sonrası başka bir hikâye…

Siz kanıma da cemrenin düştüğünü, 8 dakikaların hep sona erdiğini, şafağın görülecek en güzel görüntü olduğunu çünkü sabah ezanının eninde sonunda okunup akşam ezanına kadar cinleri uzaklaştıracağını ve bize bileklerine çuvaldız batırıp onlardan kurtulmanın fırsatını sağlayacağını, güneş tutulmalarının geçici olduğunu bilin yeter. Ben mi, ben ölmedim daha. Yaşıyorum! Efendim? Evet hala bağırabilirim: “IT IS ALIVEEEE!!!”. I am alive.

*This is an emergency: Bu acil bir durum

** Frankenstein’da yarattığı bedenin yaşadığını gören Dr. Frankenstein hayat vermenin sevinciyle öyle bağırır; yaşıyor!



paylaş: