Kha*. Altın renkli kham. Yanıma yaklaştığında, her nefes alıp verişinle burnunun çevresinde uçuşan altın rengi tozları görebiliyorum. Üstelik kanatların da var, altın rengi. Kanatlı kha olur mu? Oluyormuş demek ki. Belki de hep uçup gitmek, kaçıp gitmek, yok olup gitmek isteyiş nedenimdir o kanatlar, feribotta varlığını ilk fark ettiğimde aynı gözlerden izlediğimiz martılar değil de… Yeni de uyanmışım, zaten altın rengine alışamıyorum bir türlü, gözlerimi acıtıyor parlaklığın. Üstelik sen benim en kibirli, en küstah, en kendini beğenmiş, en ukala ve en itici yanımsın. Öyle alaycı bakma bana karıştırmıyorum, itici olan sensin, küstah olan da sensin. Ben cüretkâr olanımızım, farkı büyük. Kanatlarını da açmışsın uçmaya ihtiyacın olmadığı halde. Sırf gösterişsin be güzelim. Ama hakkını vermeli, çok güzelsin. Gösterişi hak edecek kadar hem de.
Üstelik üç dakika önce intihar süsü vermek için yanlış açıyla kestikten sonra bileklerimi sandalyeni de tam karşıma koymuşsun. Ben mi? Ben yerde oturuyorum, sırtım duvarda. Mecalsizce iki yana düşmüş ellerim, kanıyorum. Ah, bir de sigara içiyor olsaydım… Bir film sahnesini hatırlatıyor bu bana. Karizmatik esas oğlan bileklerini kestikten sonra kendi kanında sigara söndürüyordu hani, Lucifer’a “Lu, what took you so long?” diyordu hatta. Ölmüş bitmiştik beraber. Ne kadar hoştu, ne kadar şahaneydi, Lucifer’a Lu diyordu, nasıl bir şeydi o öyle hatırladın mı? Hayır, hayır yine yanlış anladın, bizim sahnemiz tabi ki komik, karizmatik olan John’du. Bak yine dinlemiyorsun beni. Hem John cüretkârdı.
Beş dakika önce kestin bileklerimi. Yan yana birbirimize dokunmadan aynı gözlerden bakan iki farklı hayat sürebilirdik hâlbuki. Bak gülüyorsun yine! Gülme bana! Kabul et ben bitince sen de yok olacaksın. Hadi kendini öldürmek niyetindesin de benden ne istiyorsun? Hem John dedik de, çok yakın bir zamanda Neo’yu izlediğim geldi aklıma. Daha senin varlığından bihaberken Cine5’te onu ilk izleyişimizi hatırladım. Filmin sonunda kurşunları durdurmuştu hani. Hatırlıyor musun? Aa, evet haklısın. Aynen söylediğin gibi, bir yazı okumuştuk, kurşunlar namludan çıktıktan sonra şekillerini kaybedermiş, yönetmeni bu konuyla ilgili eleştiriyordu…
Sanırım ben kendi çapımda seninle sohbet ederken yedi dakika geçti bileklerimi kesişinin üstünden. Vazgeçmeyeceksin yani, öldüreceksin bizi. Sen yaşamaya devam mı edeceksin? Güldürme beni, böyle saçmalıklara inanıyor olamazsın. Bu arada Lucifer dedik de aklıma Sam ve Dean Winchester kardeşler geldi. Dean cehennemdeydi en son, hatta Lucifer dünyaya gelebilmek için Sam’in bedenini kullanacakmış. Onlar da yarım kalacak senin yüzünden, izleyemeyeceğim… Bana daha güzel hikâyeler mi vaat ediyorsun? Ölünce mi? Huri tasvirlerinle beni kandıramazsın, ben bir kadınım, senin aksine lezbiyen de değilim üstelik. Hem bence senin bahsettiğin tanrı cennetinde lezbiyen ilişkiler istemez, senin tanrın, hm, biraz… Biraz muhafazakâr sanki… Kadınlar için erkek huriler vaat etmeyişi bunu gösteriyor bana göre.
Dokuz dakika oldu. Sen bileklerimi keseli tam dokuz dakika geçti. Benim tanrım mı? Benim tanrım kendimi öldürmediğimi, bileklerimi kesenin sen olduğunu anlayacaktır. Hem lezbiyenlerden rahatsız olmaz o, sadece lezbiyenler mi bütün homoseksüelleri sever. Onlar da benim tanrımın çocukları. Transseksüeller de, transgerderlar da. Onları da seviyor evet. Beni mi, beni de seviyor. Üstelik yakında kan kaybından şoka gireceğim, sonra öleceğim. Gerçekten öleceğim galiba? Daha önce ölebileceğimi hiç ciddiye almamıştım. Acaba hata mı ediyorum? Hani bu kadar fanatiği bu kadar inananı olduğuna göre şu meşhur kutsal kitaplardan biri doğru olmalı. İnsanlar bu kadar cenneti aradığına göre, bu kadar korktuğuna göre… Hepsi bir yalana inanıyor olamaz değil mi?
Gerçekten öleceğini anlayan insanın iman etmesi durumunu mu yaşıyorum sence? Evet, haklısın. Yanacaksam bile başım dik gitmeli, öyle yanmalıyım. Hem belki arafa düşerim, baba oğul ve kutsal ruh üçlüsü haklıysa. Hiç vaftiz edilmedim çünkü, günah da çıkarmadım. Ama boşa atıp tutmamalıyım sanırım, hiç İncil okumadım. Bir pederle de konuşmadım, filmlerden bildiğimiz kadarıyla da yorum yapamayız herhalde. Hem, ölümden sonraki hayattan bahsetmek biraz da boşuna değil mi? Hangi yorumu yaptığımız nasılsa değiştirmeyecek ölümden sonra olacakları. Öldüğümüz an anlayacağımız ve haklı çıkarsak geri dönüp nanik yapamayacağımız şeyler üzerine neden tartışalım?
Ah, sakın bana tartışma sebebimiz haklı çıkma isteği değil deme, sakın bunu söyleme bana! Biriyle tartışırken, derdimiz onu ideaya mı ulaştırmak sence? İyi insan olmak, gerçeğin bilgisini yaymak falan hani. Yapma allasen. Çok, çok büyük oranla tartışma sebebi haklı çıkmayı istemek, doğruyu senin bildiğini kanıtlamak, egonu tatmin etmektir. Ne kadar inkâr edilirse edilsin böyledir bu. Üstelik uykum geldi. Ölüm böyle uyku gibi mi gelecek yani? Uyuşan vücudum, gördüklerini algılamakta güçlük çeken gözlerim, tatlı tatlı gelen uyku… Zaten bu iş de böyle yürümezdi aslında, ama… İyi de sen böyle dedikten sonra ne gibi bir karşılık… Üstelik böyle altın renginde parlarken… Hem… Bir dakika… Ben sanki…
Sahi, ne diyecektim ben?
*Eski Mısır dinindeki inanışlara göre, insanda, biri Ba, biri Ka adını taşıyan iki ruh vardır. Bunlardan ikincisi, insan öldükten sonra varlığını onun heykelinde sürdürür.
Öncesinde gözler kapalı kurulur hayaller, o anları tekrar yaşamanın yegâne yolu budur. Geçmişi geri getiremezsin. Unutamamanın verdiği acıyla da önce gözlerini kapatırsın. Sonra... Sonrasına ne diyorlardı? Hani genç beyinlerin hakkında yaptığı espriler iğrenç de olsa Nirvana, Nirvanaya ulaşmaya ramak kaldı, rahatla. Rahatlamanın yolu gözyaşıdır çok zaman, belki de her zaman. Melankolik gözlerimin verdiği duyguyla söylemiş hatta saçmalamış olabilirim ama sen saçmaladığımı söyleme. Bak hissettin mi damlaların acısını. O damlalar ki senin ramak aralığını kapattılar. Artık oradasın, aç gözlerini. Gözyaşlarının çizdiği buğu sana farklı bir boyut kattı çoktan. Artık dünya gözüyle son gördüğün yerde değilsindir, manen alem değiştirdiğini bilme! Bilme ki büyüsü kaçmasın an’ın. Gözlerini açtığında baktığın koltuğun rengi değişmiş farketmiyorsun. Görüyor musun üzerinde son filmimizi sarmaş dolaş izlediğimiz kırmızı koltuk bu. Duvar, odanda vakit geçirirken gördüğüm tuğla yığınının aynısı. Hani altında “hayatım olur musun?” diyerek aşka başladığımız ay.. Ya onun ne işi var tavanda? Üstelik yanı başındaki dört buçuk yıldız da hala orada. Ya son günlere doğru parkta üzerine oturduğumuz bank, hatta sen ters oturmak istemiştin de sarılıp isteğini yerine getirmiştim. Odamda ne işi var? Oysa buradan kilometrelerce uzaktaydı. Hay aksi! Bunlara bakarken yaptığımı görüyor musun? Neden acı yok bileklerimde? Yerdeki kırmızı sıvı, birlikte yunuslara bindiğimiz gölete çok benziyor. Sonrasında senaryo uydurup birlikte fotoğraf çekindiğimiz çizgi roman karakterlerinin minyatürlerini gördüm birden. Nereye gidiyorsun? Geri geri yürüme düşüp bir yerini inciteceksin. Bana arkanı dönmen için söylemedim, nereye gidiyorsun, gitme diyecektim. Artık birlikte gittiğimiz yerleri, oradaki eşyaları görmüyorum. Gördüğüm bu gece.. Bu gece Can Abi’nin öteki taraftan gelen sesine kulak verip seni özgür bırakacak kadar sevdiğimi söylediğim gece değil mi? Sahi niye kızmıştın bu gece? Seni sevdiğimi söylememi istemezdin, sevmeler sana az gelirdi, aşk dilerdin. Kızgınlığının sebebi bu mu yoksa? Tamam, sus yalan söylememiştim. Sensiz hayatı yaşamak düşündüğüm bir şey değildi. Ah Can Abi yaktın beni. Seni izliyorum. Belki şuan için yukarıda değilim ama Araf gitti, sıra bende. Birazdan yukarıda olurum, hemen seni izleyebileceğim bir tepe bulup, sahildeki geceden seni yaşamaya tekrar tekrar başlayacağım. Oysa ben sonsuza kadar sürsün istemiştim. Metrajını kısa tuttuğumuz tek bölümlük aşkın “SON” yazısını hiç beklemeyeceğim.
YanıtlaSilEdoardo