gösteri peygamberi | chuck palahniuk

Survivor.
Arka kapağı şöyle anlatır konusunu: Yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı…
Söz konusu yazar Chuck Palahniuk olunca akan sular duruyor. Yeraltı edebiyatının önde gelen ismi olmak, başarmak, ya da tam aksine diplere inmek, küçülmek, işte mesele bu demek…
“İntihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır.” Diyor yazar. Bunu utanmadan söylüyor, hem neden utansın ki? Biz onun dünyasına girmeye çalışıyoruz, o bize kapılarını açıyor. Ve cümbüş sonrasında başlıyor.
Kan lekesi nasıl çıkar?
Pop kültüre sivri bir dil çıkarıyor adeta yazar, üstelik bunu küçük bir çocuğun büyüklere dilini göstermesi gibi değil bayağı elli yaşında bir adamın canlı yayında tüm ülkeye dilini göstermesi gibi yapıyor.
Kitap ele alınıp, okunup, kucaklanası cinsten. Güldürüyor, her zaman ki gibi düşündürüyor. Okurken saçmalıyoruz, hayal dünyasında kendimizi başkarakter yapıyoruz, “orada dur Chuck, sıra bende” diyoruz.
304 sayfa tersten akıyor, 1 olmasın diye korkuyoruz.
Funda Uncu’nun çevirisiyle okuyoruz kitabı. Ayrıntı Yayınları’nın yeraltı edebiyatı dizisinden elimize ulaşıyor. Boşlukları televizyon kanallarıyla doldurmak yerine kitapla dolduruyoruz. İşte bunu sağlıyor yazar.
Fight Club’tan belki de daha fazlası var kitapta. Olaylar akıl işiyle örülüyor, paçalarımızdan zekâmız akmasın diye lastikle bağlıyoruz adeta.
Zaten Yeraltı’nı sevmemiz için bir gerekçe göster dediklerinde ilk cevap Chuck Palahniuk olunca kitap için fazla bir yoruma gerek kalmıyor.
Kitaptan birkaç alıntı ise şöyle:

İsa çarmıha gerilmeseydi kimi kendine inandırabilirdi? Uyku hapları yutup, bir banyonun zemininde tek başına ölseydi, cennete gider miydi? Kendisinin kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi?

Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi diye düşünmeden edemiyorum. 
İsa’nın neredeyse çıplak olmadığı bir haç görmedim. Hiç şişko bir İsa görmedim. Ya da vücudu kıllı bir İsa görmedim. Gördüğüm her haçta İsa, belinden yukarısı çıplak olarak bir kot markası veya erkek parfümü için modellik yapacak görünümde.
Eğer kimse izlemiyorsa, dışarıya çıkmanın bir anlamı yok. Pekâlâ, evde oturup otuzbir çekebilir veya haberleri izleyebilirsiniz. Eğer birinin videokaseti yoksa veya daha da önemlisi bütün dünyanın gözleri önünde canlı yayında geçmiyorsa hayatını, o kişi yaşamıyor demektir. 
O kişinin, kimsenin kıçına takmadığı, ormanda devrilen ağaçtan bir farkı yoktur.
bir şeyler yapıyor olmanızın hiçbir önemi yok. Eğer yaptıklarınızı kimse fark etmiyorsa, hayatınız koca bir sıfırdan ibarettir. Boştur. Anlamsızdır.

Tanrı’nın yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. o özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.

Sıradan insanlarla aynı problemlere sahipseniz, ağzınız aynı şekilde kokuyorsa ve saçlarınız karman çorman, parmaklarınızda şeytantırnakları varsa, hiç kimse size tapmak istemez. Sıradan insanların sahip olamadığı şeylere sahip olmak zorundasınız. Onların başarısız olduğu alanlarda siz sonuna kadar gidebilmelisiniz. İnsanların olmaya korktukları şey olursanız, onların hayranlığını kazanırsınız.

İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının, önemsiz meselelerinin, hikâyelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar. Büyük ve korkunç bir bilinmeyen…

İntihar etmekle şehit olmak arsındaki tek fark, basında çıkacak haberlerin miktarıdır.

Hayatın da porno filmlerin de sonu bellidir, tek fark hayat orgazmla başlar.”


paylaş:

barton fink (1991)

Joel Coen ve Ethan Coen’in taşlamalarla örülü filmi olan Barton Fink, kült denilecek düzeyde. Filmdeki taşlamaların en göze çarpanları aslında klasik olgu gibi görülen ama popülarite aşığı senaristlerdir. Şöyle ki, filmin başkarakteri Barton Fink daima, yeni bir tiyatrodan bahsetmekte, halkın içine inip halkın tam da özünü anlatmak istemektedir. Fakat halktan biri olan Charlie karakteriyle karşılaşmasında yapmak istediklerini anlatırken daima Charlie’yi susturmakta, bir nevi o karakteri kendi gözüyle tanımlarken Charlie’yi olmadığı bir karaktere büründürmekte. İkinci taşlama konusu çağımızın büyük yazarları, aslında görünenin tam tersinde olduğunu, büyük yazar olarak nitelendirilen kişilerin iç dünyalarını, yaşamları ve söyledikleri pembe yalanları ekrana taşıyarak, anlamamızı ve yanılmamızı sağlıyor. Üçüncü taşlama sinemanın kalbi Hollywood’a. Nasıl da senaristlerin sümüklü mendil gibi bir kenara atıldığının farkına varmamızı sağlıyor. Ve son taşlama sanırım kendilerine. Her ne kadar sisteme karşı çıksalar, onu yerseler de Hollywood’un bir parçası olmaktan da çıkamayan Coen biraderler, kanımca kendilerini de eleştirip bir de güzel taşlıyorlar.
Filmdeki semboller, film izlendikçe yapbozun eksik parçası gibi yerine oturdukça anlatılmak istenilenin peşinden koşularak sonuna kadar bir merak uyandırıyor izleyen bünyede. Kahve tonlarındaki bayık duvar kâğıtları, yüksek sıcaklık ve işin son dakikaya bırakıldığında oluşturduğu stres, güzel bir kadın ihtiva eden masmavi bir deniz fotoğrafına bakılarak çabucak unutuluyorsa, anlamsızlaşmak ve anlamın doruklarına çıkmak değildir de nedir?
Hele filmin son cehennem sahnesi vardır ki bahsetmek için kelimeler kifayetsiz kalır.
91 yapımı 116 dakikalık film 3 dalda Oscar’a aday gösterilmiş, filmin 13 ödülü ve 4 adaylığı bulunmakta. Coen kardeşleri takip eden kişilerce Coenlerin en iyi filmi olduğu genel bir kanı.
Filmin oyuncuları John Turturro, John Goodman.
7.8 IMDb puanına sahip filmin metascore’u ise 69/100.

paylaş:

en başarılı 35 sinema kötüsü

Madde Bağımlısı adlı site bir istek üzerine sinemanın en kötü karakterlerini seçmiş. Öncelikle belirtilmelidir ki sıralama yine bir kişinin(deniztan) film zevkine göre düzenlenmiştir; göreceli bir kavram.
Bu yüzden listede olması gerektiğini düşündüğüm bazı karakterleri vermek istiyorum. Bunlar arasında El Labirento del Fauno’dan filmin küçük kızına etmediğini bırakmadığı Capital Vidal, Harry Potter serisinin en kötüsü Voldemort akıllara ilk gelenlerden ve zamanında lahana bebek satışını neredeyse yarı yarıya düşürmüş Chucky karekteri sayılabilir. Bunun yanında daha bir sürü karakter var, bunlar ilk akla gelenlerden.
İşte o 35 bahsi geçen en kötü karakter, film adları ve bizden bazılarına biraz açıklama:

paylaş:

kynodontos / dogtooth (2009)

Yönetmen: Giorgos Lanthimos
Senaryo: Giorgos Lanthimos, Efthymis Filippou
Oyuncular: Christos Stergioglou, Michele Valley, Aggeliki Papoulia
Tür: Dram
Yıl : 2009
Süre: 94 dak. 
Ülke: Yunanistan
Dil: Yunanca
Ödül: Oscar'a adaylık, 10 ödül, 5 adaylık
IMDb puanı: 7.2


Onların dilinde telefon, bir baharat çeşidi; otoban, şiddetli esen rüzgâr; deniz, deri kaplı koltuk; klavye, kadın cinsel organı; zombi, küçük sarı çiçek; amcık ise tavandan sarkan büyük lamba. Onların dünyası çitlerle çevrelenmiş, içinde balıklar var oluveren havuzu olan, çitin ardında kedi adında canavarların olduğu bir yer.
Onların ailesi, bir anne, bir baba, ikisi kız olmak üzere üç çocuktan oluşuyor. Anne isterse köpek doğurabilir, baba dış dünyaya çıkabilen tek kişi ve evin yemek ihtiyacını karşılıyor. Çocukların eğlence anlayışları fiziksel kuvvetlerini ölçebilecek oyunlar, babanın yabancı dildeki şarkıları kendi dillerine çarpıtarak çevirmesi, su altında en uzun süre kalanların yapışkanla ödüllendirilmesi, yeni kelimeler öğrenmek ve üstlerinden geçen uçağın bahçelerine düşmesiyle oyuncağa doğru koşmak, bir tür yarış.
paylaş:

gazete parçasına hayatı saklamak

Biz oturup rakı masasında memleketi bile kurtarırdık, istemek başarmanın yarısıydı anlatılanlara göre. İstemedikten sonra yapacak bir şey yoktu.
Alkolle midemizi yıkayıp, çişimiz geldiğinde rakı tuvalete çıkarır mı yahu diye sorup dururduk nedenini. Çünkü tarih derslerinde hep olayların nedenlerini öğrettilerdi bize, bir de sonuçlarını. Suçu durup durup öğretmenlere atmaktan da çekinmezdik.
Bazen yazık ederdik birbirimize, öyle laf sokmalarımız vardı ki, düşününce küçüldüğümüzün farkına varırdık, ergen değildik sonuçta. Özür de dilemezdik, içimizden gelmezdi.
Yağmur yağdığında giyip botlarımızı beş kat aşağıya inerdik koşarak, dinmeye yüz tutunca yağmur, küfrü utanmadan basardık sahibine, yağsa da temizlensek güzel olmaz mıydı? Olurdu kanımca.
Sonradan pişman olacaksak anı yaşamayalım, sonuçta biz hep mutlu olmak için tüketiyoruz vaktimizi. Eğer üzüleceksek sonunda, ansal mutlulukları yaşamayıverelim. Mantıklı mı, hem de nasıl.
Zamanında gurbetlere de kaçmak isterdik, lacivert olur rengi, ya da petrol yeşili. Hislerimizin sesi denizden gelir, ağlarız hatırlayınca, ablamız vardır, ağabeyimiz vardır, yanına kimseyi koyamayız. Konduramayız çünkü.
Yetişme tarzımıza suç atarız, aslında ebeveynlerimiz bizi iyi yetiştirmemiştir, suç atmaktan kolay kaçış yolu yoktur çıkmazlarımızda, sokaklarımızda, caddelerimizde. Sığınmak çöp kutularına ve şarap içenleri dinlemek sonuna kadar, gazete parçasına hayatımızı saklamak…
Gerçekler acı mıdır gerçekten? Acı yapan nedir gerçekleri? Kişiliklerimiz bize ait evet, çünkü biz mutlu değilsek, mutlu edemeyiz başkalarını ya da sigara içeriz örneğin, annemiz üzüleceği için sigara içerken mutluluk duymayız hiçbir zaman. İçmeden de edemeyiz. İşte bu kadar da basit varlıklarız.
Perdeyi sonuna kadar açıp çakan şimşekleri izleriz bazen karanlık odanın ortasında, oturmaya bir sandalye bile yoktur, keyif yatağın ucunda. Yaşımız yirmilere gelmemiştir daha, annemiz çok hasta, elimizde bal dökülüp ıslak mendille silinmiş bir saman kâğıda baskı kitap, her sayfa çevirişimizde kokusunu duyarız. Mum eğilir bir sağa, bir de sola.
Yazarken hatırladığımız anlar için yakmamak için zor tutarız elimizi, sigaradır dudaklarımızın çatlaklarını dolduran, annemiz artık olmadığına göre, pardon, çakmağı uzatır mısın?
paylaş:

the exorcist (1973)

1973 mahsulü The Exorcist’te küçük bir kızın içine şeytan girmesi anlatılır. Regan adındaki bu kız garip hareketler yapmaya başlar. Kızın hareketlerinden şüphe duyan annesi kızını doktor doktor gezdirir fakat hiçbiri kızın durumuna çare bulamaz. En son da doktorlardan biri kızın rahibe gösterilmesini söyler. Ve bu şekilde şeytan kovma ayinleri başlar. Tabii şeytan da boş durmayacak, kötülük için elinden geleni yapacaktır.
William Peter Blatty’nin romanından sinemaya uyarlanan filmin yönetmeni William Friedkin. Yapım, film tarihindeki en iyi korku filmleri arasında gösterilir.
Ellen Burstyn, Max von Sydow ve Linda Blair filmin başrol oyuncuları.
Film 2 Oscar sahibi ve 14 ödüle ve 14 adaylığa da sahip.
122 dakika uzunluğundaki bu yapıt yaklaşık 120 bin kullanıcının oylarıyla 8.1 IMDb puanına layık görülmüş ve bu puanla top 250 listesinde 205. sırada.
Rivayetlere göre filmin çekimi esnasında set 2 defa yanmış, sette çalışan 2 kişi ölmüş, 3 figüran kalp krizi geçirmiş. Film bittikten sonra Regan karakterini oynayan Linda Blair yıllarca içinde gerçekten şeytan olduğunu söylemiş yıllarca tedavi görmüş. Kiliseye gösterilen karşıtlığın işlenmesinden dolayı da zamanında bolca tepki çekmiş.
Ayrıca en iyi 100 korku filmi listesinde de 1.sırada.
73 yılı filmi olup neredeyse 40 yıl sonra bile hala korku filmleri listelerinin ilk sıralarında yer alması başarısının bir göstergesi. Kaçırılmaması gereken bir şiddet, tapma ve merdivenlerden gelen korku.

paylaş:

asfaltta karanlık

Orada biri var, nesne, yüklem, ünlem. Kadın ağlıyor, siyahların üzerinde, saçları karman çorman. Gözyaşları yanaklarından süzüldükçe dudakları çatlıyor.
Asfaltın üzerinde kan var, kırmızı, koyu, kuruyacak. Yerlere saçılmış giysiler, kanlı, yırtık.
Kafamızı durup durup çukurlara sokuyoruz, çukurlar karanlık. İç çekiyoruz, içimiz çürüyor. Kokuşmuşluğumuzun sebebi derinlikler, buz gibi, sular damlıyor.
Asfaltın üzerinde bir duvar, yıkılacak bir gün, içimiz dışımıza çıkacak, kan, her yerde, kopkoyu. Ağladıkça sakinleşiyor bir de kadın.
O bir anne, kardeş ya da bir yabancı. Halimiz duman, saçlar darmadağın.
Kuyunun içinde bir çukur, beyazlar ve siyahlar. Ayrım yapılan bir dünyanın kuyruksokumu, kırılacak bir gün.
Gelecek, yarından sonraki gün, ilerledikçe başparmağımızla gösterdiğimiz yere, sonsuzluğa doğru kaçıveriyor. Oralarda bir yerde, asfaltın üzerinde, bir kadın, bir gömlek, bir nesne.
Her yer kan, biri ağlıyor, kadın ya da erkek, halimiz duman, elimizin içi kaşınıyor.
Geliyorlar, bizim için, ağır ağır yol alıyorlar. Gömlekte bir leke, kollar kıvrık, çizgili. Kurumuş kırmızılık, cebi delik, kafamızı koyacak bir omuz.
Ortada bir ölü, havada sinekler. Karanlık ortada, elimizi kaldırıyoruz. Omuz eski, yanlış yapmaz, bize yanlış hiç yapmaz. Yanılıyoruz. Gerideyiz, küçüğüz, küçümseniyoruz.
Ortada bir beden, kırmızı, ölü, çıplak, asfalt ortada, siyah. Sıcak her yer, omuz soğuk. Düşündükçe deliriyoruz.
Biri var orada, başında bir nesne, ağlıyor, saçları uzun, siyah, beyaz. Ölü var ortada, cansız, kurumuş, sinekler altında yatıyor, yastık, kılıf.
Gömlek kanlı, beden susuz, omuz soğuk. Ortada bir mesele var.
Mesele büyük, derin ve karanlık. Kafamızı sokup sokup çıkarıyoruz, görmek için, duymak için. Gözler çoktan sağır olmuş, kulaklar kör.
Ellerimiz kaşınıyor, avuç içlerimiz yukarı bakıyor. Medet umduğumuz yanıltacak bizi, derinlerde bir yerde, koyu bir karanlık.
Yıkıp bedenimizi, taşlarımızı biz dizeceğiz, omuz bakakalacak, omuz hiç olmadığı kadar yalnız kalacak.
Soğuk, her yer. Aşağılardayız, yukarılarda bir omuz, ayna ters, yalın, sert. Tokat patlayacak, ellerimiz kaşınıyor, suratın tam ortasına, avuçlar göğe dönük, omuz yerle bir, dudaklar çatlak. Kan akacak, gömlek yırtık, beden susuz, diplerde karanlık. Soğuk yakacak, sinekler tepemizde, delireceğiz.
İçimiz çürüyecek, kokuşacağız, söveceğiz halimizi, anlayacaklar bizi, omuz bizi anlayacak, bir baş arayacak.
Orada bir asfalt, asfalt sineklerin altında, arada bir beyin, kafası dağılacak. Kıçımızın üzerine oturup susacağız. Biri ağlayacak, biri ölecek, nesne, yitik bir omuz, öksüz.
Ortada kalacak, kimsesiz, susayacak, kırmızı bir gölek, çizgili, kolları kıvrık. O surat sadece bakacak, gözler çizgili, tek başına.
Acıkacak, bir dilim ekmek bulamayacak, suçlu arayacak, laf sokacak, o bir sinek, kafamızın üzerinde kafamızı ütüleyecek.
Bir nesne, asfaltın üzerinde, bir yerlerde ağlayanlar, anlamayanlar, küçümseyenler. Ortalık kızışacak, birileri susacak, derinlik içimizde, içimiz karanlık. Koyu bir kan, süzülecek yanaklardan, dudaklar çatlayacak, ortada bir delik. Kafamızı sokup sokup çıkarıyoruz, gördüğümüz tek şey karanlık.

paylaş:

metropolis (1927)

Thea von Harbou’nun romanından beyaz perdeye uyarlanan Fritz Lang’ın yönettiği 1927 yapımı Metropolis, işçi sınıfıyla yönetici sınıfındaki farklara değinen bir kült film.
İşçi sınıfı her zaman çalışan, sistematik hareketlerle yapılması gereken işleri bitirmeye çalışan bir sınıfken, yönetici sınıfındaki insanlar ise rahat bir hayat sürerler. Bazen yönetici sınıfındaki insanlar saatlerle oynayıp işçileri daha çok çalıştırır. Yaratıcı bir bilim adamı bu durum karşısında insan gücüyle yapılacak işleri yapacak hatta daha verimli olacak insan benzeri bir robot yapar. Bu şekilde insanlar yorulmayacak ve yapılması gereken işler bitirilmiş olacaktır.
Bilim-kurgu filmlerinin öncüsü halindeki filmin çekildiği zamana kıyasla, özel efektlerin ve hayal gücünün şaşırtıcı derecede iyi olduğu görülür.
Filmde konuşma geçmez sadece fonda müzik vardır. Ara ara ekrana yazılar gelir ve bu şekilde denmek istenilen denir. Filmin bütçesi bir hayli büyüktür(rivayetlere göre bugünün parasıyla 200 milyon dolar), binlerce figürana filmde yer verilmiştir. Normalde daha uzun olması gereken filmin bazı bölümleri kaybolmuş ve bulunan parçaları mantık sırasına göre sıraya dizilmiştir.
Amerika destekli Alman filminin günümüzde dahi seyircisinin olması başarısının bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Film 3 ödül, 3 adaylık sahibidir.
Ortalama 45bin kullanıcının oylarıyla 8.4 IMDb puanına sahip film, bu puanıyla top 250 listesinde an itibari ile 94. sırada. Filmin metascore’u ise 98/100. 

paylaş:

good bye lenin! (2003)

Daniel Brühl’ün başrolünde oynadığı Good Bye Lenin, Almanya’nın karışık dönemine ışık tutar. Sosyalist bir annenin oğlu olan Alex, bir eylem sırasında gözaltına alınır. Bunu gören anne kalp krizi geçirir ve hastaneye kaldırılır. 8 ay boyunca komada kalan annesine bakan Alex’in hayatında büyük değişmeler olurken Almanya’da da büyük çapta hareketlenmeler meydana gelir. Berlin duvarı yıkılır, kapitalizm büyür, artık Doğu Berlin’de de Coca Cola satılmaya başlar, Almanya büyük göçler alır, ekonomi değişir, para bile değişir. Alex âşık olur, ablası yeni bir eş bulur, ablasının çocuğu büyür. Komadan sonra mucizevî bir şekilde uyanan anne için doktorlar, herhangi bir heyecan yaşamamasını söylerler. Fakat 8 ayda o kadar çok şey değişmiştir ki o kadar zaman uyuyan bir insanın sokaklara bakması bile beyninde hasara sebep olacak cinstendir. Bunun üzerine Alex bir plan oluşturur ve annesinin komaya girdiği ana her şeyi geri döndürür. Arkadaşıyla beraber yeni videolar, haberler oluşturur, reçel şişelerini, turşu kaplarını aynı 8 ay önce nasılsa o hale getirir. Bu şekilde oluşturulan bir dünyadan sıkılanlar, oynanan oyunda pes edenler olacaktır. Ve sosyalist anne yürümeye başlayacak, dışarıdaki dünyayla yüz yüze gelecektir.
Söylenen pembe yalanlar, öğrenilen geçmiş, kırgınlıklar, dram, aşk, az da olsa komedi.
Wolfgang Becker’in yönettiği 2003 yapımı Good Bye Lenin 121 dakika uzunluğunda bol ödüllü bir film.
Golden Globe’a adaylığı bulunan filmin 31 ödülü ve 14 adaylığı bulunmakta.
IMDb puanı 7.8/10 olan filmin metascore’u ise 68/100.

paylaş:

das weiße band - eine deutsche kindergeschichte (2009)

The White Ribbon.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da bir köy ve köyde geçen talihsiz, beklenmedik olaylar. Sinemanın zor yönetmeni Michael Haneke’den huzursuz edici bir film.
Aile bağlarını, aile içi şiddeti, eğitimi, dini bir güzel sorgudan geçiren Haneke, cevapsız kalan soruları açıklamak yerine bu soruların çıkış noktalarını irdelemeyi seçiyor.
Küçücük hataların karşılığında ağır ceza yöntemlerinin uygulandığı bu köyde, filmin odak noktası olan asıl suçların nasıl da halı altına süpürüldüğü anlatılıyor.
Bir öğretmen, korodaki çocuklar, baron ve eşi, baronun çocuğu, ölen bir anne, kaza geçiren bir doktor, ebe, doktorun kızı, garip bir papaz, papazın çocukları. Aslında büyüklerin çocuklar için cehenneme dönüştürdüğü bu köy, şiddetin göbeği, çıkmaz yollar ve anlamsızlıklar bütünü.
Ensest kavramını gözümüzün içine sokan Haneke, düz bir filmin girintili köşelerine tokadı, şamarı, sopayı çok da güzel yerleştiriyor.
Filmin siyah-beyaz olmasını da şöyle açıklıyor Haneke:
“Genellikle tarih filmleri izlediğimde, hikâyenin doğru olduğunu bilmeme rağmen, inanmakta zorlanıyorum. Bunun nedeni görsel hafızamda bu zamanların gerek var olan videolar gerekse resimlerden dolayı zihnimde siyah-beyaz ile ilişkilendirilmiş olması. Başka şekilde hayal etmem nasıl mümkün olabilir? Ayrıca siyah-beyazı seviyorum ve bu fırsatı bir neden olduğu zaman kaçırmam.”
Çocuk karakterlerin oyunculuklarındaki başarı filmin kendi başarısına da yansımış durumda.
Gizem ve dramı sonuna kadar işleyen film yönetmene 2009 Cannes Film Festival’den Palme d’Or ödülünü kazandırmış. Ayrıca filmin 2 dalda Oscar’a adaylığı 26 ödülü ve 28 farklı adaylığı bulunmakta.
114 dakika uzunluğundaki 2009 yapımı film IMDb’den de 7.9 puan almış, metascore’u ise 82/100.
Ve çocuk karakterlerden birinin söylediği söz akıllarda kalır: "Tanrıya beni öldürmesi için bir şans verdim."


paylaş:

127 hours (2010)

Gerçek yaşam hikâyesinden sinemaya aktarılan 127 saat bir macera düşkünü dağcının keşif sırasında kaya parçasına sıkışmasını ve bundan sonraki saatlerini konu edinir. Kendini videoya çekip rahatlatmaya çalışan genç bir süre sonra açlık ve susuzluktan bitkin düşer ve halüsinasyonlar görmeye başlar. Ailesini ve yaptığı hataları düşünmek için önünde bolca zaman vardır. En sonunda da kolu ile hayatı arasında bir seçim yapar.
2010 yapımı filmler arasında kendinden bolca söz ettiren 127 Hours dram, macera, biyografi kategorisinde izleyicisiyle buluşuyor.
94 dakika uzunluğundaki filmin başrolünde James Franco var. Yönetmen koltuğunda ise Danny Boyle oturuyor.
Filmin 6 Oscar ve 70 farklı adaylığı olmasına rağmen elde ettiği ödül sayısı 6. Bu durumun gerçekleşmesinde filmin içeriği mi, başarısı mı ya da aynı dönemdeki filmlerin başarıları mı etkili bu biraz tartışılır ama olay bakımın biraz eksik olduğunu söylenmeden geçilmez.
Filmin 7.9 IMDb puanı var.
Soğukkanlılığın ne olduğunu rahatça bize anlatan filmin gerçek bir hikayeyi anlatması içimizin daha da ürpermesine neden oluyor.

paylaş:

we live in public (2009)

2010 yılında If Film Festival kapsamında ülkemizde gösterime giren bir belgesel. İnternet’in patlamaya başladığı 90ların başında en büyük internet öncülerinden Josh Harris’in yaşam hikayesini ve yaptığı garip deneyi konu edinir. Ta o zamanlarda insanların bir kutu içinde sıkışıp kalacağını gören Harris, yüzü aşkın sanatçıyla birlikte yerin altına inşa ettiği çok katlı otele sırf bir vakit ünlü olabilmek için kendi rızasıyla gelen insanları koyar ve bu kişiler otelin her yerine monte edilen kameralarla 24 saat kayıt altına alırlar. Tuvalette, banyoda, yatakta davranışları ve ne yaptıkları kare kare belleklere alınan kişiler ortamın verdiği rahatlıktan ve bilinçaltlarındaki “her şeyimiz meydanda” olgusuyla çıkmaza doğru yol alırlar. Proje tam da Harris’in tahmin ettiği gibi sonuçlanır. Emniyetin bir baskın düzenleyerek projenin son bulmasıyla bu kez Harris kendi hayatını izleyicilere açar. Evinin her köşesine yerleştirdiği kameralarla kendisinin ve kız arkadaşının yaşamını online olarak sanal ortamda paylaşır. Bir süre sonra tam da denek olarak kullandığı kişilere benzemeye başlayan Harris için son çok da uzakta olmayacaktır.
Ondi Timoner’in Sundance’te jüri büyük ödülüne layık görüldüğü bu belgesel, zamanımızın çoğunu facebook, twitter gibi sanal âlemde harcadığımız bizleri ve teknolojinin nereye doğru gittiğini suratımıza tokat gibi çarpan bir yapım.
Sanal ortamda aslında nasıl da herkesin her şeyi meydanda yaşadığı günümüzde, bu eğilimin nelere mal olabileceği çarpıcı bir şekilde sorgulanıyor.
90 dakika uzunluğundaki belgesel bir nevi kendi hayatımızdan kesitler sunarken, aynanın karşısına geçip kendimizi izliyor havası yaşatıyor.
Filmin IMDb puanı 7.2/10 ve metascore’u 69/100.

paylaş:

kanalizasyonda kaybolan bir beyin

Işık huzmelerinin göz bebeklerime açtığı bir savaşın içinde, güzel kokuları çektikçe içime, beynimde dalgalanan olguların varlığını düşününce, yerine getirmem gereken zorunluluklarımı hiçe sayarak, beyaz klozet kapağında oturduğum, yukarılardan metalin üzerine düşen kaya parçasının çıkardığı ses gibi kulaklarımda çınlıyor. Zira ben hattayım, ölüyüm, bunun bir anlam ifade etmediğinin yıllarca farkındaydım. Gülüp geçebildiğim sürece sorun teşkil etmez bu davranış, bedenimde açılan kocaman deliklerin yerinde yoğun morluklar bıraksa da girip çıkan enjektörün acısı yansımaz beynime.
Biz küçükken, bir zamanlar, kibrite ‘kirbit’ derdik. Çocuk saflığında aklımızla babamızın iç cebinden arakladığımız sigaraları yakardık okul kenarlarında, kimse görmeden küçük ciğerlerimizi ağzına kadar dumanla doldurur, izmarit yığınlarını toprakla örterdik keza izmaritleşen bedenlerimiz bir gün toprakla örtülecekti.
Ve bir gün mezarlıklar içinde dolaştığımızda zambak kokuları gelirdi aynı şu an olduğu, yaşamakta olduğumuz zaman dilimine yanan bir mum diktiğimiz gibi. Yaşanmışlıklarımızı fincan içlerine sıkıştırdığımız közlenmiş çekirdeklerde, telveleşmiş anların uzunluğundan, zamanından, üç vakitten ya da gülüşmelerimizden zannedilen kırk yıllık hatırlardan umutlanmamız garipsenmeyecek kadar basitleştirdiğimiz ağır cümlelerimizce ezilen bütünlüklerden ibaretti oysa. Bu da geçerdi.
Kural ihlalinden kazalar gerçekleştikçe bilinçaltımızda ve karanlıkta hala büyümeye çalışan gözbebeklerimiz olduğu sürece ta uzağa koyduğumuz çıplak nesneselleşmemizi, sistematik bir kokaindir çare, edepsiz portakal düşüncelerimize.
İlk atlayacak olan bayanlar, düşecek ve bilmem kaç parçaya bölünecekler ve ardından baylar. Naçizane nazikliğimiz elimizde kalıp övündüğümüz tek varlığımız.
Ortada bir kadın yaptığı hatalardan dolayı ağlıyor, duvarlar kırmızı olması gerektiği halde mor. Bu rengi bir yerlerden hatırladığımı düşünüyorum; paragraf aralarına sıkışmış karıncaların çığlığı bu olmalı. Çiviler çakılıyor bir de, bacaklara, avuç içlerine, kırmızı sevdamız bundan, arzudan.
Kapı çalındığında kapıyı kimin açacağına emin olamıyor; kendiliğinden açılıyor. Beyaz gecelikler içinde bir diğeri, düşmüş ya da parçalanacak olan; her yer karanlık, diplerde metal zeminler ve kulaklarımda çınlayan oyuncaklar var. Fonda bir gerilim, yüreğimizin ritminde mırıldanılan bir düş ağıtı, sözler hızlandıkça ritim artıyor ya da gerilimin yükselmesinden kaynaklanıyor bu kalp atışları.
Lavabonun içi saç yumağı, tüm önlemlere rağmen intihar etmekte karar kılan yığınla can düğümü, bükümler halinde; ıslandıkça renkleri koyulaşıyor.
Gözlerden süzülen rimel mi bu? Konuştukça konuşuyor acımadan diğeri. Hatalardan sonra yargı aşamasının doruklarında yaşamayı seçmiş benliğin ellerini bedeninin arkasında birleştirmesinden anlaşılıyor hüküm gücünün yüceliği; bunun için doğmuş, bunun uğrunda ölecek. Arkadaş, anne, baba, kardeş, yabancı ya da eş. Önemli değil.
Kolum şişiyor, damarlarım genişledikçe maviden mora dönüyor tüm renkler, evcil solucanımızı zincirlemek bu, sonrasında yaşadıklarımızı düşünme aşaması ve karar vermek. İncecik sivri bir uç, tüm sertliğiyle bedenimize sahip olmak için giriveriyor içimize, haz doruklarda, yavaş yavaş süzülüyor damarlarımıza, bitene kadar, son damlasını bile ziyan etmiyoruz; israf haramdır.
Beynimiz uyuşuyor, yatışmış bedenimiz ayaklarımıza doğru tüm sıvılarını akıtıyor. Cennetteyim.
Orada hiç kötü şeyler olmaz, süt ve bal akar nehir yataklarından, kuşlar cıvıldar ağaçlarda, alabildiğine yeşildir her yer, elma istersek önümüze geliverir.
Kapı çaldığında kimin kapıyı açacağını bilemiyorum. Açan kişi ben, kollarım mor, burnum kanıyor; önümde duran adam şaşkın; cennetten çıkıyorum. Karanlık.
Ağlıyor, nedenini bilmiyoruz, yaptığı hatanın ne olduğu ya da bundan sonra olacaklar bize anlatılmıyor. Duvarlar mor, odanın ortasında duran oyuncağı yeni fark ediyorum. Gülümsüyor. Bir yerlerden sesler yükseliyor, enstrümanın adı ne? Sorgulayan kim? Arkadaş, anne, baba, kardeş, yabancı ya da eş?
Döngünün bir parçası olabilmek için savaştığımız bu kıyımda düşmüşler olarak varlığımızı sürdürdüğümüzü fincan içlerinde yaşanmışlıkları anlatan bedenlere soruyoruz. Zaman yavaşlıyor, karşı koyamıyoruz.
Beynimiz olmadığı kadar ıslak, yapış yapış. Elimizi uzatıyoruz, yoğun bir püskürme, mis kokular, kuru bir el. Kapı açılıyor, müzik, kapanıyor. Sifona basılıyor, kanalizasyonda kaybolan bir beyin…
paylaş:

darkened room (2002)

8 dakika uzunluğunda bir David Lynch kısası, lakin bir Lynch filminde olması gereken tüm özellikleri ihtiva ediyor: karanlık, sonuçsuzluk, gizem, garip bir olgu…
Atmosferi durağanlıktan çıkarıp gerilime sokan fondaki soundtrack’e zaten söylenecek bir söz yok.
8 dakikada gerçeklesen olay ise iki bireyin arasında geçer, başlangıçta konuşan bayan diğerinden  “arkadaş” olarak bahsetse de bunun anlatılmak istenen olguda geçerliliği olup olmadığı tartışılır. Onun arkadaşı da olabilir, annesi de ya da tanımadığı biri de. Belki de baskı altındaki benliğinde kendisi de olabilir.
Olayda konu ise kızın yaptığı bir hatadır. Hata belirsizdir, nedeni ya da bundan sonra olacaklar anlatılmaz.
2002 yapımı Darkened Room, Rabbits'in devamı niteliğindedir; fakat benzerlik içerir mi, anlatılmak istenilen desteklenir mi, orası yine yönetmenin bildiği bizim bunun üzerinde kafa kurcaladığımız konular arasında.
Filmde boy gösterenler Jordan Ladd, Etsuko Shikata, Cerina Vincent. Film IMDb’den de 5.7 puan almış, oylama sayısı ise an itibari ile 1242. Rabbits’in puanı ise 7.0 idi ve yaklaşık Darkened Room’un oylarının iki katı kadar oy almıştı.
Beğenilmediğinde 8 dakika olmasından hiçbir şey kaybettirmeyen ama izlendiğinde kesinlikle beyin jimnastiği yaptıran kısa filmlerden biri.

paylaş:

everything is illuminated (2005)

Ailesinin köklerini bulmak için Odessa’ya gitmeye çalışan, vejetaryen bir koleksiyoncu, kör bir şoför, Michael Jackson hayranı bir rehber ve Sammy Davis Jr. Jr. isminde bir köpekle geçen bir yol hikayesi ve fazlası.
Jonathan Safran Foer’in aynı isimli romanından uyarlama filmin yönetmen koltuğunda Liev Schreiber ve başrolde Elijah Wood ve Eugene Hutz var.
2005 yapımı, 106 dakika uzunluğundaki komedi-dram kategorili film ortalama 21 bin kullanıcının oyuyla 7.6 IMDb puanı sahibi, ayrıca filmin 7 ödülü ve 4 adaylığı bulunmakta.
Yer yer kahkahaların boy gezdiği filmin tümü incelendiğinde aslında anlatılmak istenilenin bir dram örneği olduğu anlaşılıyor. Film dinsel öğeleri işlerken, kullanılmaması gereken kelimelerin de aslında insanların o kelimelere yükledikleri anlamlar doğrultusunda bu olayın gerçekleştiğini apaçık yüzümüze vuruyor. Filmin müziklerine diyecek yok zaten.
Kitabı henüz okumadım ama kitap hakkında değişik yorumlar mevcut ve aslında Türkiye’de kitaba bakış açısını öğrenmek için küçük bir örnek. İdefix’te kitap hakkında 10.03.10 tarihinde şöyle bir yorum yapılmış:

“Baştan belirtelim bu yazı kızgınlıkla yazılmıştır. Ama bu kızgınlığın somut bir nesnesi yoktur.
Jonathan Safran Foer, günümüz anglosakson edebiyatının en parlak yazarlarından. Yayımlanmış üç kitabı var ve ikisi Türkçeye çevrildi. Burada onun her iki romanında da olan mizahtan, biçimsel oyunlardan, edebi cesaretten bahsetmek istemiyorum. Bunlar malum. Başka bir hususa değineceğim.
‘Her Şey Aydınlandı’ yazarın ilk romanı ve bunu yazdığında henüz yirmi beş yaşındaydı. Roman, okuyucular ve edebiyat çevreleri tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. Philip Roth'la, Joyce'la, Thomas Pynchon'la (hala Türkçeye çevrilmemiştir!) kıyaslandı. Diğer dillere çevrildi. (Foer'in Amerika'da olduğu kadar Avrupa'da da büyük bir okuyucu kitlesi var.) Sonunda roman filme de çekildi.
‘Her Şey Aydınlandı’nın yayımlanış tarihi 2002. Türkçede ise ancak genç ve cesur bir yayınevi tarafından geçen ay yayımlanabildi. (Siren Yayınları yazarın ikinci romanını da geçen sene yayımlamıştır.) Burada bir tuhaflık var. 
Evet, Türkiye'de maalesef kısır bir okuyucu var. Kitaplar ihtiyaç listelerinin en sonunda yer alıyor. Evet, bizler ülkemizi sevmenin öncelikle dilimizi sevmekten geçtiğini bilmiyoruz. Ortalama bir vatandaşımız doğru düzün yarım sayfa yazı yazamıyor. Evet, siyasetçinin yazarlardan daha fazla teveccüh gördüğü bir ülkede yaşıyoruz...
Yukarıda saydıklarım işin okuyucu (tüketici) kısmı. Ya işin yayınevleri boyutu? Verilere göre Türkiye'de 12 bin yayıncı faaliyet gösteriyor. Rakam abartılı gelebilir. Bunların 300'ünün düzenli kitap (kültür yayınları) yayınladıklarını düşünelim. Hadi 100'ünün... Sektörde büyük medya kuruluşlarının, bankaların, vakıfların yayınevleri mevcut. O zaman soralım. Peki biz niye Jonathan Safran Foer'i okuyabilmek için sekiz sene beklemek zorundayız? Thomas Pynchon'ı yayınlayabilecek kalibrede bir yayınevimiz yok mu? 
Biraz iyimser düşünelim. Yayınevleri son kertede ticari kuruluşlardır ve bu yazarların Türkiye'de okuyucusu yoktur. O halde burada bir soru daha soralım. Yayımlanan her kitabın Türkiye'de yayınevlerini tatmin eden bir okuyucu kitlesi var mı? Elbette yok. 
Şimdi kötümser senaryoya geçelim. Belki de yayınevlerindeki editoryal kadronun yetkinliği sorgulanmalı. Dünya edebiyatını ne kadar takip ettikleri. Ya da edebiyata ve gerçek okuyucuya ne kadar saygı duydukları. Çünkü bu ülkede de iyi, cesur ve deneysel edebiyatı okumak isteyenler var. Ve yayınevleri mevcudiyetlerini aslında onlara borçlular. 
Son olarak Siren Yayınlarına teşekkür etmek istiyorum. ‘Her Şey Aydınlandı’nın çevirisi harikulade (Algan Sezgintüredi). Romanın orjinalini inceleyenler dil oyunlarının çevirisinin zor olduğunu kabul edeceklerdir. Evet, Siren yayınlarına teşekkür ederiz. Cesur oldukları için. Fark yarattıkları için. Ama en çok, edebiyata ve okuyucuya saygı duydukları için.
Darısı Thomas Pynchon'a...”
paylaş:

eraserhead (1977)

Ve olaylar gelişir… Her zaman bir anlatılmak istenilen olguyu anlama çabası güderiz ve eğer anlamazsak ya çamur atar ya da anlayan birilerine sorular sorarız. Tam açıklamanın ne olduğu kişinin kendisine göre değiştiği durumlar vardır. Çünkü kendi mantık çerçevesine hangisi tam oturuyorsa kişi ya da kişiler için o olgu anlatılmak istenilendir. Peki, gerçekten yönetmen o kişilerin anladığını mı anlatmak istemiştir?
Söz konusu yönetmen David Lynch olunca işler her zaman olduğu gibi sarpa sarıyor.
Kimine göre anlatılan olay çocuk sahibi olma dönemine derin bakış, babalık korkusu, kimine göre baskı altında kalan bir adamın karar verme aşaması, kimine göre sadece bir kâbus, güzel de olsa kötü de olsa bir kâbus, kimine göre ortam şartlarını eleştiren bir düş, kimine göre ise hiçbir şey ifade etmeyen gereksiz bir olay.
David Lynch’in yazdığı, yönettiği, çekebilmek için para biriktirdiği, arkadaşlarından borç aldığı, yapımcılığını üstlendiği, müziklerini hazırladığı filmi. Başrolde Jack Nance yer alıyor.
Sürreal bir yapıt olarak görülen 77 yapımı film 85 dakika uzunluğunda ve insanı rahatsız edici özelliği var. Bunalım, karanlık bir ortam, ses tufanı, endüstrinin getirdikleri, zırlayan bir bebek, kavgacı bir eş…
Film dram, fantastik ve korku öğeleri içeriyor ve yaklaşık 30 bin kullanıcının oylarıyla 7.4 IMDb puanına layık görülmüş.
İki ödül sahibi film için Charles Bukowski “Hayatımda izlediğim en iyi film, ikinci bir film adı veremem size.” demiş, Kubrick ise, en sevdiği beş filmden biri olduğunu söylemiş. Hatta filmdeki bebeği nasıl yaptığını öğrenmek için Lynch’e para teklifinde bulundu gibi söylentiler bile var.
Yönetmen ne anlatmak istedi biz ne anladık o bilinmez ama ortada anlaşılmak istenen en iyi soru varsa o da şudur: filmin başkarakteri yedinci dakikada sağ ayağını su birikintisine sokar. Eve döndüğünde ise sol ayağındaki çorabı çıkarıp kalorifer peteğinin üzerine koyar. Bu bir hata mıdır yoksa rüyaların tersi çıkar tezinin bir ispatı mıdır?
Filmi henüz izlememiş olanlar için bir öneri, eğer Lost Highway ve Mulholland Dr. adlı filmlerin en az birini izlemiş ve sevmemişseniz, Eraserhead'e elinizi sürmeyin derim. Ama ben çok merak ettim, izlemezsem kahrolurum, diyorsanız buyurun izlerken felç geçirin. Ama bahsi geçen filmleri izlemişseniz ve sevmişseniz, film hakkında bir yorum yapabilir ya da filmi sevmeseniz bile vakit kaybı demezsiniz.

paylaş:

dancer in the dark (2000)

Şarkılar her zaman insanı mutlu etmez ve müzikallerde kötü şeyler olmaz. Bu iki önermeyi alt-üst eden, yüreğimizi burkan bir film Dancer in the Dark. Lars von Trier’in yazıp yönettiği ve başrollerinde Björk ve Catherine Deneuve’un oynadığı ağlatan bir film.
Selma, gözlerinde kalıtsal bir problem olan bir annedir, günbegün körlüğe doğru yaklaşmakta ve kendi hastalıklı bedenini bildiği halde yine de bir oğul doğurmaktan vazgeçmediği için kendini suçlu hissetmekte, oğlunun da aynı duruma düşmemesi için bir an önce ameliyat masraflarını karşılamak için elinden geldiğince çalışmakta, ek işler yapmaktadır. Tabii hayat, istedikleri doğrultusunda bir yaşam bahşetmeyecek ve bu durum onu idama kadar götürecektir.
Ağlarken bir anda kahkaha atmamızı, ayağa kalkıp dansa eşlik etmemizi sağlayan, masumluğun ve haklı olunduğu halde verilen değerler ve sözler karşısında kendini bataklıktan kurtaramamanın verdiği baş döndürmeyi ve çaresizliği gözler önüne süren muhteşem bir yapıt.
Björk’ü sevmiyorsanız sevmeniz, ona bayılıyorsanız sevginizin arması için iyi bir sebep.
Filmin öyle sahneleri vardır ki duygu yoğunluğu yaşar, göz pınarlarınızın coşmasına hâkim olamayabilirsiniz. Hele hele Jeff’in tren raylarında Selma’yı gördüğünde sorduğu “Göremiyorsun değil mi?” sorusuna Selma’nın “Görecek ne var ki…” yanıtını vermesi ve akabinde “I have seen it all” adlı parçanın başlaması, işte böyle bir sahne fazla rastlanacak cinsten değildir.
İdam sahnesinde Selma’ın şarkısına başlaması ve şarkı hakkında “bu son şarkı değil, sondan bir önceki” sözlerine karşılık filmin sonunda “They say it’s the last song, They don’t know us, you see, In’s only the last song, If w elet it be” yazısının çıkması ve ardından müziğin başlaması izleyiciyi hüzünlendirir, duygu çıkmazına sürer.
Karanlığa 107 adım vardır ve müzikler susar.
Film, 140 dakika uzunluğunda, dram-müzikal kategorisinde 2000 yapımı. Lars von Trier’in “Golden Heart Üçlemesi”nin son parçası. İlk ikisi Breaking the Waves ve The Idiots. The Idiots’u izlemedim ama Breaking the Waves’in başkarakteri Bess ile Selma arasındaki benzerlikleri ve hayata bakış açılarındaki pozitif enerjiyi fark etmemek güç.
Filmin Oscar’a adaylığı blunuyor ve bunun dışında 22 ödül ve 33 adaylık sahibi. Lars von Trier bu filmiyle 2000 yılı Cannes Film Festival’dan Palme d’Or ödülünü almış ve Björk de yine aynı festivalden Best Actress ödülüne layık görülmüş.
Filmin IMDb puanı 7.9/10, Metascore ise 61/100.
Yukarıda bahsi geçen "I have seen it all" adlı parçayı dinlemek için burayı tıklayabilirsiniz.
golden Heart Üçlemesinin ilk parçası için, Breaking the Waves.

paylaş:

en rahatsız edici ve sinir bozucu filmler

Dram, romantizm, korku, gerilim, savaş, fantastik, bilim-kurgu gibi kategorilere pek de sığmayan başka kefe bulmak için zorlandığımız, izlerken pişmanlık duyduğumuz filmler vardır. İnsanın sinirini bozar, bitmesi için dakikalar sayılır ve olabildiğine rahatsızlık duygusu verir.
Kişisel blog sahipleri ya da siteler rahatsız edici ve sinir bozucu filmleri sıralamışlar, kimisi belli kriterler çerçevesinde bu işi yaparken kimisi de hiçbir objektiflik olmadan şahsi fikrini ortaya koymuş. Durum şu ki film isimleri değişmezken değişen tek şey sıralama.
Total Film adlı siteden aldığım liste ve IMDb’den aldıkları puanlar:

paylaş:

yeraltı sakinleri | jack kerouac

The Subterraneans.
“Ve bu kitabı yazıyorum.” diye biten, yollarda aşk molaları veren bir kitap Yer altı Sakinleri. An itibari ile gündemde olan 138 yasak kelimeden biri olan “Beat” kuşağının öncülerinden Jack Kerouac’ın samimi kitabı. Jack Keouac yine yollardadır, her zamanki gibi ama bu sefer aşk için yolculuklarına mola verir, yeraltı sakinleriyle sohbet eder, onlarla takılır, aşk yaşar. Elinde yine içkisi vardır, sigarası vazgeçilmezidir zaten ve uyuşturuculardan da tatmadan edemez. Kafası bir milyondur, âşıktır âşık olmasına ama alkol, ot derken özgüvensizliği bedenine sahip olur, çenesi düşer, boş laflar eder ve hiç de planda olmayan aşk yolculuğu hiç planda olmayan molalarını kendisi verir. Ve dediğine göre oturur üç gün üç gece bu kitabı yazar. Sevindirir, hüzünlendirir, dersler verir.
Ayrıntı Yayınları’nın Yeraltı Edebiyatı Dizisi’nden çıkan kitap 160 sayfalık bir hayat hikâyesi. Zeynep Demirsü’nün çevirdiği kitap, bu edebiyat tarzını sevdirir cinsten ve dokunaklı. Yazar kitabı 1958 yılında yazmış 1960 yılında da Ranald Macdougall tarafından sinemaya uyarlanmış. Türkçe’ye ise 2010 yılının eylül ayında kazandırıldı.
Jack Kerouac kitabın bir bölümünde şöyle der:
“güneşi, gemileri görebiliyorduk, dışarıda aylak aylak dolanmakta olan insanoğlunu, bunun cidden ne muhteşem bir şey olduğunu ve nasıl olup da asla değerini bilmediğimizi, kaygılarımızın ve derilerimizin içinde kasvette başka bir şeyin olmadığını, gerçekten tıpkı ahmaklar gibi olduğumuzu ya da körleşmiş, şımarık, tiksindirici veletler gibi, hani surat asarlar ya; çünkü… istedikleri… bütün… şekerleri… alamamışlardır.”
Spontane şekilde üç günde yazılmış ama uzun bir süre anlatan ve Jack Kerouac’ı olduğu kadar Beat kuşağını ve diğer sakinlerini anlatan kitap, okunmaya değer.
Eğer Beat Kuşağı hakkında bilgi almak istiyorsanız burayı, Jack Kerouac hakkında daha çok bilgi edinmek için şurayı ve kitabın film versiyonuna göz atmak isterseniz bu linki tıklayabilirsiniz.
paylaş:

once upon a time in america (1984)

Tam 229 dakikalık bir Sergio Leone Filmi olan Once Upon a Time in America’nın başrollerinde efsanevi oyuncu Robert De Niro oynuyor. Film 1984 yapımı ve yönetmenin son göz ağrısı. Film, Harry Grey’in romanından uyarlama ve Sergio Leone dışında daha 5 isim filmin senaryosunda boy göstermiş. Filmin IMDb puanı yaklaşık 82 bin kullanıcının oylarıyla 8.4 ve film bu puanla top 250 listesinde 78. sırada. Golden Globes’tan 2 adaylığı bulunan filmin 11 ödülü ve 3 adaylığı bulunuyor.
En başta uzunluğu ile korkutan film izlendikçe seyircisini kendisine bağlamayı kolaylıkla başarıyor.
Suç ve dramı sonuna kadar işleyen, kimi zaman durgunlaşırken sertliğini göstermeyi de başaran film, aslında dört arkadaşın garip hayat hikâyesini konu edinir. Birbirleriyle her sırrını paylaşan bu dört çocuk büyüdüklerinde gangsterleşen bedenleriyle yollarını ayırırlar ve yıllar sonra geri döndüklerinde kendi geçmişleriyle yüzleşirler.
Müzikleriyle de yüreğimizi okşayan film zamanın en iyileri arasına da girmeyi başarmış.
Filmden bir replik ise şöyle;
Fat Moe: What have you been doing all these years?
Noodles: I’ve been going to bed early.
Ve böyle devam eder, “damdaki kızın ismi Peggy idi. Ve beş sentlik tatlıya veriyordu.”
Müzikleri iyidir demişken, şu anda adı malum dizide çokça çalınan bir şarkı mesela budur.


paylaş:

üç zamanlı tiyatro

Tahmin edemiyorum, cennetin olmadığını, kâbus gibi geliyor, zaten melekler bizim için yas tuttuğu sürece cennetten medet ummak akıl işi değil.
Günlerden bir gün, -muhtemelen perşembedir- hava serin, ben düşünceli. Üzerimde uzun bir hırka, estikçe rüzgâr dalgalanıyor etekleri, kaldırımlar üzgün, bir yerlerdeyim, sokaklarda, caddelerde, çatlamış dudaklarda… Bir saniye, dudak demişken, anlatmak istediğim bu değil. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, evet, evet, boş verin bunları.
Musluktan bir su damlası düşüyor metal lavaboya, kulaklarım yırtılacak gibi, deliriyorum. Gözlerimden akan yaş değil, kurudukça daha da acı çekiyorum, irinler göz pınarlarımdan süzülüyor, yapış yapış, leş gibi kokuyor.
Ayaklarım çıplak, buz gibi fayansın üzerinde parmaklarım titriyor, bedenimden kaçmaya çalışan tüylerim diken diken, zaman yavaşlıyor, anlatılmak istenilen bunlar değil, olamaz da, musluktan bir su damlası damlayacak, yavaşça büyüyor, tutunamayacak, iyice ağırlaşıyorum, su damlası duruyor, zaman duruyor, gözlerimi oynatamıyorum, hareket kabiliyetimi yitirmiş vaziyette sadece duruyorum, su damlası musluktan geri çekiliyor. Bir saniye, zaman demişken, anlatmak istediğim bunlar değil. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, trenin içindeyim, saatte kaç kilometre gittiğimizi tahmin edemiyorum. Önümde bir bayan, yaşlı. Gözlüksüz kitap okuyor, hangi dilde, bilmiyorum. Çaprazımda bir adam, fular, lacivert renkli, saçlarında beyazlar. Durup durup tünellerden geçiyoruz. Lavabodan gelen bayan, gözlüksüz kitap okuyan bayanın yanına oturuyor, gözlüğünü takıyor, küçük yeşil bir kitap çıkarıyor, kitabın kapağında “L’imitazione di Cristo” yazıyor. Gözlüklü bayanın yanında oturan gözlüksüz bayanın kitap okumadığını fark ediyorum. Durun bir saniye. Daha az önce bahçe gereçleri konulu bir objeye bakıyordu. Zaman, içinde bulunduğum trenden daha hızlı akıyor.
Bir anda güneşi görüyorum, gözlerim kamaşıyor, yeniden tünele giriyoruz, kulaklarım yırtılacak gibi. Sanki birileri kurşun kalemleri kulaklarıma sokuyor.
Çaprazımdaki adam kraker yemeye başlıyor. Durun bir saniye. İyi de anlatacaklarım bunlar değil ki. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, etmek de istemiyorum belki. Yürüdükçe suratımı yalayan rüzgârdan belki, hüzünlenmem, yalnızlığım. Aslında bakılırsa etrafımda bir sürü insan var, her yer insandan yapılma, banklarda öpüşenler, sarılanlar birbirine, köpeğini gezdirenler. Yalnızlığım da bu yüzden, etrafımda yalnızlığımı söyleyeceğim kimsem olmadığı için yalnızım ben. Aslında farklı olabilirdi, bu durumdan çok farklı. Söylemişimdir ben çoğu zaman, elimde çayım, sazlıklara bakan kutu gibi bir evde, keyfin doruklarında tek başıma olmak, komadan sonraki soluğa benzetirim. Çözülen bağcıklarımdaki lekelerin sorumlusu yağmurlara, bulutlara, tanrıya küfredersem eğer, benliğimden bir parçanın koptuğunu ispatlarım aslında. Durup durup şükretmek yerine, okumak, yazmak, şarkı söylemek mesela. Her şey ama her şey, yaşadıklarımız, yaşanmamışlar, yaşlanmak ya da gözlerden süzülen yaşlar, uçup gidebilirdi, sazlıklara bakan kutu gibi bir evde, elimde tuttuğum fincandan süzülen çayın dumanına karışarak. Yaşlanmak demişken, bir saniye, sanırım bunuyorum, anlatmak istediğim bunlar değil. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, zaman kavramı her zaman kafamı karıştırırdı ama bu kadarıyla ilk defa karşılaşıyorum. Zaman durmuşken, ben hareket edemiyor, musluktan su metal yüzeye düşmüyorken, anılarım neden hep sürüyor, toprak katmanın derinliklerinde bir yerlerde, ölülerin yok, ruhların var olduğu yerlerden bir yerlerde, sıcaklık yeryüzüne çıkıyor da buz gibi fayansın üzerinde donan parmaklarım biraz olsun ısınmaya başlıyor. Tahmin edemiyorum tabii, korkudan ne kalbim çalışıyor, ne kanım dolaşıyor tüm vücudumu, kaburgalarım çoktan terk etmiş zaten bedenimi, yine tek başınayım, karanlığın içindeyim, yavaşça geliyorum, yaklaşıyorum sana doğru, dişlerim parlak, ortalıkta ışık yok, sinsice arkana geçiyorum, zaman durdu çoktan, hareketsizim, elimle sırtına dokunuyorum, beni hissetmiyor musun? Karanlık demişken, bir saniye. Durun! Anlatacaklarım bunlar değil. Bu paragrafı silin kafanızdan, baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, bu son, biliyorum. Kanallarla bölünmüş, her parçasında ayrı yaşamların sürüp gittiği, vitrinlerinde kendini pazarlayan kadınlarını dışlamaktansa onlara da sokaklar, renkler, duygular ve kokular veren bir şehre adımımı atacağımı tahmin edemiyorum. Her yer kırmızı, insanlar kalabalık, trenin de içindeyim doğrusu, bir tüneldeyiz, bir güneşten gözlerimiz kamaşıyor. Gökyüzü bir keman gibi yerleştirilmiş sonsuzluğa, bulutlar yapıştırılmış desen misali, teller var sürekli üzerimizde, trenler geçiyor bedenlerden, tellere sürtünce büyüleniyoruz müzikten. Ben kırmızı mı dedim, bir saniye, kırmızı demişken aklıma geldi, anlatacaklarım bunlar değil, baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum değil, tahmin etmiyorum, benim elimde. Yürüdükçe susuyorum, karanlığa, kırmızıya, arzuya, yalnızlığa… Kaçımız genç, kaçımız ölü, ruhlarımız derinlerde, gökyüzü upuzun, derelerden gitarlar akıyor, yukarılara balonlar bırakılıyor, renkler yaşattıkça dünyayı, kana kana içiyoruz şarapları. Trenler geçiyor, korkumuzdan ödümüz patlıyor, her gördüğümüzde rayın üzerine döktüğümüz beyaz tozları, kafamız ezilmeden burnumuza çekiyoruz, kafamız güzel oluyor, tren gülüp geçiyor halimize, öküzün önde gideniyiz. Tahmin edemiyorum, olamaz da, kendi yarattığımız cennette yok olup gidiyoruz, geride kalan birkaç izmarit, kirli kadehler, düşler belki… Orada dur bakalım, ne anlattım da sen ne anladın, anladığın şey değil anlatmak istediğim, neyse baştan başlayalım.
paylaş:

caché (2005)

Televizyon için edebiyat programı hazırlayan entelektüel bir adam ve onun ailesinin garip videokasetler yüzünden çalkalanışını anlatan, aslında görünenden çok seyircisinin önyargılarını konu edinen inanılmaz derece akıl karıştırıcı ve bulmaca misali ilerleyen dakikalarıyla izleyiciyi kendini sorgulaması için zorlayan bir film Caché. Her zaman göz önüne serdiğimiz haklı-haksız ayrımını tüm çıplaklığıyla izlememizi sağlayan, yaptığımız seçimlerin aslında delillerden değil de sınıf ayrımı, ırk, kültür gibi kategorilere dayandırdığımızı yüzümüze tokat gibi vuran bir film.
Olay, burjuva sınıfı bir ailenin nereden ve kimden geldiği belli olmayan bir videokaseti izlemeleriyle başlar. Birkaç dakika süren kasette ailenin evine girişleri ve çıkışları seyredilmekte. Kasetlerin sayısı arttıkça kendi geçmişinden kaçmaya ve kurtulmaya çalışan evin babası, kasetlerin gösterdiği yolu izleyerek yüzleşemediği kendisine merhaba der.
Durağan bir film olmasının yanında müzik de kullanılmaması filmin zor izlenmesini arttırsa da filmi sonuna kadar izlemeyi başaranlar anlatılmak isteneni kavradıklarında hiç de pişman olmadıkları bir eylemi yerine getirmiş olacaklar. İzleyicisinin rahatsız olmasını isteyen bir filmin müzik kullanmayarak ortamı daha da gerdiğini ve karamsarlığa boğduğu yorumunu getirmek çok da zor değil.
Başrollerinde Daniel Auteuil ve Juliette Binoche’nin oyunculuklarını sergilediği muhteşem bir Michael Haneke filmi.
Haneke, filmi izlerken bizi ne duruma sokmak istedi bilinmez ama film bittikten ve birkaç yorum okuduktan sonra kendimiz hakkında yorum yapıp, biraz da olsa kendimizden utanmayı sağladığı bir gerçek.
Filmin sonundaki sahnede ise bu durumdan şikâyetçi olan Haneke’nin umudunun var olduğunu anlamak hiç de zor değil.
Film, Haneke’ye 2005 Cannes Film Festival’inde en iyi yönetmen ödülünü kazandırmış, bir rivayete göre Fransızlar filmi Oscar’a yollamak istemişler lakin Haneke komitenin yazılı talebine cevap bile vermemiş.
Filmin toplamda 21 ödülü ve 22 farklı adaylığı bulunuyor.
2005 yapımı film, 117 dakika uzunluğunda, dram, gerilim ve gizem kategorilerinde. Yaklaşık 24 bin kullanıcının oylarıyla da 7.3 IMDb puanına layık görülmüş. Metascore’u ise 83/100.
Filmi izledikten sonra daha iyi anlamak için yönetmenle yapılan bir röportajdan alıntıyı okuyabilirsiniz.
“x: Normalde Georges’a vermiş olduğunuz burjuva rol, entelektüel rol, sanki bu tür insanların daha iyi insanlar olması gerektiğini düşünmemize sebebiyet vermiyorlar mı?
Haneke: 3000-4000 yıllık ortak ve dev bir insanlık kültürümüz var, bu sizce şimdiye kadar bizi iyi yapabildi mi?”
Ve Haneke şöyle bir yorum yapmıştır: “Avusturyalı sanatçılar, düşünürler, belki de işleri ört bas etmede dünyanın bir numarası durumdalar, hiçbir şey yokmuş gibi davranmakta adeta ustalar. Zaten Freud da başka ülkeden çıkmazdı.”
Benliğimizi sorgulamak için izlenmeye değer bir film. Film hakkında ise getirilmiş en güzel yorumlardan biri şu: “İnsanı rahatsız eden bir Haneke filmidir. Dekolteyi her yerden verip bayağılaşmak yerine misal, sadece derin bir yırtmaç açar vicdanınıza. Apışır kalırsınız!”

paylaş:

lanetlilerin saç stili | joe meno

Hairstyles of the Damned.
Joe Meno’nun garip ama bir o kadar da eğlenceli kitabı. Tipik 90lı yılların gençliğinin hayat hikâyelerini, karşılaştıkları zorlukları, yaşadıkları aşkları, kıskançlıkları, eğlence ortamlarını, dinledikleri müzikleri, söyledikleri şarkıları, sevişme anılarını, saç stillerini, çok da bir edebi kaygı gütmeden anlattığı Lanetlilerin Saç Stili, Ayrıntı Yayınları’nın yeraltı serisinden okuyucuyla buluşuyor.
Kitap bir nevi kavgaların içindeki argoluğu yüzümüze vuran gençliğin bedenini keşfetme arayışını anlatan edepsiz edebiyat eseri.
Yeraltı serisinden çıkmasından anlaşılacağı gibi genel okuyucu kitlesine çok da hitap etmeyen kitap, eğlenceli zaman geçirmek isteyenlerin, yeraltı edebiyatı severleri için iyi bir tercih. Okunurken sayfaların nasıl geçtiğini anlamadığımızdan söyleyebiliriz ki dili hiç de zor değil. Geçmişin uzun betimlemelerinden, devrik cümlelerinden ve sırf anlam daraltmak ya da anlamı zorlaştırmak için biçilmiş kaftanlardan elini bacağını kurtarmış olan kitap dili, okuyucuyu sıkmadan vermek istediği mesajı kolay yoldan okuyana veriyor.
Türkiye’de çok bilinmeyen Joe Meno’nun ülkemizde basılan şu an tek kitabı olma özelliğini de taşıyor, aslında Joe Meno’nun Lanetlilerin Saç Stili haricinde 6 kitabı daha var. Umuyoruz en kısa zamanda Ayrıntı Yayınları yazarın diğer kitaplarını da Türkçeye kazandırır.
Dilinden başka kitabı okumayı eğlenceli kılan diğer özelliği ise bolca şarkılara yer vermesi. Kitap sayfalarını çevirdikçe illaki sevdiğiniz bir parçaya rastlıyorsunuz. Her bölüm başında ya da roman başkarakterinin sevdiği kız için yaptığı kasetlerde parçaların adları geçiyor.
 Kitabın konusu ise kısaca şöyle: Başkarakter Brian adında bir liseli, her liseli gibi hormonları aşk yönüne çalışınca en yakın arkadaşı olan Gretchen’a âşık oluyor. İkisinin birkaç ortak noktası vardır ama en temeli ikisinin de liseli birer bebe oluşudur. Diğeri ise müziğe bağlılıkları fakat Brian metal ve rock dinler, Gretchen ise punk. İkisinin arasındaki farklar ise dağlar kadardır. Brian cılız, Gretchen ise ağırsıklettir. Ama aralarındaki en büyük fark Brian Gretchen’e âşıktır ama Gretchen ise liseli kızların belası, serseri Tony’e âşıktır.
Kitap, fonda müzik eşliğinde bir liselinin aşkını, çevresinde gerçekleşen olaylara bakış açısını, şiddet, merak ve korku eşliğinde vücudunu keşfetme serüvenini ve gençliğin tarzını, argo konuşmalarını, eğlencelerini ve daha birçok şeyi gözler önüne sunuyor.
İlk baskısı 2009 yılında satılmaya başlanan kitap 336 sayfadan oluşuyor. Çevirisini yapan isim Fahri Öz. Etiket fiyatı ise 23 TL.
Arka kapakta kitap içinden bir paragrafa yer verilmiş, kitapta şöyle bir şeylerden bahsediliyor:
“Clash’tan Hateful
Bu şarkı da bana; bir keresinde Gretchen’le tepesinde ‘sürücü adayı’ yazan bir aracı, tam gaz takip etmenin eğlenceli olduğunu söylediği ana eşlik ediyor. Gretchen, zavallı çocuğun kuyruğuna takılmış, zigzaglar çiziyor, her ışıkta klaksona basıp onu rahatsız ediyordu, ta ki… Gretchen, geri geri gitmeye çalışırken park etmiş bir başka araca geçirdi ve aracın farlarını tamir ettirmek için iki yüz papel bayıldı. Bu arada çalan şarkı ‘hateful’du, yani nefret.”
Joe Meno hakkında küçük bir dipnot, IMDb kaynaklarına göre yazarın 4 adet kısa filmi bulunuyor. İsimleri, I’ll Be Your Sailor, Tender as Hellfire, Our Neck of the Woods, I Was a Mathlete Until I Met Margo Marris.
Kitabın idefix sayfasına ulaşmak için burayı, yazarın IMDb sayfasına ulaşmak için ise şurayı tıklayabilirsiniz.


paylaş:

kiss kiss bang bang (2005)

Polisten kaçarken kendini Hollywood’ta çekilecek olan bir filmin seçmelerinde bulan Harry, söylediği yalanlarla oyunculuk hayatına bir adım atar. Eşcinsel Perry lakaplı gerçek bir dedektifle tanışan Harry kendini bir anda gerçek bir cinayet soruşturmasının içinde bulur. Harry’nin çocukluk arkadaşı ve zamanında oyuncu olmak isteyen, kitap tutkunu Harmony’de gruba katılınca ortaya aksiyon dolu bir komedi çıkar. Ortada külot, minik bir tabanca, cesetler, laf oyunları ve bol espri vardır. Amerikan aksiyon filmlerindeki klişe olmuş laflar ve ölümlerle dalga geçen hatta küçük küçük iğnelerini o filmlere batırmaktan çekinmeyen film, kötü-iyi polis saçmalığına girmeden gizem dolu bir olayı su yüzüne çıkartmaya çalışır. Hoplamaların, zıplamaların, silahların, kovalamanın, gizemin arasında kahkaha tufanda boğulmamızı sağlayan vecizleri barındıran film, eğlenmek, gülmek, kafa yormak için iyi bir tercih.
Aksiyon, komedi, suç içerikli 103 dakikalık 2005 yapımı filmin yönetmen koltuğunda Shane Black oturmuş. Lethal Weapon serisinin karakter ve hikâyesini oluşturan Shane Black’in yönettiği tek film olan Kiss Kiss Bang Bang’in 4 ödülü ve 12 farklı adaylığı bulunuyor.
IMDb’den ortalama 73 bin kullanıcının oylarıyla 7.8 puana layık görülen filmin başrollerinde Robert Downey Jr., Val Kilmer ve Michelle Monaghan boy gösteriyor. Sadece Robert Downey Jr.’ın muhteşem oyunculuğunu görmek için bile izlenmesi gereken bir film.
Eğlencenin tavan yaptığı, bol kahkahalı, sevimli, şirin, komik bir yapım.

paylaş: