Lars
von Trier’in Altın Kalp Üçlemesi kendi deyimiyle “kötü dünya tarafından
boğulmuş iyi kadın”ı anlatan filmlerden meydana gelir. Küçükken okuduğu “altın
kalp” isimli kitaptan esinlenerek oluşturduğu bu kadınlar, aslında duygusal bir
vahşetin kurbanı olan, bu vahşeti tüm kitlelere hissettiren ve eleştirdiği
kavramları insanın suratı çarpan bireyler. Okuduğu kitapta da anlatılan cepleri
ekmek parçaları ve bir sürü diğer şeylerle dolu olan küçük bir kızın ormana
girdikten sonra türlü olaylarla karşılaşması ve ormandan çıktıktan sonra kızın
çırılçıplak kalmasıdır. Bunun üzerine kitabın son sözleri ise “’bir şey olmaz,
nasıl olsa iyi olacağım’ dedi altın kalp…”tir.
Üçlemenin
filmlerini teker teker inceleyecek olursak;
Breaking the Waves
96
yapımı film aşkın sınırlarını zorlayan bir konu edinir kendine. 40 ödülüyle
başarısını taclandırmış filmde altın kalbe sahip kişi Bess karakteridir. Tutucu
bir köyde hayatını sürdüren bir kız olan Bess evlendikten sonra cinselliği
keşfeder. Petrol işçisi olarak çalışan kocası bir süre sonra yanından ayrılmak
zorunda kalır. Tanrı ile arasındaki ilişkinin bildiğimizden çok farklı olan
Bess bu durumu çileden çok bir sınav olarak görür. Çünkü daha doğduğu ilk
günden beri varının yoğunun tanrıya hizmet olduğu öğretilmiştir ona. Cinsellik kavramı
hep geri planda tutulmuş ve erkeğin üstünlüğü ve kadının erkek tarafından
ezilişini de sürekli hissetmiştir hayatında.
Kocasının
ondan ayrı kalmasını bir türlü kabullenemeyen Bess tanrıdan merhamet diler ve
sürekli bir şeylerin olması için dileklerde bulunur. Amacı kocasının eve geri dönmesini
sağlamaktır. Lakin olacaklar pek de isteklerini karşılamayacaktır. Bir kaza
sonucu yatalak kalan ve belden aşağısını hissetmeyen kocası bu haliyle eve
gelir. Bunu istediği her an için tanrıdan af dileyen Bess geçmişinde yaşadığı
psikolojik sorunların da etkisiyle kendini çıkmazın içinde bulur. Aslında o
sadece kocasını istemiştir.
Durumun
ciddiyetine varan kocası ise tüm cinsel hayatını kaybettiği için Bess’in
kendisinden uzaklaşmasını sağlayacak planları gün yüzüne çıkarır. Ona kötü
davranmaya başlar, hakaretler eder. Başkalarını da sevebilmesi için onlarla
cinsel ilişkiye girmesini söyler. Eğer bunu yapıp olanları ona anlatırsa
kendini çok iyi hissedeceğini söyleyen kocası karşısında Bess bir süre, durumun
vahimliğini kavrayamaz. Bunun nasıl bir şey olduğunu düşünemez bile. Fakat zaman
geçip kocasının durumun kötüleştiğini anlayınca vücudunu diğer adamların
kucaklarına atıverir. Her olaydan sonra kocasına gelip olanları anlatınca
kocasının mucizevi bir şekilde iyileştiğini sanan Bess ailesinin ve insanların
baskılarını ve bakışlarını hiçe sayarak bu durumu yinelemeye devam eder.
Düşene
bir tekme kilise, bir tekme de annesi vurur. Cehennemde yanacağını her fırsatta
hatırlatan bir kilise meclisi ve dışarıda çocukların taşlarından kurtulmaya
çalışırken bile kapıyı açmayan annesi ona gösterir ki aslında hayat hiç de
görüldüğü gibi değil ve iyi bir son onu beklemiyor.
Kendi
ölümüne kendisi sebep olan Bess, belki de gemi içerisinde birkaç adam
tarafından parçalanan bedenini hiçe sayarak sadece kocasını düşünmüştür. Ve öldüğünde
yukarılarda çanlar çalar, onu dışlayan kendi kilisesinin hiçbir zaman çalmayan
çanlarına inat tanrı katında bir yerlerde onun için son uğurlama yapılır. Ve kocası
ayağa kalkar, yürür.
Lars
von Trier bu filmiyle derin acılar yaşatırken izleyicisine ağır bir din
eleştirisi de yapmaktadır. Dünya genelinde dine olan inancın kiliselerce nasıl
da sömürüldüğünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer.
Idioterne
Dramın
yanında güldürmeyi de beceren The Idiots ise gerizekalı taklidi yaparak
içindeki saf ahmağı ortaya çıkarma çabası güden bir grup arkadaşın garip
hikayesini konu edinir. Bu kişiler ise toplum tarafından kabul görmüş ve
belirli bir saygınlığı olan, meslekleri doktor, ressam gibi kişilerdir. Aptalı oynamak
bir tür düzene karşı duruştur onlara göre ve bizlere de toplumun aslında o gibi
inanlara ne gözüyle baktıkları ve nasıl davrandıkları yönünden fikir verir.
Altın
Kalp Üçlemesi’nin ikinci filmi olan Idioterne aynı zamanda Dogma ’95 manifestosu
kurallarına göre çekilen filmlerin de ikincisidir. Anti-Hollywood yapımları
olarak da görülen ve sadeliği benimsemş filmlerden biri olan Idioterne de ise
altın kalbe sahip olan kişi Karen adındaki kadındır. Gruba en son katılan Karen
aslında en baştan beri diğerlerinden farklı olduğu göstermiştir bizlere. Bir defa
diğerleri aslında parasal yönden herhangi bir sıkıntısı olmayan hatta saygınlık
gösterilen kişilerdir. Ve oynadıkları oyunda kendini beğenmişliği de
göstermeden edemezler. Üstelik bu oyuna başlama sebepleri tamamıyla biraz olsun
salaklaşıp ciddi düşünmemektir. Karen ise bir nevi yardım amaçlı olarak
katılmıştır gruba. Elinden sıkıca kavrayan bir zihinsel engellinin masum
bakışları altında onu taksiye kadar bindirmenin neyi kötüdür ki? Fakat taksinin
içindeyken bunun bir oyun olduğunu kavrar ve garip bir yaklaşımla gruba dahil
olur. En başlarda gerizealı bile değildir aslında. Onlardan ayrılan
özelliklerin başında ise daha yeni bebeğini kaybetmiş olması gelir. Yani hayatı
sıkıntısız falan değildir. Çocuğunun cenazesine bile katılamamıştır. Parasal yönden
de pek iyi durumda değildir. Kocasıyla ve ailesiyle de arasının iyi olduğu
söylenemez. Ama bu kişilerin yanında gerizekalı olmak ve hayatı bir an olsun el
ile itebilmek ona acılarını unutturmuştur. Kimse kimseye çok da karışmadığından
kafası olduğundan daha rahattır. Mutludur kısaca. Ve hayatında tanıyıp en çok
sevdiği insanlardır bu kişiler.
Ama
ne yazık ki görülen zaman içinde değişikliğe uğrar. Tanımadıkları kişiler
karşısında kolayca deliliklerini ortaya koyabilen vatandaşlar kendi aileleri,
tanıdıkları, öğrencileri arasında bu oyunu sürdüremeyeceklerini fark ederler. Toplum
ilişkilerini hiçe sayamayan bu saygın kişiler patronları, eşleri, çocukları,
öğrencileri önünde gerizekalı taklidi yapamazlar. Böylece grup yavaş yavaş
dağılmaya başlar. Lakin Karen’ın kaybedecek belki de hiçbir şeyi kalmamıştır. Mutlu
olduğu insanların yanında kalmak tek dileğidir. Kendi sınavını başarıyla yerine
getirir Karen. Kocasının ve ailesinin gözü önünde çok da güzel gerizekalı
olmuştur. Bir de güzel tokat yemiştir bunun karşılığı olarak ama arkadaşıyla
beraber belki de hiç dönmemek üzere grubun yanına başarıyla gitmiştir.
Lars
von Trier bu filmiyle de “iyi olma” kavramını çok da güzel sunmuştur bizlere. Bu
filmiyle de toplum üzerine derin eleştirilerde bulunmuş, kuralların ve
tabuların yıkılmazlığı ve yıkılabilirliliği üzerine derin söylemler
getirmiştir. Aynı zamanda film için Trier’in başyapıtı da denir.
Dancer in the Dark
Üçlemenin
son halkası olan film yönetmene de Cannes Film Festival’inden Palme d’Or
kazandırmıştır. Toplamda 22 ödülüyle başarısını körükleyen Dancer in the Dark’ın
kısaca konusu ise şöyle: Selma görme yetisi her geçen gün körlüğe doğru uzanan
bir annedir. Genetik bir rahatsızlık olduğu için çocuğunun da kaderi
kendininkine benzemesin diye fabrikada çalıştığından başka evine de iş
getirerek ameliyat masraflarını bir an önce toplamaya çalışır. Baraka tarzında
bir evde yaşayan Selma ve oğlu hayatı zorluklarla geçmiş birer göçmendir. Ev sahibi
polis olarak görev yapar ve karısını mutlu etmek için sürekli kazandığı parayı
evinin dekorasyonuna ve karısının harcamalarına yatırır. Fakat bir süre sonra
aslında olayın hiç de öyle olmadığı anlaşılır. Para su gibi biter. Körlüğe sadece
bir adım kalmış haldeki Selma ise çalıştığı fabrikadan yaptığı hatalardan
dolayı ayrılmak zorunda kalır. Ev sahibiyle dertlerini paylaşırlar. Selma ev
sahibine çektiği sıkıntıların ne için olduğunu anlatırken kör olduğunu da
söyler, ev sahibi ise artık parasının karısına yetmediği ve bunu karısına
söylese bir gün bile onu elinde tutamayacağını açıklar. Selma’dan borç para
ister ama Selma, elindeki paranın çocuğunun ameliyat masrafları olduğunu ve
kesinlikle ona veremeyeceğini söyleyerek özür diler. Lakin bir gün elindeki
paraların tümü yok olur. Ev sahibinin aldığını bilen Selma, ev sahibinin yanına
gider ve hangi sıkıntılarla o parayı biriktirdiğini ve yaptığının aslında bir
anlık şeytana uyma olduğunu ve parayı geri verirse aralarında herhangi bir
sorunun kalmayacağını söyler. Fakat Selma çoktan adamın tuzağının içine
düşmüştür. Gelişen olayların üzerine annelik içgüdüleri de karışınca yılların
verdiği stres ve çilenin de etkisiyle cinnet geçiren Selma adamın istediğini
yapar ve onu öldürür. Çok geçmeden de yargılanır. Aslında tek isteği çocuğunun
da torunlarını görmesi olan Selma bu durumu hayatıyla öder.
Lars
von Trier’in en önemli yapıtlarından biri olan Dancer in the Dark’ta başrol
oyuncusu Björk’tür ve sanırım bu role başkası da yakışmazdı. İçinde bulunduğu
durumdan sadece müzikle uzaklaşmayı seçen Selma karakteriyle yönetmen “müzikallerde
kötü bir şey olmaz” diyerek hayatın bir müzikal olmadığını bize söylerken “para”
denen varlığın da nelere mal olduğunu anlatır ve alım gücüne verir veriştirir.
İyi
kalbin ne demek olduğunu Bess, Karen ve Selma ile anlatmaya çalışan Lars von
Trier bu üçlemesiyle adeta göz dolduruyor. Anlatmak istediği dramı Break in the
Waves’de romantizmle, Idioterne’de komediyle ve Dancer in the Dark’ta müzikal
eşliğinde veren yönetmen kadınlar üzerinde durarak onların hayata bakışlarını
da bir nevi sorguluyor. Ve hayatın onlar için sunduklarını en çarpıcı
yönleriyle, toplum eleştirisi yaparak bizlere gösteriyor.
Sonlarını
inceleyecek olursak da Breaking the Waves’te Bess her ne kadar ölse de
kocasının mucizevi bir şekilde iyileşmesi ve ayağa kalkması amacına ulaştığının
bir göstergesi. Idioterne ise diğer filmlerden biraz daha ayrılıyor. Çünkü Karen
ölmüyor ama kendi mutluluğunun peşinden koşuyor. İzleyeni en çok hüzne boğan
Dancer in the Dark’ta ise çocuğun durumu hakkında herhangi bir ipucuna
rastlamıyoruz, üstelik müdafaa olduğunu bildiğimiz halde Selma’nın asılarak
öldürülüşünü izliyoruz.
Çekim
açısından da en farklı olanı tabii ki Idioterne. Dogma ‘95in getirdiği kurallar
çerçevesinde çekilen film diğerlerine göre epey farklı ve en güç anlaşılanı.
Bu
filmlerden sonra da Trier kadınlar üzerinde durmaya devam etti, yeni filmler
çekti ve başarısı her geçen gün katlanıyor. Her ne kadar katıldığı
festivallerde garip fikirleriyle sivrilse hatta festivallerden atılsa da
yaptığı filmler kendi başlarına ayakta durabilen başarılı yapımlar. Bu da
yönetmenin başarısının bir göstergesi.
dogma 95 kurallarına göre bir türk filmi çekileceğini daha doğrusu 4 filmden oluşan serinin ilk filminin çekilmekte olduğunu heyecanla bildirmek isterim. breaking the waves ne güzel bir oyunculuktur ne güzel bir filmdir.ayrıca bunun bir üçleme olduğunu bilmiyordum ve an itibariyle öğrenmiş bulunmaktan sevinç duyuyorum.
YanıtlaSilhangi filmmiş onlar, kim çekiyormuş? bi bana de bakayım :)
YanıtlaSildörtsıvı:kan,tükürük,safra ve sevda filmlerin adı yavrucum
YanıtlaSil