Sıkılan Kulun Duası

Çok Sevgili Tanrım;

Şu an dünyadaki pek çok insan sana sesleniyor olmalı. Ben bir değişiklik yapıp yazarak sesleneyim dedim. Umarım çoğunluk dikkate alındığında farklı olan bu değişik hitap biçimi hoşuna gitmiştir. Hoşuma giden şeylerden bahsetmeyeceğim için, sana da bulaştıracağım can sıkınıtısını asgari düzeye indirgemek adına, bu yolu uygun gördüm aslında.

‘Sorunun ne ey kulum?!’ mu dedin, bana mı öyle geldi tanrım?

Ortalık bu denli kalabalıkken hemen cevaplıyorum sorunumu tanrım: Sıkıldım. Beni kurtar. Amin.

‘İyi ama neden sıkıldın?’ mı dedin, bana mı öyle geldi tanrım?

Peki ortalık hala çok kalabalık, kulların senden bir sürü şey istiyor. Ama madem uzun zaman sonra ben mecbur kaldığımdan da olsa sana geldim ve sen bir değişiklik yapıp benimle ilgilendin, hemen sıralıyorum nelerden sıkıldığımı.

Şu an milyonlarca insan birilerini arıyor, birbiriyle konuşuyorken onun beni aramamasından sıkıldım.

Mucize denilemeyecek kadar sıradan şeyler için günlerce sana yalvarmaktan ve boş yere beklemekten sıkıldım.

Yeni anayasa tasarısı, hapse atılan çocuklar, BP’nin Meksika Körfezi’nde neden olduğu felaket, bu yıl buğday veriminin az olması, tüm mücadeleme rağmen her yanımı ısırmaya devam eden ölümsüz sivrisinekler vs. gibi üzülmeye değer onca sorun varken; kendimi sürekli onun için üzülürken bulmaktan sıkıldım.

Herkesin mutluluğun ve mutsuzluğun merkezine aşk dedikleri bir şeyleri koymasına içten içe öfkelenirken, bu güruha dahil olmamak için harcadığım çabaların boşa gitmesinden de sıkıldım.

Şimdi bana içinden ‘Hadi len!’ diyeceksin belki ama Tutunamayanlar’ı okumaktan bile sıkıldım.

Ayna karşısında çalışılarak edinilmiş pozlardan sıkıldım.

Olay akışı klişe hikayelerden sıkıldım.

Mutlu son saçmalığından sıkıldım.

Hayat derslerine dair nutuklardan sıkıldım.

Tecrübelerimizden yola çıkıp kendimize sınırlar, tanımlar ve staratejiler belirleyip; sonrasında ‘Ben feleğin çemberinden geçtim.’ edasıyla kendi yanlışlarımızı/doğrularımızı başkalarına anlatmalarımızdan sıkıldım.

Kullarının hayata dair bir bok bilmediklerini kabul edecek cesarete sahip olamamasından sıkıldım.

Ninemin duymayan kulaklarından sıkıldım.

Babamın doymayan karnından sıkıldım.

Kardeşimin yaptığımız güreş turnuvalarında her defasında beni yenmesinden sıkıldım.

Pembe dizilere taş çıkartacak cinsten bol atraksiyonlu günlerden sonra tek heyecanımın sigara içerken babama yakalanmak olmasından sıkıldım.

Astım krizlerinden sıkıldım.

Ayrılık tiradlarından sıkıldım.

Hobi olsun diye mutsuz olan insanlardan sıkıldım.

En büyük acı benim acım sendromundan sıkıldım.

Esas oğlan-esas kız ikilisinden sıkıldım.

Herkes yakınırken onlardan beni ayıracak bir yol bulamamaktan sıkıldım.

Narsistçe gelecek ama kendimden bile sıkıldım.

Gel gör ki; onu özlemekten sıkılmadım.

Acilen şaşırmaya ihtiyacım var tanrım.
Amin.
paylaş:

Çay Tabağı

Biliyordum, beni seviyordun. Biliyordum, sevildiğimi fark ediyordum. Üstelik hepsini nazar boncuklu bir çay tabağından anlamıştım. Tam sevdiğim gibiydi çay, yeni demlenmiş, biraz çiğ, iki şekerli. “Kuzum, hadi bana da bir çay getir.” demiştim sadece. Oysa ben senden bir şeyler istemezdim. Cümlemin karşılığı ise bir gülümseme ve bir bardak çaydı işte.
Bilmediğin şey, daha doğrusu insanların anlamadığı şey buydu işte. Bir çay tabağı, nazar boncuklu. Sana dönüp deseydim ki çay tabağı, sana dönüp deseydim ki çay tabağı ne kadar güzelmiş, anlayacaktın sevildiğimi bildiğimi. İhtiyacımız olan kelimeler değildi, bakışlarımızla anlaşırız tarzı geyikler hiç değildi bahsettiğim. Sadece bilmekti işte, ifade etme ihtiyacı hissetmemekti bunu. Belirtmemiştim o yüzden.
Benim bazı insanların birbirinden neden asla şüphe duymadığını, duymayacağını anlama biçimimdi. Tanrının varlığını bilmek gibiydi biraz da, içimizdeki şartlandırmalara rağmen. Konuşulma ihtiyacı hissedilmeden yapılmış sessiz antlaşmalara benziyordu, dedim ya sadece çay tabağındaki nazar boncuğuydu.
Şu cümlelerden sonra çoğu insanın tahmin edeceği gibi televizyon karşısında sevgilisinden çay isteyen biri değildim ben, biz duvarlarına çizilmiş resimlere bayıldığımız sahiplerini tanıdığımız, biramızı, mısırımızı arka tarafa geçip kendimiz aldığımız bir bardaydık. Ogün abi çay içerken canımız çay çekmişti sadece. Masadaki yarı dolu bira bardaklarını görmezden gelip sen de çay alıp gelivermiştin kendine, normal şartlar altında hiperaktif kelimesinin yakıştığı bir insan olan bana öyle zor öyle zor gelmişti ki yerimden kalkmak “Kuzum” diyebilmiştim sadece “hadi bana da bir çay getir.” Oysa ben senden bir şeyler istemezdim. Cümlemin karşılığı ise bir gülümseme ve bir bardak çaydı işte. Sadece oradan anlamıştım sevildiğimi…
Üstelik sen benim sevgilim bile değildin, arkadaş demeye ise bin şahit isterdi. Ayrı bir şeydin sen, hayatımın kocaman bir parçasıydın. Dedim ya sevildiğimi bilmem gibi, tanımlamaya da ihtiyaç yoktu aslında, bilen bilirdi. Hadi başkaları anlamıyor, biz bilirdik bunu ve bu hikâyeler yıllar yıllar sonra efsaneleşince şöyle tanımlardı seni anlatanlar, hikâyecinin diğeri, diğerim…

paylaş:

ölmeden uyanmalıyım

Tüm pamuk yığını bedenimi sarmış gibi sıcacık yatağımda yatıyorum. Karanlık, odayı aydınlatan ışık huzmesinden başka bir şey yok odada görülen. Serin bir fısıltı gibi benliğime doluyor korku, uyanıyorum.
Aydınlık. Her yer toz içinde, saçaklarda fareler geziniyor, yatağımdan kalkıyorum. Çıplak ayaklarıma cam kırıkları batıyor, kanayan ayağıma gözlerini dikmiş farelerin ayak kıpırtılarını duyar gibiyim. Garip bir senfoni bu. Daha biraz önce yatağımdaydım, şu an üşüyorum, aydınlığın içinde karanlığa gömülüyorum. Su sesi. Adımlarım yavaş mutfağa gidiyorum. Kapı yerinden çıkarılmış yerlerde tahta parçaları. Hamam böcekleriyle dolu tencereyi görüyorum. Yıllardır açmışlar gibi birbirlerinin üzerinde gezinen solucanlar ve sümük gibi bir şeyin içinden çıkan kurtçuklar. Yaklaşıyorum, midem bulanıyor, tencerenin içine bakıyorum. Midem kalkıyor ve kusuyorum. Yere yığılmış şekilde elime bakıyorum. Bileğimden akan kanları görüyorum, demir kokusu. Kendi kusmuğumun içinde kesik elimin acısını hissediyorum.
Yaklaşan biri var, her soluk alışında tüylerim diken diken oluyor. Mideme inen solucanlar gibi ağır ağır yürüyor, ellerini bir şeye sürtüyor gibi. Dişlerini gıcırdatmasını duyuyorum. Soluk alışımda içim ürperiyor ve verişimde ağzımın içinden iğrenç kokulu buğu çıkıyor. Sanki içim çürümüş gibi dizlerimi karnıma çekip, gelen şeyin artık korkudan uzak varlığını görmek istiyorum. Adım atışları. Işık huzmesinde gidip gelmeler. Göz bebeklerim büyüyor, içimi dolduran korku kulaklarımdan çıkacakmış gibi, beynim basınçtan patlayacak ve her bir et parçası başımın üzerinden bedenime süzülecekmiş gibi geliyor. Acıyan bileğimde gezinen bir şey hissediyorum. Çığlık atarak kanımı yalayan fareyi duvara fırlatıyorum. Tanrım, neler oluyor? Bu olanların hepsi kötü bir şaka mı yoksa bilinçaltımın oynadığı oyunlardan en korkuncu mu? Çözemiyorum. Tezgâhın üzerinde duran tencerenin içinde kurtçuklar tarafından yenen elimi düşündükçe midem bulanıyor. Kan kokusuna üşüşen farelerin kemirgen dişlerinin sesi kulaklarımı patlatacak gibi. Korku denen şeyin ne olduğunu anlamam için yapılmış oyunun içinde, sidiğinde boğulan bir karakter gibi hissediyorum kendimi. Tüm düş gücüm beni buraya soktu ve bu garip rüyadan uyanmak için sadece beş dakika otuz iki saniye kaldı. Burada geçen her saniyenin değeri yaklaşan şeyin bir adımı gibi beynimin içinde danklıyor.
Salyangoz gibi kanımı arkamda bırakarak kapıdan uzaklaşıyorum. Her saniye vuruşunda sonumun geldiğine bir adım daha inanıyorum. Soluk alışlarım hızlanıyor, kalbim kaburgalarımı dövüyor. Beynimde bir adrenalin bombardımanı. Dört dakika elli üç saniye.
Zaman dudaklarımdan gırtlağıma akan şarap gibi acıtıyor canımı. Bir masalın içinde kurt tarafından yenmeyi bekliyorum. Düş kırıklığına uğramış gibiyim. Kendimi tutamayıp ağlamaya başlıyorum. Gözyaşlarım sümüğüme karışıyor ve tuzun tadını alıyorum. Her hıçkırışımda sinirden duvarı yumrukluyorum ve bana doğru yaklaşan şeyin soluk alışlarını daha yakınımda hissediyorum. Ağır adımlarla kapının diğer tarafında bekliyor. Korkuma karşılık onun tatmini. Üç dakika on iki saniye.
Kahkahasını duyuyorum, jilet gibi kesiyor bedenimi. Kız çocuğununkine benzetiyorum. Sanki her adım atışı küçük bir çocuğun ayaklarından doğuyor. Parmak uçlarında yükselmesi gibi sahnede, eteklerini uçuşturarak koşması gibi buğday tarlasında…
İki dakika dört saniye. Çıplak ayaklarını görüyorum ilk, simsiyah saçları gibi bir elbise var üzerinde, yıkık duvarın olduğu yerde bana dönük duruyor. Sonra bir anda üzerindeki elbisenin rengi açılıyor ve saçları kısalıyor. Beyazların içinde duvara dönük kahkaha atıyor. Avucumu ısırıyorum. Beynim en iyi oyununu oynuyor benim adıma. Dişlerimi parmaklarıma geçiriyorum. Bir dakika yirmi altı saniye.
“Ne istiyorsun benden?” diye soruyorum. Cevap yok. Saçlarımı çekiyorum sinirden. Ne olacaksa hemen olsun bitsin. Kapının önünden geçen fareyle irkiliyorum. Tanrım, ne yaptım ben? Debeleniyorum, ayaklarımın altında toza bulanmış tahta parçalarını savuruyorum. Bitmek bilmeyen bir rüya mı bu? Az kaldı, ölmeden uyanmalıyım. Kırk dört saniye. Kafasını bana çeviriyor. Saçlarından yüzünü göremiyorum. Her nefes alışında saçları dalgalanıyor. Ağır adımlarla elleri arkasında bana doğru yaklaşıyor. Köşeye doğru sürüklüyorum kendimi. Kaçacak takatim kalmayıncaya kadar oradan oraya dolanıyorum mutfağın içinde. Çekmeceye uzanıyorum. Bıçakları görüyorum. On dokuz saniye.
Elimi bıçağa uzatıyorum. Bilenmekten parlayan metalin yumuşaklığı dudaklarımı kulağıma yaklaştırıyor. Tam bıçağa dokunacakken bileğimden yakalıyor beni. Küçük bedeninde göründüğünden çok daha fazla kuvvet barındırdığı bileğimdeki acıdan belli oluyor. Çırpınırken tezgahın üzerindeki tencere yere yuvarlanıyor. İçindeki solucanlar ve kurtçuklar etrafa yayılıyor. Kesik elimin yarısından çoğu kemirilmiş. Cinnet geçirecek gibiyim. Ne çırpınışlarım ne de haykırışlarım çare veriyor artık. Kalp atışlarım yorgunluktan kaybolacakmış gibi. Bedenimin içinde depremler oluyor. Yangınlar çıkıyor zihnimde. Sekiz saniye.
Bileğimi bırakıyor. Diğer elinde tuttuğu kutuyu bana uzatıyor. Dört saniye. Ne olduğuna anlam veremiyorum. Elime alıyorum. İki saniye. Kutuyu açıyorum.
Vakit geldi!
Kulağımın zarını patlatırmışçasına zırıldayan saatin sesini duyuyorum. Adeta komidinin üzerinde dans ediyor saat. İki metale çarpan çekicin sesi gibi, kulaklarımın içinde davul çalıyor. Kan ter içinde yatağın içinde doğruluyorum. Hayatımda gördüğüm en garip rüyadan uyanmanın sevinci var içimde. Bir oh çekiyorum. Nefes alışlarım normale dönüyor.
Ayaklarımı yataktan yere bırakıyorum. Ayağıma bir şey batıyor. Can havliyle bacağımı çekiyorum. Topuğum kanıyor. Aydınlık. Serin bir fısıltı gibi benliğime doluyor korku. Her yer toz içinde, saçaklarda fareler geziniyor.
Saate bakıyorum, sekize on iki dakika yedi saniye var.
Fısıltısını hissediyorum.

paylaş:

düşerdi rüzgar

Mutlulukları doldurmuşum koynuma, bir kadeh şarap içesim geliyor. İntihar etmek istesem beynime değil mideme ateş ederdim, şarap akardı. Ve bir gün gelip de sular uykusundan uyansaydı eğer, sırf yıkamak için bu hayatı, bardaktan boşalırcasına yağardı gökten, silip süpürürdü tüm insanlığı.
Şemsiyemle çıkmışım yola, yokuş aşağı koşuyorum, tek derdim bedenimi hissetmek ve havalanmak biraz da topraktan, uçmayı becerebilmek. Düşerdim oysa, atlayıversem balkonlardan iki saniye bile sürmezdi. Çabucak kırılırdı vücudum, bin parçaya bölünürdüm ve sesini duyardım tenimin, çatırtısını.
Yarınlarımı sokmuşum delik cebime, teker teker kaybediyorum. Bir adım daha yaklaşırken sonuma, koşmaya devam ediyorum. Bir elimde sigaram bir elimde şemsiye ve bir de isyan eden ciğerler, öksürüyorum. Kaçıp gitsem bu hayattan dönemesem geriye, tutunabilsem bir yerlere de salıp kendimi boşluğa düşsem.
Kaldırım taşları ayaklarımı acıtıyor, bana bakan bir köpek. Otursam yanına elimi yüzümü yalayacak. Bu yağmurda susuzluğum beni kurutan ve bir de yıldızların kayması gökten.
Ağlayacağım yerde gülüyorum kendime, kahkahalardan şehir yerle bir. Ben kendime düşmüşüm, kendim de düşmüş bana.
Büyümüştüm aslında, resim yaparken bulutları mavi değil de beyaz boyar olmuştum. Ciğerlerimi dumanla doldurmuş, yağmur yağarken şemsiyenin altından çıkıp bulutun altında durmuştum, içim üşümüştü.
Ne bileyim, içimden düşmek geliyordu da nerden? Şarabı da unutmamak gerekiyor tabii. Büyümüşlüğün verdiği kuvvetle belki, beyaz da boyar olmuştum ya bulutları, başımın üstünden eksik olmayan yağmurla dost oluvermiştim zamanla. Ve geceler boyu üşümüştüm yataklarda.
Kucağımda mutluluklar, delik cebimde yarınlarım, tırmanıyorum aşağıya doğru, şemsiyemi bırakasım gelmiyor. Aslında uçup gitse bir defa, tüm insanlığa inat temizleneceğim, ruhum bedenimden çıkacak.
Köpek arkamdan gelmiş ben ulaşmışım varacağım noktaya. Elimde şemsiyem sağ tarafta bir rüzgar. Estikçe esiyor, yalayıp geçerken bedenimi, jilet gibi sesi kulaklarımı kesiyor. Sol elimde bir şemsiye, sağımda rüzgar ve köpeğin soluğunu hissediyorum uzaklarda, saçlarım ıslanmaya başlıyor.
paylaş:

eti kemik geçerken

Her baykuş çığlığında bir nefes daha yaklaşıyorum son denen başlangıca. Keman sesiyle içim ürperiyor. Küçük bir çocuğun flu göz çırpışlarında kalbim sıkışıyor sanki, ben sıcacık yaz akşamında kışı özlüyorum.
Bileğimi ısırıp saat yaptığım günleri hatırlıyorum. İğde kokulu saf düşüncelerin sabahında, yumuşak kucaklarda buluyorum kendimi ve bir de geçmişe kırpılan bir göz. Ömrü çalınan kelebeklerin dansı bu gökte, yere düşmekte geciken yağmur damlası ya da bisikletten düşen çocuğun kanayan dizi, yalanan bir dondurma, güneşi yakalama hevesi.
Uzun bir yolun sonunda, soluklanıp su içmek kadar yaşamı hatırlatan dipsiz zifiri, geceler, güneşin ölümü ve doğması yeniden.
Sesleri geliyor geriden, uzaklardan keman yaylarının ve bir de ölümsüzlüğe söylenen şarkılar. Susup sadece kalbimin farkına varıyorum, kaybettiğim hayatlar geçiyor avuç içimden ve kırılmak üzere düşüyorlar toprağa.
Bir daha hiç okunmayacak sayfaların çevrilmesi gibiyim ellerde, ulumaları duyuyorum. Sevginin demi bu, yitişlerde, çiseleyen haykırışlar.
Birileri hala gururuna yenik yalnızlığa vuruyor kendini. Küçülmemek için daha, susmayı seçiyor haklı olarak. Ağız kafesinde dilin feryadını duymuyor.
Uçsuz bucaksız, yığınla buğday tarlasında etekleri uçuşan çocukların koşuşturmacası bu. Altınlar içinde saf kalplerini özgürleştirme çabası.
Çığlıklar, geceyi delip geçen, azıcık ölümü hatırlatan, buz gibi.
Meleklerin sesi mi olurmuş? Onların kanatları olduğunu zannederdim. Yumuşak dokunuşlarla süzülüverirlermiş korktukları dünyaya ve fanileşirlermiş gördükçe insanların hallerini ve dans ederlermiş yataklarda.
Susuzluğumuzdan arda kalan bir yan bu, geçmişimiz, arkamıza dönmeye korkar olmuşuz. Orda, görüyor musun? Dokunsan kanatları kırılacak, seslerini duyacağım, kanatları olduğu kadar sesleri de varmış.
Dizlerimin üzerine çökmüşüm, yerleri kana buluyorum, dizlerim acıyor. Ellerimi kıvırıyorum, süzülüveriyor kelebek misali boşlukta ellerim ve onları avlayan baykuşları görüyorum tepelerde hızla yaklaşan.
Işığa aç böceklerin dansına şahit oluyorum lambanın üzerinde, mutluluktan ne yapacaklarını şaşırıyorlar.
Birileri yorgun, ellerinde bastonlarıyla yürümeye çalışıyorlar ve cennetin kapılarını çalıyorum korkarak. Elimde bir sigara, ciğerlerim bayram ediyor. Açan yok anne, ben buraya ait değilim.
Upuzun tozlu yollarda üzerinden geçilmiş yılandan farksızım ve beni çekiştiren çocuklar var, ikiye bölüyorlar.
Bırakıyorlar kendilerini gökten melekler, kalp atışlarım seslerine karışıyor ve beni korkutan şu baykuşlar. Çağırıyorlar beni.
Arkamda duran birisi var, ensemde soluğunu hissediyorum. O kadar korkuyorum ki elimdeki dondurma eriyor, dizlerimde kan ve kelebekler uçuşuyor midemde, arkamdaki bana saati soruyor.
Bileğime baktığımda saat, eti kemik geçiyor.
paylaş:

düzüşen filler



C.C.
Chris Cave. Onun hakkında bilinen ender bilgilerden biri bu. Takma bir isim. Ve bir de yakışıklı, düzgün ve fazla belli olmayan karın kaslarının olduğu, cinsiyetinin erkek, boyunun 1.76 ve saç renginin koyu kahve olduğu. Belki de siyahtır. Dar pantolon giymeyi seviyor, sigara belki de tek vazgeçilmezi. Uyuşturucu kullanıp kullanmadığı bilinmeyenler arasında fakat içki içmeyi seven birisi.
Küçükken annesinin ona süt verip onu kucağında uyuttuğu, babasının sigara içerken yakalayınca bir sigara da kendisinin yakıp beraber içtikleri, matematik dersinden nefret ederken psikoloji dersinden tam not aldığı, ayakkabı numarasının en fazla 42 olacağı, işerken sarışın değil esmer kızları düşündüğü, ayda en az on iki defa seviştiği, en iyi düzme biçiminin arkadan olduğunu düşündüğü ya da tatlının yanında krema değil de vanilyalı dondurma sevdiği, bunların hepsi ama hepsi bir muamma.
Chris Cave, kesinlikle birlikte kullanılması gereken iki kelime. Feci derecede sikici.
Karanlık odanın içinde bir nefes alışı, sessizlik, karanlık odanın içinde bir nefes verişi.
Dudakları arasına sigara tutuşturuyor ve eline aldığı zippoyu ateşliyor. Bir anda karanlık odanın içinde bir yatak, bir televizyon, bir sandalye, bir bira şişesi ve yarı çıplak bir erkek can buluyor. Tuvale kazınan yağlı boya gibi hepsi aynı bokun laciverti. Ciğerlerini dumanla dolduruyor, alnına düşen kakülleri var ve bunlar, ona bir hayli karizma katıyor. Yakışıklılığı kişiden kişiye farklılık gösteriyor. Kimilerine göre muhteşem, kimilerine göre enfes ve kimilerine göre düzücü.
Karnı normalden biraz şiş ve birayı her yudumlayışında daha çok çişi geliyor. Işık yanıyor. Mis kolu bir dünya burası, tuvalet.
Kapıyı kapatınca kapının arkasındaki oyuk dikkatini çekiyor.
-Kancık karı.
Evine gelen Marla yaptı onu, hem de tuvalet fırçasıyla. Aslında C.C.’nin yapmak istediği Marla tuvaletini yaparken yanına gidip, pantolonunu çıkarıp Marla’nın ağzına vermekti. Düşündüğüne göre Marla bundan büyük bir zevk alacak, içinin yağları eriyip kızaracak ve dizlerine kadar indirdiği siyah, dantelli külotunu onun kafasına geçirip klozetin üzerine oturup bacaklarını açacaktı. Ama işler her zaman C.C’in düşündüğü gibi yürümüyor. Kapının koluna bastığında kapının kilitli olduğunu anladı ve içeriye girmeye çalışan C.C’in zorlamalarını gören Marla “Siktiğimin çocuğu, aşağılık herif. O kapıdan uzaklaş yoksa seni götten sikerim.” Dedi ve eline geçirdiği ilk şeyi kapıya fırlattı.
Aslında biraz daha zorlasa ve “Sik beni Marla!” deseydi belki de durum hiç de böyle olmayacaktı. Marla kapının arkasında soyunacak, kapıyı açar açmaz C.C.’in üstüne atlayacak ve tüm apartmanı sese boğarak düzüşeceklerdi ya da C.C. kapıyı zorlayacak, Marla kapıyı açacak ve eline geçirdiği her türlü kesici, delici, yakıcı, kırıcı, parçalayıcı ya da sikici aleti C.C.’in kafasına atacak ve yerde yatan C.C.’in üzerine geçip iki bacağını açarak “Şimdi de sikin kalkıyor mu?” diye soracaktı. Bunların hepsi ünlü düşünür C.C.’in kafasında tasarladığı yeni filmiydi. Sahnelerinde sokak aralarında kendisini pazarlayan kancıklar ve kendisinin oynadığı ve defasında “Düz beni C.C.” diye biten kısa soluklu uzun filmlerdi. Fakat yaşadığı filmde senaryo kendisine değil tanrıya ait. Ne kadar düzse de bir o kadar da düzülür çünkü. O, Chris Cave. Görselliği hariç kağıt üzerinde hangi sıfatlarının yazılı olduğu bilinmeyen adam.
İşiyor Marla’yı düşünürken. Klozet kapağına oturuşunu ve Marla’nın o ince belinden tutup onu kucağına yavaşça indirişini hayal ediyor. Kamışı alevlenmeye başlıyor bu esnada. Klozetin içine işemekte zorlanıyor.
Odasına çekildiğinde televizyonda bir belgeselin olduğunu görüyor, bir elinde sigara diğerinde bira. O da ne? Onlar fil olmalı. Tanrım, filler düzüşüyor. Kaç yılda bir yaptıklarını sorguluyor kendi kafasında ve ister istemez fillere acıyor. Dünyayı inleten yürüyüşleriyle düzüşmeleri bir hayli korkunç ve gülünç geliyor ona.
-Fantezi yap biraz, hortumunu kullan, okşa onu.
‘Hayat, ne garip’ diye düşünüyor içinden. Sigarasını her yudumlayışında Marla’nın içine giriyormuş gibi bir his uyanıyor apış arasında. Alevlenen volkanı söndürmek için kuvvetli ırmaklar gerekli ona.
-Sizin sikinize de kelebek konuyor mu?
Telefonu titreşiyor. Tanrım, arayan Gretchen. Üç gece önce düzdüğü kaltak. Alevini bu gecelik söndürebilecek fahişe.
-Alo.
-C.C. nasılsın?
-İyiyim, diyor tanımamazlığa vuruyor, siz kimsiniz?
-Hey sıkı çocuk aşk olsun, benim, Gretchen. Hatırlamadın mı? Üç gece önce belime boşalmıştın.
Fillerin düzüşmesi gerekir, neslinin devamı için bunu her yıl üşenmeden gerçekleştirmeleri ve yeni yeni gri yavruları dünyaya getirmek gerekir. Chris Cave’in de düzüşmesi gerekir. Doğmayacak çocuklarını lapa lapa başka tenler üzerine akıtması, üzerine bir de sigara içmesi gerekir. Hayat böyle işler onun filminde. Bunu, yüce senarist de böyle yazmıştır.
-Hey, hatırlamaz olur muyum, o göğüsleri unutmak mümkün mü? diyor gömleğini giyerken, bu gece bana gelsene, hatta dur bir değişiklik yapalım ben sana geleyim.
Sadece üç gece önce tanışmışlardı, kadın 32 yaşında, götünün alt kısmını açıkta bırakan bir etek giymiş ve göğüslerini meydanda bırakan bir kıyafet vardı üzerinde. Üç metre öteden ağır parfüm kokusu insanın burun kemiğini kırmaya yetiyordu. Ve kalçaları dolgundu. C.C. atmacadan beter vaziyette sinsice yaklaştı kokunun geldiği yere. Sadece 13 dakika sürmüştü. Konuşmuşlar, kadın fingirdemiş, sonra mis kokulu dünyaya gitmişler ve düzüşmüşlerdi. Gecesinde C.C. kadının evine gitmiş ve ilerleyen saatlerde, fillere benzemeyi sürdürmüşlerdi. Gretchen C.C.’in evine hiç gelmemişti.
-Ops, dur bakalım, çok güzel becerdin de neden aramadın beni pezevenk.
-Bak şimdi konuşuyoruz ya, baldırlarında ellerim gezinmeye başladı bile. Şimdi çıkıyorum, tabii üç günde adresini değiştirmediysen.
-Bak bekle biraz… derken C.C. kadını susturuyor.
-Hey bak ne diyorum, ben gelmeden soyunmaya başla, tamam mı? Diyor ve telefonunu cebine koyup arabasının yanına gidiyor.
Gretchen, C.C.’in beklentilerini tam karşılayamasa da bu gece tereyağı sürülmüş ekmeğinin üzerine bal gibi gelmişti.
Merdivenleri ikişer üçer çıkıyor, sigarayı azaltması gerektiğini düşünüyor. Daha çok kişiyi düzmek için daha çok yaşaması gerekli. Kapıyı tıklatıyor.
Ses yok. Bu sefer yumrukluyor, kapı açılıyor.
O da ne? Atletli bir adam, pembe don giymiş, göğsü kıllı. Sağ ayak baş parmağında tırnak batma sorunu var anlaşılan, irinli. Arkasında kadın duruyor, suratında bilmişlik var.
-Bu dallamayı ekemedin mi bu gece, diyor C.C., kocan bu mu?
Gretchen bir şey demiyor.
-Ne diyorsun sen lan, ibne! deyip C.C.’in fazla belli olmayan ama düzgün karın kaslarına yumruğu indiriyor. Üç saniyeliğine uçmanın dayanılmaz hafifliğini yaşayan C.C.’in sırtı karşı direnin kapısına çarpınca inliyor. Adam, irinlerini ortalığa bulaştıra bulaştıra giriyor içeri.
-Şimdi de sikin kalkıyor mu? diyor.
‘Tanrım neden herkes bunu söylüyor bana?’ diye düşünüyor C.C.
Kapının eşiğine oturuyor Gretchen kapıyı kapatırken. Alevlenen apış arasının susuzluğunu dindirmek için hayatındaki en doyulmaz otuz-birine başlıyor. ‘Ah Marla ve bacakların’ diye geçiriyor içinden, omuzları kasılıyor. Düzüşen filler. Tanrım.


chris cave'in diğer maceralarını burayı tıklayarak okuyabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.



paylaş:

Boş

Boştu evet, hissettiğim tek şey boşluktan ibaretti. Düşmek gibi değildi, böyle karanlıkta falan düşmeye benzemiyordu yani. Bir şey hissettiğimden de emin değildim aslında. Sorun da buydu işte, hissedecek hiç bir şeyin olmamasıydı aslında. Kızabilirdim, çok kızabilirdim. Oturup sabahlara kadar ağlayabilirdim, gülüp geçebilirdim, üstüne saatlerce düşünebilirdim. Olayı sil baştan, tekrar tekrar yaşayabilir, kusurlarımı, kusurlarını bulabilirdim, kafamda bir haklı bir haksız çıkarabilir ya da en azından, haksızı bulmasam bile, kimin birazcık daha haklı olduğunu kuşkusuz söyleyebilirdim. Dur diyebilirdim, yapma böyle, yapmayalım böyle… Yormayalım birbirimizi, üzmeyelim, uzatmayalım, sensizlik canımı yakıyor, sen uyurken bile yalnız kalıyorum ben, bu şekilde gidişin ise çok acıtıyor, yapma. Şu boşluk durumu, hiçbir şey hissedememe hali olmasaydı diyebilirdim bütün bunları.

Ses yükseltme dahi olmadan, tartışılmadan, o kapıdan arkanı dönüp sakince çıkışın olmasaydı eğer ağzımdan çıkardı belki o cümleler. Konuşmasam bile en azından hissedebilirdim gidişini. Canım yanabilirdi, üzülebilirdim, hala düşünüyor olabilirdim. (Hala düşünüyor olmasam şu an bu cümleleri dile getirmeyeceğimin söylenmesi bunu kabul etmeme neden olmayacağı gibi sinirle parlamamdan başka bir işe yaramayacağı için sesli söylemeyi bırak bu cümleyi içinden bile geçirme lütfen.) ah, evet sana gitme diyebilirdim. Çıkma o kapıdan.

Ama sen o kapıdan çıktın, ben de arkandan seslenmedim. Herhangi bir sıfatla tanımlanamayacak kadar normal adımlarla uzaklaştın tam karşısına koltuğu koyduğumuz kapıdan, ben de uzaklaşmanı izledim kapının tam da karşısına koyduğumuz o koltuktan. Bir sürü şey yapabilirdim de, yapmadım işte. Ağlamadım da, sen giderken ağlamadım. Mutfağa gidip bulaşıkları yıkadım sadece. Ardından mutfağı temizledim, tencerelerin olduğu dolabı düzenledim, bilirsin bir türlü düzgün durmaz o raftakiler. Yetmedi bütün evi süpürdüm, ardından sildim. Kıyafet dolabımdaki her şeyi yere indirdim, tek tek katladım baştan. Gömleklerimi eteklerimi ütüledim, tekrar askılarına astım. Bunlar da bitince banyoya gittim elimde çamaşır suyu, cif, bilumum temizlik malzemesi sırılsıklam olana kadar banyo temizledim. O kadar banyoyu temizledikten sonra bir de duş aldım, sonra bornozumla geri dönüp sen giderken oturduğum koltuğa oturdum, içim hala bomboş.

Oturdum orada, saçlarımı taradım ve bekledim. Bilmiyorum ama ne kadar bekledim, ama saçlarım kupkuruydu uzun süredir beklediğimi fark ettiğimde, içim de boş değildi artık. Fiziksel acıyı her zaman geçen can acısıyla doluydu artık. Yerimden kalkacak gücü bulamayınca, koltuğa uzandım ve uyudum. Yüz yıl uyuyan güzeli hatırladım uyandığımda. Onun da uzun sarı saçları vardı, gerçi onun parmağına iğne battı diye uyumuştu ama olsun prens uyandırıyordu onu da. Onu da mı? İyi de beni kim uyandırmıştı?

“Dün burada uyumuşsun yine, sabah sana uğramasam ne olacak bu halin? Hem ne oldu kâbus mu gördün yine?”

“Sen… Sen gitmemiş miydin?”

“Bana git dedin. Ben de gittim, geri gelmeyeceğim dememiştim ki…”

Hakikaten, bana geri gelmeyeceğim dememişti ki…


paylaş:

ve koşarız

Parmaklarımı sonuna kadar açıp bileğimden kıvrılarak hayat veriyorum ellerime ve ikisini birleştirip yaşam buluyorum gölgedeki güvercinde. Deliriyorum. Gerçek delilerin kimler olduğunu sorguluyorum kendimle. Ofisteyim, işim başımdan aşkın, soluk almaya bile vakit yok, tek yapabildiğim kahvemi yudumlamak. Sigara bile içmeme izin verilmiyor. Kafamdaki düşünceler çoktan terk etmiş beni, farkında bile değilim. Tek istediğim kendimi boşluğa bırakmak.
Kanatlarım olsa tutar mıydı beni, ya da ne renk olurdu? Yarına doğru savrulabilir miydim sonsuzlukta ya da dönebilir miydim dünlere?
Güzel olurdu, bulutlara kadar çıkıp sigaramın dumanını dünyaya doğru üflemek hatta utanmayıp tükürmek belki de yapabileceğim en uç, en sıra dışı şey olurdu yaptıklarım arasında. Bir de güzel kahkaha atardım.
Penceremden görünen koca bir duvar ve reklam panosu. Gökyüzü küsmüş gibi ağlamaklı bugün. Caddeden geçen insanlar her zamanki gibi kafasını bile kaldırmadan yürüyorlar gidecekleri yere, şehir kirleniyor her geçen saniye ve ağır ağır yaşlanıyor.
Karşı binanın tam da reklam panosunun alt kısmında pencereler, herkes yoğun hararetli hararetli çalışıyorlar, erkekler kravat takmış kadınlar fular.
Birisi var, elindeki kurşun kalemi dişlerine vuruyor sonra hızla masaya koyup elleriyle saçlarını alnından başının arkasına kadar tarıyor. Şakaklarını avuç arasına alıp yüzünü masaya yaslıyor. Canı sıkkın, işler malum yoğun, bitmeyen dertler ve dört duvar arasına sıkışıp kalmışlık.
Kalkıyorum. Bacaklarım istemsiz camın kenarına kadar götürüyor beni. Her soluk verişimde buğulanıyor dünyam ve soğuğu içimde hapsediyorum. Umut denen şey, nerdesin?
Kahvem elimde onu izliyorum, fuları yakışmış.
Beni görüyor, gözlerinde ağlamaklı bir hava, bulutlar çoktan çökmüş yüzüne, teni beyaz. Masanın kenarından aldığı kahvesini şerefe der gibi yapıp içiyor, cevap verip ben de ağzıma götürüyorum kahveyi. Hiç olmadığı kadar sıcak geliyor. Arkasını dönüp önündeki kâğıtlara yoğunlaşıyor.
Akşam sarmalıyor her dakika yitişinde şehri. Ve bir adım daha yaklaşıyoruz sona. Masa ışığımı kapatıp çıkıyorum.
Yağmur çiseliyor, ağır adımlarla yürüyorum. Benden yaşlı kaldırım taşları ve sokak lambaları ve insanlar ve koşuşturmaca ve kalabalık ve … Neyse.
Alnımdan ağır ağır akıyor damlalar. Ayak sesleri karışıyor şehrin göbeğinde, kulaklarda boşluk hissi. Şemsiye hiç beklenmedik zamanda perde gibi giriyor ben ve gök arasına ve tatlı bir merhaba. Fuları gerçekten yakışmış.
Şemsiyeyi kapatıp elimden tutuyor ve çekiştiriyor beni. Ve koşuyoruz. Kalp atışlarım düzensizleşiyor. Soğuk içimden çıkıyor adeta ve bağırmaya başlıyoruz azımız çıktığı kadar. Bize bakıyorlar. Bize deli diyorlar. Gerçek delinin kim olduğunu sorguluyorum kendimle.
paylaş:

sistematik kokain



Bu kadar pisliğin arasında pak kaldığımı düşünmem, kendimi kandırma yollarından biri benim için. Etrafımda otuz bir çekip kendini tatmin eden insan kalabalığı ve ben bu karanlığın içinde hızlanarak düşüyorum.
Kırmızı ojeli uzun tırnaklar geziniyor vücudumda. Arayış içersindeler. Avuçlarını sürtüyorlar bedenime, burnuma gelen gelen toz yığınıyla öksürüyorum. Geçecek bunların hepsi, tümü bir gün bitecek.
Büyüyen gözbebeklerim uzaklaştırıyor nesneleri, aradığımın çok uzakta olduğu sinyali gidiyor beynime, sıcaktan ter boşanıyor avuçlanan bedenimde, adeta haz alıyor eller, kayganlaşıyor.
Kendimi tatmin etme yollarından biri bu, kandırmacalardan diğeri. Dışarısı karanlık ve tozlu. Düşüyorum. Kanatlarım olsa bedenimi taşıyamazdı. Eşek ölüsü gibiyim. Benden medet umanların yüzlerindeki kırbaçlamalar kanatıyor tenimi. Akıyorum. Acı bir tat var dilimde ve düğümlendikçe konuşmam zorlaşıyor, dişlerime bağlanıyor adeta, acı beni kanatıyor.
Işığın yokluğunda adımlarım istemsiz, her ayak hareketim boşluğa denk geliyor. Dik bakışlar ve sırıtan suratları kendime çekiyorum her saniye. İnsanlar neden bakıyorlar? Çözemiyorum. Soluk alışlarım güçleşiyor. Hedefim şırıl şırıl temiz suların aktığı, burcu burcu kokan, parlak bir dünya. Ve bedenimi el altına alan hâkimiyet düşkünü toz yığını, beyaz.
Mülkiyet duyusu aslında beni bu karanlığa hapseden. Pavyon havasında parçalı bulutlu bir rüzgar, yelleri yalayarak geçiyor, zifiriye boyuyor.
Anlaşılmazlıkları anlatmak değil yaşama amacım, doyumsuzluğumuzdan gelen sapkınlığımızın mükâfatı ve çaresizliğimizin çürük dişleri.
Yoğun bir hava püskürmesi ve azalan sesin yitmesi ve bitmişlik. Ellerim titriyor. Gözlerimde gözbebeğimin ve göz kapaklarımın savaşı sürüyor. Galip gelenin hükümlülüğü beynimi yıpratan. Ve göz yaşlarımın ortamı sulaması. Yapışkan bedenimde uzun kırmızı boyalı tırnaklar geziniyor. Adeta sarmalıyor tüm avuçlar tenimi. Haz çığlıklarını duyuyorum başımın arkasında. Gömleğimden sokulan eller pantolonumun içine girdiğinde can havliyle bir nefes çekip gözlerimi açıyorum. Dilimde acılık, beynim yıpranmış ve ben düşüyorum. Gözbebeklerim kocaman, savaşıyorlar göz kapaklarımla, karanlık, her yer karanlık.
İnsanlar neden bana bakıyor? Anlam veremiyorum. Ellerim titriyor ve bedenim ıslak. Her adımın boşluğa basıyor, nefes alışlarım güçsüz. Tırnaklarını geçiriyor eller bacaklarıma. Yürüyorum.
Yoğun bir hava püskürmesinin sesi geliyor kulaklarıma, o tarafa yöneliyorum ve ses azalarak bitiyor. Kapı açılıyor, birileri çıkıyor, bana dik dik bakıyorlar, bedenim ıslak ve gözlerim kapanıyor.
Şırıl şırıl suyun sesini duyuyorum ve kapıyı itiyorum. Apaydınlık. İnsanlar kabinlerden çıkıyor, sonra ellerini yıkıyorlar, burcu burcu kokular yayılıyor her yere ve makinenin altında ellerini kurutuyorlar. Yoğun hava püskürmesinin sesini duyuyorum. Sistematik çalışan insanlar. Çişleri ya da kakaları geliyor, tuvaletin kapısını itiyor, bu sırada başkaları kapıdan çıkıyor, içeri girenler boş kabine geçip işiyor ya da sıçıyor, sonra sifonu çekiyor, şırıl şırıl suyun sesi, kabinden çıkıyor, ellerini yıkıyor, burcu burcu koku, sonra ellerini makinenin altında kurutuyorlar. Yoğun hava püskürmesinin sesi ve ortam aydınlık.
Işık hükümdarlığı ve sistematik çalışanları. Bedenim ıslak, pantolonumun içinde kırmızı uzun tırnaklı eller geziniyor. Sistematik çalışıyorum. Boş kabine giriyorum, işiyorum ve sifonu çekiyorum. Rahatlama hissi tüm bedenime yayılıyor. Klozet kapağını kapıyorum, dizlerimin üzerine çekiyorum, gözbebeklerim daha da büyüyor, ellerim titriyor. Boyalı tırnakların gezindiği yerlerden malzemelerimi koyuyorum kapağın üzerine ve sistematik çalışıyorum. Aydınlık, tüm bedenimi yalıyor. Işığın varlığında dünyanın tadına varıyorum. Kendini tatmin edenler uzaklaşıyor etrafımdan, sadece ben kalıyorum. Kabinden çıkıyorum, ellerimi yıkıyorum, şırıl şırıl su sesi beynimi temizliyor, burcu burcu kokular geliyor ruhuma ve makinenin altına elimi sokuyorum. Mavi ışık kaplıyor avucumu, sonra yoğun bir hava püskürmesi. Sistematik çalışıyorum.
Sadece ben varım. Aynada kendime bakıyorum. Aynadaki bana neden bakıyor? Anlam veremiyorum.

Görsel buradan.


paylaş:

Sahi, ne diyordum ben?

Kha*. Altın renkli kham. Yanıma yaklaştığında, her nefes alıp verişinle burnunun çevresinde uçuşan altın rengi tozları görebiliyorum. Üstelik kanatların da var, altın rengi. Kanatlı kha olur mu? Oluyormuş demek ki. Belki de hep uçup gitmek, kaçıp gitmek, yok olup gitmek isteyiş nedenimdir o kanatlar, feribotta varlığını ilk fark ettiğimde aynı gözlerden izlediğimiz martılar değil de… Yeni de uyanmışım, zaten altın rengine alışamıyorum bir türlü, gözlerimi acıtıyor parlaklığın. Üstelik sen benim en kibirli, en küstah, en kendini beğenmiş, en ukala ve en itici yanımsın. Öyle alaycı bakma bana karıştırmıyorum, itici olan sensin, küstah olan da sensin. Ben cüretkâr olanımızım, farkı büyük. Kanatlarını da açmışsın uçmaya ihtiyacın olmadığı halde. Sırf gösterişsin be güzelim. Ama hakkını vermeli, çok güzelsin. Gösterişi hak edecek kadar hem de.

Üstelik üç dakika önce intihar süsü vermek için yanlış açıyla kestikten sonra bileklerimi sandalyeni de tam karşıma koymuşsun. Ben mi? Ben yerde oturuyorum, sırtım duvarda. Mecalsizce iki yana düşmüş ellerim, kanıyorum. Ah, bir de sigara içiyor olsaydım… Bir film sahnesini hatırlatıyor bu bana. Karizmatik esas oğlan bileklerini kestikten sonra kendi kanında sigara söndürüyordu hani, Lucifer’a “Lu, what took you so long?” diyordu hatta. Ölmüş bitmiştik beraber. Ne kadar hoştu, ne kadar şahaneydi, Lucifer’a Lu diyordu, nasıl bir şeydi o öyle hatırladın mı? Hayır, hayır yine yanlış anladın, bizim sahnemiz tabi ki komik, karizmatik olan John’du. Bak yine dinlemiyorsun beni. Hem John cüretkârdı.

Beş dakika önce kestin bileklerimi. Yan yana birbirimize dokunmadan aynı gözlerden bakan iki farklı hayat sürebilirdik hâlbuki. Bak gülüyorsun yine! Gülme bana! Kabul et ben bitince sen de yok olacaksın. Hadi kendini öldürmek niyetindesin de benden ne istiyorsun? Hem John dedik de, çok yakın bir zamanda Neo’yu izlediğim geldi aklıma. Daha senin varlığından bihaberken Cine5’te onu ilk izleyişimizi hatırladım. Filmin sonunda kurşunları durdurmuştu hani. Hatırlıyor musun? Aa, evet haklısın. Aynen söylediğin gibi, bir yazı okumuştuk, kurşunlar namludan çıktıktan sonra şekillerini kaybedermiş, yönetmeni bu konuyla ilgili eleştiriyordu…

Sanırım ben kendi çapımda seninle sohbet ederken yedi dakika geçti bileklerimi kesişinin üstünden. Vazgeçmeyeceksin yani, öldüreceksin bizi. Sen yaşamaya devam mı edeceksin? Güldürme beni, böyle saçmalıklara inanıyor olamazsın. Bu arada Lucifer dedik de aklıma Sam ve Dean Winchester kardeşler geldi. Dean cehennemdeydi en son, hatta Lucifer dünyaya gelebilmek için Sam’in bedenini kullanacakmış. Onlar da yarım kalacak senin yüzünden, izleyemeyeceğim… Bana daha güzel hikâyeler mi vaat ediyorsun? Ölünce mi? Huri tasvirlerinle beni kandıramazsın, ben bir kadınım, senin aksine lezbiyen de değilim üstelik. Hem bence senin bahsettiğin tanrı cennetinde lezbiyen ilişkiler istemez, senin tanrın, hm, biraz… Biraz muhafazakâr sanki… Kadınlar için erkek huriler vaat etmeyişi bunu gösteriyor bana göre.

Dokuz dakika oldu. Sen bileklerimi keseli tam dokuz dakika geçti. Benim tanrım mı? Benim tanrım kendimi öldürmediğimi, bileklerimi kesenin sen olduğunu anlayacaktır. Hem lezbiyenlerden rahatsız olmaz o, sadece lezbiyenler mi bütün homoseksüelleri sever. Onlar da benim tanrımın çocukları. Transseksüeller de, transgerderlar da. Onları da seviyor evet. Beni mi, beni de seviyor. Üstelik yakında kan kaybından şoka gireceğim, sonra öleceğim. Gerçekten öleceğim galiba? Daha önce ölebileceğimi hiç ciddiye almamıştım. Acaba hata mı ediyorum? Hani bu kadar fanatiği bu kadar inananı olduğuna göre şu meşhur kutsal kitaplardan biri doğru olmalı. İnsanlar bu kadar cenneti aradığına göre, bu kadar korktuğuna göre… Hepsi bir yalana inanıyor olamaz değil mi?

Gerçekten öleceğini anlayan insanın iman etmesi durumunu mu yaşıyorum sence? Evet, haklısın. Yanacaksam bile başım dik gitmeli, öyle yanmalıyım. Hem belki arafa düşerim, baba oğul ve kutsal ruh üçlüsü haklıysa. Hiç vaftiz edilmedim çünkü, günah da çıkarmadım. Ama boşa atıp tutmamalıyım sanırım, hiç İncil okumadım. Bir pederle de konuşmadım, filmlerden bildiğimiz kadarıyla da yorum yapamayız herhalde. Hem, ölümden sonraki hayattan bahsetmek biraz da boşuna değil mi? Hangi yorumu yaptığımız nasılsa değiştirmeyecek ölümden sonra olacakları. Öldüğümüz an anlayacağımız ve haklı çıkarsak geri dönüp nanik yapamayacağımız şeyler üzerine neden tartışalım?

Ah, sakın bana tartışma sebebimiz haklı çıkma isteği değil deme, sakın bunu söyleme bana! Biriyle tartışırken, derdimiz onu ideaya mı ulaştırmak sence? İyi insan olmak, gerçeğin bilgisini yaymak falan hani. Yapma allasen. Çok, çok büyük oranla tartışma sebebi haklı çıkmayı istemek, doğruyu senin bildiğini kanıtlamak, egonu tatmin etmektir. Ne kadar inkâr edilirse edilsin böyledir bu. Üstelik uykum geldi. Ölüm böyle uyku gibi mi gelecek yani? Uyuşan vücudum, gördüklerini algılamakta güçlük çeken gözlerim, tatlı tatlı gelen uyku… Zaten bu iş de böyle yürümezdi aslında, ama… İyi de sen böyle dedikten sonra ne gibi bir karşılık… Üstelik böyle altın renginde parlarken… Hem… Bir dakika… Ben sanki…

Sahi, ne diyecektim ben?

*Eski Mısır dinindeki inanışlara göre, insanda, biri Ba, biri Ka adını taşıyan iki ruh vardır. Bunlardan ikincisi, insan öldükten sonra varlığını onun heykelinde sürdürür.

paylaş:

bugün bana deli dediler

Bugün bana deli dediler. Bana deli diyenler kendi delillerini döktüler dilleriyle ve bana deli dediler.
Duvarın arkasında bıraktım onları, susuzluklarından birkaç gün içinde ölecekler. Çığlıklarını duyacağım, can havliyle birbirlerini ezecek, tırnaklarını geçirecekler duvara ve ben kulaklarımı tıkayıp ona kadar sayacağım içimden, bir, iki, üç, …
Bugün bana ezik dediler. Bana ezik diyenler kendi bileziklerini takmışlardı kollarına ve bana ezik dediler.
Duvarın arkasında bıraktım onları, hırsları yüzünden birkaç gün içinde delirecekler. Çığlıklarını duyacağım, herkes bilezikleriyle bahis oynayacak ve kaybedenleri dışlayacaklar ve ben ağzımı kapayıp içimden ona kadar sayacağım, bir, iki, üç, …
Bugün bana sapık dediler. Bana sapık diyenler kendi apış arasının yenilgisi içinde ve durup bana sapık dediler.
Duvarın arkasında bıraktım onları, ezik benlikleriyle oynaşıp kendi çocuklarının ırzına geçecekler. Homurtularını duyacağım, herkes kendini tatmin ederken ben beynimi kapayıp içimden ona kadar sayacağım, bir iki, üç, …
Bugün bana aferin dediler. Bana aferin diyenler kendi başarısızlıklarını göremeden bana aferin dediler.
Duvarın arkasında bıraktım onları, ne çığlıklarını ne de homurtularını duyuyorum. Yavaş yavaş ezilip, delirecekler. Kendilerini tatmin etmek için bir delik arayacaklar, duvara tırnaklarını geçirecekler. Ben gözlerimi kapayıp uyumaya çalışacağım.
İçimden ona kadar sayacağım ve on deyince uykuya dalacağım.
Bir, bugün bana deli dediler.
İki, bugün bana ezik dediler.
Üç, bugün bana sapık dediler.
Dört, bugün bana aferin dediler.
Beş, yolu yarıladım az kaldı.
Altı, kulaklarımı tıkadım, artık sizi duymuyorum.
Yedi, beynimi kapadım, artık sizi düşünmüyorum.
Sekiz, gözlerimi kapadım, birazdan uyuyacağım.
Dokuz, derin bir nefes alıyorum.
paylaş:

zıplamak

Göğün milyon ton ağırlıktaymışçasına yük olması gibi sırtımıza, taşıyamayacak ve düşürecekmiş gibi bedenimizi sabitlerken toprak ananın üzerine, dizlerimizin bıkmışlığından yavaşça eğilirken yere sanki büyük bir kuvvetle itiyormuş gibi dünyayı, bedenimizi gererek zıplıyoruz ulaşabileceğimiz en üst noktaya.
Bize öğretilenleri uygular gibi hedeflerimizi hep en üst noktalarda seçip, kendimizden eksildiğimizin farkına varmadan süre gelen yaşantımızda bir nevi adetleştiriyoruz hareketlerimizi. Büyüklerimizin yanı, sarı boyalı kütüphane ortamıymış gibi kesinlikle yüksek sesle konuşmuyoruz onlara karşı. Çünkü biz, zıplarken bile bize öğretilenler doğrultusunda yapıyoruz tüm eylemlerimizi. Bakışlarımızın düşmanlığında beynimize karşı açmış olduğumuz savaşta kendi beynimizi mağlup duruma düşürerek bir de güzel alkışlatıyoruz başkalarına kendimizi.
Özgür değiliz, sadece insanların gözü üzerine düşüyor diye basit bir kumaş parçasını üzerine sarmayan kişilerle beraberiz her dakikada. Salt fikirlerimizi iletebileceğimiz başlar yok karşımızda. Biz, başkalarının savlarına karşı zırhımızı çoktan indirmiş kişileriz, güçsüzleriz.
Kendi düşüncesini bile karşı tarafa aktaramayıp ezilip büzülen zihniyetleriz. Hatta bin bir çeşit insanın boy gösterdiği minibüsteyken çocuğumuzun ağlamasından başkalarının rahatsız olduğunu düşünüp, sırf çocuğumuz sussun diye eline sigara paketi veren yitikleriz.
Yol kat etmek için bisiklet pedalına bile basamayan, bağırış çağırışlarda üç maymundan kulak tıkayanı olan, işimize gelmeyince bir güzel inciten, arkamızdaki babayiğitlere sırtımızı dayamış, sonradan görmüş gibi pis pis sırıtan, yazılan söylenen her şeye inanıp kılıcın karşısına kalemle çıkıp gülünç duruma düşen biz, küçük beyinliler, aç kaldığımızda tırnaklarımızı çamura batırmak yerine beyinlerimizi yeriz tuzlayıp, karnımız doymaz.
Sanki boşluktaymış yada kanatlar takmış gibi vücudumuza, kuş gibi hissederek tenimizi toprak anadan kuvvet alıp özgürce ve sadece biz olduğumuz için parmak uçlarımızın ulaşabileceği en yüksek noktayı yakalayacakmışçasına, mutlulukla, azimle, çırpınarak zıplıyoruz.
paylaş:

bedeninin koordinatları


Gördüklerimin, duyduklarımın, bildiklerimin hepsi bacak aramın kalbine açtığı bir holiganlık savaşı ve yaptığımız herkesin herkese karşılığı, bir tür terör. Kalbinin koordinatlarını bilse karanlıklarım, füzelerimi çoktan salmıştım üzerine, sonrasında gelen yanmış et kokusu.
Takvimlerin arkasına sığınmış bir çeşit yaşamdan kaçmaca bizim yaptığımız, ölüme gözümüzü kapama, sırtımızdakinin bıçağına ensemizi dayama. Bilinmezlikler içindeki kör çukurların içine tükürüldüğünde suyun bir nevi bizle dalga geçmesi gibi bir şey. Ciğerlerimizden kan gelene kadar yapılan brutal.
Filozofluk taslanacak biri bulunduğunda ağzının ortasına çifteliyi dayayıp savlarımızı kabul ettirme çabası belki de. Flu düş kırıklarımızı japonla yapıştırıp likörler koymak içine ya da sadece sıcacık suyun içinde bileklerimizi kesip not bırakmadan ağzımızda bir gülme havası veda etmek tüm olumsuzluklara ve bu altı bağlı, çişini kaçıran dünyaya.
Viyolonsel çalmasını bilseydim seni yapardım enstrümanım ve yayımı sürttükçe bel kıvrımlarına, çizikler açılırdı acısı sonradan gelen, bedenimde ve bir de bira rengi saçlarının vücudundan akması. Benim sinekkaydı tıraşım, senin çıplaklığın ve bir de inek yalamış saçlarım. Gözlerim kapalı elim elinde yayımı değdiriyorum sütun bedenine ve göğüslerinden akan birkaç damla süt, emzirecek gibisin beni adeta yeniden doğuracaksın.
Birkaç kişi bulalım, zorla şu ana kadar demediklerini dedirtelim. Yapsak bunu güzel olurdu tabii sen bedeninle cezp ederdin herkesi, benim smokinli bedenim ve sonrasında aynalara bakmalar, düşüncelerimizden her kaçışımızda üzerimize püsküren geçmiş günler, her ne olursa olsun bizdeki üzünç duygusu ve bastıran bunaltı, gök her zamankinden daha parçalı, bulutlar çoktan sarmış üstümüzü ve karşımızda oturan ağlamaklı insan sürüsü. Dedirtiyoruz her gırtlak nefesimizde demediklerini, yapmayıp da yapmak istediklerini tüm kirliliğiyle yaptırıyoruz, sarhoş ederken müziğimizle ve ardından gelen bir tür trajedi rüzgârı.
Yazılanların altını yeşile boyayan programlar dışında yok ki yazılanların yanlış olduğunu söyleyen ve bir de aşırı sert şarkılar bu dünyanın düzenine karşı. Ayıp edilen tüm cümlelerin kırık bütünlüğünden başka medet umacak düşünce kalmadı beynimizi besleyen sinirlerin kıvrımlarında ve düşündük bunların hepsini diyen kendini bilmez keşler.
Uzun uzadıya felsefik yaklaşımlar çıkartması bu bedenlere ve ırmaklardan süzülmece dersleri, yatak çeşidinin merak etmeden, kulakları tırmalayan hazlı bir çalgı.
Daha başka yerlerinin koordinatlarını bilsem, aynanın karşısında durduğunda aksine denk gelecek yerlerimin koordinatlarında yer alan nesneleri sokasım gelirdi düşünmeden. Bilirdim kayganlıkları ve avuca gelen küçük körpelikleri. Dilimlerdim dilini dilimle ve dudaklarımda rujunun izleri kalırdı en koyusundan, savaş bile açardım teröre karşı.
İntihar ile şehit olmak arasındaki en büyük farklardan birisi medyanın en baş sayfalarında yer almak, biz gebermek için tüm yolların soldakini seçmişken başaramamanın verdiği mutlulukla devam ederken yaşantımıza farkına bile varırız yaşamak için sadece bir yaşam vardır. Evet, giymek için bir smokin, yemek için bir ekmek, içmek için bir bira ve sevişmek için sadece senin bedenin var. Çalmak içinse sadece sen ve bir yay parçası. Sürtüldüğünde tenine bedenimden çalınan kandamlaları hepsinin cabası.
Cehenneme inen yürüyen merdivenlerin farkına varmadın mı ne kadar da sıcaklar ve gözü kör eden bir kırmızılık. Hiç bu kadar kırmızıyı bir arada görmemiştik doğrusu.
İmkân verilse hep seni çalardım, bira içerdim, elim ısınırdı kırmızılıktan, koordinatlarını bilsem kıvrımlarının oralara sürterdim yaylarımı ve bir de bedenimden süzülen kırmızılıklar. Yapışkan ruhumuzu özgürlük denen fasafisoya savurmacalar. Falan filanla geçen ömrün törpülenmesi belki de acılarımızla ya da sadece ellerimin bedeninde gezinmeleri.
paylaş:

korkuluklar

Küçük aklımızla büyüklere taş atar, bilmişliğimizi konuşturmak için elimizi kolumuzu sallar, laf dalaşına girerdik. Üfleseydik balon olurdu zamanında düşlerimiz. Gözlerimizde çapaklar, uyanırdık sabahları öğleye bağlayan takvimlerde ve bir de pate gibi saydam düşlerimiz. Korkuluklara sığınırdık kargalardan, herkes yerden yüksek oynardı ve de ramazan gecelerinde davulcuyu kovalamalar.
Büyüseydik adam olacaktık, dünyayı biz taşıyacaktık da olmayınca olmuyor, zaman hiç de göründüğü kadar hızlı akmıyor.
Okul duvarlarında sigara tüttürürdük ciğerlerimizi doldura doldura, görseler kulaklarımızı bile çekerlerdi. Biz acılardan nasibimizi almışken, küçülmeyi ne de çok istermişiz, farkında değiliz. Yaşlar dolsa ellerimize bir kurşun kalem gibi, ve boyasak yeniden dişlerimizi kırmızı kalemlerle, uçaklar yapsak da süzülsek tüm dertleri unutup, sigara içtiğimiz duvarlara konsak.
Biz, küçücük aklımızla büyüklere büyüklük taslardık, sen sus bakalım cevabını alana kadar da çenemiz kapanmazdı hani. Ve biz susup konuşmayınca içimize atardık fikirleri, belki bir gün çizeriz de suçlanırız belki.
Ama dur, severdik de biz. Öpüşmelerimizden rahatsız ederdik insanları, yataklarımız sadece sigara kutusu olurdu da sesi kamufle ederdik kapağını kapatıp, bizi ele veren sadece dumanlar olurdu. Biz küçükken de öpüşürdük, kalorifer peteklerinde ısınırdık soğukta ve çatlamış dudaklar ıslanırdı yazları, terden sırılsıklam olurduk.
Yumuşatırken boğazımızı sımsıcak çayla, dem vurur kaderimize geçmiş ve biz düşler dilerdik gelecekten, konuk olmak isterdik.
Biz büyükken dosttuk herkesle, sigara bile içerdik doğrusu, terden sırılsıklam olmasak da koşardık önümüze doğru ve bize geçmişi sorduklarında arkamızı işaret ederdik, bizim için geçmiş çoktan bitmişti.
Biz korkuluklara sığınırdık kargalardan, kargalar korkuluklara sığınırdı yağmurda ve biz büyür olduk bir an, korkumuzdan korkuluklara sığındık.
paylaş:

haramın dişeti

Korkmak için değil sahip olmak için sevmişken birini, gelip de kör kuyulardan çıkarken yeryüzüne durup, diplere bakmak lazım. Arkamızda bıraktıklarımıza resti çekip de dilimiz düğüm olmuşken ağız kafesimizde, çıkmayan-çıkmayacak olan cümlelerimizi, sırf başkaları mutlu olsun diye söylemek, korkaklığın belirtisi kimilerine göre. Yapayalnızız. Bir bedenlerimiz kalmış terk etmeyen bizi. Korkunun sarp kayalıklarından* dönüp de dişlerimize takılan o haram sözleri söyleyememişiz, nedendir?

Korkusuzum diyenlere seslenenler, cesur musunuz bu kadar?

Yapmak, neyi yapmak? Sonunu bile bile söylemek gerekliyse neresinde bunun çılgınlık?

Ben de yaparım o zaman, sen de yaparsın. Yaptık da!

Haram eyledik.

Haramsa tabii.



*korkunun sarp kayalıkları,
 bakınız: satanist diyeti
paylaş:

dokunmak

Parmak uçlarım dudaklarım olduğunda, yağmurlarını yağdır üzerime, çıplak bedenimi karanlıklardan temizle. Ezim gezinirken teninde, azıcık olsun günahlarına dokunursa, çekinmeden vur elime, ama dur, elimi kendin götür yasaklarına. Yavaş olur tabii, bunların hepsi kısa kısa dakikalara sığar, biz kendi terimizde boğuluruz.
Elim yavaşça kayar bedeninin pürüzsüzlüğünde ve bir de göğüslerinde duraklamalar. Körpeliğin şaha kalkar ve öperim, dudaklarım ateşlere dokunur. Sen, kıvrılırken arzularından, parmak uçların, sırtın ve başındır sadece çarşaflara değen ve ben seni izlerim.
Soluklarımız birbirini beslerken fırtınalar çıkarırız şehvetten ve şehir yerle bir.
Sen öldür beni, cehenneme sen sok, sen at odunları ben yanarken.
Sen tırnaklarını geçir sırtıma, kanımı sen iç.
Neşterlerini sen batır, kes.
Sadece parmak uçları gezinir bedeninde ve bazen çekerim elimi, hissedersin. Çıplaklığımızdan başka bir şeye sahip değiliz ve ben sana sahibim, sen bana sahipsin. Biz birbirimiziniz.
Saçların değer bedenime, ben sana değerim.
Acılar, alın bizi, sahip olun bize ve çektirin dertlerinizi.
Acıtan sadece sen ol, ben acı çekeyim.
Dakikalar sadece bizim için dönsün, sığdıramayalım kendimizi, beraber taşalım, dudaklarımız birbirine kavuşsun, ben, seni içerken sarhoş olayım. Sahiplen beni, köpeğin gibi davran.
Ve sen, zehirlerini akıt içime, ben can çekişeyim, sen seyret.
Ölüme bir dakika kalsın, biz o bir dakikada, yeniden sevişelim.

paylaş:

gizli abise*


Kendi başına bir hayatı olacak, hayatımı gerçekten de tehlikeye, bilerek üstlendiğim bir tehlikeye atacak bir şey yaratmaya çalışıyorum. Lazarus’u 2 oynamak istiyorum bir nevi. Bu bir trajedi olacak.
Adını bile bilmediğim ülkelerin kara büyücülerinin kehanetimsi mırıldanışlarına, çıt diye kırılıveren boyunlara, orgazm iniltisine susamış hücrelerde bir şafak kadar sessiz eroine, kontrolden çıkmış tütün ihalesi gibi bangır bangır bağıran radyolara, metal renkli bir cankinin üzerini banknot hışırtısı umuduyla hassas parmaklarıyla yoklayan bir ayyaş söğüşleyici gibi okşayan ramazan düdüklerine ya da sadece çok şeritli şehirlerarası otoyolun ikinci şeridinde çırılçıplak ters istikamete doğru koşan esrarkeşe benzemeye çalışıyorum.
Vücudumun her deliğine girip çıkan damarların içini yıkayan kan gibi dolanmak istiyorum şehrin yaşlılık kokan sokaklarında ve bir de kulağa çalınan işporta tezgâhları.
Ve ben açıp romanımı, kırmızı ışık yeşile dönene kadar okumak istiyorum. Elimde sigaram, gazete parçasının üzerine oturup, sayfaların harf kokan şeffaflığında karalara bulanıp, kırmızı ışıktan fırsat kollayıp çiçek satmaya çalışan sokak çocuğunu alıp, görünmeyen sokak aralarında hayattan söz etmek istiyorum.
Ben bir Amok’um3.  Çok şeritli yolun ikinci şeridinde deli gibi koşuyorum, canım kan çekiyor ve benim adım Amok. Başka ne olabilirdi ki?
Avuçlarımı açıp tanrıya şükretmek için daha çok erken. İnancım, kör kuyularıma düşen bir damla yaş. Ve aydınlanmayı bekliyorum.
Günlerden perşembeydi oysa, dündü. Bugünün ne olduğunu bilemeyeceğim ama dün perşembeydi. Çünkü en güzel gün perşembedir. Adını bile hatırlayamadığım günlerin en yücesi. Belki de ben dün ölmüşümdür. Olsa olsa bu bir trajedi olmalı. Muhtemelen şehrin içindeki bilmem kaç özgürlük heykelinden birini patlatırken ölmüşümdür.4 Parçalarım çöllere düşmüş olsa, akbabalara yem bile olabilirdim. Ama ruhum, parçalanamaz. Ruhum bir bütündür.
Konyak içmiş olmalıyım, bedenimden alevler fışkırıyor ya da kıyamet çoktan çökmüş olmalı şehre ya da ya da birileri öyle ateşli sevişiyor ki şehvetten şehir yerle bir. Biz oturup simit yiyelim.
Ortalıkta hoplayan zıplayan insanlar, aylardan mart değil, etrafta kediler kaynıyor. Blue Balls5 durumu anlaşılan.
“Barnadine: Zina işledin…
Berabas: zina mı? O başka memleketteydi, hem üstelik yosma öldü gitti”6
Ölmeyi bile başaramıyoruz. Aslında bir jilet yeterli rüyaları gerçekleştirmek için ve bir de ılık su dolu küvet. Kan gölü oluşturmayı istiyorum bana cani diyecekler, trafik lambasının önünde kitap okumak istiyorum bana deli diyecekler, sokaklarda çırılçıplak koşmak istiyorum bana sapık diyecekler. Diyenler! Size sesleniyorum. Etrafınız sarıldı, yere yatın ve yanınıza gelmemi bekleyin.
Bir bar açsam adını ‘Honky-Tonky’7 koyardım. Suça meyilli biri gibi gözükmek istemem. Siz sadece önünüzü görebilen insanlarsınız. Ama gelirseniz eğer bir bira ısmarlarım.
Sanırım gerçekten deliriyorum, üstelik saçım beyazlıyor, yaşlanıyorum. Zaman akıp gidiyor, tuvalete boşaltılan sidik gibi. Canlanmalıyım ve bir de çilek yemeliyim. Hatta Ray-Ban gözlük alıp evin orta yerinde fotoğraf bile çektirmeliyim. Sırf şirinleri görebilmek için hem uslu hem de çocuk olmaya razıyım.
Ama sigara içmeliyim, kitap okumalıyım, müzik dinlemeliyim ve bir de dans etmeliyim. İyi bir birey olmalıyım bu dünya için. Hatta gereksiz ışıkları kapatmalı, kahve makinesini işi bitince yıkamalı, şarap bardaklarını sirkeli suyla temizlemeliyim.
Özür bile dilemeliyim bundan böyle. Hatta ‘seni seviyorum’ diyebilmeliyim. Çok uçtum anlaşılan aslında o kadar da içmemiştim.
Bunların hepsini yapmalıyım.
Bu, tam bir trajedi olmalı.





*abise: Teolojide, yaradılıştan evvel var olduğu düşünülen ilksel boşluk veya kaos. Aynı zamanda okyanus derinliğini ifade eder.
2Lazarus: İncil’e göre, İsa’nın öldükten sonra dirilttiği kişi.
3amok: (Malaya dilinde) bunalım sonucu öldürme arzusuna kapılan, gözü dönmüş, deli gibi koşan, kana susamış kimse.
4Paul Auster’ın Leviathan adlı romanına bir gönderme.
5blue balls: ‘mavi taşak’, yoğun cinsel çaresizlik hissi, Abazalık durumu.
6Christopher Marlowe’un The Jew of Malta adlı oyunundan.
7Honky-Tonky: müzik dinlenen, kumar oynanan ve fuhuş yapılan salaş bar.
Yazıda geçen ‘dün ve Perşembe’ muhabbetini daha iyi anlamak için ‘dün’ başlıklı yazıyı bağlantıyı tıklayarak okuyabilirsiniz.
 
paylaş: