ÇIT!
yanılsamalar
ÇIT!
Bu kadar az alkolle hiç bu kadar başım dönmemişti daha önce. Gece çok soğuktu, çok üşüyordum, yürüyorduk hatta bazen koluma dokunuyordu kolun, ellerimiz ceplerimizde, ben konuşuyordum, sen susuyordun. Gece kendini bırak diyordu, zaten soğuk, kal olduğun yerde, Medusa’nın gözleriyle karşılaşmış titanlar gibi önce taşa sonra toprağa dönüş ya da her zaman yaptığın gibi sus ve gökyüzüne bakarak yürü. Ama sendin yanımdaki, kendini bırakmak olmazdı, söylemeye geldiklerimi söylemeden gitmek olmazdı, hem bize tek bir güçsüz yeterdi bu gece, o da sendin.
Beraber attığımız her adımda ruhumun bir parçasını çekip, her adımda içimde bir boşluk açıyordun. O boşluğa kendini koyabilirdin ama adım attıkça büyüyordu boşluk, sen bunu biliyordun yine de elini uzatıp gözyaşımı silemiyordun, korkuyordun… Ben ağlıyordum ruhumu mikron mikron teslim ederken sana, çünkü çok canım yanıyordu, sen yüzüme bakamadıkça ben merak ediyordum, neden konuşmadığını, neden sadece arkadaşım olmayı beceremediğini, beni neden bu soruları sormak zorunda bıraktığını, lanet telefonunun neden Yann Tiersen çaldığını, çok sevdiğimi bildiğin halde Küçük İskender Ankara’ya gelince beni neden arayamadığını ve daha milyonlarca “neden” kelimesini içeren cümleyi…
Yüzüme bak diyordum, YÜZÜME BAK! Ama sen bakamıyordun yüzüme, sessiz sorularıma cevap veremiyordun o soruları benden daha net duyduğun halde. Üstelik korkmak sana tek yakıştıramadığım şeydi. Sana neyi mi yakıştırıyordum? Benim sorularımı cevaplamadan sana neleri yakıştırdığımı sarhoş dudaklarımdan bile olsa alamayacağındı bilmediğin şey.
Kalbim acıyordu, kalbim çok acıyordu, biliyordum bu gece sondu ve elimden bir şey gelmiyordu… Yapabileceğim son şeydi “neden korkuyorsun?” diye açık açık sormak, soruyordum cevap vermiyordun. Beni sadece arkadaş olarak gördüğünü söyleyemiyordun oysa biz çok iyi arkadaş olabilirdik, bir sonraki adımı zaten atamıyordun oysa çok iyi bir çift olabilirdik, ama sen beni sadece acıtıyordun. Hem bence beni acıtmaktan içten içe zevk alıyordun ki her aradığımda tereddütsüz geliyordun.
Bahanen de hazırdı zaten, “Neler yaşadığımı bilmiyorsun…”. Ah, sen benim neler yaşadığımı biliyor musun peki! Herkesin vardır geçmişi, geçmişten kalan yaraları, unutamadıkları… Sen sadece geçmişine tutunma çabasını korkmak sanıyordun. Eğer izin verseydin silebilirdik o geçmişi, yenisini inşa edebilirdik, biraz cesaretti ihtiyacımız olan. Ya da koruyabilirdik beraber geçmişlerimizi, şu anda kesişen ama bir zamanlar iki ayrı dünya olduğunu bilerek, sen nasıl istersen öyle olabilirdi yani…
Yürek yoktu sende sevebilmek için, ah evet yürek yoktu… Bu bana yapılacak tek bir şey bırakıyordu, her şeyi açıkça söylemek ve gitmek. Yanağına kondurduğum tek bir öpücüğün ardından gitmekti işte yaptığım. Çok acımaktı, göreceğini ve arkamdan seslenmeyeceğini bile bile hüngür hüngür ağlamaktı ve gitmekti. Yanımdan geçen insanların ne düşüneceğini aklımın ucundan geçirmeden ağlamaya devam etmek, odama gelip kendimi yatağa atmak, Yann Tiersen dinlemek ve hala ağlıyor olmaktı… Üstelik bütün bu başımızdan geçenlerin sana karşı ne hissettiğimi zerre kadar değiştirmemesiydi. Bizse öyle bir noktadaydık ki her şey sende bitiyordu, sen karar veremiyordun.
Böyleydik işte, hiç bitmeyecek bir hikâyeydik. Hiç başlamayacaktık. Sen hep korkacaktın, ben hep ağlayacaktım. Ben bu yazıları tekrar tekrar yazacaktım, sen okuyacaktın ama okumamış gibi davranacaktın, korkacaktın. Bu yüzden, canımı çok daha fazla yakacak olsa da, benim artık bu kısır döngüye bir son vermem gerekiyordu. Çünkü benim hala umudum vardı. Ben senin gibi değildim, anlamanı beklemez anlatırdım. Sevmeye ihtiyacım vardı, sevilmeye ihtiyacım vardı ve sen beni sevmekten korkacaksan yapabileceğim şey şuydu; çok ağlamak, çok isyan etmek, seni geride bırakmak ve hazır olduğumda gerçekten aşık olmak.
Sana veda edebileceğim tek yer ise burasıydı. Canım çok yanıyordu, içimde açtığın kocaman bir boşluk vardı seninle dolması gereken. Ama böyle olması gerekiyordu, bitmesi gerekiyordu…
Son söz ise senin söylediğin şekliyle;
“Hoşça-kal”dı.
Hoşça-kal şehzade. Ben beyaz atlı prensimi bulmaya gidiyorum.
Ona ithaf edip yüklediklerinle beraber
sesi daha net duyabilmek için kafanı da biraz sağa çevirdikten sonra
birkaç arka sıradan
onun sesini dinlemek.
İçinde başkalarına ait olmayan
sadece senin bildiğin sıcaklığı görmek
sesindeki rengi hissetmek bir de.
Metrelerce uzakta yaşanmış
ve metrelerce uzakta yaşanacak, üstüne üstlük
bir öpücükle yarım bırakılacak olmasına rağmen
sana okuduğu şiirleri duymak
sesin söylediklerinden ziyade.
Yüzüne bakmasan da
o sesin suratındaki ifadeyi bilmek, tam olarak.
İşte elimde bir şiir kitabı
sesini duyuyorum gözlerimi her kapattığımda.
O şiir kitabı sen kokuyor.
altını çizdiğim satırlar, bordo kalemim
kitabın dışındaki el izi
çizilecek gözden kaçırılmış diğer mısralar,
hepsi sen.
Dedim ya, bu şiir kitabı buram buram sen kokuyor!
O kitaba uzanırken elim hep havada kalıyor bu yüzden,
gözlerimse yarıda.
Bazen kokunu elimde olmadan duysam da
elle tutulur bir şey olmayınca
çabuk geçiyor o sanrı da.
Ne bakabiliyorum, ne uzanıp dokunabiliyorum
kitaba da sana da.
Önümden geçip gitmeni izlemek geliyor sadece elimden
uzaktan sesini dinlemek
şiir kitaplarına yarım kalan bakışlar atmak.
Yüzüne baktığımda “Günaydın.” diyemiyorum
giderken de “Kendine iyi bak.”
Anca yazdığın notlar kalıyor bana,
bir de şiir kitabındaki koku.
Kahretsin, onlar da çok hızlı soluyor!
Ve ben yine sensiz kalıyorum..
“Dudaklarımın gerisin geriye çekildiği; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim.” diye küçük iskender yazmasaydı da ben yazabilseydim keşke. Çünkü hem delicesine korktum senden hem de ölürcesine bekledim seni. Bir de çok istedim, inanılmaz istedim. Hala bekliyorum, ama hala korkuyorum ve fakat yine de istiyorum…
Sen bakma dışarıdan cesur göründüğüme, her şeyi yapabilirim yeter ki isteyeyim ayaklarıma, umursamaz görüntüme, gülüp geçişime, suratına bakmayışıma, baktığımda alaycı tek kaşımın yukarda oluşuna, kırk yıllık dostuma görüşürüz der gibi tek elimle selam verip veda ettikten sonra arkama bile dönmeyişime, bana baktığında görmezden gelişime. Bakma sen bu yaptıklarıma, hepsi korkudan.
Sensizlikten korkuyorum, şu dünya nasıl bir daha aynı olur sensiz? Bana şiir okuyacak insan bulunur, kitapları anlatacağım, sesine bayıldığım, sabahları beni öpücüklerle uyandıracak birileri eninde sonunda bulunur ama o ses sen olmadıktan sonra neye yarar? Yine de seninle olabilmek daha çok korkutuyor, seninle birlikte olmadan yitiremem çünkü seni. Esas korkaklığım burada işte! Sevmekten, şu insanoğlunun birilerini kendinden daha çok sevmesi mümkünmüş gibi beylik laflar etmekten, ardından insanlıktan çıkmaktan ve seni kendimden daha çok sevmekten, sonra seni kaybetmekten, canımın çok ama çok yanmasından, çok acımaktan, içimde oluşacak boşluktan ölesiye korkuyorum. Bu yüzden seni istemekten korkuyorum; istedikçe kendimden, daha çok istedikçe senden, istemeye inatla devam ettikçe yaşanacak bir sonraki saniyeden korkarak geçiriyorum vaktimi. Oysa sen öyle güzelsin ki!
Bazen iki adım uzağımda durur ve sana baktığımı fark etmezken, aslında kilometrelerce uzaklık anlamına gelen o iki adımı aşıp, yüzünü ellerimin arasına alıp sana bütün uzuvlarımla tek tek bir de ben olarak tek bir bütünlük halinde nasıl korktuğumu, korkup bakamayan gözlerimi, korkup uzanamayan, uzansa dokunamayan ellerimi, duymaktan korktuğu şeylerden kaçan kulaklarımı, korktuğunu bile kabul etmeyen mantıklı davrandığını iddia eden aklımı ya da kaburgalarımla ciğerimin arasına saklanıp korkudan yüzünü göstermeyen kalbimi anlatmak istiyorum. Ben anlatmak istiyorum da sen dinlemek istiyor musun işte bütün mesele bu. Bütün cevaplarının olduğu gibi bu soruya da cevabının muğlâk oluşu zaten korkan benim anlık cesaretlerime de gölge düşürüyor.
Aslında… Aslında bunların hiçbiri değil olay. Olay beni istemeyişin. Olay senin beni istemeyişini kabullenemeyişim? Daha önceleri yapmış olsam da bu sefer “Beni nasıl istemez!?” diye bağıran egomun küstah sesi değil bu, sadece umut. Belkiler… Belki sinirle söyledi, belki öyle demek istemedi, belki ben yanlış anladım, belki sadece, belki, bel… Hem belki de istiyorsun? En yakınlarımla oturup hiçbir şeyim yokmuş gibi gülerken beynimi yavaş yavaş kemiren “umut” adlı kurdun zırvaları bunlar. Üstelik beynimi yedikçe besleniyor, yedikçe büyüyor ve yedikçe semiriyor kendisi, kurtulamıyorum. Beynimi kemiren kurtla birlikte korkumu da katınca işin içine elim kolum bağlı beklemekten başka bir şey yapamıyor, bekledikçe korkuyor, korktukça istiyor, istedikçe bekliyorum seni.
Ama sen benden çok korkuyor, benden çok kaçıyor, üstüne üstlük inkâr ediyorsun yaptıklarını. Hoş belki de gerçekten istemiyorsun. Ben de burada sadece umut mu ettiğimi yoksa gerçeği mi gördüğümü bilemeden, yani cesur mu egoist mi olduğumu anlamadan bekliyorum. Korkmayan cesur olamazmış, çünkü cesur korkuya rağmen devam edenken, hiç korkmayan aptal olanmış, sadece aptallar korkmazmış. Ama madem korkuyorsun, küçük iskenderin de dediği gibi; “senin yaşın aşka tutmuyor çocuğum, hiç gelme / açıkta kalırsın / aşk insanı acıktırır / aşk insanı bir ölüme susatırsa aşk diye anılır”
Senin yaşın aşka tutmuyor sevgilim
lütfen gelme!
Ya da,
Gel…