titiemre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
titiemre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

mutsuz ve aşksız bir adamdım


   Yaşıtlarımın aksine beni anlatan kelimeler ‘’mutlu ve huzurlu, romantik aşık, düşünceli şövalye, İspanyol sör, ahahaha çok mutluyum, ay hiç güleceğim yoktu ecemsu…’’ gibi umut dolu, sevgi dolu, statü dolu kelimeler değildi. ‘’Trango’’, ‘’tırt’’, ‘’tiriviri’’ gibi bu hayatta hiçbir şeyin karşılığı olmayan kelimelerdi, beni anlatan kelimeler. Çünkü dünyadaki statümde buydu. Ben, arkadaş ortamındaki tiriviri insandım. Sınıfın en tırt insanı bendim. Trango’lukta üzerime yoktu… Daha küçük yaşlarda bir ergen olmama rağmen hayat üzerime doğru bile gelmiyor, benden fellik fellik kaçıyordu. Belki üzerime gelse bir güzel döğüşeceğiz; ama üzerime üzerime dahi gelmeyen bir hayatım vardı.
   Hayat benim üzerime gelmiyordu. Hayat; Kaan’ların, Buğra’ların, Melih’lerin üzerine geliyordu. Böylece Kaan’lar depresyona girebiliyor, insanlar onların çevresinden ayrılmıyor; ilginin, sevginin, ‘’oh, yoo, sadece başım ağrıyor Zeynepçiğim’’ diyerek Zeynep’lerin gönlünü çalabiliyordu bu şekilliler ordusu… Sorun buydu işte. Kendisi için özel olduğum birisi yoktu şu hayatta. İhtiyacım olan tek şey ilgiydi, sevgiydi… Sosyal Medya diye hitap edilen yerlerde taraflı tarafsız herkesin bu sözcüğü kullanan insana karşı yaklaşımı değişiyor, onu seviyordu. Evet dostlarım, doğru bildiniz. Bana lazım olan şey ‘’ego tatminiydi’’.
   ‘’Bir sevgilim olsundu, hiç sahip olmadığım keskin zekâm hakkında sağda solda atıp tutsundu.  Vücudumun neresinde dahi bulunduğunu bilmediğim adonislerimden bahsetsindi. Kapkara gözlerim hakkında millete ‘hüzünlenince yeşile çalıyor ama romantikleşince mavileşiyor, düşünceli olduğu zamanlardaysa elalaşıyor’ diye bahsetsindi. Okuduğum tek yazar Umut Sarıkaya olmasına rağmen sağda solda edebiyat bilgim hakkında ‘en sevdiği yazarlar; George Orwell, Stendhal, Albert Camus, Sartre ve Yusuf Atılgan’ desindi. Sinema bilgisi sadece Recep İvedik üçlemesi üzerine kurulu bir insan olmama rağmen insanlara sinema zevkim hakkında ‘İngmar Bergman sinemasının en iyi ürünlerinden biri olan Det Sjunde İnseglet üzerine tezler hazırlamakta, arkadaşlarıyla toplanıp kritiklerini yapmakta’ desindi’’ diye düşünmüştüm, İstiklâl’e giden halk otobüsünün içinde. İçimde iflah olmaz bir ‘’hemen sevgili bul’’ hormonu yeşermiş, adeta tüm benliğimi sarmıştı. Büyük bir sevgili arayışı içersindeydim. Nereye gideyim, kimlere başvurayım, nerelere ağlayayım bilemiyordum. Beynimdeki nöronlar dahi ‘’sevgiliiğhh sevgiliiğhh’’ diye ağlıyordu resmen.
   Haftalar sonra bu uğraşımdan hiçbir sonuç çıkmayınca bende umutsuzluğa kapılmış, geç saatlere kadar sokaklarda zağar gibi sürtmeye başlamıştım. Her aşksız ve sevgisiz insan gibi benimde elimden içkiler düşmüyor, dudağımdan sigaralar eksilmiyordu. Kendime kanlı canlı bir sevgili bulamadığım her anda iyice dibe çöküyor, sigaramdan bir fırt daha çekiyordum. İşte bu sigaramdan bir fırt çekeceğim anlardan birisinde sigaram dudağımdan düşmüş ve yokuş aşşa yuvarlanmaya başlamıştı. Son sigaramdı ve yeni yakmıştım. Dengesiz dengesiz arkasından koşup sigaramı yakalamaya çalıştım. Tam sigaramı eğilip alacağım anda yerçekimi kanunu devreye giriyor, sigaramı adeta dünyanın merkezine doğru çekiyordu. Sonunda sigaramı sol ayağımla durdurabilmiştim. Sigarayı eğilip aldığımda sünger kısmında eser miktarda sakız kalıntıları, bolcana kıl, tüy ve bilumum sokak pisliğiyle karşılaşmıştım. Hava bozmaya başlamıştı. Mutsuz ve aşksız bir adamdım. Yağmur yağmaya başlayınca ‘gözyaşlarım yağmurda belli olmaz’ diyerekten hönküre hönküre ağlamaya başladım, boş sokaklarda koşarak.
   Hönküre hönküre sokaklarda koşuyordum. Başımı öne eğmiş, koşarak feryat figan ağlıyordum. İşte tam bu sırada önümdeki direği göremeyince bodoslama girdim direğe, beynimin sağ ve sol loblarının yer değiştirdiğini hissettim adeta. Bayılmadan önce gördüğüm tek şey kafası beyaz vücudu kahverengi bir güvercinin ‘’gururuk gururuk’’ diye yanıma konuşuydu…
   Nereden baksan 12 saattir boş arazide uyuyordum. Bir Allah’ın kulu gelip de uyandırmamıştı beni. Üşüyordum ve üstüm başım çamur içersinde kalmıştı. Üzerimi temizlemeye çalışırken bayılmadan önce gördüğüm kuş ‘’fata fata fata’’ diye ilerideki taşa kondu. Ağzında büyükçene bir ekmek vardı. Taştan inip kafasını ileri doğru ite ite yanıma geldi. Ekmeği ayağıma bıraktı ve ‘’gururuk gururuk’’ dedi. Etrafa bakınmaya başladı. Bu sırada ben yine ağlamaya başladım. İşte bu kuş bana gerekli olan sevgiyi verebilmişti. Bu kuş, bu güvercin beni karşılıksız seviyordu ki, bana ekmek getirmişti. İyice hönküremeye başlayınca kuş havalanıp birkaç tur attı ardından yine yanıma kondu. Gözyaşlarımı silip kuşu da yanıma alarak evimin yolunu tuttum. O artık benim kadim dostum olacaktı.
   Aradığım sevgiyi ben bu güvercinde bulmuştum dostlarım. Haftalar geçmiş ve biz her geçen gün aramızdaki dostluğu titanyumdan yapılmış kapılar gibi güçlendiriyorduk. En büyük sırlarımı güvercinime, Ercüment’ime anlatıyordum. Ercüment ismini kendiside benimsemişti. Ne zaman Ercüment desem omzumda bitiyordu. Biz çok iyi dost olma yolunda emin adımlarla ilerliyorduk.
    Yediğimiz içtiğimiz birdi. Zaten Ercüment’in öyle büyük istekleri de olmuyordu. 1 kilo pirinç koysam önüne onu da yerdi, ıslak ekmek koysam onu da yerdi. Masrafsız, on numara bir kişilikti Ercüment. Ercüment’le tanışmadan önce yaşamım Radiohead’in Exit Music isimli parçası kadar umutsuzcaydı. Şimdiyse ‘’kop kop’’ ve ‘’dıppdıss dıppdıss’’ adı altındaki bütün müzikler yaşamımı özetliyordu.
   Güvercinlerin ne kadar zeki hayvanlar oldukları anlatan bir belgesel izlerken Ercüment de bir sıkıntı sezmiştim. Ne televizyona bakıyor ne de omzuma konup kendisine ‘’mucks mucks, ercümentim benim’’ dememe izin veriyordu. Haklıydı. Kaç haftadır evden dışarı çıkmıyorduk. Hemen üzerimi giyinip Ercüment’i de yanıma alıp kendimizi dışarıya attık.
   Ercüment’in uçmayı unutmasından korkuyordum. Birkaç denemeden sonra yine uçamayınca tuttum kendisini havaya fırlattım. ‘’Kartallar yükseklerde uçar ercüüüğğ ezehehe ezehehe’’ dedim arkasından ve gazımla birlikte çanak antenlerin arasından uçmaya başladı.
   Kâh Ercüment’i izleyip uçuşuna hayran kalıyorum, kâh aramızdaki sıkı dostluğu aklıma tekrardan getirip ‘’ bundan sonra teravihleri kaçırmıycam lan’’ diyordum. Ercüment’in uçuşuna hayran kaldığım anlardan birinde bi an için Ercü’yü gözden kaçırmıştım. Birkaç melodik ıslık çalarak Ercü’ye ulaşmaya çalışıyordum. Kısık bir gururuk duymuştum. Melodik ıslığımı biraz daha uzun tutarak tekrar şansımı denedim, Ercü bir cafe’den ‘’fata fata fata’’ diye havalanıp ‘’cukss’’diye omzuma kondu. Hiç ses çıkarmadan kafasını ileri doğru itip duruyor, beni kafenin içine götürmek istiyordu. ‘’lan ercüü, kesin bana kız buldun değil mi? La şu iş bi gerçekleşsin… Hay senin daşşanı yesinler bee ercüüüüğ’’ dedim ve koşarak hayatımın aşkını bulmayı umduğum kafeye doğru gittim.
   Sonuç hüsrandı dostlarım. Kafenin içi bomboştu. İki tane tavla atan emekli memurun dışında hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Ercü’nün beni neden buraya getirdiğini düşündüm, bir şey bulamadım. O gün kafam biraz az çalışıyordu. Tam Ercü’yle göz teması kurmak ve kendisine ‘’bugün menemen kavanozun içinde uyuyacaksın Ercü’’ bakışı atmak için omzuma bakındım ki, Ercü omzumdan havalanıp ilerdeki kafeste bulunan bir başka güvercine aşk şarkıları söylüyor, kanatlarını sonuna kadar açıp güç gösterilerinde bulunuyor; dişi güvercini etkilemek adına bir sürü şekilli şekilli hareketler yapıyordu.
   Bir koşu emekli amcaların yanına gidip olayı anlattım. Tavlada kazanan amcanın mutluluğu adeta bana da geçmiş, sırıta sırıta olayı anlatmıştım emekli amcama. Güler yüzlü bir şekilde masadan kalktık ve kafesin kapısını açtık. Gövdesindeki lekeleriyle adeta kübist bir tabloyu andıran dişi güvercin ve Ercümentçiğim birbirlerinin üzerlerinde tepiniyor, birlikte aşk şarkıları söylüyorlardı.  Hiç vedalaşmadan ve yine ağlayarak ortamı terk ettim. Ercüment hayatının aşkını bulmuştu. Artık kendisiyle serseriler gibi sokaklarda gezemeyeceğim aklıma gelince bir kez daha hönkürmeye başladım. Uzun süredir içmediğim Viceroy marka çok ucuz ve içi talaşlarla dolu sigaradan alıp evimin yolunu tuttum.
   Bakkaldan çıkmış, hüzünlü bir şekilde evime doğru giderken sigaramı yakmaya çalışıyordum. Kibriti yeniden alevlendirmeye çalışırken yeşil gözlü, sarı saçlı, çok güzel bir kızla çarpışmak üzereyken birkaç kıvrak hareketle çarpışmayı adeta iptal ettim. Önce bakıştık. Sonra gülüştük. Ardından ‘’eğer çarpışsaydık bu boyalar hep üzerime dökülecekti’’ dedi. Sonra ağzımdaki talaş dolu viceroy’u alıp attı ‘’al muratti iç’’ dedi. Güzel bir çakmak çıkartıp sigaramı da yaktı. Güzel kızdı. Artık beni anlatan kelimeler ‘’tiriviri’’ ve ‘’trango’’  gibi kelimeler değildi. Ercüment sağolsundu.

 Görseli buradan aşırdık.
   
paylaş:

sabah uyandığımda 21 aralık 2012 olmuştu -2-



 ‘’İnsanlık ne ara yok oldu? Bu Harun ağğbi de kim oluyor?’’ diyen sevgili kalemsure halkı! Tıklayınız. 

   21 Aralık 2012 de gerçekleştirilen büyük hadron çarpıştırıcısı sonucunda ortaya çıkan kara delikler, dünya nüfusunun %99’unu yutmuştu. Kurtulanların ise bir şekilde Cern’e ulaşmaları gerekiyordu…
   Harun ağğbi ve ben 2 haftadır Cern’e ulaşmaya çalışıyorduk. Hem Harun ağğbinin koca göbeği hem de benim sigarayla yıkanmış olan ciğerlerim yüzünden pek heyecanlı bir yolculuk olmamıştı bizimkisi. Ha bire durmak zorunda kalıyor, oksijen ihtiyacımızı gideriyorduk. Sonunda Yunanistan sınır kapısına ulaştığımızda ise ne yapacağımıza karar verememiştik. Çünkü sınır kapısının hemen yanında gördüğümüz iki atv aracı ve Harun ağğbinin ‘’ lan olum ben hiç Çeşme’yi hiç Bodrum’u görmedim. Hazır araçları da bulmuşken gidelim görelim oraları. Sonra yine açılırız Avrupa’ya, Cern’e…’’ demesi üzerine kala kaldık. ‘’Ağğbicim insanoğlunun devamı söz konusu’’ dedikçe birkaç kıvrak dans figürü eşliğinde ‘’sıcakkk kumlar, russ garılarrr’’ dedi. ‘’ağğbicim orda ülkemizi temsil edicez, eksik kalmayalım insanlığın yeninden yaratılacağı şu zamanda’’ dedikçe Brezilya yöresine ait birkaç samba-samba hareketle  ‘’pahalı otellerrr, hiç içemeyeceğimiz içeceklerrr’’ dedi. Birkaç saniye oturup düşününce ne kadar saçma şeyler söylediğini idrak edebilmiştim. ‘’3 Ocaktayız Harun ağğbi. İnsanlar yoğğ olmuş yoğğ’’ diye bağırdım. Ardından Yunanistan’a ani bir hareketle kaçak girişte bulundum ve Jack Daniels kapıp bir koşuda ülkeme geri döndüm. Hiç beklemediği bu ani hareketim sonrasında Cern’e gitmeye razı olmuştu sonunda.
   Boş yollarda arsızlar gibi sürüyorduk atv’leri. Yeri geldi mi ‘’ciiziieeehh’’ diye acı acı fren sıkıyor, yeri geldi mi ön kaldırıp heyecanın dozunu artırıyor, yeri geldi mi de araçlarımızdan inip kendilerini çalışır vaziyette boş yollara bırakıyor, arkalarında koşuyorduk. Şuursuz hareketlerimiz sonucunda bir atvmiz telef olmuştu bile. Biz iki kişi tek atv üzerinde Cern’e gidiyorduk.
   Aslında birkaç kez deneme-yanılma yöntemiyle araba kullanmayı denemiştik ama her seferinde araç stop ediyordu. Koskoca Cern’e 40 km/h süratla gidiyorduk…
   Yunanistan’a kadar gelmek kolaydı. Elimizde harita olmadan buralara kadar gelebilmiştik. Lakin yolun bundan sonrasında tamamen yeteneğe bağlıydı. Yolların arsızı, şahbazı olmak gerekiyordu. Bu, ne Harun ağğbi de ne de bende bulunan bir özellikti… Geri dönme kararı almış, tam Bodrum’un yolunu tutmuşken 100 metre önümüzde bulunan bir mahalleden çığlığa benzer birkaç ses duyduk. Aracı Harun ağbi kullandığı için hemen oraya doğru sürmeye başladı. Bir sokağa girmiştik. Çığlık yeniden nüksetmişti. Etrafımıza baktık lakin hiç kimseyi göremedik. Araçtan inip etrafa bakındım. Köşedeki binanın arkasına doğru koşup orayı da kontrol ettim. Ses buradan geliyordu. Rüzgâr’ın boş tenekeler üzerindeki sesiydi bu. Yalnızlığımızı bir kez daha hissetmiştik.
   Rüzgârdan yediğimiz bu falsolu hareketi sindirebilmek için biraz mola vermekte hemfikirdik. ‘’Harun ağğbi ben buralara bakayım, işe yarar şeyler varsa kapıp geliyorum’’ dedim ve sokakta sürtmeye başladım. Birkaç markete girip yiyecek bir şeyler aldım. ‘’Koskoca felsefecilerin yetiştiği şu toprakların düştüğü hale bak be. Aristotales’lerin, Platon’ların, Sokrates’lerin, Diyojen’lerin beyin fırtınaları yaptığı topraklardayım ve süpermarketten peynirli cips, light cola ve haribo altın ayıcık alıyorum’’ dedim. Üzerimdeki sinirle birlikte aldıklarımın hepsini yere fırlattım. Bi beş saniye sonra ne yaptığımın farkına vardım ve telaşla haribo paketini 3 kere öpüp 3 kere alnıma dokundurdum. Peynirli Cipse de aynısı uyguladım. Akabinde yiyecekleri yerden kaldırıp yüksek raflara yerleştirdim. Sonuçta pakette de olsalar onlar nimetti.
   Markette yaşadığım ibretlik durum sonrasında Harun ağbiyi bulmaya ve kendisine ‘’insanoğlu değerlerinin üzerine neden süpermarket kurar ağğbi?’’ ana fikrinde bir tartışma konusu açmak üzere kendisini aradım. Atv’nin yanına gittiğimde orada değildi kendisi. Sokağın sonunda durmuş bir şeye bakıyordu. Endişelenmiş, koşarak yanına gitmiştim. Nefeslenmeye çalışırken neye baktığına bir göz attım ve nutkum tutuldu.
   Gözlükçünün vitrinindeki kadının fotoğrafı inanılmazdı. İnanılmaz derecede güzel bir kadındı. Bakışları çok derin, çok güzel, beni benden alan bakışlardı. Neredeyse 3 hafta sonra bir insanı bu kadar yakından görüyorduk. Bu insan bir kadın olunca etkisi daha fazlaydı tabii ki. Kadını fütursuzca röntgenlemeye devam ederken gözüme bir yazı çarpmıştı. ‘’Haydar Optik’’…
   Kadınlara karşı bu zamana kadar ne hissettiysem bir an için tısss diye sönüp gitmişti. Bu, vitrindeki kadının hemen yanında ‘’Haydar Optik’’ yazıyordu. Kadınlar artık benim için Haydar optikti, dolmuşa binmekti. Boş akbil basarken yaşadığım gerginlikti… Yunanistan da bu korkunç dükkânın ne aradığını bile düşünmedim. Ellerimle Harun ağğbinin gözlerini kapatıp aracımıza doğru yürümeye başladık. Yalnızlığımız yine nüksetmişti.
   Atv’mizle yolların tozunu attırdığımız anda aracın yakıtı bitmek üzereydi. Bir benzinliğe girmiş, aracımıza yakıt dolduruyordum. Harun ağğbi marketten elinde bir harita ile çıkagelmişti. Harita üzerinden tahmini olarak nerede olduğumuzu işaretledik. Sonra Cern’in nerede olduğuna baktık. Aşmamız gereken yol gerçekten çok fazlaydı. Bunu atv ile yapmak ise tam bir işkence olacaktı. Biz de mecburi olarak Yunanistan’ın güneyine doğru gitmeye karar verdik. Hayatımızın geri kalanını felsefi tartışmalarla, gezip görülebilecek yerlerle, sınırsız yiyeceklerle, özellikle de haribo altın ayıcıklarla geçirecektik. Heyecan gerekiyorsa onu da yaratabilirdik. Sonuçta dünya bize kalmıştı…
   Harun ağğbiyle benzinlikten çıkalı yarım saat olmuştu. Aracı ben kullanıyordum. Boş yolda serseriler gibi aracımızı sürerken karşı taraftan uzun beyaz önlüklü bir topluluğun bize doğru geldiğini gördüm. Bisikletliydiler. Heyecandan ne yapacağımı şaşırınca atvyi ani bir şekilde durdurup ters istikamete doğru sürmeye başladım aracı. Bisikletliler arkadan bağırıyor, ben son hız onlardan kaçıyordum. Harun ağğbinin beni uyarmasıyla birlikte ‘’ciiziieehh’’ diye sıktım freni. Bisikletliler yanımıza geldiler. Birkaç şey söylediler. Anlamadım. İngilizce konuştuklarını kavrayabilmiştim ama. Deneyden önce yabancı dil olarak İngilizce okuyordum ve söyledikleri hiçbir şeyi anlamayınca kendimden tiksindim. Sonra ‘’iyi ki deneyi yapmışlar haa’’ dedim.
   Harun ağğbi biliyordu İngilizce. Yaklaşık olarak 15 dakika konuştular. Konuşmadan sonra Harun ağğbi sırıtarak ‘’kurtulduk laan’’ dedi. ‘’Cern’den tee bizim için gelmişler. Şimdi limana gidip gemiye binecekmişiz. Fransa’ya kadar gidicez gemiyle. Sonra Cern’e’’ dedi. Bisikletlilerle birlikte Harun ağğbi birkaç samba samba hareketle kutlama yaptılar.  ‘’What happened on the Cern’ de?’’ diye sinsi sinsi bir ses tonuyla, yarım yamalak İngilizcemle sordum. Bisikletliler Harun ağğbiye açıkladı, o da bana açıkladı. ‘’İşte bu deneyin yapıldığı gün teknik bir arıza çıkmış. Deney yapılamamış. Müdürleri herkesi evine göndermiş, bir tanesi gitmemiş evine. Olmaz, ben çalışacam falan demiş. ‘İyi o zaman çıkarken şartelleri indirirsin’ demişler. ‘Kapıları falan da kitlersin’ demişler. Bu bunları unutunca olanlar olmuş. Önce karşılıklı açık kalan kapılar yüzünden cereyan çıkmış, ondan sonra şarteller zırt pırt açılıp kapanınca sistem çalışmaya başlamış. Sonra gelsin kara delikler, gitsin insanlık olayı yaşanmış’’ diye açıkladı Harun ağğbi. İçime sigara çekiyormuşçasına derin bir nefes aldım ve bisikletlilerin suratına haykırdım; ‘’Hay sizin yapacağınız deneye 1, şartelleri indirmeyen bilim adamına 2 be!’’ dedim. Söylediğimi anlamadıkları için karşılıklı olarak güldük, eğlendik.
    2-3 hafta sonra Cern’e ulaşmıştık. Taş çatlasa 250-300 insan vardı burada. İnsanlığın devamı artık bizlere bağlıydı. Üstün ırkı yaratabilirdik belki de. Lakin oylama yaptık ve üstün ırkı falan yaratmamaya karar kıldık. Sakin sakin yaşayacaktık. Harun ağğbinin anlattığına göre ihtiyacımız olan tek şey bir gıda mühendisiymiş. Bisikletçi bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre de Türkiye de, Alaşehir Manisa da kısa dönem erlik yapan bir gıda mühendisi varmış. Yarın yola çıkıp onu buraya getireceklerrmiş. ‘’iyi’’ dedim. ‘’Gelsin de birazcık mercimek çorbası içelim. Hep altın ayıcık nereye kadar’’ dedim. Harun ağğbi tip tip bakmıştı bu sözümün ardından.
   Biz kurtulmuştuk. Gıda mühendisimiz de gelirse, bu az nüfusla birlikte çok güzel yaşayacaktık. Mayaların ön gördüğü kıyametten sağ kurtulmuştuk. Artık sakin bir hayatımız olacaktı... 

 Görseli buradan aşırdık.                                                                                                                                            
paylaş:

sabah uyandığımda 21 aralık 2012 olmuştu


  
  Furkan gibi hayatında zerre heyecan olmayan birindeki bu ‘’21 Aralık 2012’’ arsızlığı nasıl doğmuştu? Furkan, Remzi, Zeynep… Arkadaş ortamıma bu 21 Aralık 2012 arsızlığı nasıl bulaşmıştı? Daha düne kadar facebook da kullanıcı haklarını paylaşıp üzerine de bunları beğenen insanlardı. Şimdi kalkmışlar 21 Aralık diyorlar…
   ‘’… Cern de yapılacak olan deney bizi yagacak yagacak. Hepimiz ölezezzz’’ dedi tanımadığım biri. İçinde bulunduğum ortam dershanenin kütüphanesiydi. Her çeşit insan vardı. Bir sürü önü alınamaz fikir demekti bu…
   ‘’Yanlış düşünüyorsun arkadaşım. 21 Aralık 2012 de 26 bin yılda bir görülen, güneş hareketi gerçekleşecek. ‘Galaktik dizilim’ deniliyor buna.  26 bin yıl önce bu olay ilk kez gerçekleştiğinde Neondorthal türü yok olmuş, cro-magnon türünün ortaya çıktığı görülmüştür. Yani şuan ki tür yok olabilir ama yeni bir tür doğabilir. Yeni tür de şimdiki insandan daha gelişmiş olur. Bir bakıma doğanın insandan kurtulması ve güncellenmiş yeni insanlar ile yola devam etmesi gibi’’ dedi dershanenin göz bebeği olan Göykan. Bilimin kafamdaki yeri ‘’ne zaman yağmur yağacağını biliyorlar’’ olmasına rağmen kurduğu cümle beni bile korkutmuştu.
  ‘’… Büyük hodron çarpıştırıcısının yapılacağı tarih 21 Aralık 2012. 16 Aralıkta sistem kapatıldı. Jeneratörlere güç depolanmakta. 21 Aralık günü ise yüksek güçte çalışan jenaratörler ile büyük hodron çarpıştırma deneyi gerçekleşecek. Bir kısım bilim adamı bunun zararsız küçük kara deliklerin oluşmasına sebep olacağına inanıyor’’ dedi bir başkası.
   Herkes konuşmuş, bir ben sus pus kalmıştım. Konuşmaya da hevesli değildim zaten. Ama göz göze geldiğimiz Fizik hocasına rahat batınca konuşmak zorunda kaldım. Durmadım, yardırdım; ‘’ Ulaan Beşiktaş nasıl liderliğe kadar çıktı ama. Ezehehe. Fernandes’i alıcaktın abi. Alacaktın o adamı takımına. Şampiyonlar Ligi’nde oynuyorsun sen!’’ diye veryansın ettim kütüphanede. Millet bana pis pis bakınca pılımı pırtımı toplayıp terk ettim, fazla bilimsel olan kütüphaneyi.
   ‘’Son 10 yılda ekmeği en çok yenilen konuydu 21 Aralık. Hakkında zerre bir şey bilmiyordum. Umurumda da değildi açıkçası. Hayat felsefesi ‘’mayışımı bankadan mı çeksem atm’den mi çeksem acaba?’’ olan bir insandım. Torrent’imde Dark Knight Rises iniyordu. Bundan daha büyük bir heyecan, daha büyük bir atraksiyon ve emek hırsızlığı var mıydı? Yoktu. 21 Aralık sizin olsun be! Yalnız bırakın beni, 1080 p’lik Christopher Nolan eseriyle’’ diye düşündüm dolmuşta. Bugün 20 Aralık 2012’ydi. Dark Knight Rises inmişti. Benden daha mutlusu var mıydı?  ‘’İnecek vaaa kaptann’’ diye bağırdım ve evimin yolunu tuttum.
   Akşam 10 da Dark Knight Rises’ı dizüstü bilgisayarımda izliyordum. Film bitince Christopher Nolan’ın adını birkaç defa sayıkladım. Bu sırada uyuya kalmıştım.
   Rüyamda ben, Batman, Joker, Bane ve Alfred 21 Aralık’ı tartışıyorduk. Bu konudan canımız sıkılınca uzun eşek oynadık. Ben ve Alfred aynı takımdaydık. İkimizde çelimsizdik. Batman ve Bane aynı takımdaydı. İkisi de öküzdü. İlk önce biz yattık. Yastık Joker’di. Batman üzerimize atlamak için koştuğu esnada kanatları açıldı ve gökyüzüne doğru havalandı. Aşağı doğru düşerken güvercin misali ‘’fata fata fata’’ diye kanat çırpıyordu. Bu sırada Bane Alfred’ın üstüne atladı. Alfred’ın beli kırıldı. Batmobil’e binip polikliniğe gittik hemen. Polikliniğin sahibi C. Nolan’dı. Bize kızdı. Rüyamı hayra yoramadım. Ömrümde hiç bu kadar saçma bir rüya görmemiştim...
   Sabah uyandığımda 21 Aralık 2012 olmuştu. Her şey alabildiğine rutindi.  Bakkaldan veresiye yoluyla nasıl ekmek alırım diye düşünürken ekmek kasasının hala dışarıda olduğunu gördüm. Bir koşu 2 ekmek alıp evime geri döndüm. Kahvaltımı yaptım. Televizyonu açmaya çalıştım. Açılmadı. Birkaç darbe indirdim, nafile. Elektriklerin kesildiğin geçte olsa idrak edebilmiştim.  ‘’Sadece benim evimde mi kesik ulan bu elektrik’’ diyerekten apartmana bakındım. Aynıydı. Kesikti elektrik. İşte bu sorundu. Apartmanın elektriği bile kesikse ciddi bir şeyler yaşanmış demekti. Korkmuş bir vaziyette pencereden dışarıya bakındım. Sokaklar bomboştu. Hemen üzerimi giyinip sokağa çıktım. Gücüm tükenene kadar koştum. İnsan arıyordum lakin hep aynı yerleri görüyordum. Çünkü ben hala mahallesinden dışarıya çıkamayan insandım. Aynı mahallede 8 tur atmıştım… Biraz gücümü toparlayınca brutal vokalistler gibi ‘’ Herkeslerrrr Neredeee’’ diye bağırdım. İki köpek havladı. Korkup evime kaçtım. 21 Aralık günü koca dünyada yapa yalnız mı kalmıştım yoksa? Herkes beni geride bırakıp çok eğlenmeye mi gitmişti?
   Öğleden sonra 3 olmuştu. Dışarısı hiçbir zaman bu kadar sessiz olmadığı gibi gökyüzünde hiçbir zaman ‘’Gözün doysun Cern’’ yazısı olmamıştı. Yazıya 10 dakika sonra baktığımda Cern’in r ve n harfleri birleşmiş, ortaya ‘’Gözün doysun Cem ‘’ çıkmıştı. Bu yazıyı kimin yazdığını düşünmemiştim. Daha önemli şeyler vardı. Yapa yalnızdım koca dünyada!
   Dünyadaki herkes yok olsa bile hocadan 2 puan dilenen öğrenciler yok olmuş olamazdı. Bir umut okula koştum. Yoktu. Önce apartmandaki kesinti, şimdide bu öğrencilerin olmayışı… Kimse yoktu Güngören de. Belki de İstanbul da. Belki de koca dünyada! Brutal vokalist gırtlağından uzun hava gırtlağına geçiş yaptım. Erzincan yöresinden bir türkü geveledim…
   Pes etmeyip aramaya devam etmeye karar vermiştim. Taksim’e gitmek mantıklıydı. Artık orada da insan yoksa koca dünya da dal daşşah kalmışım demekti…
   Sorun şuydu ki, Taksim’e hep İ.E.T.T, hep tramvay giderdi. Koca otobüsü zaten kullanamazdım. Tramvay hem elektrik hemde güneş enerjisiyle çalışıyordu neyse ki. Tramvayı kullanmayı denedim. Çok renkli bir tuşa basınca Taksim’den daha da uzaklaştım, son durak olan bağcılara vardım… Tuşlara basmak yerine etrafıma baktığımda hemen arkamda pilli bir radyo buldum. Biraz kurcalayınca çalıştı. ‘’ 20 Aralık 201…kkığğğ… Cern de yapılan deney için gerekli enerji bütün dünyadan karşıla… kkığğğ… Oluşan kara delikler dünya nüfusunun yüzde 99’unu yut… kkığğğ… Kurtulanların bir şekilde Cern’e ulaşmaları… kkığğğ… öğrenciye giriş indi… kkığğğ…’’ Bozuk radyoyu kapattım. Açıklama yeterliydi. Dünyada taş çatlasa 1 milyon insan kalmıştı. Önümde iki seçenek vardı. Cern’e gidip hesap sormak ya da burada kalıp sessizliğin, sokaklarda zaar gibi çıplak koşmanın, istediğim araca binip kaza yapabileceğimdi. İki seçeneğim vardı. Cern çok uzaktı, sokakta çıplak koşmak çok yakındı…
   Kararımı vermiş, makinistin odasından çıkıp kapıya doğru yönelmiştim. Kapıdan çıkıp birkaç adım attım ve karşımda bir homo sapiens ile, bir orta yaşlı göbekli insan ile, bir yarı kel ile, bir Harun’la karşılaşmıştım. Yaklaşık olarak 2 dakika boyunca gözlerimizle birbirimizi yedik. Milletin yokluğundan faydalanıp kıyafetlerini yenilemiş gözüküyordu. 47 numara converse, adeta ZARA tarafından yıkanan bir Harun vardı karşımda. Gırtlağımı tekrar brutal vokalist şekline çevirdim ve ‘’insaaaağğnnn’’ diye bağırarak yanına koştum, sarıldık. Hoşbeş ettikten sonra  ‘’Cern’e gidiyoruz. Araba kullanmayı bilin mi?’’ diye sordu ‘’Hayır ağğbi’’ dedim. O zaman al şu pisikleti. Cern’e yardırıyoruz’’ dedi. Şivesini sevmiştim…
   Cern çok uzaktı, sokakta çıplak koşmak ise çok yakındı…

  Haftaya ya da 3 hafta sonra, ZARA tarafından yıkanan Harun ağğbiyle Cern’e ulaşmaya çalışacağız. Ne Harun ağğbinin koca göbeği ne de benim sigara ile yıkanmış olan ciğerlerim buna izin vermeyecek.


paylaş:

platonik sevdiceğe açık mektup



  Canım, merhaba. Söylemek istediğim şeyleri bu mektup aracılığıyla dile getirmek istedim. Anlatım tarzımdaki zırtlığı görmezlikten gel. Sonuçta Fecr-i Ati mensubu değildi dedelerim…
  Bugün itibariyle uzaktan uzaktan bakışmamızın 1. Yıl dönümü oldu.  Kutlama yapmak adına pastaneye gittim. İki tane kıymalı börek kestirtip yanına da sarı kola patlattım. Özel günümüz olduğu için peçeteye istek parça yazıp pastaneciye gönderdim. Lakin geri dönüş ‘’7 milyon 35 guruş’’ olarak oldu. ‘’Yuh anasını satim. Bu ne biçim hesap lan böyle!?’’  diye bağırdım ulu orta. Pastaneci boton pastaları üzerime atacağını anda 10 lira verip çıktım, o rezil ve aşksız ortamdan.
   Seni ilk gördüğüm anda söylemiştim zaten ‘’bu kız çok güzel’’ diye. Ben bu lafı içimden söylediğimi sanırken dışa taşmış, Ali de bunu duymuştu ya hani. Sonrada ‘’Emreehh Derryağğyıı seviiyooo. Emreehh Deryağğyıı seviyooo’’ diye bağırmıştı ya hani. Ben de ona reflekssel olarak ‘’nah seviyo işte nah nah’’ demiştim, o da kalkıp beni dövmüş, ağzımdan burnumdan kan getirtmişti ya hani. Ben de ağzımı burnumu temizlemek için hocadan izin alıp yanıma da 5 kişi alarak tuvalete giderken seninle göz göze gelmiş ve sen bana gülmüştün ya hani, işte o an ben sana ‘’ajık’’ oldum Derya… Sana olan aşkımı daha sonra da dile getireceğim zaten. Şimdi anlatacağım daha önemli.
   İşte bu bizim Şerefsiz Ali’nin bir sevgilisi vardı. Adı Kuyguru. Anlamı da cennetteki çimenlerin yanından akan şelalede bilmem kimin sevgilisine koparttığı mor renkli bir çiçeğin içindeki sarı şeylerdenmiş… Ezehehe. Ezehehe diye güldüm ben tabii. Kuyguru diye isim mi olurmuş aşkım? Söyle bana. Ya da sevdiceğim. Sonra söyle ama şimdi değil. Geçen gün sokakta zaar gibi sürterken bu Ali’yi gördüm işte. ‘’Abi’’ dedi.’’Kızın yanına gidicem’’ dedi. ‘’Canım çok sıkılıyor bu kızın yanında. Daşşanı yesinler de sende gel benimle’’ dedi. ‘’Tamam’’ dedim ve gittik kafeye, kızı bekledik.
   Kızın gelmesini beklerken bunların ilişkileri hakkında konuştuk Ali ile. Bu Ali için aşk diye bir kavram yoktu sevgilim. Aklındaki tek şey ‘’göte elle’’ idi bu Ali’nin. Onun için ilişkilerde hiçbir şekilde sorun olmamalı, sabahlara kadar sevişilmeliydi… Biz sevgili olursak böyle olmayız. Değil mi aşkım? Evet, olmayız. Dur sevgilim. Konuyu dağıtma hemen. Biz Ali’yle bunları konuşurken Ali’den izin isteyip masanın altında oturmaya, bunların ilişkilerini gözlemlemeye karar verdim. Kuyguru geldiğinde masanın altında cenin pozisyonunu çoktan almıştım bile…
   Bildiğimiz 21. Yüzyıl ilişkisiydi işte. Sanayileşmiş ilişkiydi bu. Kız gelir gelmez Ali’ye selam bile vermeden aç olduğunu ve hemen bir şeyler yemek istediğini söyledi. Sonra da yine hiç konuşmadan çantasından telefonunu çıkartıp bir şeyler yapmaya başladı. Büyük olasılıkla twitter’a girdi ve ‘’aşkım seni çokkk seviyorum :)))’’  yazdı. Ali de bunu kesin ‘’retwett’’ lemiştir kesin. Sonuçta Ali’nin hedefine ulaşması için gerekli bir şeydi bu pohpohlama… Ben masanın altında cenin pozisyonunda bunlara şahit olurken aklıma sen geldin sevgilim. 1 yıldır deli gibi seni izlememe rağmen bir kez olsun elinde cep telefonu görmedim. Sosyal medya saçmalığından da olabildiğince uzak durdun zaten… Gel de aşık olma işte. Gel de kalbim ‘’Der-der-ya-ya’’ diye atmasındı işte… Konu uçmadan devam edeyim, yeşil gözlerini çok sevdiğim.
   Bu Kuyguru beni fark etmemişti çünkü hem masa uzundu hem de bu bacaklarını içe doğru değil dışa doğru sergilemekteydi. 15 dakika boyunca hiçbir şey konuşmadı bunlar. Ali’nin de canı sıkılınca bu da telofonunu çıkarttı… Biz böyle olmayalım sevgilim. Aynı masada oturan iki insanın hiçbir şey konuşmayıp ‘’voici voici’’ diye dokunmatik telefonla uğraşması doğru mu? Biz böyle olmayız değil mi sevgilim? Evet, olmayız.
  Ali de telefonundan m.facebook’a girdi. ‘’m.facebook’a girdiğini nerden biliyorsun? Nostradamus musun sen ?’’ deme sevgilim. Ben de o sırada facebooktaydım. Mesaj attı bu bana. ‘’Biz kalkıyoruz emre :)))Hesabı sen ödersin :))))’’diye. Tam bunlar kalkarken Ali’nin paçasından tuttum. Kalkamadı bu. Debelendi de debelendi. Sonunda gücüm bitince bırakmak zorunda kaldım, gittiler… Ağır ağır inimden çıktım ve insan gibi masaya oturdum. Hesabı görünce bir an için kalbim tekledi. 15 dakikada iki tane ajktan yoksun insan 85 liralık ne yiyebilirdi sevgilim? Hesabı kem küm ede ede 15 liraya kadar çektim ve ödemeyi yapıp kendimi dışarı attım…
   ‘’Allah’ını seversen Emre, sabahtan beri ne anlatıyorsun?’’ deme bana sakın sevgilim. ‘’Beni sevdiğini söylemeye çalışıyorsun ne güzel. Eee yazsana Cemal Süreya’dan birkaç dize. Kenarlara Özdemir Asaf serpiştirsen ya. Finali Dante ile yapsan ya. Sonra kâğıdın arkasına geçip Walt Whitman arsızı gibi olup yazmaya devam etsen ya’’ falanda hiç deme. Bunları herkes yapar yeşil gözlüm. Ben ilişkimiz sanayileşmesin diye debelenirim. Hoş, sen zaten Kuyguru gibi bir insan değilsin zaten. İlişkimiz istese de sanayileşemez. Biz onlar gibi olmayalım sevgilim. Olur mu? Olur tabii.
   ‘’Ben senin Zebercet’in olayım, sen benim Gecikmeli Ankara Tren ile gelen Kadınım ol’’ diyorum ve çıkma teklifini bekliyorum Derya. Ya da dur. Ben koşarak geleyim sana, sevdiğimi söyleyip ‘’Gecikmeli Ankara Treni ile gelen kadın’’ım ol. Olur mu? Olur tabii.

Görsel Açıklaması: Google'a ''acil resim lazım'' diye yazdım. Çıkan sonuçlar içerisinden en kötüsünü seçtim. Görmezden geliniz efenim.
paylaş:

popüler kültürün az doğa sevdalısı üzerindeki etkileri


  

  Biz insanlar tüketmeyi ne de çok seviyorduk. Bir şeylerin düzenini bozmak, kendi isteklerimiz doğrultusunda modifiye etmek ne kadar da güzeldi bizim için… Durun dostlarım! Hemen yazıyı yarıda bırakıp facebook’a koşmayın. Başlangıcı ‘’amaçsızca isyan etmek’’olan bu yazımın devamı daha önemli. Anlatmak istediklerim bundan sonraları…
  Nereden aklıma estiyse bir an için insanlardan çok uzak yerlere koşmak istemiştim. Koşarak anca mutfağa kadar gidebilmiştim. Kendime ekmek arası peynir hazırlayıp düşüncemin ne kadarlık kısmını gerçekleştirebileceğimi düşündüm. Bir an için gaza gelip ‘’yaparım lan ben bunu’’ dedim ve salonda dizi izleyen anneme fikrimi açtım. ‘’Gidiyorum ben aanneehh!’’ dedim. ‘’Nereye yavrımm?’’ dedi. ‘’İnto the Wild’e gidiyorum annehh!’’ dedim ‘’yemek yi, öyle git yavrım’’ diye akıl verdi…
  Planım yavaş yavaş aklımda oturmuştu. Otostop çeke çeke buradan çok uzaklara, insanların olmadığı bir ormana gidecek ve orada yaşayacaktım. Gideceğim yeri belirlemek için dünya siyasi, fiziki, kabartmalı ve dilsiz haritalarını bir güzel yaydım masaya. Tam gideceğim yeri seçecekken telefonum ‘’zoi zoi zoi zoi’’ diye çalmaya başladı. Arayan zırt arkadaşım Erkan’dı. Telefonla konuşmayı sevmediğim için telefonu açmayıp Erkan’a ‘’ne var lan :) :D :P :O :ĞY’’ diye mesaj attım. Tekrar aradı bu sefer açtım. Önce telefonu açmadığım için birkaç küfür etti. Ardından ‘’kızlarla buluşup içmeye gidiyoss. Sen de gel’’ dedi. Planım aklıma geldi. Kendimi insanlardan soyutlayıp, bedenimi doğaya sunmalıydım. Çıkar ilişkilerinden sıyrılıp, doğa ana ile yaşamalıydım. Üzerime sinmiş olan toplu taşıma aracı kokusundan arınıp zaar gibi çimen, papatya, ağaç ve bilumum bitkilerden kokmalıydım… ‘’Geliyon mu lan?’ dedi Erkan ‘’Tamam geliyom’’ deyip hazırlandım ve çıktım.
  Hayatımız boyunca 3 kere Taksim’e gitmiş bizler (5 kişiydik), nedense buluşma yeri olarak Taksim’i belirlemiştik. Meydana çıkmak yerine Galatasaray Lisesi’nin önünde beklemeye karar verdim. Birkaç dakika sonra 3 tane az samimi olduğum kız arkadaşlarım gelmişti. Erkan’ı beklemenin gereksiz olduğunu, hemen bir bara gidip bir şeyler içmeyi kararlaştırdık. Ama gel gör ki aramızda adam akıllı bir şeyler içilebilecek tek yeri Erkan biliyordu. Ayrıca 4’ümüzde Erkan’a güvenerekten yanımıza para almamıştık. Zaten aramızda tek içki içen de Erkan’dı. Biz arsızlar gibi fanta içen tiplerdik… Hemen Erkan’a durumu anlatmak ve nerede olduğumuzu söylemek için telefonumda Erkan’a tıkladım. Hattımda yeterli bakiye olmadığı için bir tek ‘’Galats’’ diyebilmiştim Erkan’a. Neyse ki Erkan zeki çocuktu, nerede olduğumuzu çözmüş ve yanımıza gelebilmişti.  ‘’Bensiz nereye gidiyonuz lann şekilliler ordusu?’’ dedi Erkan ve onu takip edip bilinmezliğe doğru yol aldık.
  Okulumuzun kömürlüğüne benzeyen, ama daha ışıklısı, daha müziklisi ve daha çılgınlar gibi dans edenlerin olduğu ‘’KAFE BUFALO’’ isimli mekâna girip içkilerimizi yudumlamaya başladık. Masada dönen muhabbet bilindikti. İlişkilerin ne kadar yüzeysel olduğundan, twitter’ın orta malı bir mekan olduğundan ve en iyisinin yine ‘’mesene’’ olduğundan dem vuruyorlardı. Masadaki muhabbetten hep uzak duran Burcu hem saygımı hem de kalbimi kazanmıştı. Erkan ve diğerleri piste çıkıp çılgınlar gibi dans edince Burcu’nun kolundan tutup dışarı çıkarttım.
  ‘’Hay sizin ilişkilerinize 1 konuştuğunuz konulara 2 beeh!’’ dedim. Burcu şaşırınca gaza gelip devam ettim. ‘’Daha önemli şeyler var lan şu dünyada. Damarlarınızdan popüler kültür akıyor lan resmen’’ dedim. ‘’Hay senin daşşanı yesinler be!’’ dedi Burcu. Korktum. 1-2 saniye ne dediğini çözmeye çalıştım. Meğersem sözlerimin çok doğru olduğunu ve sonuna kadar bana hak verdiğini söylüyormuş. Bitmek bilmez ilişki tartışmalarından, internetin fütursuzca kullanılmasından ve yeni şeylerin hemen tüketilmesi gibi şeylerden bahsetti. Vurucu olanını sona saklamıştı. ‘’İnsanlık ne zaman doğadan koptu beeh! Baş kaldırmak demek Fight Clup izlemek ve sisteme küfür etmek mi?’’ dedi. O an sarı saçları, yeşil gözleri inanılmaz derecede parladı ve son sözleriyle birlikte Burcu’ya vuruldum…
  KAFE BUFALO’dan uzaklaşıp arka sokaklarda yürümeye başladık. Delicesine popüler kültür karşıtı olmadığımız için özünde Coca-Cola ürünü olan 2 tane sarı koladan alıp yürümeye öyle devam ettik.
  Ben, günümüz ilişkilerinin ne kadar aşktan yoksun olduğunu söylediğimde sincapların aşklarından bahsetti. Güzellik kavramının marka giyim olmazsa ne kadar çabuk biteceğinden dem vurduğumda kral kelebeklerinin göçünden bahsetti. Edebiyatın da popüler kültür etkisi altında kalmasından korktuğumu dile getirdiğimde, asıl edebiyatın yer yıldızı mantarlarının sporlarını saçarken yaptığını söyledi… Burcu’nun dozunda popüler kültür karşıtı olması ve korkularımın hepsinin yersiz olduğunu, çözümlerinin hepsini doğada bulabileceğimi örneklerle açıklaması karşısında hayranlığımı dizginleyemedim ve ‘’hay senin daşşanı yesinler beeh!’’ dedim.
  Burcu’yu çok sevmiştim. Kendisine sabahleyin kararlaştırdığım ormanlara kaçma temalı planımı anlattım. Uzun süredir kendisinin de böyle bir şeyler planladığını söyledi ve teklifimi kabul etti. Yarın sabah buralardan çok uzaklara gidecektik. Buluşma yeri olarak KAFE BUFALO’yu seçtik. Yarın kendimizi doğaya sunacaktık…
  KAFE BUFALO’nun önüne gittiğimde Burcu gerekli hazırlıkları yapmış, beni bekliyordu. Hoşbeş ettikten sonra yolumuza koyulduk. Karaköy tramvay durağına gitmek için İstiklâl Caddesi’nde hızlı adımlarla yürüyorduk. Heyecanlıydık. Hem muhabbet olsun hem de popüler kültüre giydirmek amacıyla 15 metre önümüzdeki dükkânda satılan ‘’ugg’’lara küfür etmeye başladım. Burcu da söylediklerime katılıyor mu diye sol tarafıma bir döndüm ki Burcu yok olmuş. 15 metre ilerideki ‘’ugg’’ satan mağazanın önünde dikilmiş vaziyette beni yanına çağırıyordu… ‘’Fakat popüler kültür karşıtı bir insanın ‘ugg’ arsızı çıkması?’’ diye üzgün üzgün düşünüyordum Burcu’nun yanına giderken. Konuşmasına fırsat vermeden kulağına eğildim ve ‘’sen artık korkunçlu bir kadınsın’’ dedim. Topuklarımı kıçıma vura vura zaar gibi İstiklâl Caddesi’nde koşmaya başladım…
  Karaköy tramvay hattına ulaşıp Güngören’e doğru yol aldım. Tramvayda aklımda tek bir düşünce vardı. ‘’Ulan Emre, sen kim doğada tek başına yaşamak kim? Ezehehe ezehehe.’’ ‘’Popüler kültür karşıtıymış. Kıçımın kenarı beeh’’ diye düşüncelerimi iyice pekiştirdim. Ardından üniversite sınavına hazırlanmak için tramvayda matematik testi çözen çocuğun yanına oturdum. 
paylaş:

en iyi dostun kim dediler sarı kapaklı bidonum dedim


  Kurban bayramının 2. gününde evimiz fellik fellik dana ciğeri kokarken, akrabalar içeride yeni doğan Buğrasu’yu güldürmek için şekilden şekle girerken, hepimizin korktuğu Haydar amcamın bana ‘’dersler nasıl dersler? Derslerden haber ver sen derslerden’’ diye bana soru sorduğunda benim ‘’derslerde dersler mına goyim. Başka bir şey bilmez misiniz lan siz? Aşığım ben aşık. Allah çarpsın bir gün İnto The Wild’e gidecem göreceksiniz o zaman eşşeğinkini’’ diye içimden geçirip ‘’iyi amcacığım iyi. Sağlığın sıhhatin yerindedir umarım’’ diye cevap verdiğimde bu evden kurtulmak istemiştim.
   Amcam tam 2. sorusuna geçecekken içeriden bir çığlık koptu! ‘’2 kilo turşu al gel Emrehhh!’’ Hemen mutfağa koşup anneme sarıldım. Sayesinde evden kısa bir sürede olsa ayrılacak, kafamı dinleyecektim. Ayakkabılarımı giymiş, tam dışarı çıkacakken minik bir çocuk tip tip bana bakmaya başlamıştı. Ben ‘’ne var lan?’’ mahiyetinde kaş göz hareketi yaparken çocuk pantolonunu indirip üzerime işemeye başladı. ‘’Eneni eneni eneni’’ diye zıp zıp zıplarken de çocuk çişini bitirmişti. Hemen dolaptaki laylon tuvalet terliğini alıp çocuğun çüküne ve beynine seri hareketlerle darbeler indirip hemencecik kaçtım evden. Hiç başlamamış olan cinsel hayatını laylon tuvalet terliği ile sonlandırmıştım, tanımadığım akraba çocuğunun.
   Kısa bir yürüyüşün ardından turşucudan 2 kilo salatalık turşusu alıp sokaklarda sürtmeye başladım. Eve gitmek istemiyordum. İskeleye gidip adalar vapuruna binmeye karar verdim. Pasom yanımda olmadığı için 2 salatalık turşusu karşılığında paso basacak insanı bulmak kolay olmuştu. Elimdeki sarı kapaklı bidon ile kendime oturacak yer arıyordum. Uzun bir arayışın ardından kendime güzel bir yer bulmuş, bidonumu da kimsenin canı çekip istemesin diye bacaklarımın arasına saklamıştım.
   ‘’Yok ağğbi yok. Nikola Tesla gibi bir insan bir daha bu dünyaya gelmez. Tesla ağğbi ya. Sırf bu adama saygımdan dolayı meslek lisesinde elektrikçilik bölümünü okumadım. ’Ya kablosuz, taşınabilir elektriği ben bulursam’ diye. İşte o zaman tam bir egoist olurdum’’ diye bilimsel şeyler düşünüp, beynimde kaleler yıkıp devletler kurarken yanıma bir bağyan oturdu. Tüm hışmıyla leopar desenli çantasından yine leopar desenli I fon’unu çıkarttı. Parmağı ekranda ‘’voici voici’’ diye kayıyordu. Görebildiğim kadarıyla ‘’Aşkişiştom’’ isimli varlığı aramıştı. ‘’Nasıl gelemem ya? Nerdesin sen şimdi? …… Hee. O kız yüzünden gelmiyorsun minik kuşunun yanına? ……… Beni sevseydin yanımda olurdun. ……… Ney? ……… Asıl ben seni terk ediyorum. …………… Sensin adi. Pijj.’’
   İlişkileri düşündüm dostlarım. Sonra Mehmet Emin Karamehmet’in nasıl zengin olduğunu buldum. ‘’Vayy pijj’’ dedim. Yöntem çok basitti dostlarım. Hedef, ilişkinin en önemli parçası olmaktı. İlişkiden ekmek kazanacaktınız. Telefonla konuşmak ve mesajlaşmakta bir ilişkinin temel taşlarından birisiydi. Şimdi tam bir ayrılık yaşanması için bir birlerini defalarca arayıp duracaklar. Sonra boş mesajlar gelecek yüzlerce. Turkcell bu yüzden zengin oluyordu işte. ‘’Mehmet Emin’in yanında nasıl işe girerim lan acaba?’’ diye düşünürken yanımdaki bağyan hafif hafif ağlamaya başladı…
   İşte benim zayıf noktam dostlarım. Nerede ağlayan bir bağyan, kalbimde bir ağrı, bir zorlanma. ‘’Belki susar’’ diye düşünerekten herkesten sakladığım sarı kapaklı turşu bidonumu açıp burnunun altına dayadım. Turşu kokusu sakinleşmesini sağlar diye düşündüm.  Bu yöntem işe yaramayınca elimi turşu suyuna bandırıp bağyanın suratına sürdüm. ‘’Kolanya etkisi yaratır’’ diye düşünmüştüm… Bağyanın beni azarlayıp tokatlaması gerekirken rimelleri çenesine ulaşmış bir vaziyette ‘’bana gidelim. Birine ihtiyacım var. Lütfen.’’ demesi karşısında sadece kafamı sallayıp kabul etmiştim. 
  Kadıköy’e geldiğimizde elimden tutup beni evine doğru götürmeye başlamıştı. Vapurdan 20 adım uzaklaşınca ‘’Durrr!’’ diye bağırdım. ‘’lütfen benimle gel. Birine ihtiyacım var, lütfen’’ diye söylendi yine. ‘’Bidonum’’ dedim ‘’Onu alıp geliyorum hemen.’’
   Taksiye binmiş, kızın evine gidiyorduk. Kız bana sarılıp miyavlıyor bense bidonuma sarılıp türlü türlü şeyler düşünüyordum. ‘’Ya saf ve temiz vücudumdan faydalanmaya kalkarsa? Sabahleyin de hiçbir şey olmamış gibi sehpanın üzerine para bırakıp işe giderse?’’ ‘’Beni inşaata götürüp böbreklerimi alırsa?’’ diye düşünmüştüm. İçimdeki anneyi kovup adam akıllı şeyler düşünmeye başlarken kızın evine ulaşmıştık. Taksinin ücreti 44 lira 90 kuruştu. 45 verseniz yeter’’ dedi taksici. Kız çantasından 50 lira çıkartıp taksiciye verdi. Taksici tam basıp giderken ‘’ Fiiyiivuvv’’ diye ıslık çalıp aracı durdurdum. ‘’Para üstünü alayım ağğbi’’ dedim.
  Kızın dairesine ulaşınca adını sordum sonunda. ‘’Adım önemli değil. Önemli olan bu gece seninle yaşayacaklarımız’’ dedi. O anda içimdeki anne vücut buldu ve  ‘’böbrekleriiiinnn!’’ diye bağırdı. ‘’Ehihi ehihi’’ diyebildim sadece.
  Salona gidip yaklaşık olarak 39 tane kırmızı mumu büyük bir dikkatle yaktı. Kadehine kırmızı şarap doldurup koltuğa oturduk. Evde tek kadeh olduğu için ben ince belli çay bardağında içiyordum kırmızı şarabımı. Çok büyük şeyler yaşayacağımızı düşünüyordum. İnce belliye şarap doldurmaya mutfağa gitmiştim. Döndüğümde kız kanepede ‘’kuharrzzz. Kuhharrzzz.’’ diye horlamaya başlamıştı.
  Şimdi aranızdan bir kaçı hınzır hınzır gülüyordur. Ben üzgün değildim dostlarım. Zaten benim platonik sevdiceğim var. İhanet edemem ona… Gittim içeriden sünger bob’lu battaniyeyi alıp kızın üzerine örttüm. 19 santimlik topuklu ayakkabısını çıkarttım. Duvarda yamuk bir çivi görünce ‘’sevabına düzelteyim lann’’ dedim ve ‘’Vur ha vur. Vur ha vur’’ diye diye çiviyi topuklu ayakkabı ile düzelttim. ‘’O kadar şey yaptık. Hani benim payıma düşen?’’ deyip I fon’u aldım elime. Kendi telefonuma ‘’Feridun Düzaç- Söz ver mp3dinle. www.mp3ve4indirtelefona.com’’ isimli parçayı attım…
  Eve ulaştığımda herkes sofrada oturmuş ‘’neredesin oğlum’’ diye bir sürü soru sormaya başlamışlardı. Elimdeki bidonu Şampiyonlar Ligi Kupası gibi havaya kaldırıp önlerine koyunca sakinleştiler neyse ki… Platoniğime attığım bayram mesajında bir geri dönüş gelmemişti. Sinirli bir şekilde odama gidip pencereden aşşa baktım. Camı açıp aşşa tükürdüm. Bunları yaparken odanın kapısı aninde kapandı ve ‘’klikt’’ diye kitlendi. Arkamı döndüğümde üzerime işeyen çocuğun suratını gördüm.

paylaş:

ev arkadaşım david lynch -2-



 ‘’Sen David Lynch ile ne ara halaoğlu kıvamına geldin? Dünya ne ara zombi oldu?’’ diyen kalemsuare halkı! Buradan başlayınız.


   Dünyanın zombi virüsü ile cebelleştiğini duyduğumuzda David ile birlikte kahvaltımızı yapıyorduk. Oldukça durağan bir gündü bizim için. Ekmek almaya gitmediği için David ile biraz atıştıktan sonra ekmeği yine ben almaya gitmiştim. Biz şanslıydık dostlarım. David bizim hayatımızı kurtarmıştı. Eyvallah! Ama zombiler de ‘’Walking Dead’’ zombilerindendi. ‘’I am Legend’’ filmindeki pijj zombiler gibi çılgın atmıyorlardı bizim zombiler. Hepsi ekmeğindeydi ama uzak durmak yine bizim hayrımızaydı.
   Salgının üzerinden 1 hafta geçmesine rağmen bize bir şey olmamıştı. Bu da David sayesinde olmuştu tabii. Salgın başladığında evdeki bütün şurupları süd ile içirmişti bana. 4 gün üst üste basurlu kabız olmama rağmen sağlığım eski haline dönüyordu.
   Bakkaldaki yiyecek stoğumuz azalıyordu. Ajlığa bir süre olsun dayanabilirdim ama David dayanamazdı. 2 saatte bir tava ekmeği yemesi gerekiyordu. Buralardan gitmenin zamanı gelmişti… Bakkaldan 2 tane tava ekmeği alıp topuklarımı kıçıma vura vura evime doğru koştum. Apartmanın kapısını anahtarımla açıp evime çıktım. Zile bastım ‘’kimo’’ diye kodaman bir ses çıktı. Yanıt vermedim. David sesini yükselti. ‘’kiimmmoohh.’’ Yine yanıt vermeyip kapıyı tekme atarak açtım. David beni zombi sanmış olacak ki içeriye girdiğimde ‘’eneni eneni eneni’’ diye kaçmaya başlamıştı. ‘’Meh meh meh’’ diye bağıra bağıra güldüm mutfağa giderken. Ardından ‘’gidiyoruz buradan deyvidddh. Hazırlan’’ dedim. Salondan yanıma doğru gelen David ensemin köküne tekme atarak ‘’pijj misin oğlum sen? İnsan böyle korkutulur mu? Ya gerçekte…’’ diye devam edecekti ki tava ekmeğini poşetten çıkartıp sakinleşmesini sağladım. 1 saat içerisinde gerekli hazırlıkları yaptık. Son kez evimizi baktık ve apartmandan dışarıya, zombi deryasının içine attık kendimizi. Birbirimizi korumak için hiçbir tekniğimiz yoktu. Sadece tırnak makası ile bu savaşta yer alıyorduk. Tek bir amacımız vardı; alış veriş merkezine gitmek.
   Alış veriş merkezine gitmemizin tek nedeni bir ulaşım aracı bulabilmekti. Ne David ne de ben ehliyet gerektiren taşıtların kullanımını bilmiyorduk. Alış veriş merkezine ‘’go-kart’’ araçları için gidiyorduk.
   Apartmandan dışarı çıktığımızda sokakta sadece bir tane zombi vardı. ‘’Başkalarına zarar vermesin lan bağğri’’ diye düşünerekten zombinin elini, ayaklarını ve ağzını koli bandı ile bantladık. David bunların yetersiz olduğunu düşünmüş, üzerine de zombinin kafasına ‘’BİM’’ poşeti geçirmişti… Alış veriş merkezine giden yol oldukça tenhaydı. Yürümeye devam ederken David bir itirafta bulundu: ‘’Çok iyi insanmışsın lan Emre’’ dedi. Duygulandım. Sarıldım göbeğine. Bende bir itirafta bulundum: ‘’Filmlerin bok gibiydi Deyvid’’ dedim. Yetmedi ‘’Fil Adam filmindeki yaratık yüzünden geceleri uyuyamadım pijj’’ dedim. ‘’Ne dedin sen?’’ diye bağırıp ensemin kökünden tuttu ve döğüşmeye başladık. Biz tam döğüşürken iki tane zombi bize doğru koşuyordu. Hemen döğüşe son verip el ele tutuşarak ortamdan uzaklaştık.
  Alış veriş merkezine ulaştığımızda karanlık ve zombili bir ortam bekliyordum. Zombi temalı bütün filmlerde durum böyleydi. Ama burası oldukça temiz ve ışıklıydı. Bütün mağazaların ışıkları efil efil yanıyordu. ‘’Her koşulda tasarruf ulan’’ diyerekten şartelleri indirmek için otoparka indik David ile. Şartelleri indirdik. Ortam çok karanlık olunca bir daha açmak zorunda kaldık. ‘’Elektrik faturası kol gibi gelecek na buraya’’ dedi David.
  Otoparkın diğer tarafına gidip go-kart araçlarına bakmaya gitmiştik David ile. İkimiz de beğendiğimiz araçlara binip çıkışa doğru sürdük araçlarımızı. Otopark çıkışı tıkalı olunca geri dönmek zorunda kaldık. Araçlarımızdan inip alış veriş merkezinden sırtımızda go cart araçları ile çıktık…
  ‘’Şumaahyer çok hızlı geliyor. Geçicek mi raikkönen’i? Geçti mi? Geçtiiii’’ diye bağırdı David beni geçerken. ‘’lan şimdi görürsün’’ deyip bastım gaza. David’i geride bıraktım. Keskin bir virajdan döndüğümde binlerce zombi ile göz göze gelmiştim. Aracı geri döndürmem imkansızdı. Hemen araçtan inip ‘’eneni eneni eneni’’ diye kaçmaya başladım. David’in geldiği yöne doğru koşup otostop işareti yaparak David’i bekledim. Go-kart aracı 1 kişilik olunca mecburen ön kaputa oturdum. Adeta dolmuşta şoförün paraların yanına oturttuğu insanlar gibiydim. ’’Bazz gaza Deyyvid bazzz’’ dedim.
  Nereye gittiğimizi bilmeden yolumuza devam ediyorduk. Ön kaputta oturduğum için David hiçbir şey göremiyordu. Bu yüzden komutları ben veriyordum. İkinci kez ‘’Bazz gaza Deyvidd bazz’’ dediğimde David bir şekilde aracın stop etmesine neden olmuştu. Aracı düzeltecek zamanımız olmadığından go-kartımızı orada bırakıp yolumuza koşarak devam ettik.
  Go-kart aracımız bozulunca var gücümüzle koşmaya başladık. 2 saatten fazla bir süre olmuştu. David’in tava ekmeği yemesi gerekiyordu. En yakın bakkala girdik birlikte. 1 tanecik tava ekmeği salgından kurtulmuş yenmeyi bekliyordu. Tava ekmeğini yanımıza aldıktan sonra işe yarar şeyler bulmaya başladık David ile. Rafların üzerindeki petiböre ulaşmaya çalışırken sol diz kapağımda bir karıncalanma, bir zorlanma hissetmiştim. ‘’Deyvid’in şakasıdır meh meh meh’’ diye geçiştirdim. Baktım şakası devam ediyor ‘’Yeter ulaan’’ diye bağırıp arkama döndüm. David uzaktan bana baktı. Ayağımla uğraşan David değil pijj bir zombiydi. 2 dakikadır bacağımı çiğnemesine rağmen ortalıkta kan falan yoktu. Sonradan anladım ki çok taşlaşmış kotum sayesinde zombinin dişlerinden korunmuştum. Teşekkürler çok taşlaşmış kot!
  Hiç zombinin olmadığı bir mahalleye girdiğimizde kendimize kalacak yer arıyorduk. Girdiğimiz apartmanlardan birinin sensörlü ışıkları hala yanıyordu. David ile birlikte en üst kata çıkıp bir kapıyı açmak için zorladık. Kapı açıldığında haci şakir kokusu burnumuzun içine hücum etmişti. Ev iki katlıydı. Üst katı David alt katı ben kontrol ettim. Evin temiz olduğunu anladığımızda David ile birlikte salonda PES attık. İlk maçta David’i 5-0 yendim. İkinci maçta David beni 19-0 yenerken 5 tane kırmızı kart görüp hükmen 3-0 mağlup sayıldım. David yaptığım şeyin ne kadar şerefsizce bir şey olduğunu açıklarken içerden bir ses geldi. ‘’Huuuahhhyy. Ovvv.’’ Ses git gide bize yaklaşıyordu. David ile birbirimize sarılmıştık. Sesin kaynağı en sonunda şortlu bir biçimde salona girdi. Şaşkın şaşkın bize baktı. Sonra ‘’beyler evimde David Lynch var cappsslii’’ demişti Serkan İnci.

Haftaya Serkan, David ve ben güvenli bölgeye gitmek için kafa kafaya vereceğiz. Yarı zombi kaşsız,palto giymiş bir kovboy gören David bir şeyler hatırlayıp yönetmen olmaya tekrardan karar vericek… 
paylaş:

ev arkadaşım david lynch


   

  Her şey ramazan çadırında açtığım iftar ile gerçekleşmişti. Saçı başı dağınık, kıyafetleri paçavra olmuş bir adam en arkada oturmuş biz yemek yiyenleri izliyor, notlar alıyordu. Fazladan bir tepsi alıp yanına koştum hemen. Tanımıştım bu adamı. David Lynch’ti bu. ‘’Oturam mı ağğbey?’’ diye sorduğumda ‘’yemeğinin yarısını alırım ama’’ demişti. Daha o anda açgözlü bir insan olduğunu anlamıştım. ‘’Ağğbi sen David Lynch misin?’’ diye sorduğumda kafasını sallamıştı. Gerçekten David Lynch olabilirdi bu adam. Çok benziyordu David’e. Hatta ta kendisi olabilirdi. Kendisini sınamak adına ‘’Kıristophır Noğğlan çok iyi bir yönetmen meh meh meh’’dedim. Lafımı duyar duymaz bardağındaki ayranın hepsini suratıma fırlattı. Yüzüm gözüm ayran içinde kalmıştı ama bu umurumda değildi. Ellerimi ağzımın kenarına getirip boru şekline soktum ve ‘’Deyviddd Liynçççç’’ diye bağırdım ve göbeğine sarıldım.
    ‘’Oğlum çık. La çık. Bırak göbeğimi’’ dediğinde ayranlı suratımı baklava desenli süveterine siliyordum. ‘’Ağğbi senin burada ne işin var? Türkçe konuşmayı nereden öğrendin? İftar çadırında ne yapıyorsun Değğvidd ağğbi’’ diye bir sürü soru sordum. Ama o bulgur pilavının gizemli dünyası ile meşguldü. Ben yemek yememiş, David Lynch’i izliyordum. Sanki 4 gündür yemek yemiyordu. Ya da ilk kez bulgur pilavı ile karşılaşmıştı. Sonunda yemeğini bitirdiğinde sorularımı cevaplamıştı.  ‘’Adın ney senin?’’ dedi  ‘’Mulholland  Drive’’ dedim. Birkaç saniye sonra ‘’Emre ağğbi. Adım Emre’’ dedim. ‘’Bak Emre, artık film çekemiyorum. Yeteneğimi kaybettim. Bir türlü ismime yakışacak bir film çekemedim.  Artık parada kazanmak istiyorum. Ve dizi çekmeye karar verdim. 100 dakika olacak. Arkasında da gülme efekti olacak. Kimsenin beynini zorlamasın istiyorum. Arkadaşlarıma sordum. Türkiye’ye koş dediler. Geldim İstanbul’a. Benim baba tarafı Artvin’li olduğunda Türkçem iyidir’’ diye cevapladı ve ben kala kaldım. Yılların yönetmeni arkasında gülme efekti olan dizi çekmek istiyordu… Otogarda arada kaynadı da birileri bir şey mi yaptı bu adama? Yanlışlıkla Akasya Durağını mı izledi? Yılların yönetmeni bir de baklava desenli süveter giymişti…
   Yaşadığım şoku atlattıktan sonra David’in kolundan tutup evime getirdim. Hemen bilgisayarımdan Torrent’i kontrol ettim. Mulholland Drive %98’de idi. Birkaç dakika sonra yaptığım hayvanlığı fark edip ‘’Ağğbi öğrenci adamız. Yoksa gider orjinalini alı…’’ derken sözümü kesti ve ‘’korkma oğul. Ben esnaf olmaya karar verdim’’ dedi. Söylediği son söz fazlaydı artık. Mulholland Drive inmişti sonunda. Hemen filmin dışı mavi içi siyah olan kutunun sahnesini açıp David’e izletmeye başlamıştım. ‘’Sen busun Değğvid ağğbii’’ diye bağırdım suratına. Birazda sarstım omuzlarından. Söylediklerim daha etkili olsun diye zaman zaman göbeğine vuruyordum. Ben bunu sarstıkça geğirmeye başladı. En sonunda dayanamayıp kusmaya gitti.
  Mulholland Drive’ı kapatıp David’in yanına gittim. Anti bakteriyel katı sabunum ile bol köpük yapıp, iki parmağını da yuvarlak yapıp balon çıkartmaya çalışıyordu. Gördüklerimden sonra David’in içinde bir ‘’Halaoğlu’’ yaşadığını anlamıştım. Hatta bu ‘’halaoğlu’’ vücut bulmuş, David’in bedeninde at koşturmaya başlamıştı… Bu adama ne yaparsam yapayım yılların yönetmeni geri gelmeyecekti.  ‘’Halaoğlu’’ bütün vücuduna yayılmıştı.
  Akşam vakti geldiğinde David belki eski haline gelir diye  ‘’sienbisi-e’’yi izlemeye başladık. The Prestige filmi tüm gizemiyle akıyordu. Ama birkaç dakika sonra ‘’öfff. Ohheeyy. Pufff. Altyazıyı nasıl takip ediyorsun yaa’’ gibi sitemlerde bulunmuştu. Bende mecburen Arka Sokaklar’ı açtım. Yarım saat sonra ikimizde televizyon karşısında uyuya kalmıştık. Kalkıp üstünü örttüm ve odama, yatmaya gittim. Sonra geri dönüp yattığı odanın kapısını kilitledim. Korumam gereken yarım sucuk ve 1 kase puding vardı.
   Sabah olduğunda evimin içi hiç olmadığı kadar sucuk ve halaoğlu kokuyordu. Hemen mutfağa koşup sucuğumu kontrol etmeliydim. Mutfağa girdiğimde sucuklu yumurta, yaz helvası ve çay masada tiril tiril bana bakıyordu. Bunların üzerine bir de okunmuş Posta ve Güneş gazetesi de masadaydı. En son evime gazete girdiğinde klon koyun Doli’nin haberleri vardı… Duygulanmıştım. Gittim David’in elinden öptüm. Sonra göbeğine sarıldım. Birlikte kahvaltımızı yapıp hayatımızda hiç görmediğimiz yerlerin hava durumlarını izlemeye başladık. İngiltere’de yaşanmayacağını, paramız olursa Yeni Zelanda’da ev yapıp bahçemize de ayşe kadın fasülyesi yetiştirmeye karar kıldık.
  David halaoğlu olmanın hakkını veriyordu. ‘’Birkaç eksikliğini de ben tamamlayayım bağri’’ diyerekten berbere gittik. Saçımızı 3 e vurup kaşlarımıza çizik attırdık. Berber ile Alex’in performansı hakkında tartıştık. Sonunda Messi’nin iyi bir topçu olduğuna karar kıldık. Berberden çıktıktan sonra çarşıya inip birkaç üniversiteli öğrenciye laf attık. İçlerinden biri beni bir güzel dövdü. David o sırada bir simitçi ile ‘’buralar eskiden hep dutluktu’’ muhabbetini yapıyordu… David’e altlı üstlü eşofman takımı aldık. Üzerinde ‘’Fantastik Sports 19’’ yazıyordu. Akşama doğru korsan sidicim Mümtazın yanına gidip Recep İvedik serisini aldık. Eve gelirken de 1 kilo tuzlu çekirdek almıştık.
   Recep İvedik 2’in bir sahnesinde David gülmekten kanepeden düşmüştü. Hemen kendisini yerden kaldırdım. Suratını gördüğümde geri dönüşü olmayan halaoğlu tiplemesi vücudunda derin izler bırakmaya başlamıştı. Dudakları tuzlu çekirdek yemekten aşırı derecede şişmiş, suratında da göz büyüklüğünde sivilceler çıkmıştı. Sivilcelerinden birisini patlattığımda içinden ‘’tısss’’ diye hava çıkmıştı.  Sivilcelerini patlattığımda dudaklarındaki kabarcıklarda çıkan hava kadar iniyordu. Yılların yönetmeni ve kendisine has vücudu deyip geçiştirdim… Arka sokakları izlerken yine uyuya kalmıştık. Bu sefer kapıyı kilitlemeyecektim.  Odama gidip yer yatağını aldım, salona kurdum. David’i uyandırıp yer yatağında yatmasını söyledim. Bende yanına sokulmuş arada sivilcelerini patlatıyordum.
  Sabah olduğunda erken kalkıp kahvaltılıkları hazırlamaya koyuldum. Gazete almak için dışarı çıktığımda sokaklar bomboştu. Gazete bayisinde kimse yoktu. Yinede gazetemi alıp altı yüz elli kuruş bırakıp evime koştum. İnsanlar yok olmuştu sanki. Haberleri açtım. ‘’ Sayın seyirciler dün gece dünyadaki her evin tuvalet deliğinden içeriye bir terörist grubu tarafından zehirli bir madde salgılandı. Bunu soluyan her insan değişim geçiri… Ahhh…  ĞĞııh. Hırrraaa’’ diyebilmişti Oğuz Haksever. Evimdeki tuvalet deliğini kontrol ettim hemen. Tıkalıydı. David dün 45 dakika boyunca içerden çıkmamıştı. Vücudundan çıkan gübre bizi korumuştu. David’İn yanına gidip kendisini öperek uyandırdım…
  
 Haftaya David ile birlikte zombilerden kaçıyor olacağız. İçindeki halaoğlunu yok edip David Lynch’i bulacağız... 

Görsel: Umut Sarıkaya

Yazının devamı hemen burada.
paylaş:

kalemsuare'nin getirdikleri


Artık dayanamıyordum. Bu kadarı fazlaydı. Kalemsuare.com isimli sitenin hak ettiği yerde olmaması canımı sıkmıştı. Hâlbuki içeriği çok güzel olan bir siteydi kalemsuare.  Ama gerekli ilgiyi yakalayamamıştı. 8 aydır takibinde bulunduğum sitede benim de yazılarım yayınlanıyordu. Belki de bu yüzden gerekli ilgiyi görmüyordu bu site. Çünkü benim yazılarım siteye ters düşüyordu. Çok ciddi paylaşımların yapıldığı bu mecrada benim tırt ve sözde absürd komedi olan yazılarım paylaşılıyordu. Bütün suçun bende olduğunu düşünmüştüm önce. Sonra hapşırdım ve bütün düşüncelerimden arındım. Çalışma masama sert bir yumruk vurup ‘’iiisssyeeeaann’’ diye çemkirdim. Akbilimide alıp İ.E.T.T durağına tüm sinirimle koşmaya başladım. Bir şeyler yapmak için ilk adımı atmıştım.
   İ.E.T.T’ye binip en yakın sahile atmıştım kendimi.  ‘’Sitenin ismini nasıl duyurabilirim’’ diye düşünürken bir banka oturmuştum.  10-15 dakika sonra bir martı ayakkabıma yer yer yeşil renginin hakim olduğu, beyaz renginin de bolcana olduğu bir gübre bırakmıştı. Çok güzel küfülerimi martıya yolladıktan sonra ayakkabımı bankın köşelerine sürtüyor bazen de çimenleri kopartıp temizliğime öyle devam ediyordum. Tam kişisel temizliğimi yaparken bir kız yanıma gelip ‘’boş mu acaba?’’ diye sormuş yanıtımı beklemeden banka oturmuştu. Ayakkabımda ki iz ‘’Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Haritası’’ şekline bürünmüştü. Yanıma oturan kız telefonundan seri dokunuşlarla bir şeyler yapıyordu. Bir müddet sonra dokunuşlar durdu. Yerini derin derin iç çekmelere, yer yer gözyaşlarına bazen de ‘’yürü beee’’ nidalarına bırakmıştı. Çok duygulanmış, okuduğu yazıyı bana da göstermişti. ‘’ Suskunluğumuzun nedenini aramaktan usanıp, sadece kalp atışlarımızın bize demek istediğini anladıktan sonra…’’ diye devam eden yazıyı tanımıştım. ‘’Birileri’’ydi bu. Şaşkınlıktan ‘’ananı’’ demiştim. Neyse ki kız çok duygusal bir halde olduğundan beni duymamıştı.
    ‘’Kalemsuare?’’ diye sormuştum. O da şaşırdı. ‘’Nerden bildin?’’ dedi. Anlamıştım. Bir ilişki doğacaktı bu konuşmadan. Belki sevgili olabilirdik. ‘’Çok iyi bilirim. Ben sitenin kurucusu olan insanla akrabayım’’ dedim. İyice şaşırdı. Gözlerini o kadar çok açtı ki Gollum’a benzemişti. Benimde yazılarımın orada yayınlandığını söylememiştim nedense. Bunun yerine ‘’kahve içip kalemsuare hakkında konuşalım mı?’’ diye sormuştum. Tunalızade Gürkan Efendi’nin akrabam olduğu yalanıma kanmış olacak ki, teklifimi hemen kabul etti.
  ‘’Tunalızade Gürkan Efendi nasıl biri?’’ diye sordu kahvesini yudumlarken. ‘’Güzel yazıyor’’ demiştim sadece. Çünkü gerçekte kim olduğunu bilmiyordum. ‘’Üniversiteyi de bitirdi kerata. Yakında evine ekmek getirecek inşallah’’ demiştim. İçimdeki anane hayat bulmuştu sanki. Söylediğim şeye inanmadım önce. Ama Gollum gözlü kız bu söylediğim karşısında daha da mutlu olmuştu.
  ‘’Siteyi nasıl buluyorsun’’ diye sordum. ‘’Deli misin? Çok güzel bir site. Özellikle Tunalızade Gürkan Efendi’nin yazılarına bitiyorum. Harika yazıyor şerefsizim. Kendisiyle tanışmak isterdim. Müthiş yazıyor Allah çarpsın’’ demişti. 1 saattir konuştuğumuz tek şey Tunalızade’ydi. Harika yazılar yazdığını, iç dünyasını çok merak ettiğini ve kendisiyle tanışmak istediğini söylüyordu her fırsatta. Hayali akrabamdan soğumuştum bir an için. Konuyu değiştirip ‘’ titiemre diye bir yazar var. Onu nasıl buluyorsun’’ diye sorup konuyu değiştirmiştim. ‘’Şu Elif Şafak ile ilgili yazıyı yazan çocuk’’ dedim birde. Hatırlar gibi oldu. Sonra açtı ağzını yumdu gözünü.
  ‘’Hee şu salak insan. Anlamıyorum gerçekten. Kalemsuare gibi bir sitede öyle yazılar nasıl yayınlanır? Bi kere ne yazdığı belli değil. Edebi bir yönü yok. Güldürse bari. O da yok. Titiemre’yi tanısaydım parmaklarını kırardım böyle şeyler yazmaması için’’ diye söyleyip kahvesine gömülmüştü yine. Parmaklarını kırarım lafından sonra ister istemez parmaklarımı ceplerime sokmuş, korumaya almıştım. ‘’Uleen siteyi ziyaret eden herkes benim hakkımda böyle mi düşünüyor?’’ diyerek kendimi yiyip bitiriyordum. Neyse ki ‘’Çok şey öğrenmesi lazım’’ diyebilmiştim. Ellerini iki yana açı, kafasını da büküp ‘’bir Tunalızade değil’’ demiş, ‘’Haklısın’’ demekle yetinmiştim bende… Soruları tüm hızıyla devam ediyordu.
 Tunalızade evli mi? Kaç çocuğu var? En sevdiği yazar kim? Favori yönetmenleri kimler? En sevdiği kanal? Favori Pizzacısı?’’ diye giden milyon tane soru soruyordu. Artık dayanamadım. Sabahleyin yaptığım gibi masaya vurmuş ve konuşmuştum. ‘’Osuruyor. Tunalızade Gürkan Efendi geğirir. Yeri geldi mi burnunu karıştırır, içinden çıkanı top haline getirip arkadaşlarına atmakla tehdit eder…’’ Hiç tanımadığım insanı durduk yere kötülüyordum. Hâlbuki  ‘’titiemre de iyi yazıyor’’ deseydi Tunalızade’nin tc kimlik numarasını bile bulur kendisine verirdim… Sandalyemi geri itip, merdivenlerden aşşa koşarak indim. Kahvemin yarısının hala durduğunu hatırladıktan sonra merdivenleri koşarak çıkmış, kahvemi bitirmiştim.
  2 hafta sonra kalemsuare.com’ da ‘’Evleniyoruz’’ isimli bir başlık görmüştüm. Sahilde tanıştığım Gollum gözlü kız ile Tunalızade evleniyordu. Çok şaşırmıştım. Bu sırada e-postama yeni bir mail gelmişti. Mail Tunalızade’den gelmişti. ‘’Bir daha yazı gönderme.’’

-titiemre
Diğer yazıları için tıklayın.
Yazı göndermek için iletişim bölümüne uğrayabilirsiniz.

paylaş:

elif şafak'ın toplum üzerindeki etkileri


Böyle bir ortama nasıl düşmüştüm? Ben böyle bir insan değildim. Benim şuanda evimde olup Arka Sokaklar’ın 6 yıldır bitmeyen özetlerini izliyor olmam gerekiyordu.
  Ama burada, bir terasta, 3 tane kıllı göbekli erkeğin ve 4 tane kadının arasında bitmek bilmez bir edebiyat tartışmasının içerisindeydim. Herkese sırayla ‘’ en son okuduğunuz kitap nedir? En sevdiğiniz yazar kimdir?’’ soruları soruluyordu. Konuşmalarda ‘’r’’ harfi hep vurgulanıyordu. Sorunun bana gelmesine 4 kişi vardı…
  ‘’Bukowski ile Elif Şafak arasında kaldım aslındaaa. Bukowski de iyi Elif de iyi. Iııııı bilemiyorum yaaa. Ama Elif Şafak diyecem ben’’ cevabını veren Aslı adındaki kadının ağzına kürekle vurmak istiyordum. Etrafa bir göz attım ama bir kürek bulamadım. Dayanamayıp sandalyeyi geri ittim ve ‘’sizin ananız babanız yok mu ulaaannn’’  diye bağırıp ortamı terk ettim. En azından kafamdan bir kurgu yaratıp terk etmiştim. 3 kişi kalmıştı…
   Sıra Pelin’e gelmişti. ‘’ Ben aslında Oğuz Atay’ın kitaplarını hiç sevmedim. Zaten 25. Sayfadan sonra sıkmıştı. Bana göre değiller. Ben daha çok Elif Şafak’ı beğeniyorum. Benimde oyum Elif’e’’ dedi Pelin. Demeseydi iyiydi. Bu sefer kendimi tutamayıp Pelin’i boğmaya kalkıştım. ‘’ Çık bu bedenin içinden şeytan karıııı! Çık bu bedenden Eliffff. Kitaplarını da al bu kadının beyninde çık gitttt. Pelin ev hanımı olacak. Tek derdi ‘ akşama ne yemek yapacam’ olacak. Çıkkkkkkk’’ diye bir kurgu yaratmıştım beynimde bu sefer… 2 kişi kalmıştı….
   Sırada Osman vardı. 50 yaşındaydı Osman abi. Göbeği plates topu kadardı. Uzaktan görseniz Osman abi’yi döner tezgâhında döner kesen adam sanırsınız. Aykırı giyim tarzı vardı. Ve edebiyat tutkunu olduğunu gözümüze sokmak için boynuna asılı olan şalı vardı. Evet, bir şalı vardı. Osman da cevapladı.
  ‘’Cemal Süreya ile Elif Şafak bir tutulur mu bilmiyorum ama…’’ Osman’ın ağzından çıkan laf ile benim kulağımın duyduğunun bir olmadığına inandım. İnanmak istedim. Bu kadarı fazlaydı. Yinede dinlemeye devam ettim. ‘’…Elif Şafak’ın yazılarında kendimi buluyorum ben’’ diye tamamladı sözünü. Sandalyemi geriye itip Osman’dan ayağa kalkmasını rica ettim. Kalktı ayağa. Göbeği eski bir dostmuş gibi sarıldım kocaman göbeğine. ‘’ Neden Osman abiii nedennnn. Ben seninle pilav üstü döner yemenin hayallerini kuruyordum. Sen bana askerlik anılarını anlatacaktın yemeklerimizi yerken. Dönerin parasını ödemek için birbirimizle yarışacaktıkkkk. Sonra sen parayı bana kitleyecektin. Ama ben seni yinede çok sevecektim. Neden Osman abiii. Nedennnn?’’ diye bağırıp ayağa kalktım. Bir adım geri atıp koca göbeğine uçan bir tekme atmıştım. Lakin göbeği bir koruma kaklını gibi beni geri savuşturmuş, Elif severlerin arasında bulmuştum yine kendimi. Kurgumu yine başarılı bulmuştum… 1 kişi kaldıydı…
  Sıra Ayşe’ye gelmişti. O konuşurken bir anda üzerime bir ağırlık çökmüştü. Gözlerim kapanıp kapanıp açılıyordu. Kapanıp kapanıp açılıyordu. Kapanıp kapanım kapandı sonunda.
  Bir kitap evinde bulmuştum kendimi uyandığımda. Rafların arasında koşan bir kız ‘’ beni yakalayamazsın çünkü ben Usain Bolt’un akrabasıyım’’ diye inliyordu. Onu kovalamak aptalcaydı. Bunun yerine raflardaki kitapların gizemli dünyasına bırakmıştım kendimi. Raflardan birine elimi attım Tutunamayanlar geldi eline. Sonra İntibah. Sonra Yüzyıllık Yalnızlık. Hayvan Çiftliği. Kürk Mantolu Madonna. Aylak Adam. Nietzsche Ağladığında. 10 Küçük Zenci. Tehlikeli Oyunlar… Kitapların hepsini alıp kasaya koştum. Hepsinden 3’er tane satın aldım. Para ödemedim. Kasadaki adama, avucumun içini öpüp ona doğru üfleyerek sevgilerimi yollamıştım. Adam üflediğim öpücüğü havada kapıp yedi…
  Hemen dışarıya çıkıp edebiyat tartışmalarının yapıldığı yere doğru koştum. Elimde 25 kilo kitap vardı. Sokaklarda bilgisayar kasası ile dolaşan insanlara benzemiştim. Yolda yorulunca biraz dinlemek için kaldırımda oturduydum. Birkaç dakika sonra sokağın başındaki zabıtalar beni işaret ederek ‘’kaçma gel buraya seyyar satıcııı’’ diye bağırmaya başladılar. 5 göbekli ve beyaz saçlı adam tarafından kovalanıyordum. 2. sınıf bir filmin tecavüz sahnelerinde bile bu kadar atraksiyon olmazdı. Hemen kitaplarımı alıp edebiyat tartışmalarının yapıldığı binaya girdim. Nefes nefese kaldıydım. Birden dış kapı aralandı ve bir zabıta kafası içeriye girdi. Tutunamayanlar’ı elime alıp ‘’ Affffet beni Oğuz abiiii’’ diye bağırarak adamın göbeğine bir darbe indirmiştim. Hayati organına yediği darbe onu yere yığmıştı. Merdivenleri hızlıca çıkarak bizim terasa ulaştım sonunda. Kitapları masaya koyarak, Elif Şafak sevenlerin hepsini yanıma çağırdım.  Yanıma geldiklerinde suratlarına tükürmüş biraz da Tutunamayanlar ile tokatladıktan sonra bu kitapları okumalarını söylemiştim…
   Uyandığımda herkes etrafımdaydı. Birisi ferahlamam için Elif Şafak’ın Aşk romanının pembe kapaklısını suratıma doğru firili firili diye sallıyordu. ‘’ Emre iyi misin Emre? Bir an bayıldın…’’ soruları duymazlıktan gelip ‘’ Ayşe ne cevap verdi’’ diye bağırdım. Ayşe bana bakıp ‘’ Cemal Süreya dedim ben ama. Sen iyi misin onu söyle’’ diye sordu. ‘’Çok iyiyim. Çok. Acayip iyiyim.’’ dedim. ‘’ Eee senin cevabın ney?’’ diye sorduklarında ‘’ Umut Sarıkya ‘’ dedim.
   Ayşe’nin yanına gidip ‘’Kahve içelim mi? Cemal Süreya hakkında konuşuruz hem’’ dediydim.  ‘’Türk kahvesi?’’diye sordu. ‘’Tabii. Hem de benim balkonumda. Firil Firil rüzgâr esiyor orada.’’ dediydim ben de.


(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş:

öcümü almıştım



Artık iş bulmam gerekiyordu. 25 yaşına gelmiş, hala baba parası ile geçinen bir insandım. Hayla annemgillerin evinde oturuyor, annemin izlediği diziler reklama girse de maça baksam diye düşünen, çoraplarla yaptığım top ile salonda apartmanlar arası futbol turnuvası düzenleyen, canım sıkıldığında kafamı halıya sürterek ''dışarı çıkmak istiyorum ben  yeea, of anne of ya'' diye çemkiren, salçalı ekmeğimi kaptığım gibi dışarı koşan, 25 yaşında üniversite mezunu bir insandım. Artık iş bulmam gerekiyordu. Bunun için odama koşar adımlarla giderek takım elbisemi giymiştim. CV'min bir kopyasına yanıma alarak yola koyulmuştum ki birden ayakkabılarımın olmadığı fark ettim. Bunu dert etmeyerek sandaletlerimi ayağıma geçirmiş, dışarı çıkmıştım. Önce mahallemizin bakkalı Nuri Bakkal'a gidip çırağa ihtiyacı olup olmadığını sormuştum. Suratıma bakarak ''ekmek geldi tağğze verem mi ? '' demişti. Nuri Bakkaldan sonra döner + ayranın 1 liraya satıldığı yere gidip bulaşıkçılık için başvuruda bulunmuş lakin dükkândan 1 liraya döner + ayran ile çıkmıştım. Tekstilde ortacı, egzoz tamirciliği ve hamallık gibi işlerden de hayır lafını duymuştum... Umudum tükeniyordu. İnsanların ''seni yeneceğim İstanbul'' diye çemkirdiği tepeye gitmeye karar vermiştim. Üzerimde para kalmamıştı. Ama oraya gitmeliydim. 30 kişinin beklediği durağa gidip dolmuş bekliyordum. Hepimiz aynı anda dolmuşa binince para benim için sorun olmamıştı.''Seni yeneceğim İstanbul'' tepesine gelip denizi, insanları, vapurları incelemeye başlamıştım. Sonra ''seni yenemedim İstanbul'' demiştim kısık bir sesle.''Nerden biliyosun'' diye yanıma gelmişti. ''İş bulamadım. 25 yaşındayım ve annemle birlikte yaşıyorum sayın İstanbul.'' diye yanıtlamıştım ben de. ''Kendi işini neden yaratmıyosun'' demişti sayın İstanbul. ''Nasıl yağğni'' demiştim ben de. ''Bilmem onu da sen bul'' demişti. ''Uleeen kiminle konuşuyorum ben'' diye sağ tarafıma bir döndüm ki, kalbim 6 aydır Facebook’a giremeyen ergenler gibi çıldırmıştı. Deli çarpıyordu. Yeşil gözlü, sarı saçlı elinde sigarası ile bana bakıyordu tatlı tatlı. Gözlerini sandaletlerime dikerek ''neden iş bulamadığın anlaşıldı'' demişti. Çorabım başparmak kısmında kocaman bir delik vardı. Ayak başparmağım olduğu gibi ortaydı. Bunu umursamıyordum çünkü bu kıza âşık olmuştum.
   ''Çorabın kaçmış'' dedi. Ben hala ona bakıyordum. Uzun bir bakışmanın ardından omzuma yumruk atarak ''gel gidelim çorap alalım'' demişti. Takım elbisenin altında sandalet olması pis bir durumdu. Ama daha da pisi çorabımın yırtık olmasıydı. 16 yaşımda annem ile gittiğimiz pazarda alınmıştı bu sandalet.’’Oğlum büyüme çağındasın. 1 numara büyük alalım rahat rahat giyersin.’’demişti annem. 40 numara yerine fırın küreği uzunluğundaki 46 numaralık sandaleti almıştı annem bana. Çorap dükkânından çorap aldıktan sonra yürümeye başlamıştık. Hızımızı alamayıp Taksim Meydanına kadar yürümüştük. Birden telefonu çalmış, karşıdaki insanın ona bağırdığını duymuştum. Aynı şekilde o da bağırıyordu. Konuşmanın sonuna doğru ağlamaya başlamıştı. “N’oldu, kim o?” demiştim. “Eski nişanlım” dedi. “Seni neden ağlattı” dediydim ben de. Sorduğum soru boştu. “Onunla tekrar görüşmezsem evime gelecekmiş. Korkuyorum.” Kolundaki morlukları göstererek  “o mu yaptı?” dediğimde göz kırparak onaylamıştı. Çıldırmış, delirmiş, etrafa yumruk atmaya başlamıştım. Fazladan tepki veriyordum. Bir süre sonra  “ondan kurtulmanı sağlayabilirim” dediğimde gözlerini kocaman açmış, planımı anlatmıştım. Plan ise; eski nişanlı âşık olduğum kızın evine gelecek. Kız bana evin anahtarını verecek. Sonra adam da geldiğinde pencereden bana doğru bakacak ve ben de içeri dalıp olaylar olaylar yapacaktım.
   Saat 9’da eski nişanlısı binaya girmişti. Planım gayet net ve takdire şayandı. Ama bir işe yaramamıştı. Zaman geçiyor kız bir türlü pencereden bana bakmıyordu. “Uleen adam kıza bir şey mi yaptı acaba” diyerekten kızın evine girmeye karar verdim. Eve girdiğimde “Şey şey, düğün davetiyemiz fildişi kâğıdın üzerine Çingene pembesi yazılı mercan mavisi bir zarfta olsun aşkım. N’olur, N’olur, N’olur” diye çemkiren âşık olduğum kızın sesi ile yankılanıyordu. Dünyam yıkılmıştı. Evden üzgün bir şekilde çıkmıştım. Apartmanın hemen karşısında bir döner dükkânı vardı. İşçi arıyordu. Gittim içeri beni işe aldılar.
   2 hafta sonra âşık olduğum kız bizim dükkâna gelerek 2 tam, 4 yarım ve bir litrede ayran istemişti. Ondan öcümü almalıydım. Şeytani bir fikir gelmişti aklıma. Dönerleri ben hazırlıyordum. 2 tam, 4 yarım dönerin içine hiçbir şey koymayarak paketlemiş “siparişiniz hazır” demiştim. Siparişi aldıktan sonra “ne kadarda hızlısınız, iyi günler” demişti. Beni tanımamıştı bile. Ama umurumda değildi bu. Ben öcümü almıştım. Dükkândan çıktığında arkasından kötü insanların güldüğü gibi yüksek sesle gülmüştüm. Nihahaha! Nihahaha! Niiihahahaha. Öhöhöh. Öhöh. Öğğöhh… Güldüğüm anda ağzım kocaman açık olduğu için sinek girmişti. Ama öcümü almıştım.

-titiemre
Diğer yazıları için tıklayın.

(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)

paylaş: