konuk yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
konuk yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

kalemsuare'nin getirdikleri


Artık dayanamıyordum. Bu kadarı fazlaydı. Kalemsuare.com isimli sitenin hak ettiği yerde olmaması canımı sıkmıştı. Hâlbuki içeriği çok güzel olan bir siteydi kalemsuare.  Ama gerekli ilgiyi yakalayamamıştı. 8 aydır takibinde bulunduğum sitede benim de yazılarım yayınlanıyordu. Belki de bu yüzden gerekli ilgiyi görmüyordu bu site. Çünkü benim yazılarım siteye ters düşüyordu. Çok ciddi paylaşımların yapıldığı bu mecrada benim tırt ve sözde absürd komedi olan yazılarım paylaşılıyordu. Bütün suçun bende olduğunu düşünmüştüm önce. Sonra hapşırdım ve bütün düşüncelerimden arındım. Çalışma masama sert bir yumruk vurup ‘’iiisssyeeeaann’’ diye çemkirdim. Akbilimide alıp İ.E.T.T durağına tüm sinirimle koşmaya başladım. Bir şeyler yapmak için ilk adımı atmıştım.
   İ.E.T.T’ye binip en yakın sahile atmıştım kendimi.  ‘’Sitenin ismini nasıl duyurabilirim’’ diye düşünürken bir banka oturmuştum.  10-15 dakika sonra bir martı ayakkabıma yer yer yeşil renginin hakim olduğu, beyaz renginin de bolcana olduğu bir gübre bırakmıştı. Çok güzel küfülerimi martıya yolladıktan sonra ayakkabımı bankın köşelerine sürtüyor bazen de çimenleri kopartıp temizliğime öyle devam ediyordum. Tam kişisel temizliğimi yaparken bir kız yanıma gelip ‘’boş mu acaba?’’ diye sormuş yanıtımı beklemeden banka oturmuştu. Ayakkabımda ki iz ‘’Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Haritası’’ şekline bürünmüştü. Yanıma oturan kız telefonundan seri dokunuşlarla bir şeyler yapıyordu. Bir müddet sonra dokunuşlar durdu. Yerini derin derin iç çekmelere, yer yer gözyaşlarına bazen de ‘’yürü beee’’ nidalarına bırakmıştı. Çok duygulanmış, okuduğu yazıyı bana da göstermişti. ‘’ Suskunluğumuzun nedenini aramaktan usanıp, sadece kalp atışlarımızın bize demek istediğini anladıktan sonra…’’ diye devam eden yazıyı tanımıştım. ‘’Birileri’’ydi bu. Şaşkınlıktan ‘’ananı’’ demiştim. Neyse ki kız çok duygusal bir halde olduğundan beni duymamıştı.
    ‘’Kalemsuare?’’ diye sormuştum. O da şaşırdı. ‘’Nerden bildin?’’ dedi. Anlamıştım. Bir ilişki doğacaktı bu konuşmadan. Belki sevgili olabilirdik. ‘’Çok iyi bilirim. Ben sitenin kurucusu olan insanla akrabayım’’ dedim. İyice şaşırdı. Gözlerini o kadar çok açtı ki Gollum’a benzemişti. Benimde yazılarımın orada yayınlandığını söylememiştim nedense. Bunun yerine ‘’kahve içip kalemsuare hakkında konuşalım mı?’’ diye sormuştum. Tunalızade Gürkan Efendi’nin akrabam olduğu yalanıma kanmış olacak ki, teklifimi hemen kabul etti.
  ‘’Tunalızade Gürkan Efendi nasıl biri?’’ diye sordu kahvesini yudumlarken. ‘’Güzel yazıyor’’ demiştim sadece. Çünkü gerçekte kim olduğunu bilmiyordum. ‘’Üniversiteyi de bitirdi kerata. Yakında evine ekmek getirecek inşallah’’ demiştim. İçimdeki anane hayat bulmuştu sanki. Söylediğim şeye inanmadım önce. Ama Gollum gözlü kız bu söylediğim karşısında daha da mutlu olmuştu.
  ‘’Siteyi nasıl buluyorsun’’ diye sordum. ‘’Deli misin? Çok güzel bir site. Özellikle Tunalızade Gürkan Efendi’nin yazılarına bitiyorum. Harika yazıyor şerefsizim. Kendisiyle tanışmak isterdim. Müthiş yazıyor Allah çarpsın’’ demişti. 1 saattir konuştuğumuz tek şey Tunalızade’ydi. Harika yazılar yazdığını, iç dünyasını çok merak ettiğini ve kendisiyle tanışmak istediğini söylüyordu her fırsatta. Hayali akrabamdan soğumuştum bir an için. Konuyu değiştirip ‘’ titiemre diye bir yazar var. Onu nasıl buluyorsun’’ diye sorup konuyu değiştirmiştim. ‘’Şu Elif Şafak ile ilgili yazıyı yazan çocuk’’ dedim birde. Hatırlar gibi oldu. Sonra açtı ağzını yumdu gözünü.
  ‘’Hee şu salak insan. Anlamıyorum gerçekten. Kalemsuare gibi bir sitede öyle yazılar nasıl yayınlanır? Bi kere ne yazdığı belli değil. Edebi bir yönü yok. Güldürse bari. O da yok. Titiemre’yi tanısaydım parmaklarını kırardım böyle şeyler yazmaması için’’ diye söyleyip kahvesine gömülmüştü yine. Parmaklarını kırarım lafından sonra ister istemez parmaklarımı ceplerime sokmuş, korumaya almıştım. ‘’Uleen siteyi ziyaret eden herkes benim hakkımda böyle mi düşünüyor?’’ diyerek kendimi yiyip bitiriyordum. Neyse ki ‘’Çok şey öğrenmesi lazım’’ diyebilmiştim. Ellerini iki yana açı, kafasını da büküp ‘’bir Tunalızade değil’’ demiş, ‘’Haklısın’’ demekle yetinmiştim bende… Soruları tüm hızıyla devam ediyordu.
 Tunalızade evli mi? Kaç çocuğu var? En sevdiği yazar kim? Favori yönetmenleri kimler? En sevdiği kanal? Favori Pizzacısı?’’ diye giden milyon tane soru soruyordu. Artık dayanamadım. Sabahleyin yaptığım gibi masaya vurmuş ve konuşmuştum. ‘’Osuruyor. Tunalızade Gürkan Efendi geğirir. Yeri geldi mi burnunu karıştırır, içinden çıkanı top haline getirip arkadaşlarına atmakla tehdit eder…’’ Hiç tanımadığım insanı durduk yere kötülüyordum. Hâlbuki  ‘’titiemre de iyi yazıyor’’ deseydi Tunalızade’nin tc kimlik numarasını bile bulur kendisine verirdim… Sandalyemi geri itip, merdivenlerden aşşa koşarak indim. Kahvemin yarısının hala durduğunu hatırladıktan sonra merdivenleri koşarak çıkmış, kahvemi bitirmiştim.
  2 hafta sonra kalemsuare.com’ da ‘’Evleniyoruz’’ isimli bir başlık görmüştüm. Sahilde tanıştığım Gollum gözlü kız ile Tunalızade evleniyordu. Çok şaşırmıştım. Bu sırada e-postama yeni bir mail gelmişti. Mail Tunalızade’den gelmişti. ‘’Bir daha yazı gönderme.’’

-titiemre
Diğer yazıları için tıklayın.
Yazı göndermek için iletişim bölümüne uğrayabilirsiniz.

paylaş:

elif şafak'ın toplum üzerindeki etkileri


Böyle bir ortama nasıl düşmüştüm? Ben böyle bir insan değildim. Benim şuanda evimde olup Arka Sokaklar’ın 6 yıldır bitmeyen özetlerini izliyor olmam gerekiyordu.
  Ama burada, bir terasta, 3 tane kıllı göbekli erkeğin ve 4 tane kadının arasında bitmek bilmez bir edebiyat tartışmasının içerisindeydim. Herkese sırayla ‘’ en son okuduğunuz kitap nedir? En sevdiğiniz yazar kimdir?’’ soruları soruluyordu. Konuşmalarda ‘’r’’ harfi hep vurgulanıyordu. Sorunun bana gelmesine 4 kişi vardı…
  ‘’Bukowski ile Elif Şafak arasında kaldım aslındaaa. Bukowski de iyi Elif de iyi. Iııııı bilemiyorum yaaa. Ama Elif Şafak diyecem ben’’ cevabını veren Aslı adındaki kadının ağzına kürekle vurmak istiyordum. Etrafa bir göz attım ama bir kürek bulamadım. Dayanamayıp sandalyeyi geri ittim ve ‘’sizin ananız babanız yok mu ulaaannn’’  diye bağırıp ortamı terk ettim. En azından kafamdan bir kurgu yaratıp terk etmiştim. 3 kişi kalmıştı…
   Sıra Pelin’e gelmişti. ‘’ Ben aslında Oğuz Atay’ın kitaplarını hiç sevmedim. Zaten 25. Sayfadan sonra sıkmıştı. Bana göre değiller. Ben daha çok Elif Şafak’ı beğeniyorum. Benimde oyum Elif’e’’ dedi Pelin. Demeseydi iyiydi. Bu sefer kendimi tutamayıp Pelin’i boğmaya kalkıştım. ‘’ Çık bu bedenin içinden şeytan karıııı! Çık bu bedenden Eliffff. Kitaplarını da al bu kadının beyninde çık gitttt. Pelin ev hanımı olacak. Tek derdi ‘ akşama ne yemek yapacam’ olacak. Çıkkkkkkk’’ diye bir kurgu yaratmıştım beynimde bu sefer… 2 kişi kalmıştı….
   Sırada Osman vardı. 50 yaşındaydı Osman abi. Göbeği plates topu kadardı. Uzaktan görseniz Osman abi’yi döner tezgâhında döner kesen adam sanırsınız. Aykırı giyim tarzı vardı. Ve edebiyat tutkunu olduğunu gözümüze sokmak için boynuna asılı olan şalı vardı. Evet, bir şalı vardı. Osman da cevapladı.
  ‘’Cemal Süreya ile Elif Şafak bir tutulur mu bilmiyorum ama…’’ Osman’ın ağzından çıkan laf ile benim kulağımın duyduğunun bir olmadığına inandım. İnanmak istedim. Bu kadarı fazlaydı. Yinede dinlemeye devam ettim. ‘’…Elif Şafak’ın yazılarında kendimi buluyorum ben’’ diye tamamladı sözünü. Sandalyemi geriye itip Osman’dan ayağa kalkmasını rica ettim. Kalktı ayağa. Göbeği eski bir dostmuş gibi sarıldım kocaman göbeğine. ‘’ Neden Osman abiii nedennnn. Ben seninle pilav üstü döner yemenin hayallerini kuruyordum. Sen bana askerlik anılarını anlatacaktın yemeklerimizi yerken. Dönerin parasını ödemek için birbirimizle yarışacaktıkkkk. Sonra sen parayı bana kitleyecektin. Ama ben seni yinede çok sevecektim. Neden Osman abiii. Nedennnn?’’ diye bağırıp ayağa kalktım. Bir adım geri atıp koca göbeğine uçan bir tekme atmıştım. Lakin göbeği bir koruma kaklını gibi beni geri savuşturmuş, Elif severlerin arasında bulmuştum yine kendimi. Kurgumu yine başarılı bulmuştum… 1 kişi kaldıydı…
  Sıra Ayşe’ye gelmişti. O konuşurken bir anda üzerime bir ağırlık çökmüştü. Gözlerim kapanıp kapanıp açılıyordu. Kapanıp kapanıp açılıyordu. Kapanıp kapanım kapandı sonunda.
  Bir kitap evinde bulmuştum kendimi uyandığımda. Rafların arasında koşan bir kız ‘’ beni yakalayamazsın çünkü ben Usain Bolt’un akrabasıyım’’ diye inliyordu. Onu kovalamak aptalcaydı. Bunun yerine raflardaki kitapların gizemli dünyasına bırakmıştım kendimi. Raflardan birine elimi attım Tutunamayanlar geldi eline. Sonra İntibah. Sonra Yüzyıllık Yalnızlık. Hayvan Çiftliği. Kürk Mantolu Madonna. Aylak Adam. Nietzsche Ağladığında. 10 Küçük Zenci. Tehlikeli Oyunlar… Kitapların hepsini alıp kasaya koştum. Hepsinden 3’er tane satın aldım. Para ödemedim. Kasadaki adama, avucumun içini öpüp ona doğru üfleyerek sevgilerimi yollamıştım. Adam üflediğim öpücüğü havada kapıp yedi…
  Hemen dışarıya çıkıp edebiyat tartışmalarının yapıldığı yere doğru koştum. Elimde 25 kilo kitap vardı. Sokaklarda bilgisayar kasası ile dolaşan insanlara benzemiştim. Yolda yorulunca biraz dinlemek için kaldırımda oturduydum. Birkaç dakika sonra sokağın başındaki zabıtalar beni işaret ederek ‘’kaçma gel buraya seyyar satıcııı’’ diye bağırmaya başladılar. 5 göbekli ve beyaz saçlı adam tarafından kovalanıyordum. 2. sınıf bir filmin tecavüz sahnelerinde bile bu kadar atraksiyon olmazdı. Hemen kitaplarımı alıp edebiyat tartışmalarının yapıldığı binaya girdim. Nefes nefese kaldıydım. Birden dış kapı aralandı ve bir zabıta kafası içeriye girdi. Tutunamayanlar’ı elime alıp ‘’ Affffet beni Oğuz abiiii’’ diye bağırarak adamın göbeğine bir darbe indirmiştim. Hayati organına yediği darbe onu yere yığmıştı. Merdivenleri hızlıca çıkarak bizim terasa ulaştım sonunda. Kitapları masaya koyarak, Elif Şafak sevenlerin hepsini yanıma çağırdım.  Yanıma geldiklerinde suratlarına tükürmüş biraz da Tutunamayanlar ile tokatladıktan sonra bu kitapları okumalarını söylemiştim…
   Uyandığımda herkes etrafımdaydı. Birisi ferahlamam için Elif Şafak’ın Aşk romanının pembe kapaklısını suratıma doğru firili firili diye sallıyordu. ‘’ Emre iyi misin Emre? Bir an bayıldın…’’ soruları duymazlıktan gelip ‘’ Ayşe ne cevap verdi’’ diye bağırdım. Ayşe bana bakıp ‘’ Cemal Süreya dedim ben ama. Sen iyi misin onu söyle’’ diye sordu. ‘’Çok iyiyim. Çok. Acayip iyiyim.’’ dedim. ‘’ Eee senin cevabın ney?’’ diye sorduklarında ‘’ Umut Sarıkya ‘’ dedim.
   Ayşe’nin yanına gidip ‘’Kahve içelim mi? Cemal Süreya hakkında konuşuruz hem’’ dediydim.  ‘’Türk kahvesi?’’diye sordu. ‘’Tabii. Hem de benim balkonumda. Firil Firil rüzgâr esiyor orada.’’ dediydim ben de.


(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş:

öcümü almıştım



Artık iş bulmam gerekiyordu. 25 yaşına gelmiş, hala baba parası ile geçinen bir insandım. Hayla annemgillerin evinde oturuyor, annemin izlediği diziler reklama girse de maça baksam diye düşünen, çoraplarla yaptığım top ile salonda apartmanlar arası futbol turnuvası düzenleyen, canım sıkıldığında kafamı halıya sürterek ''dışarı çıkmak istiyorum ben  yeea, of anne of ya'' diye çemkiren, salçalı ekmeğimi kaptığım gibi dışarı koşan, 25 yaşında üniversite mezunu bir insandım. Artık iş bulmam gerekiyordu. Bunun için odama koşar adımlarla giderek takım elbisemi giymiştim. CV'min bir kopyasına yanıma alarak yola koyulmuştum ki birden ayakkabılarımın olmadığı fark ettim. Bunu dert etmeyerek sandaletlerimi ayağıma geçirmiş, dışarı çıkmıştım. Önce mahallemizin bakkalı Nuri Bakkal'a gidip çırağa ihtiyacı olup olmadığını sormuştum. Suratıma bakarak ''ekmek geldi tağğze verem mi ? '' demişti. Nuri Bakkaldan sonra döner + ayranın 1 liraya satıldığı yere gidip bulaşıkçılık için başvuruda bulunmuş lakin dükkândan 1 liraya döner + ayran ile çıkmıştım. Tekstilde ortacı, egzoz tamirciliği ve hamallık gibi işlerden de hayır lafını duymuştum... Umudum tükeniyordu. İnsanların ''seni yeneceğim İstanbul'' diye çemkirdiği tepeye gitmeye karar vermiştim. Üzerimde para kalmamıştı. Ama oraya gitmeliydim. 30 kişinin beklediği durağa gidip dolmuş bekliyordum. Hepimiz aynı anda dolmuşa binince para benim için sorun olmamıştı.''Seni yeneceğim İstanbul'' tepesine gelip denizi, insanları, vapurları incelemeye başlamıştım. Sonra ''seni yenemedim İstanbul'' demiştim kısık bir sesle.''Nerden biliyosun'' diye yanıma gelmişti. ''İş bulamadım. 25 yaşındayım ve annemle birlikte yaşıyorum sayın İstanbul.'' diye yanıtlamıştım ben de. ''Kendi işini neden yaratmıyosun'' demişti sayın İstanbul. ''Nasıl yağğni'' demiştim ben de. ''Bilmem onu da sen bul'' demişti. ''Uleeen kiminle konuşuyorum ben'' diye sağ tarafıma bir döndüm ki, kalbim 6 aydır Facebook’a giremeyen ergenler gibi çıldırmıştı. Deli çarpıyordu. Yeşil gözlü, sarı saçlı elinde sigarası ile bana bakıyordu tatlı tatlı. Gözlerini sandaletlerime dikerek ''neden iş bulamadığın anlaşıldı'' demişti. Çorabım başparmak kısmında kocaman bir delik vardı. Ayak başparmağım olduğu gibi ortaydı. Bunu umursamıyordum çünkü bu kıza âşık olmuştum.
   ''Çorabın kaçmış'' dedi. Ben hala ona bakıyordum. Uzun bir bakışmanın ardından omzuma yumruk atarak ''gel gidelim çorap alalım'' demişti. Takım elbisenin altında sandalet olması pis bir durumdu. Ama daha da pisi çorabımın yırtık olmasıydı. 16 yaşımda annem ile gittiğimiz pazarda alınmıştı bu sandalet.’’Oğlum büyüme çağındasın. 1 numara büyük alalım rahat rahat giyersin.’’demişti annem. 40 numara yerine fırın küreği uzunluğundaki 46 numaralık sandaleti almıştı annem bana. Çorap dükkânından çorap aldıktan sonra yürümeye başlamıştık. Hızımızı alamayıp Taksim Meydanına kadar yürümüştük. Birden telefonu çalmış, karşıdaki insanın ona bağırdığını duymuştum. Aynı şekilde o da bağırıyordu. Konuşmanın sonuna doğru ağlamaya başlamıştı. “N’oldu, kim o?” demiştim. “Eski nişanlım” dedi. “Seni neden ağlattı” dediydim ben de. Sorduğum soru boştu. “Onunla tekrar görüşmezsem evime gelecekmiş. Korkuyorum.” Kolundaki morlukları göstererek  “o mu yaptı?” dediğimde göz kırparak onaylamıştı. Çıldırmış, delirmiş, etrafa yumruk atmaya başlamıştım. Fazladan tepki veriyordum. Bir süre sonra  “ondan kurtulmanı sağlayabilirim” dediğimde gözlerini kocaman açmış, planımı anlatmıştım. Plan ise; eski nişanlı âşık olduğum kızın evine gelecek. Kız bana evin anahtarını verecek. Sonra adam da geldiğinde pencereden bana doğru bakacak ve ben de içeri dalıp olaylar olaylar yapacaktım.
   Saat 9’da eski nişanlısı binaya girmişti. Planım gayet net ve takdire şayandı. Ama bir işe yaramamıştı. Zaman geçiyor kız bir türlü pencereden bana bakmıyordu. “Uleen adam kıza bir şey mi yaptı acaba” diyerekten kızın evine girmeye karar verdim. Eve girdiğimde “Şey şey, düğün davetiyemiz fildişi kâğıdın üzerine Çingene pembesi yazılı mercan mavisi bir zarfta olsun aşkım. N’olur, N’olur, N’olur” diye çemkiren âşık olduğum kızın sesi ile yankılanıyordu. Dünyam yıkılmıştı. Evden üzgün bir şekilde çıkmıştım. Apartmanın hemen karşısında bir döner dükkânı vardı. İşçi arıyordu. Gittim içeri beni işe aldılar.
   2 hafta sonra âşık olduğum kız bizim dükkâna gelerek 2 tam, 4 yarım ve bir litrede ayran istemişti. Ondan öcümü almalıydım. Şeytani bir fikir gelmişti aklıma. Dönerleri ben hazırlıyordum. 2 tam, 4 yarım dönerin içine hiçbir şey koymayarak paketlemiş “siparişiniz hazır” demiştim. Siparişi aldıktan sonra “ne kadarda hızlısınız, iyi günler” demişti. Beni tanımamıştı bile. Ama umurumda değildi bu. Ben öcümü almıştım. Dükkândan çıktığında arkasından kötü insanların güldüğü gibi yüksek sesle gülmüştüm. Nihahaha! Nihahaha! Niiihahahaha. Öhöhöh. Öhöh. Öğğöhh… Güldüğüm anda ağzım kocaman açık olduğu için sinek girmişti. Ama öcümü almıştım.

-titiemre
Diğer yazıları için tıklayın.

(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)

paylaş:

çöp kutusunun etrafında şekillenen hayatlar: the galoş



Beden dersine girmeden önce biz erkekler sınıfta kıyafetlerimizi giyiyorduk. Çoğumuzda spor ayakkabı yoktu. Hocamız bize parmak arası terlik giyebileceğimizi söylemişti. Ama biz bu iğrençliğe karşı çıkıp eşofmanın altına burnu sivri havaya kalkan kundura ya da köşeli kundura giyme teklifinde bulunmuştuk. Hocamız da kabul etmişti.''La oğlum kapıyı açıp açıp durma, biri görcek rezil olcaz.'' demişti Mümtaz. ''Olum bişi olmaz giy hadi de çıkak'' demişti Tahsin. Ben ve Fırat kıyafetlerimizi giymiş onları bekliyorduk. Herkes kıyafetlerini giyince koşarak solana yol almıştık. Hocalar koridorlarda koştuğumuz için bize tebeşir atıyor ama biz kıvrak hareketlerle tebeşirlerden kurtuluyorduk. Asena'ya taş çıkarıyorduk. Toplam 6 sınıf 300 öğrenici hocaların gelmesini bekliyorduk. Bu bekleme seansı çok özeldi çünkü salon ter kokmuyordu. ''Sağa dön, sola dön, ikili sıra ol bir de oryantal yapın. Tamam serbestsiniz'' demişti beden hocamız. Bizim grup dışarıda toplanmış devlet sorunlarını tartışıyor, bu konudan sıkılıp Aleks'in iyi bir topçu olduğunu ama koşmadığı fikrinde buluşup, Ancelina Coli'nin dudakları ile de muhabbetimizi sonlandırıyorduk. Biz 4 erkeğin yanında bir de Oya vardı. Oya her okulda bulunan, kızlarla takılmayı sevmeyen, futbol muhabbeti yapan, makyajın ne olduğunu sorduğumuzda bir futbolcu olduğunu söyleyen bir kızdı. Bu kızlar genelde çirkin olurdu ama Oya'nın süpersonik bir suratı ve fiziği vardı. Beyaz tenli, orijinal sarışın olması ve yeşil gözlü olması onun Viktoryia Sıkrıt kızı olmak için yapılan VS sınavlarına girmeden kazanacağının kanıtıydı. Herkes ondan hoşlanıyordu. Bende ona karşı minicik bir duygu besliyordum. Hatta bu minicik duygu osuruk bile olabilirdi.
  5 imizin hayatı bu noktadan sonra değişmişti. Daha doğrusu Oya'nın doğum gününden sonra değişmişti. Doğum gününe biz 4 erkeği çağırmıştı sadece. Oya zengin bir kızdı. Hediye konusunda yaratıcı olamamıştık. Daha doğrusu paramız yetmemişti. Fırat çorap almış, Tahsin ve Mümtaz ise diş macunu ve fırçası almıştı. Ben ise 0.5 uç almıştım. Sınıfta istediğinde kimseden bulamıyordu, gerekli bir hediyeydi yani.
  Pastayı yedikten sonra Oya bizi garaja götürmüştü. Basgitar, Elektrogitar, Bateri ve Piyanonun olduğu bir garajdı bu. ''Hadi biraz müzik yapalım'' dediydi Oya. Hepimiz bir enstrümana oturmuş bir şeyler çalmayı deniyorduk. Oya, bu enstrümanların nasıl çalındığını bize öğretebileceğini söylemiş bizde hemen kabul etmiştik. Hızlandırılmış dersler alarak aletleri nasıl çalacağımızı 1 günde öğrenmiştik. Dersi derste dinleyip bir gün de öğrenmiştik her şeyi. O gün Oya'nın evinde yine müzik yapıyorduk. Aletleri nasıl çalacağımızı bildiğimiz için Oya şarkı söyleme kısmına geçelim demişti. Vega'dan Hafif Müzik parçasını söylüyor bizde çalıyorduk. Ertesi gün okulda 5 imiz sınıfın içindeki çöp kutusunun etrafında kalemlerimizi açarken Oya şarkı söyleyelim diye ısrar etmişti. Bizde okul çıkışı Oya'lara gidip yine Vega'dan Hafif Müzik'i çalmıştık. Bu sefer hatalar daha az, ses ise daha güzel çıkıyordu.
  ''Oğlum oğlum…Oğlummm, oğlum kalk dışarıda birileri seni soruyo hadi'' demişti anam. Ağzımın etrafındaki salya izlerini silmeye çalışırken kapıda bizimkileri görmüştüm. Hepsinin ağzı kulaklarına girmiş bir şekilde bana sırıtıyordu. ''Olum Oya bizim şarkının videosunu çekmiş internete koymuş. 1 milyon insan layklamış. Ünlü olduk olum ünlü'' demişti Tahsin. Kapıyı suratlarına kapatıp yatağıma yatmaya gitmiştim. Jeton sonradan düşmüştü. Hemen kapıyı açıp ''Olum bak git. Doğru mu bu Oya'' demiştim. Oya göz kırparak onaylamıştı. ''Bekleyin burada üstümü giyip dışarıda bunu kutlayalım'' demiştim. Kutlama biraz gecikmişti. Annem ekmek almak için beni BİM'e gönderirken karşı komşu ve 1. kattaki Murtaza abi içinde farklı dükkânlara gitmek zorundaydım. Apartmandan çıkarken mahallemizin bakkalı Erdal abi BİM'den iki ekmek almamı istemişti.''Erdal abi sen zaten ekmek satmıyon mu, uğraştırma beni yav''demiştim. ''Olum ben 750 bine satıyorum BİM 400 bine. Orası daha ucuz. Hadi git de gel. Paranın üstüde senin olur hem çakal'' demişti Erdal abi. İki ekmek için bana 850 bin vermişti. İçimden Erdal abiye sövmüştüm.
  Eve geldiğimde bizimkilerle dışarıda kutlama yapmıştık. Kutlama dediğimde milletin ziline basıp kaçmak ve adam başı iki meybuzdu. ''Eee şimdi bizden imza falan mı alcak insanlar? '' demişti Tahsin. ''Hayır. O seviyeye gelebilmemiz için televizyona çıkmak gerek'' demişti Fırat. Ertesi gün beklenen olmuştu. Saba Tümer'in programından teklif almıştık. Programa çıkıp çıkmayacağımızı okul çıkışı sınıftaki çöp kutusunun etrafından tartışmıştık. Bizimkiler çok istekliydi. Ama ben o programı hiç sevmediğim için gelemeyeceğimi söyledim. Önce itiraz ettiler sonra daha az yol parası ödeyecekleri için hemen kabul ettiler. Namızsızlar.
  O ün okula gitmeyip hayatımda ilk kez Saba Tümer'in programını izlemiştim. Bizim şarkımız çaldığında bizimkiler tek tek masanın etrafına gelmişti. Saba Tümer benim nerede olduğumu sorduğunda ise bizimkiler Basurlu kabız olduğumu söylemişlerdi. Yeni bir hastalık üretmişlerdi heyecandan. O an karnım ağrımaya başlamıştı işte... Saba Tümer'in programı tüm yılışıklığıyla devam ediyordu. Çok güzel çaldığımızı ve çok başarılı olacağımızı söylemişti. Son anlara doğru grubun ismini sormuş, bizimkiler birbirlerinin suratlarına bakmaya başlamıştı. İçimden defalarca ''Galoş'' lafını geçirmiştim. Oya sonunda bir şeyler söylemişti. ''Galoş''... Sevinçten kanepenin üzerinde takla attığımda annem mutfaktan kafama doğru falsolu bir şekilde terlik atmış, beni kafamdan vurmuştu. Programdan sonra toplantı için yine sınıftaki çöp kutusunun etrafında buluşmuştuk. ''Bence daha dikkat çekici bir şarkı söyleyip, Okan'ın programına konuk olmalıyız'' demişti Oya. ''Şebnem Ferah'' demiştim ben de. Herkes yutkunmuş, sesi kısık bir şekilde ''Saçmalama'' demişti. Ben Oya'ya baktım Oya bana. Ben O'na baktım o bana. Ben ona yine bakarken gözünün hemen altında bir kirpik vardı. Aldım onu alt mı üst mü diye sordum. Dilek tuttu ve üst dedi. Üst çıktı. Biz 4 erkek hep bir ağızdan ''ne tuttunn'' diye bağırdık o ise ''Hadi müzik yapalım demişti. Tam kutunun oradan ayrılırken Tahsin ''beni bırakın burda, ucum kırıldı yine, bensiz dönün sıralarımıza'' demiş bizi iyice duygulandırmıştı.
   Şebnem Ferah'ın Hoşçakal şarkısını cover'lıyorduk. Bizim için çok zordu. Ama sonunda başarmış, videoyu internete koymuştuk. Büyük gün gelmişti. Okan Bayülgen Şebnem Ferah'ın da konuk olduğu programa bizi çağırmıştı. Oya ve ben soğukkanlılığımızla bilinen insanlarken, Okan'ın teklifi sonrası önce kolbastı oynamış sonra Harran Ovasından figürler sergileyip bir de Ege yöresinden oynamıştık... Yine sınıftaki çöp kutusunun etrafında toplanmış, programa nasıl gideceğimizi düşünüyorduk. Oya'nın babası bizi bırakabileceğini söylemişti ama biz kabul etmemiştik. Büyük gün gelmişti. Metrobüs durağında metrobüs beklerken aramızda oluşan aile bağı bizi birbirimize iyice bağlamıştı. Metrobüs sonunda gelmişti. Çok şaşkındık. Metrobüs bomboştu. ''Olum boş metrobüse binilmez, gelin inelim. Koltuk altı kokusu bile yok olum burda'' demişti Tahsin. ''La gelin şuraya belki bizim için özel tutulmuştur bu metrobüs'' derken neden boş olduğunu anlamıştım. Vatan Şaşmaz ön taraflarda oturuyor, millete sırıtıyordu... Okan Bayülgen'in programına vardığımızda saat henüz 10 du. Sabah 10. Geç kalmamak için çokça erken gelmiştik. Zaman geçmiş program başlamıştı. Şebnem Ferah tüm güzelliği ile oradaydı. Hepimiz kıyafetlerimizi giymiş, şarkımızı söylemeyi bekliyorduk. Oya bir kaç dakika sonra gelmişti. Muhteşem bir elbise ile inanılmaz derecede çekici görünüyordu. Sanırsam içimdeki o minicik duygu kocaman bir ergen olmuştu... Reyhan bize zaten playbek söyleyeceğimizi bu yüzden heyecanlanmamız gerektiğini söylemişti. Önce şaşırmış sonra da karşı çıkmıştık.''Hayırr biz canlı söylicez kadınn!'' dediğimizde ise bize kızmıştı. Reklama gidildiğinde Okan ile konuşmuş, o da bunun mümkün olmadığını söylemişti. Tek çare olarak Şebnem'in yanına gitmiş saatlerce yalvarıp bacaklarına sarılmıştık ama işe yaramamıştı. Son olarak ''The Galoş''un imzalı fotoğrafını verdiğimizde ise Okan ile konuşmaya gitmişti.
   Ve sıra bize gelmişti.
   Hııhımm...Mmmııhh..Hıhıhhımm..Seniiii ararken kendimiiiiii kayyyybetmekten yoruldum...
   Oya harika söylemiş, biz harika çalmış, herkes bize hayran kalmıştı. Okan Bayülgen ilk kez bir şarkıyı bu kadar beğendiğini söylemesi yetmezmiş gibi Şebnem Ferah'da düet teklifinde bulunmuştu. Çok şaşkındık. O gün bütün Türkiye bizden konuşuyordu. Cuma günüydü. Twitter'da çok fazla konuşuluyorduk. Ekşi sözlükte ise gelmiş geçmiş en çok entry girilen konu olmuştuk bir anda. ''Yaaa siz nasıll bişisiniz böyleee yaaa ? Hiiiiihh. Aaaaa. Reyahn, çok fena değil mi bunlar ya ? '' demişti. Okan Bayülgen. ''Sizin adınız ne peki diye de eklemişti. ''Galoş'' demiştik. ''Taaamammmm. Taaammaamm. Kesin alkışlamayı... Albümünüzün bütün masrafları benden demişti bir de Okan'cığım.
   1 hafta sonra albümü yapmıştık. Şarkıların hepsi cover'dı. Albüm yurt dışına da yayılmıştı. Türkiye'de bir numaraydık. 1 ay sonra Jastin Bibır'ın yerine bizim şarkılarımız youtube de 55 milyon layklanmıştı. Avrupa'da turnelere başlamıştık. Her ünlü insan gibi bizde bağımlı olmuştuk. Biz sigaraya, uyuşturucuya, alkole bağımlı değildik. Jelibon'a bağımlı olmuştuk. Bütün paramızı jelibona yatırıyor, tüm ülkelerde bize ait jelibon fabrikaları kuruyorduk. Hatta yaptığımız 5. albümün adı da jelibon olmuştu. Paramız azalıyor, aramızdaki arkadaşlık sönüp gidiyordu... Irak'ta yaptığımız bir konserde ise ben arkadaşlarımı kaybetmiştim. Irak'ta kimse beni tanımıyordu. Bu yüzden Türkiye'ye dönmem 1 ayımı almıştı. Döndüğümde ise eskisi kadar ünlü değildim. Piyasa Demet Akalın'a, Serdar Ortaç'a, Halil Sezai'ye kalmıştı. Türkiye'ye geldikten 3 hafta sonra arkadaşlarımı aramış ama bir türlü bulamamıştım. Fakirleşiyordum iyice. Sonunda ana ocağına dönmüştüm. 2 ay sonra arkadaşlarımı bulmaya yine devam ediyordum. Sonunda bu işten umudumu kesmiştim...
   Eski okulumun önünden geçerken sınıfıma, çöp kutusunun oraya gitmiştim. Koridorda Oya'nın berrak sesi yankılanıyordu. Fırat'ın ağlamaklı sesi, Mümtaz'ın ortama yaydığı koku ve Tahsin' nin suskunluğunu hissedebiliyordum. Koşarak yanlarına gitmiştim. Jelibon çekiyorlardı yine namızsızlar. Arkadaşlarımı çöp kutusunun orada bulmak benim için çok güzel bir şeydi. Önce sarıldık, sonra da ağlaştık. Geçen yıllar hakkında konuşmuştuk. Sonra arayı açmamak dileğiyle birbirimizden ayrılmıştık... Ben ise çöp kutusunun içindekileri konteynıra boşalttıktan sonra çöp kutumuza sarılıp onun içine galoş koymuştum. O gün onun içinde uyumuştum.

-titiemre
Diğer yazıları için tıklayın.
Görsel: Umut Sarıkaya

(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş:

2012: ocak-mayıs analizi


Normalde sene sonunda topluca bir yazı yazarım ama hem boşluk hem de 2012 in daha ilk yarısında çıkan olağanüstü albümler bizi bu yazıya yöneltti efendim. Şahsi zevklerime göre (her zamanki gibi, altını çizerek) 2012 nin Mayısa kadar olan ilk yarısında çıkan dikkat çekici işler:

Lion's Roar - First Aid Kit (Wichita)



İsveçli folk ikilisi hep işaret ettikleri Amerikan folk/country kültüründen aldıkları ilhamı Avrupai bir dokunuşla harmanlayınca sonuç inanılmaz olmuş. Geçmişe saygıyı esirgemeden progresif olabilmek belkide en zor şey günümüzün müziğinde, ve folk (zaman zaman country) gibi belli dönemlere atfedilen bir müzik türüne teknoloji çağında modern bir yorum katabilmek oldukça etkileyici. Country müzikte artık unutulmaya yüz tutmuş karanlık temaları işleyen Lion's Roar zengin enstrüman aranjmanları ile de dikkat çekiyor. Avrupai kökleri de albümün her köşesindeki müzikal detaylarda bulmak mümkün..

Young & Old - Tennis (Fat Possum)



Soğuk Şubat günlerinde piyasaya çıkmasına rağmen Young & Old deyim yerindeyse "easy listening/feel good" tadında, tam bir yaz albümü. Reggae ye yaptığı ince dokunuşlar ve 'reverb' e bulanmış pop 'sound' uyla zaman zaman 2011 de çıkış yapan Cults'u da andırıyor Tennis 2. albümünde. Şahsen ilk dinleyişten itibaren samimiyetine bayıldığım bu albümü ben güneşli yaz günleri için dolapta tutuyordum bir süredir, şimdi tam zamanıdır, önümüzdeki bir kaç ayın soundtrack i olmaya aday, eğlenceli bir albüm.


Silent Hour/Golden Mile - Daniel Rossen (Warp)



Şanlı Grizzly Bear'imizin üyesi, kendine has tarzıyla günümüzün önde gelen gitaristlerinden Daniel Rossen, Grizzly Bear in 2012 sonunda beklenen yeni albümünden önce ilk solo çalışması olan Silent Hour/Golden Mile ı çıkardı. 5 şarkıdan oluşan EP bu haliyle bile 2012 in en kaliteli müzikal çalışmalarından biri olmaya aday. Bu EP nin internet üzerinde çeşitli sitelerde karşılaşabileceğiniz analizleri (ki genelde aldığı yorumların çoğu övgülerle dolu) hep Rossen'i bir nevi 70 lerin pop müziğini canlandırmaya çalışan modern bir George Harrison olarak etiketlemeye çalışıyor. George Harrison etkileşimi -özellikle 'Silent Hour' da- çok açık olsada, Rossen i ve müziğini başka şeylere benzetmeye çalışmak iyi anlamda olsa bile haksızlık olur. Bu EP yi ilk dinleyşinizden itibaren anlayacaksınız, jenerasyonumuzun en etkili şarkı yazarlarından biriyle karşı karşıya olduğunuzu. Adeta nefes alan, acelesi olmadan örülen bir birine giren ama bütünlüğü sağlayan armoniler, yalın zaman zaman abstrakt ama yürek burkan bir söz yazımı, ve duyduğunuz anda bu Daniel Rossen diyebileceğiniz bir gitar tekniği.. Her anı kulaklar için bir şölen, özellikle şarkıları cilalayan sonik detayları takip etmekten hoşlanıyorsanız.. Çıktığı gün dinleyebildiğim için kendimi şanslı hissettiğim, yaşasın 2012 dedirten bir albüm. Sağol var ol Daniel Rossen, yarattığın için, gerçek anlamda.


Break It Yourself - Andrew Bird (Bella Union)



Andrew Bird hayran bırakmaya devam ediyor. Break It Yourself yavaşça gelişen hikayeleri, geniş bir sonik kadraja yayılan atmosferi ve içgüdüsel bir şekilde şekillenen temaları ile minimalizm le 'ambient' suların kıyılarında geziniyor. Bu yönden punk'ın içgüdüsel, primitif yaklaşımını folk paletinde yorumlayan Yann Tiersen'in 2010 çıkışlı Dust Lane ini de hatırlatıyor. 1 saati aşkın süresiyle modern müzikte uzun soluklu sayılabilecek bir yapıya sahip olan Break It Yourself, Bird ün acelesi olmadığını gösteriyor. Her yönüyle Amerikan müziğinde folklör-ozan sinerjisini en etkili şekilde 2000 li yıllara taşıyan sanatçı rolünü daha da pekiştiriyor Andrew Bird. 2009 un Noble Beast'ine göre kesinilkle daha minimal, sade kurallar temel alınıyor. Sözler le doğru orantılı olarak bahsettiği sahneleri enstrümanlarla neredeyse teatral bir ruhla canlandırması, belkide Anrew Bird ün klasik eğitimine karşı bir saygı duruşu yorumunu da yapabiliriz. Belli şarkılarda Bird ün daha önceki albümlerine nazaran, Güney ABD nin müzik kültürüyle daha detaylı bir ilişki görmek de mümkün.



Blunderbuss - Jack White (Third Man / Columbia)




Blunderbuss, son 20 yılda gerçek rock müziği ayakta tutan sayılı isimlerden Jack White'ın kariyeri boyunca parçası olduğu projelerden tatlar sunmasının yanında, sanatçının daha önce hiç görmediğimiz yanlarınıda paylaşıyor. White'ın alışılmış kan ağlayan gitarlarının yanında, blues (ama old-school blues) öğelerinin belli şarkılarda neredeyse takıntılı (iyi anlamda) bir şekilde takip edilmesine White'ın hafiften retro prodüksiyon seçimleri eklenince ortaya enteresan sonuçlar çıkıyor. Aynı zamanda burda Jack White'ı orkestrasyonu ve aranjmanları yönetirken görmekte ayrı bir zevk: kendi yarattığı nostaljik müzikal dünyada daha önce hiç olmadığı kadar ayrıntılara dikkat eder ve kişisel buluyoruz White ı. Nashville, Tennessee de kaydedilen albüm bölgenin müzikal kültürü, Chet Atkins, Johnny Cash gibi figürlerin meşalesini bir nevi taşıma görevini üstlenirken, modern zamanlarda da bu kültürü geleceğe taşıyacak bir köprü olarak da duruyor. Ama günün sonunda bu albümü açıklayacak tek şey: kelimenin tam anlamıyla, rock'n roll.



Dr. Dee - Damon Albarn (Parlophone)



Blur, Gorillaz, The Good, The Bad & The Queen. Britpop, trip-hop, dünya müziği, rock müzik, elektronik müzik. Müziğe bu kadar farklı kollardan inanılmaz sayıda değerli eser bırakmış Damon Albarn, 2011'de sahnelenen, Ulusal İngiltere Opera'sı tarafından komisyonu yapılan Dr. Dee ile klasik müziğe de adım attı. Yaklaşık bir sene sonra ise Dr. Dee Operası'nın soundtracki, yani ana aria ların daha sade stüdyo kayıtlarının bulunduğu bu albüm çıktı. Özellikle Henry Purcell ve Handel in romantizminin izlerinin de görüldüğü klasik müziğin yanında, İngiliz-folk türünün kaliteli bir örneği Dr. Dee. Damon Albarn'ın 'Apple Carts' da etkileyici bir şekilde enstrümentasyon a dahil ettiği ney gibi, bazı parçalarda doğu elementlerinin cesur kullanımıda ('The Moon Exalted' daki kanun) Albarn'ın geniş müzikal yelpazesini ustaca kullandığını gösteriyor. Opera şan sanatçılarının yanında Albarn ın sigaradan pürüzlü bas sesini duymakta hoş. 'Saturn' gibi bazı parçalarda Albarn'ın klasik müziğin sınırlarınıda progresif bir yaklaşımla sorgulaması gerçekten gerçek yaratıcılığı takdir eden müzik severleri heyecanlandıracak türden bir hareket. Damon Albarn, Dr. Dee ile müzik dünyasına artık kalıcı izini bırmıştır diyebilirz. 2012 nin Mart'ında çıkan bir başka albümde ise Albarn'ın iki diğer efsane, Tonny Allen ve Flea ile birlikte Rocket Juice & the Moon adı altında kaydettiği albüm yayınlandı. Adam durmuyor.




In The Belly Of A Brazen Bull - The Cribs (Wichita)



Wakefield'lı kardeşlerin senelerdir varmaları beklenen noktaydı bu. Potansiyelleri altın da ezilen grupları çok gördük - özellikle 2002-2009 arası ingiliz rock ında- ama sonunda bir grubun büyürken gelecek vaad eden statüsünden çıkıp vaad ettiği büyüklüğü yaşayıp yaşattığını görmek, işte bu eğer senelerdir takip ettiğiniz bir grupsa oldukça zevkli bir şey. İlk 2 albümü lo-fi garaj tınılarıyla geçirdi Cribs. 3. albümde prodüktörlük koltuğuna oturan Alex Kapranos Jarman kardeşlerden bir Franz Ferdinand yaratmaya çalıştı, 4. albüm Ignore the Ignorant ise bir indie şaheseriydi ancak bu albüm sürecinde tarihin en iyi rock gitaristlerinden efsanevi Johnny Marr'ın 4. eleman olarak gruba katılması yine gerçek Cribs ruhunu perdeleyen bir faktördü. Geriye baktığımızda kötü bir albüm yok, ancak In the Belly of a Brazen Bull, 3 kardeşi gerçek kimliklerini, oldukça kaliteli bir prodüksiyonla bulurken yansıtıyor. Olgunluk dönemindeki Cribs eskisi gibi sert hatta daha sert, sahaya hala ölüm-kalım mentalitesiyle çıkıp kulaklarda marş tadında yankılanan oldukça fiziksel melodiler bırakıyorlar. Ancak farklı olan, şarkı formlarındaki olgun seçimler, melodilerde takip edilen yenilikçi yollar, ve artık hiç bir Cribs şarkısının "daha önce bir yerlerden duymuştum" etkisi yaratmaması. The Cribs in şu ana kadarki en sert albümü diyebiliriz. Ve her şeyden önce bu bir punk albümü, vasat Amerikan sanatçıların tekeline düşen bir türün İngilterede canlanmasına tanık oluyoruz.

Aykut İmer

(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)

paylaş:

adalar: büyük ada'nın sırrı, bölüm: 1, kısım: bölüm 1'in başlangıcı

Bağcılar-Kabataş tramvay hattına binip oradan da vapurla büyük adaya gidecektik. Pazar günüydü. Güneşli ve güzel bir hava. Sevdiğim kıza açılabilmek için süpersonik bir ortam olacaktı. Sınıfça gideceğimiz bir geziydi. Bu yüzden boş anımız hiç olmayabilirdi. Ama umutluydum. En güzel kıyafetlerimi giymek için halıyı açtım. Altında temiz iki tane çorabım vardı. Kıyafetim falan yoktu anlayacağınız. Çaresizdim. Hem parasız hem de kıyafetlerini halının altında saklayan biriydim. Pencereden insanlara bakıp onları kıskanmaya başlamıştım. Kıyafetleri pahalı ve markaydı. Geziye gidemeyeceğim için üzgündüm. Gözümden bir damla yaş düşmüştü. O damla, tam ayağımın altında ki karınca yuvasına düşmüştü. 1 kaç saniye sonra yuvadan çatıya uzanan bir sarmaşık ortaya çıkmıştı. Sarmaşık tavanı delemediği için duvarda ki soba borusu deliğinden yan odaya oradan da delik kapıdan çatıya ulaşmayı başarmıştı. Olanlara anlam verememiştim. ''Nereye gidiyo ulen bu sarmaşık'' diyerekten otu takip edip çatıya çıkmıştım. Sarmaşığın tepesinde 1.60 boyunda, lise üniforması giymiş genç bir nene vardı. Sarmaşıktan uçarak yanıma inmişti. Şaşkındım. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğun üstünde de bir yıldız. ''Bana 70 lik rakı, beyaz peynir ve iki paket sigara bulursan seni büyük adaya en güzel kıyafetlerle gönderirim'' dedi. Şaşkındım. Benim büyük adaya gideceğimi nereden biliyordu? Neden liseli forması giymişti? Genç kalmayı nasıl başarmıştı? Böyle pasta yapmayı nereden öğrenmişti?
Soruların cevapları önemli değildi. İstediği şeyleri almak için tekele gitmiştim. Veresiye yapamayacaktım. Ama istenilen malzemeleri almak zorundaydım. Tekel sahibi Meriç dedeye ''Meriç abi üst sokakta su borusu patlamış! Kepçeler her yeri kazıcak. Kepçe yarışları var yukarıda, koş koş yarış!'' demiştim. Meriç dede Türkiye'nin ilk Meriç'iydi. Meriç dede yaşının tam tersine çok hızlı bir şekilde dükkanı terk etmişti. Zamanım kısıtlıydı. Malzemeleri alıp fazladan da bir çikilita almıştım. Son olarak da veresiye defterinden kendime ayrılmış 4 sayfayı yırtıp evimin yolunu tutmuştum. Yaşlı teyze malzemeleri görünce sihirli değneğini kulağıma ve burnuma sokup ardından kafama vurmuştu. 2 saniye içinde kendi pisliğim ile çok şık olmuştum. Bana bir tane de içinde 50 dolar olan bir akbil vermişti. ''Oğlum sana yaptığım bu iyiliklerin değerini bil. Kızı sevdiğini söyle. Ayrıca akşam namazından önce evde ol'' dedi. ''Gece yarısından önce değil mi o ?'' dedim bende. ''Hayır. Ben Türkiye'de çalışıyorum. Avrupa da öyle. Haydi uç git buralardan.'' dedi. ''Unutma akşam namazından önce burda ol ol ol ol lol lol...'' diye de ekledi.
Okulda buluşacaktık sınıf olarak. Okula varmadan önce ona nasıl açılacağımı hayal ediyordum. Yolda onu görmüştüm. Ne kadar şık olduğumu söyleyince popom kalkmıştı. Havalara girmiştim. Okula varana kadar çok güzel bir şekilde muhabbet etmiştik. Okula vardığımız da çoğu kişi gelmiş ve 15 dakika sonra yola çıkmıştık. Tramvayda yanına oturmayı planlıyordum. Ama olaylar istediğim gibi şekillenmemişti. Tramvayda çok sayıda insan az sayıda oturacak yer vardı. Neyse ki boş bir yer bulmuş, yanıma gelmesini beklemiştim. Ama birden bir şey beynimi kemirmeye başlamıştı. ''Kalk oradan dan dan dan...'' Birisi beynime girmişti sanki. Etrafıma bakıp olanları anlamaya çalıştım. Bir sürü bana bakan yaşlı insan gözüyle karşılaşmıştım. O kadar çoktular ve etkili bakıyorlardı ki beynime girmeyi başarmışlardı. Sonunda oradan kalkmış, bütün yolu ayakta geçirmiştim. Tramvay yolculuğum bittikten sonra vapur maceram başlamıştı. Param vardı ama simit almamıştım. Bunun yerine vapuru didik didik edip yarısı yenmiş simitler arıyordum. Simitler taş gibiydi, simitler ıspanak rengindeydi. Martılara simit atıyor hepsinin ölümüne neden oluyordum. Simitler adeta nükleer bir silah haline gelmişti. Denize attığımda ise kısa süreli bir yeşillik etrafı kaplıyor ardından balıkların hepsi yüzeye çıkıyor daha doğrusu ölüyordu...
Sonunda büyük adaya ulaşmıştık. Her yer insanla kaynıyordu. Çoğu da turistti. Üzerimdeki şıklığın etkisinden mi bilinmez hemen insanların bol olduğu yerlere koşmuştum. Hocam arkamdan ''oğlum gel buraya yok yazarım seni'' demişti. Yerde duran bir bisikleti alıp hemen pedal çevirmeye başlamış adayı keşfetmeye çalışıyordum. 20 dakika sonra açlıktan midemde ki senfoni orkestrasını durdurmak adına bir kuyrukta beklemeye karar vermiştim. İnsanların neyi beklediğini bilmiyordum. Etrafımda bakkal falan da yoktu. Sıra elektrik faturasını ödeyenlerin beklediği sıraydı. Tekrar bisikletime binip yokuş aşağı sürmeye devam etmiştim. Bilmediğim yerlere giriyordum. İnsanlar git gide azalıyordu. 20 dakika sonra kendimi bir kumsalda bulmuştum. Bu kumsal Sörveyvır'ın çekimlerinin yapıldığı kumsaldı. Açtım, yemek bulmam gerekiyordu. ''Oyunlara katılmak istiyorum Acun Beyy '' diye çemkirmiştim. Acun yanıma gelip beni süzdükten sonra oyunlara katılmama izin vermişti. İlk oyunun ödülü tuvalet kâğıdıydı. Boşuna kazanmıştım. İkinci oyunda ise tükenmez kalem vermişlerdi. Yine boşuna kazanmıştım. Son oyunda ise bir dana vermişlerdi. Yine boşuna kazanmıştım. Danayla bir şey yapabilirdim. Onunla bir şey yapmalıydım. Dana ile göz göze gelmiştik. Benden kaçmıştı ama sonra onu yakalamıştım. Ona ne yapacağımı anlamıştı herhalde. Çok açtım...
Bisikletimle birlikte tekrar dananın üzerinde insanların olduğu yerlere dönüyorduk. Ayaklarım ağrıdığı için dananın üzerinden seyahat ediyordum. Sonunda bir bakkal bulmuştum. Karnımı iyice doyurduktan sonra bir şey yapmayı unuttuğumu fark ettim. O'na açılmayı bırak yanında bile olamamıştım 5 saattir. Hemen sınıftakileri bulmaya çalıştım ama sonuç hüsrandı. İskelenin orada beklemeye karar verdim. Buraya geleceklerdi. Yarım saat sonra sınıfça iskeledeydiler. Hocam sürekli nerede olduğumu sorup duruyordu ama zamanım azdı. Onu bulup açılmam gerekiyordu. Ama vapurun kalkış saati gelmişti. Vapurun içi tıklım tıklımdı. Sınıfça boş bir yer bulup orada pineklemeye başlamıştık. Bizimkiler yavaş yavaş martılara simit atmaya gidiyordu. Az kişi kalmıştı. ''Dolaşsak mı biraz?'' demiştim. Kafa sallamıştı. Merdivenden inmiş, oraya buraya girmiş ama bir türlü sessiz bir yer bulamamıştık. Sonunda kaptanın odasına girmiştik ama kaptanın kendisi yoktu. Vapur kendi kendine gidiyordu anlaşılan. Bunu sorun etmemiştik nedense. ''Ee naptın bugün, hiç gözükmedin?'' dedi. ''Benn şey yaptım, yarışma vardı ona katıldım'' dedim. ''Ciddi misin ''demişti. ''Hee'' diye yanıtlamıştım ben de. Uzatmaya gerek yoktu. ''Ben seni çok sev...'' TAKKK!!! Bir şeye çarpmıştık. Hemen dışarıya baktım ki önümüzde kocaman bir gemi vardı. Çarpmak üzereydik. Hemen rotayı sağa çevirmeliydim. Dümeni aradım yoktu. Onun yerine iki tuş vardı. Bir çarpma anında sağa kayma diğeri ise çarpma anında yolculara 'ölüyoruz' ikazında bulunan düğmeydi. Yanlış düğmeye bastığımda insanların bağrışmaları ve küfürleşmeleri hoşuma gitmişti. Sonra doğru düğmeye basarak vapuru çarpmaktan kurtarmıştım. O boynuma atlayıp ''Kahramanım'' diye bağırdı. Kısa bir sessizlik olmuştu. ''Bir şey söylüyordun'' diye ekledi sonra. ''Seviyorum seni'' dediğim anda akşam namazı okunmaya başlanmış kıyafetlerim kaybolmaya başlamıştı. Altımda bana ait içlik olmasa rezil olurdum. Yine rezil oluyordum gerçi.
Beni böyle görünce yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. ''Gitme'' diye çemkirdim.'' Sana bir şiir yazdım.'' dedim. ''Söyle'' dedi.
 
   Sen ayda ki ışık
   Ben elinde ki kaşık
   Bak ne kadar olmuştum şık
   Oldum sana aşık!

Tekrar boynuma sarıldı yine tek ayak havada ''Kahramanım'' dedi. İskeleye yanaştığımız da bir an için yanımdan ayrılmıştı. Takip ettim. Korktuğum şey başıma gelmişti. Kaptana vurulmuştu. İskeleye onu beklemeye döndüm. Yanıma geldiğinde suratına gülümseyip onu denize atmıştım. Herkes şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ben ise beyaz içliğimle olay yerinden topuklarımı kıçıma vura vura kaçıyordum.

Emre Yıldız
Diğer yazılarını okumak için tıklayın.



(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş:

açılamamak



İş yerinde bulunduğum mevki ile sevdiğim kızın mevkisi arasında dağlar vardı. Ona açılmama nedenlerinden bir tanesi de buydu. Ben çaycı o ise genel müdürdü. Çalıştığım şirket Sola Tuvalet Kağıtçılığı'ydı. Kendisine bu zamana kadar hiç çay götürmemiştim (tam beş yıl). Kendine ait çaycısı vardı, özel çaylar yapan. Ben ise su kaynatmayı yeni öğrenen bir çaycıydım. Bugün çaycısı cırcır olduğu için gelememişti. Benden egzotik bir çay istediğini ve tam 5 dakika sonra odasına getirmemi istemişti. Heyecanlıydım. Onu ilk kez bu kadar yakından görecektim... Benden egzotik çay istemiş, ben ise kaçak çayın bol olduğu bir çay ile odasına girmiştim. ''Girebilir miyim?'' dedim ses gelmedi. Bir göz işareti ile çayı nereye koyacağımı göstermişti sadece. Ona doğru yaklaşırken güzelliği karşısında hayretler içinde kalmış ve ağzımdan yanlışlıkla ''at'' lafı çıkmıştı. Birden kafasını kaldırıp, gözlüklerinin arkasındaki yeşil gözlerle bana bakmıştı. ''Kaç'' dedi. ''1 lira çay'' dedim. Uzun bir sessizlik oldu. Holding sahibi olan insana, kendi şirketinde 1 liraya kaçak çay satıyordum. Sessizliği bozan o oldu. ''At mı dedin sen bana ?'' dedi. ''Bbbbennn sadeceee'' diye kekeledim. ''Bbben sadece atımı özledim'' diye cevap verdim. Gözlüğünü elinde döndürerek, ''atın mı var senin?'' diye sordu. Muhabbeti sürdürebilmek için konuşmalıydım ve ''Evet hem de çok özel bir at'' dedim. ''Atın nerde peki, köyde falan mı?'' dedi.''Hayır evimde'' dedim. Güldü. Bir kez daha gülüşüne aşık olmuştum. ''Tamam çıkabilirsin'' dedi.
Saçmaladığımı evimde Bugün Ne Giysem'i izlerken ''Bizimlesin'' lafından sonra fark etmiştim. Onunla konuşmam gerekiyordu. Güldürmek zor olmamıştı. Muhabbet kurmalıydım. Hemen feysbuktan ''Sevinç Gözyaşı'' nı arattım. 3 tane Sevinç Gözyaşı çıkmıştı. 3'ünü de ekledim. 3'ü de kabul etti. İlkinin paylaşımlarından 14 yaşından olduğunu anlamıştım. Diğeri ise dakikada 40 tane Serdar Ortaç parçası paylaşıyordu. Onu hem sildim hem de feysbuka pornografi diye şikayette bulundum. Diğeri ise tanıdığım Sevinç Gözyaşı değildi zaten.
Ertesi gün şirkette bir panik havası vardı. Herkesi toplantıya çağırmışlardı. Beni bile. Şirket batıyordu. Kimse bizim tuvalet kâğıdımızı almıyordu. Herkes daha yumuşak olan, daha çok katlı olan ve daha desenli olan tuvalet kâğıdını alıyordu. Baş düşmanımız olan Solo'nun tuvalet kâğıdını alıyorlardı. 50 kişilik toplantı odasında herkes ellerinde ayfonlarla, tabletlerle angari börds oynuyordu. Hiç biri telaşlı değildi. Ben de 3310'umla yılan oyunu oynuyordum. Sonra Sevinç Gözyaşı odaya girdi ve bir şeyler söyledi ama kimse onu takmıyordu. Bir şeyler daha söyledi ama yine kimse onu dinlemedi. Ondaki çaresizlik içimi parçalamıştı. Boğazımdaki balgamı temizleyip, masaya bir yumruk atıp ''İiiiissssyeeaaaannn'' diye bağırmıştım. Herkes susmuştu. Sevinç Gözyaşı kafasını sallayıp teşekkür etmişti.
''Son iki gündür hatta ne iki günü son iki ayda satış olmadı. Derhal bir çözüm bulmalıyız. Yoksa Angari Börds değil 3 ün 1 i ile oynarız.'' dedi. Şaşırmıştım. Herkes ortaya bir fikir atıyordu. Ama hepsi saçmaydı. Sonunda söz hakkı alıp konuşmuştum.
''Öncelikle Sola tuvalet kâğıdının rengini kahverenginden beyaza çevirmeliyiz. Sonra tek katlı değil çift katlı yapmalıyız. Belki de 3 katlı. Ayrıca bir pakette 72 tane tuvalet kâğıdı olması bizim işimizi zorlaştırır. Market poşetlerine sığmıyor bunlar.'' dedim. ''Peki ya kaç tane koyalım? '' dedi. ''10'' dedim. Herkes benim fikrimi anlamışçasına hee hoo huu hahaha şeklinde sesler çıkartıyordu. Sevinç Gözyaşı, fikirlerim karşısında etkilenmemişti. Son bir atakta bulunmalıydım. ''At'' diye çemkirdim. ''At kabartmalı tuvalet kâğıdı.'' Bu sefer şaşırmıştı. ''Hayvani duygularımızı ön plana çıkarmalıyız diyosun yani?'' dedi. ''Hayır'' dedim. ''Yani biraz evet, biraz hayır. Kâğıtların üzerine hayvan resmi koyup, hayvanlara olan sevgimizi yansıtmış oluruz. Böylece satışlarda yükseliş gerçekleşebilir.'' dedim. Piyasada böyle tuvalet kâğıtları vardı. Fikri kabul edip söylediklerimi gerçekleştirmek üzere odadan ayrıldı. Sonra herkes yanıma gelip beni tebrik etmeye başlamıştı.
2 ay sonra şirket batmıştı. Benim fikirlerim gayet güzel işliyor ama boynuzlu at resmi koymamız herkesin zoruna gitmişti nedense. Holding batmıştı. Sevinç Gözyaşı fakirleşmişti. Onu BİM’de alış veriş yaparken görmüştüm şirket battıktan 3 ay sonra. Süt ve süt ürünleri reyonundaydı. BİM'de raf olmadığı için onu rahatlıkla görebiliyordum. Yanına gitmeden önce çikilata almıştım. Yanına vardığımda beni gördüğüne şaşırmıştı.''Naber'' dedi. ''İiiilik'' diye zar zor cevap verdim. Bir kaç soru daha sordu ama onlara da zar zor cevap vermiştim. En sonunda ''gitmem gerekiyor, akşama köye gidecem hazırlık yapmam gerekiyor. Bir şey söylicen mi son olarak ?'' dedi. Ağzımdan bir türlü o lafı çıkartamamıştım. Kekelemeye başlamıştım ama. ''Sesesesesevinç, ben seni'', ''Evet sen beni'', ''ben seni çoğğğ'', '' evet sen beni çok'', ''ben seni çok sev'', '' evet sen beni çok sev''  sonunda söylemiştim.''Sevinç ben seni çok sevaplıyorum.'' demiştim. Bu kelime ağzımdan çıktıktan hemen sonra BİM'de ''Allah belanı versin'' parçası dört bir yandan çalıyordu. Sevinç Gözyaşı hızlı adımlarla yanımdan uzaklaşmış, ben ise Dost kova yoğurtlarının üzerinde baygın bir şekilde yatıyordum...


Emre Yıldız

(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş:

değişik dünyanın değişik aşığı


Akşamın 6 sında uyanmıştım. Tam 2 gündür uyuyordum. Yataktan çıkmasam bir 2 gün daha uyuyabilirdim. Bu yüzden ters takla atarak yataktan çıktım. Şaka şaka. 2 gündür uyuduğum için vücudum kendine gelememiş ve Ben-Ten'li yorganımla birlikte yere düşmüştüm. Karnım çok açtı. Aney aney diye bağırdım, ses gelmedi. Tekrar bağırdım yine ses gelmedi. Tekrar bağıracaktım ki salona gidip bakmak daha mantıklı geldi. Anam ve diğerleri evde yoktu. Bu demek oluyor ki alt komşuda bir kısır partisi vardı. Vücudum hala kendinde değildi. Sağ omuzum yüksek sol omuzum alçak kafam da yana kayık bir şekilde kıyafetlerimi giyip börekçiye yol aldım. Alt komşudan hiç ses çıkmıyordu. Bunu umursamadan börekçiye yürümeye devam ettim. Camdan kıymalı böreği gözüme kestirmiştim. İçeriye girip bir masaya oturdum ve ''Muzaffer ağğbi bir tepsi getirsene bana, içinde börek falan olsun. Vallahi çok açım. 2 gündür evde yemek vemi...'' kendi kendime konuştuğumu fark ettim. Dükkân bomboştu. Böreklerin yapıldığı beyaz kapılı odanın kapısını açıp ''Muzaffer ağğbi'' diye bağırdım ama kimse yoktu. Böcekler bile yoktu. Vitrinde duran börekleri yiyip bazılarını da cebime koyduktan sonra dışarı çıktım. Dışarıda ses yoktu. Diğer dükkânlara baktım onlarda boştu. Kuruyemişe girip kendime bir tane aysti alıp etrafıma bakmaya başladım. Her yerde muhteşem bir sessizlik vardı. Kale Center'a gitmeye karar verdim. Ayaklarım çok ağrıyordu ve yolda bir koyun birde bisiklet görmüştüm. Koyun yanıma gelip çoraplarımı yalamaya başladı. Çoraplarım koyunyünündendi. Bu yüzden koyun çoraplarımı bir arkadaşına benzetmişti herhal. Onun yanından uzaklaşıp bisikleti almaya gittim. Tam giderken koyun ''Meeeeeeehmet'' diye bağırdı. Adım Mehmet değildi ama yine de baktım. ''Bende geliyorum hacı. Bi sen sür bi ben'' dedi. ''Buyur gel, kim olursan ol yine gel. Gelirken yanında 2.5 luk kola al içeriz yolda'' dedim. Kale Canter'a giderken yollarda kapıları açık bir sürü araba vardı. Her yer yine sessizdi. Evlerin ışıkları yanık, ama içleri bomboştu... Kale Center'a vardığımızda koyun benle gelmemişti. ''Çimenleri koruyacam ben hacı, gir sen içeri'' dedi. Kale Canter'a girdiğimde içerisi bomboştu. Bu demek oluyor ki Güngören de bir şeyler olmuştu. Belki de dünyada bir şeyler olmuştu. 21. yüzyılın Güngören'in de, saat 19 da Kale Canter bomboştu. Bu boşluktan  faydalanmam gerek diyerekten Collins'den girip D&R dan çıkmıştım. Kale Canter'dan çıkıp koyunumun yanına gitmiştim ki o da ne? Bir yaban çakalı koyunuma göz dikmiş ve bağırışmalar geliyordu. ''Hayır, neyi paylaşamıyorsunuz'' diye bağıra bağıra yanlarına koştum. '' 4+4+4 hakkında sen ne düşünüyorsun'' diye araya girdi koyun. Şaşkın bir şekilde olayları anlamaya çalışıyordum. Yaban çakalının boynunda ''Güngören Muhtarlığı İlçe Gençlik Kolları” şeysinden vardı.  Yaban çakalı araya girdi ve ''bence bu eğitim sistemi bizim refah sevi...'' cümlesini bitirmesine izin vermeden koyunumu alıp oradan uzaklaştım. Delirdiğimi düşünmeye başlamıştım. Bir yaban çakalı ile 4+4+4 ü tartışmak iyi bir şey değildi. Saat 19:45'e geldiğinde bir ıslık sesi duydum. Etrafıma baktım kimseyi göremedim. Islık sesi tekrar geldi yine kimseyi göremedim. Ardından birisi yukardan kafama bir kova su döktü. Sırılsıklam olmuştum.''La oğlum kaç saattir ıslık çalıyorum sen neden bakmıy...''dünyadan kopmuştum. O an hiç beklemediğim bir şekilde âşık olmuştum. Bir şeyler söylüyordu ama ben dünyadan kopmuştum. Aval aval suratına bakıyordum. Sonra içeri girip Erikli Damacanasını getirip üzerime döktü. Sırılsıklam âşık olmuştum. Sonra tekrar dünyaya döndüm ve  ''çabuk şu sarı kapının 5. ziline bas, saat 8 olacak çabuk'' dedi. Koyunumu alıp kapıya yöneldim ve zile bastım.''Kimoo'' diye bir erkek sesi gelmişti. Yoksa gerçekten bir erkeğe mi âşık olmuştum diye kala kaldım.''Bbbben'' diye kekeleyerek cevap verdim. Otomatiğe bastı ve içeriye girdim. 3. kata çıkıp zile bastım. Koyunumla beraber balayına çıkan çiftler gibiydik. Kapı ağır çekimde açılıyordu. Önce kısa sarı saçlarını gördüm. Sonra beyaz tenini… Sonra bıyıklarını ve birleşik kaşlarını gördüm. Kapı hala ağır çekimde açılıyordu. Dayanamayıp kapıya tekme attım ve  ''burada bir kız vardı'' diye çemkirmeye başladım, koyunumu balkona doğru gönderirken.
Gözlerim yanlış görmüş olamazdı. Bir kız olmalıydı. Karşımda ki adam konuştu:''Gel gel, yorulmuşsundur. Nasıl kurtulmayı başardın? Geç içerde biraz dinlen.'' dedi. Konuşan adam adeta hiç sahip olmadığım dedem gibiydi. Kendisine dedoli demek istiyordum... Holden geçerken bir oda da bir sürü tabanca, bomba, otomatikli silah, roket atar, boncuklu silah ve Hacı Şakir sabunundan görmüştüm. Hem de gül kokuluydu. Oturma odasında da silahlar vardı. Korkmuştum. Bellona koltuğuna oturup olayları anlamaya çalıştım. Oturma odası oturmak için çok büyüktü. Sanki bütün bina bu oturma odasından ibaretti. Odanı diğer tarafından bir kişneme sesi geldi. Bir at bize doğru koşuyordu. Oturma odasının büyüklüğünü anladınız umarım. Yoksa bir ata mı âşık olmuştum diye kendi kendimi yerken at da konuştu:''Hoş geldin hacı''... Sonra kapıdan o çıkageldi ve elim ayağım birbirine dolandı. Elinde iki tane silahla odaya girdi ve ''haydi zaman geldi'' dedi Beni kalbimden vuracağını sanmıştım. Dedoli kafasını salladı, ''sende içerden silah kap, çatıya çık'' dedi. Şaşkındım. Odaya gidip bende silah aldım ve çatıya çıktım. Saat 20:15 ti.15 dakika önce boş olan sokaklar şimdi bir sürü insanla doluydu. Güneş batmıştı. Geğirme sesleri geliyordu. Çatıdan aşağıya baktığımda her yerde insanlar vardı. Ama hepsi değişikti. İnsan değildi bunlar. O araya girdi. ''Zort adamlar uyandı'' dedi. Zort adamlar insanları yiyen ve hastalık bulaştıran bir şeydi.''Yarın buradan kaçıp çok uzaklara gideceğiz. Orada insanlar normalmiş, TRT RADYO da anonsu yapıldı'' dedi dedoli. Orası neresi dememiştim nedense. Jeton sonradan düşmüştü. Bütün insanlar zort adam olduğuna göre ailemde zort adamlar gibi olmuş olabilirdi. Önce biraz üzüldüm sonra da onların memlekette olmalarını diledim. Memleket lafı içimi ısıtmıştı. Bütün dertlerimi almıştı. Birden bir türkü patlatmak geldi içimden ama sonra geri kaçmıştı... Sabah olduğunda hazırlıkların tamamlandığını gördüm. Zort adamlar ortadan kaybolmuştu. Arabaya yüklenen eşyalara baktım. 32'li tuvalet kâğıdı, okumalık bir kaç kitap, şiir yazmak için bir kaç defter... Ve daha bir sürü ıvır zıvır. ''Silahlar nerede dedoli ''dedim. Bana tip tip baktı ve bir kaç dakika sonra bagajdaki her şeyi yere fırlatıp silahları yerleştirdi. Ayrıca bir tane daha 32'li tuvalet kâğıdı koymuştu... 64 tane tuvalet kâğıdı ile yola çıkmıştık. At ve koyunu ise arabanın üzerine yerleştirmiştik. Bir dakika sonra güvenli yer denilen yere Kale Canter'a gelmiştik.''Allah cezanızı versin, güvenli yer dediğiniz burası mı ?''diye çemkirdim.''Evet burası, beğenemedin mi ?'' diye yanıtladı o. ''Yoo güzelmiş aslında, ilk defa görüyorum burayı bilin mi Hacı'' dedim. O'na hacı dedikten sonra Allah'ın belamı vermesini istedim. Platonik aşkıma Hacı demiştim... Sonra cebinden BİM de satılan çikilatadan çıkartıp ''sever misin '' diye sordu. ''Sevmem Hacı'' demiştim ve belamın gelmesini beklemeden kafamı 64'lük tuvalet kâğıtlarının arasına sokup boğulmayı bekledim. Ardından dedoli gelip ''haydi gitmeliyiz buradan'' dedi. Arabayı ben kullanacaktım. Onları Tekirdağ'a götürme fikri yolun ortasında aklıma gelmişti...
Geceleyin de arabayı ben kullanıyordum. O yanımda, dedoli ise arka koltukta uyuyordu. Uyuduğundan iyice emin olduktan sonra ''Seni Seviyorum'' dedim. Bir yanıt bekledim lakin gelmedi. Uyumuş olduğunu hatırladım ve ''Seni seviyorum Hacı'' dedim. Uyandı.''Her şeyi duydum.'' dedi.''Her şeyyy mi ?'' diye değişik bir ses çıkmıştı ağzımdan.''Evet her şeyi, bana yine Hacı dedin.''dedi. Rahatlamalı mıydım üzülmeli miydim derken sabaha doğru köyüme varmıştım. Ailem sapa sağlamdı. Zort adam değillerdi. Aney aney diye yanına koştum. ''Nasıl böyle kalabildiniz'' dedim. Annem;1 değil, 2 değil, 3 değil, 4 değil, 4.5 değil tam 5 kavanoz bal ile her şey mümkün dedi. Şaşkındım. Balın gücünü bir kez daha anladım...
   Zort adamların olmadığı bir yerdeydik.1 hafta sonra yanıma gelip ''seni seviyorum köfte hor'' dedi. Şaşkın değildim.''Gel evlenelim'' dedim.''Haydi'' dedi. Saat 12 de sözlendik.1 de nişanlandık.1:30 da düğünlendik. Düğünde kardeşim zort adam olmuştu ama takı törenine yetişmişti...
   10 yıl sonra dünya yine zort adamlarla doluydu.3 çocuğumuz olmuştu. Alara, Dilara ve Kolera'ydı isimleri. Kolera repçi olmuş, Dilara spiker olmuş, Alara ise evde kalmıştı. Dedoli bir bakkal açmıştı. Koyun ve at ise evlenip çoluk çocuğa karışmak istemişlerdi. Ama bu zordu. Bu yüzden evlatlık bir midilli edinmişlerdi... Ben ise sokakta çiftçi, mutfakta yiyici, salonda izleyici yatak odasında ise köfte hor olarak hayatımı geçiriyordum...

Emre Yıldız

(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş: