yeşilçam: seks furyası




1960’lı yıllara kadar çekilen film sayısı ancak 100 rakamına ulaşabiliyordu. 1960 yılından sonra Yeşilçam’da çekilen film sayısı her geçen yıl daha da artmakta 200’lü 300’lü rakamlara kadar çıkış göstermişti. 1970’li yıllara gelindiğinde, televizyonun yoğunlaşmasıyla birlikte Türk sinemasında, salonlara seyirci bulamayan yapımcılar zor durumda kalmışlar çareyi “erotik/seks” filmleri çekerek seyirci toplama gayretine girmeye başlamışlardır. Bu zor dönemde ve sonrasında bu filmlerde rol alan birçok kadın ve erkek oyunculara ve bu filmleri yöneten yönetmenlere pekiyi gözle bakılmadı. Daha sonraki yıllarda ise furyaya katılanlar o günleri unutmayı daha uygun gördüler.
Erotik filmlere yönelmekle Yeşilçam Sineması kendini kurtaramadı, belki ömrünü biraz uzattı, ama sonuçta en azından bir sınırı aştı. Biraz zorlanarak sonraki dönemlerde cinselliğe karşı sergilenen daha çağdaş ve uygar yaklaşımla, konuyu yorumlamasına, hiç olmazsa görüntülenmesine doğru silinmez adımlar attı.

Erotik sinemanın yarattığı yeni yapılanma, beyaz perdelere yeni ve bu türe çok daha yatkın, tümden soyunan ve sevişen kadın oyuncular getirdiği gibi daha önce sinemaya geçen, çok sayıda başrol oynamış olan genç kız rollerinde ünlenmiş ya da Yeşilçam tarzı macera filmlerinde isim yapmış, genelde belirli bir ölçü içinde soyunan kadın oyuncuları da kullandı; bir bakıma onlara “yeni ufuklar” açtı. Seks furyasının öne çıkmasıyla birlikte ünlenen bir çok oyuncu bu furyayla birlikte ortadan kayboluyorlar, ancak bir dönem önceki profesyonel oyuncular ise ya furyadan yararlanıyorlar ya da furyanın içinde sürüklenip gidiyorlar. Bu seks furyası, ünlenmek için bir fırsat, daha çok film çevirme, daha sık başrol oynamak ve böylece gündeme gelmek, şöhreti yakalamak için bir avantaj olmaya başladı.
Erotik filmler, az sayıda isimlerin dışında yeni kadrolar oluşturmadı, çünkü bir tür olarak erotik sinema her şeyden önce, en azından yapımcıların maliyetlerini düşük tutmak açısından profesyonellere muhtaçtı. Furya bir iki çabuk sönen ya da normale dönen isim yarattıysa bile en çok kullandıkları daha önce de genelde farklı bir şekilde kullanılan, ister başrol, ister yardımcı rol oynasın, ister sinema ister tiyatro kökenli olsun oyuncular oldu...( Dr. Cengiz Özdiker)

Oksal Pekmezoğlu, Beş Tavuk Bir Horoz’la yeni bir moda başlattı. Ve bu “seks komedileri modası” Türk sinemasındaki bunalımı iyice körükledi. Bu seks furyası döneminde boy gösteren kadın ve erkek oyunculara ve bu yönetmenlere baktığımızda şu isimlere rastlıyoruz.

Erkek oyuncu kadrosunda yer alanların başlıcaları:
Sermet Serdengeçti, Ali Poyrazoğlu, Hadi Çaman, Tamer Yiğit, Seyhan Karabay, Ünsal Emre, Yalçın Gülhan, Salih Güney, İrfan Atasoy, Tugay Toksöz, Pekcan Koşar, Cihangir Gaffari, Mete İnselel, Aydemir Akbaş, Yüksel Gözen, İlhan Daner, Alev Sezer, Şemsi İnkaya, Yılmaz Köksal, Bülent Kayabaş, Özcan Özgür, Sami Tunç, Salih Kırmızı, Erdinç Üstün, Rüştü Asyalı, Recep Filiz, Orçun Sonat, Turgut Özatay, Kazım Kartal, Tarık Şimşek, Ata Saka, Baki Tamer, Yılmaz Şahin, Levent Günsel, Yaşar Yağmur, Hakan Özer, Cesur Barut, Çetin Başaran
Kadın oyuncular arasında yer alanların başlıcaları
Arzu Okay, Alev Altın, Dolgan Sezer, Mine Soley, Nalan Çöl, Seyyal Taner, Emel Aydan, Emel Özden, Canan Candan, Şeyda Senem, Serpil Örümcer, Selen Büke, Fatma Belgen, Nur Soylu, Melek Ayberk, Aynur Akarsu, Karaca Kaan, Figen Han, Gönül Tansel, Gönül Hancı, Derya Sonay, Harika Öncü, Aysun Güven, Nevin Nuray, Perihan Ateş, Özden Yüce, Yeşim Yükselen, Okşan Ay, Gülten Kaya, Emel Canser, Meltem Işık, Sema Nurdan, Oya Başak Zerrin Egeliler, Zerrin Doğan, Dilber Ay, Ceyda Karahan, Elif Pektaş, Melek Görgün, Zafir Saba, Necla Fide, Müge Güler, Saadet Gürses, Nur Ay, Funda Gürkan, Senar Seven, Sabahan, Tülin Tan, Ayşen Selvi
Bu filmlerin çevrilmesinde emeği geçen! Yönetmenler ise;
Oksal Pekmezoğlu, Nazmi özer, Aram Gülyüz, Temel Gürsu, Tanju Gürsu, Naki Yurter, Yılmaz Atadeniz, Nejat Okçugil, Ümit Efekan, Yücel Uçanoğlu, Ülkü Erakalın, Çetin İnanç, Alev Akakar, Semih Servidal, Günay Kosova, Mehmet Arslan, Sırrı Gültekin, Arif Keskiner, Müjdat Saylav, Aykut Düz, Işık Toroman, Savaş Eşici, Nuri Ergün, Nuri Akıncı, Kemal Tan, Fikret Uçak, Yavuz Figenli, Oğuz Gözen, Tevfik Çobanoğlu, Taner Oğuz, Semih Evin, Engin Temizer, Yavuz Yalınkılıç, Samim Utku.
Bu isimlerin bir kısmı evlenmiş, bir kısmı başka şehirlere, ülkelere yerleşmiş ve izini kaybettirmiş. Evli ve çoluk-çocuk sahibi oldukları için de o dönemleri hatırlamak istemiyorlar ve konuşmaktan kaçıyorlardı. Feri Cansel sevgilisi tarafından öldürülmüş, Mine Mutlu kansere yeni düşmüş, Seher Şeniz intihar etmişti…

Erotik furya üzerine, rahmetli Metin Demirhan’ın, duayen yönetmenlerden sıkı avantürcü Yılmaz Atadeniz’le gerçekleştirdiği keyifli ve meraklı bir söyleşiyi tüm dönem ve tür sineması takipcilerinin beğenisine sunuyoruz. Türk sinemasında fantastik ve aksiyon filmlerinin en önemli yönetmenlerinden biri olan Yılmaz Atadeniz bu söyleşide Türk sinemasının bir bölümünü kapsayan “Seks Furyası” dönemi ve bazı oyuncuları üzerine soruları cevaplıyor ve kendisi yakından tanıdığı bu dönem ile ilgili açıklamalar getiriyor.
M.Demirhan – Sizi avantür ve fantastik filmlerinizle tanıyoruz ve bu türlerin sevdiğiniz türler olduğunu biliyoruz. Gördüğümüz başka bir şey daha var. Filmlerinizde Vamp ya da masum olsun, kadınlara ve erotizme çokça yer veriyorsunuz ve bunu önemsiyorsunuz…
Y.Atadeniz – Evet… Hareketli serüven filmleri çekmeyi hep severdim. Oradan oraya atlayan kahramanlar, zor görevleri başaran üstün yetenekli kişiler… Çizgi romanları çok severim… Baytekinler, Kızıl Maskeler falan… Bunlar filmlerimi etkilediler… Ve kadınlar… Kadınlar filmlerde önemlidirler… Kahramanın bir kız arkadaşı olması seyirciyi çeker. Çünkü seyirci (özellikle erkek seyirci) kendini kahramanın yerine koymaktan ve onun başarılarından kendine pay çıkarmaktan hoşlanır. Aynı zamanda kahramanın bir kız arkadaşı varsa onu da perdede sahiplenir, hatta sonradan fantezilerinde onu kullanabilir de… Bu onları mutlu eder. Kadın kahraman sinemada seyirciyi perdeye bağlayan en önemli etkenlerden biridir…
M.Demirhan – Filmlerinizde genel olarak hangi kadın oyuncularla çalışmayı tercih ederdiniz?
Y.Atadeniz – Benim filmlerinde Feri Cansel, Suzan Avcı, Mine Mutlu, Melek Görgün, Sevda Ferdağ gibi çok sevdiğim kadın oyuncular rol aldılar. Kadın oyuncu dedik de Yeşilçam‘da kadın oyuncu olmak çok zordu. Özellikle benim çalıştığım oyuncular büyük bir özveriyle işlerine sarılırlardı. Soyunmaları gerektiğinde soyunur, tehlikeli sahnelerde oynamaları gerektiğinde ellerinden geldiğince rollerini yapmaya çalışırlardı. Bir keresinde Yılmaz Güney ile Yedi Dağın Aslanı ve Aslanların Dönüşü (1966) filmlerini aynı anda iç içe çekiyorduk. Bizans Prensesini oynayan Sevda Ferdağ’ın senaryo gereği süt banyosu yapması gerekiyordu. Sevda süt dolu havuza girdi. Ama tuhaf olan bir şey fark ettim. İyi ki fark etmişim. Prodüksiyon amiri süt pahalı olur diye basmasın mı havuza ılık kireçli suyu… “Eyvah” dedim kendi kendime, “Şimdi Sevda durumu fark ederse olay çıkar.” Bir yolunu bulup Sevda’ya fark ettirmeden onu havuzdan çıkarttırıp sıcak duşa yolladım… Yoksa kızın başına gelmedik kalmayacaktı. Sevda bu olayı asla bilmedi. Görüyorsunuz işte, Türk sinemasında kadınlar bu işin yükünü çeken önemli insanlardır. Olmadık sahnelerde sağlıklarını riske atarak oynamış, büyük özveri göstermişlerdir… Soğuk havalarda suya girmişler, sert kayaların üzerinde çırılçıplak sevişmişlerdir…
M.Demirhan – Peki, 601ı yıllarda filmlere bir tat, bir lezzet getiren çıplaklık sizce neden 70′lerde dozunu artırıp ön plana geçti? Hatta ve hatta bir furya halini aldı?
Y.Atadeniz – Bunun nedeni o dönem sinemalarımızı istila eden Wang Yu‘lu Karate filmleri ve İtalyan, Alman kökenli seks filmleridir. Wang Yu’nun Kolsuz Kahraman (One Armed Boxer) filmi Türkiye’ye geldiğinde sinemaların önü kuyruk olmuştu, bilenler bilir… Kapılar kırılmıştı izdihamdan… Edwige Fenech‘li, Gloria Guida’lı Silvia Kristel’li filmler de çok iyi hasılatlar yapıyor, doğal olarak da sinema sahipleri tarafından talep görüyordu… Emmanuelle tarzı filmlerin yaptığı iş yüzünden Türk sinemasında da bu tür filmlerin çekilmesi hem talep yüzünden hem de fazla masraf gerektirmediğinden kaçınılmaz olmuştu. Önce küçük şirketler girdiler işe, Beş Tavuk Bir Horoz (1967) gibi filmler çekilmeye başlandı…
M.Demirhan – Siz neler çektiniz bu dönemde, bu furyada?
Y.Atadeniz – O’nun Hikâyesi’ni (1975) yaptım Melek Görgün’ün oynadığı… Salt cinsellik, seks, hatta aykırı seks üzerine kurulmuştu film… Melek Görgün geçirdiği bir kazadan sonra beyninde oluşan bir hasar sonucu aşırı isterik bir kadın oluyordu… Nerede olursa olsun, kiminle olursa olsun seks yapma tutkusuyla yanıp tutuşmakta, bu arzularını da her fırsatta tatmin etmeye uğraşıyordu… Bir Luna Park‘ta, hani kahkaha aynaları vardır ya, şişman ya da zayıf gösterir insanı. İşte o aynaların olduğu odada park bekçileri olan Yadigâr Ejder ve Kudret Karadağ ile aynı anda sevişiyordu… Orjilere katılıp seksi en uç noktalarda yaşıyordu… Süper Selami’yi (1979) çektim, Aydemir Akbaş ile… Aydemir bu filmde kendine sihirli güçler veren bir ihtiyarla karşılaşıyor ve ondan aldığı bu süper güçlerle bir yığın kadınla yatıyor, kötü adamlarla dövüşüyordu… Kilink Uçan Adam’a Karşı (1967) filmindeki Uçan Adam’ın komik versiyonu oluyordu yani. “Şazem” deyince Süper Adam kıyafetine bürünüyordu… Kötü adamlar onu alt etmek için bir yığın kadın gönderiyorlardı üstüne… Yapımcı olarak Tokmak Nuri (1975) filmini yaptım. Daha sonra film Tok Nuri olarak da oynadı… Yönetmen benim asistanlığımdan gelen Aykut Düz idi… Başoyuncuysa rahmetli Sermet Serdengeçti… Bu film bir seks komedisi idi ve iyi iş yaptı… Zerrin Doğan ve Dilber Ay ile de çalıştım, ama onları fazla soymadan… Sonra porno’larda oynadılar ikisi de… Bir de Kadı Han (1976) var… Başrolünü Behçet Nacar’ın oynadığı… Tarihi, kostüme bir film… Kadı Han Beyoğlu “Rüya” sinemasında gösterime girdiğinde kapıda kuyruk olduğunu gördüm ve hem şaşırdım, hem sevindim. Merak edip sinemaya girdim ve seyircilerle birlikte filmi izlemeye başladım… O da ne? Bir sahnede, adı Banu muydu neydi tam hatırlamıyorum genç bir kız Behçet ile sevişiyor… Sevişme ki ne sevişme… Ama ben böyle bir sahne çekmemiştim… Behçet’e sordum… “Biz çektik” dedi, “film daha çok ilgi görsün diye…” Benden habersiz çekip eklemişler araya… Oluyordu böyle şeyler… Bu sahneyi duyan gidiyor filme… Bir giden ikinci defa gidiyor… Eklenilen sahne gerçekten filmin yararına çalışıyor… Eh, ne diyeyim…
M.Demirhan – Bu da bir şey mi? T. Fikret Uçak anlatmıştı… T. Fikret Uçak Samsunludur, bir gün gezmeye gidiyor Samsun‘a. Aklına geliyor, oralarda sinema işleten bir arkadaşı var, bir ziyaret edeyim diyor. Gidiyor ama arkadaşı bir iş dolayısıyla Samsun dışına çıkmış. Sinema çalışanları bunu ağırlıyorlar, muhabbet falan oluyor. Makinist bir ara bunun kulağına eğilip fısıldıyor: “Fikret Bey elimde öyle bir film var ki, görsen aklın durur.” “Ne o?” diye soruyor Fikret Uçak… “Sen salona gir, birazdan başlayacak” diye yanıtlıyor makinist. Fikret Uçak seyircilerin arasına oturuyor. Salon tıklım tıklım dolu… Ve film başlıyor… Uçak’ın gözleri yuvalarından fırlıyor… Bir porno film ve Türkan Şoray var perdede. Makinist öyle ustaca kurgulamış ki sahnede çırılçıplak hard-core bir sahneye Şoray’ın yakınlarını eklemiş ve salondaki millet Türkan Şoray’ı seyrettiğini sanıyor. Fikret Uçak dışarıya çıkınca makiniste: “Bu film senin başını belaya sokar” diyor. “En iyisi sen bunu yok et.” Makinist bir şey demiyor ama Uçak, daha sonra telefonla Samsun’daki sinemacı arkadaşını arıyor ve makinistin kurguladığı filmi anlatıyor. Adam öfkeleniyor, kızıyor ve filmi hemen imha ettireceğini söylüyor. Bu da böyle bir şey…
Y.Atadeniz – Evet, bu tarz şeyler de yapıldı özellikle Anadolu’da.
M.Demirhan – Gelelim konumuza… Melek Görgün ile nerede ve nasıl tanıştınız?
Y.Atadeniz – Melek Görgün’ü Adana’da tanıdım. İnce Cumali’nin (1967) çekimleri sırasında. Filmde küçük bir rolü vardı. Sanırım başka bir isim kullanıyordu o zamanlarda. Sonradan Melek Görgün adını aldı. Ben de o ara Adana’da Yılmaz Güney ile Çirkin Kral Affetmedi (1967) çekiyorum. Yani Yılmaz hem ince Cumali’de hem de benim filmim Çirkin Kral Affetmez’de oynuyor aynı anda… Daha sonra Melek Görgün İstanbul’a geldi ve filmlerde oynamaya başladı, şöhret oldu. Tekrar karşılaştık ve benimle de filmler yaptı: Azrail Benim (1968), O’nun Hikâyesi (1975) ve Maskeli Şeytan (1970) gibi. Maskeli Şeytan’da soğuk, karlı, ıslak bir havada Melek Görgün çırılçıplak soyunarak özveriyle çalıştı. Tabanlarına kat kat sargıda kullanılan ten rengi bantlardan yapıştırmama rağmen üşüttü ve yumurtalıklarından hastalandı.
M.Demirhan – Sette nasıldı Melek Görgün? Anlaşılması kolay biri miydi, kapris yapar mıydı?
Y.Atadeniz – Hiç kapris yapmazdı. Tam tersine sette çok yumuşak, hiç sinirlenmeyen bir yapısı vardı. Sette soyunurken çok rahat idi. Profesyonel, uyumlu, dost bir insan idi. Hiç geç kalmaz, olay çıkarmazdı. Hatırlıyorum, Onun Hikâyesi’nde (1975) para hile almamıştı. Sanırım benim filmim olduğu için. Bu film onu iyice popüler yaptı. Hemen sonrasındaysa göğüslerini silikonla büyüttü. Unutmadan söyleyeyim, Türk sinemasında ilk silikonlu kadın oyuncu Feri’dir (Feri Cansel). Daha önce kadın oyuncular göğüslerini ten rengi sargı bandanayla koltuk altlarından bantlar, dikleştirirlerdi.
M.Demirhan - Söz Feri Cansel’den açılmışken isterseniz biraz da ondan söz edelim.
Y.Atadeniz – Feri ile İstanbul’da 1967’de karşılaştık. Ben Kilink İstanbul’da ve Kilink Uçan Adam’a Karşı’nın dahili çekimlerini yapıyordum. O zaman Şişli Camiinin yanındaki Halil Kamil platosundayız. Agâh Özgüç, yanında hafif tombul, hoş bir hanımla uğradı. Ve bana “Bu hanım Kıbns’tan geldi, filmlerde oynamak istiyor…” dedi. Şöyle bir baktım, göğüsleri o dönemin filmlerinde aranılan tarzda incene ve dimdikti. Hemen dikkati çekiyorlardı. Elbette silikonlu olduklarını bilmiyorduk. Hoşumuza gitti, “Tamam” dedik. Başta Işık Toraman’ın şirketi “Metin Film”, olmak üzere onunla birçok filmde çalıştık. Bir gün sette çalışırken Kıbrıs’tan gelen kızı Zümrüt ile tanıştırdı beni. Kızını çok severdi, onunla yalandan ilgilenirdi, elbette ki ölene kadar. Zümrüt annesinin ölümünden sonra filmlerde oynadı. Feri yaşamı boyunca hiçbir erkeğin desteğine muhtaç olmaksızın ayakta kalmayı başarmıştır…
M.Demirhan – Biraz hüzünlü bir soru olacak ama Feri Cansel’in nasıl öldüğünü anlatabilir misiniz? Ya da nasıl öldürüldü?
Y.Atadeniz - Feri ilginç bir kadın idi. Kendine çok güvenirdi. Türk sinemasında çoğu kadın oyuncuların başında hamileri, onları koruyan birileri bulunurken onun yoktu. İstemezdi. Hayatını böyle sürdürürdü. Bir ara beraber olduğu bir adam vardı. Karınca bile incitemeyecek kadar zararsız biri idi. Feri ne çektiyse dilinden çekti. Adama hakaretler etmiş, erkekliğine dokunan laflar söylemiş ve adamı kışkırtmış… Zümrüt de evde imiş. Adam Feri’yi bıçaklamış. Yani dili yüzünden hem kendini hem adamı yaktı Feri… Bu olaydan önce, bir gün Kazım Kartal ile birlikteyiz. İstiklal Caddesi’nde yürürken çok hoş bir hanım gördük arkadan. Bacakları sütun gibi idi… Beyoğlu Garanti Bankası’nın önünden Vakko’ya kadar izledik. Birden dönünce, baktık ki Feri Cansel… Bizi görünce çok sevindi, sarıldı, öptü, hal hatır sordu. O dönemde sinemaya ara vermişti ve şarkıcılık yapıyordu. Bana “Ah Yılmaz abi film setlerini, sizleri çok özledim. Şarkıcılık çok zor bir iş. Keşke sen beni yine eskisi gibi sabah 7′de evden alıp sete götürsen de akşam 10′da eve bıraksan. Hasret kaldım sinemaya” dedi. Bir hafta sonra da öldürüldü.
M.Demirhan – Bu söyleşiye zaman ayırdığınız ve yardımlarınız için teşekkür ederim, Sayın Yılmaz Atadeniz.
Y.Atadeniz – Ben de teşekkür ederim.


Seks Filmlerinin Unutulmaz Yıldızı Behçet Nacar Konuştu…
“Yattıklarımızla Kardeş Gibiydik”

1960′larda doğanlar ergenliklerini onun filmleriyle yaşadılar. Bir dönemin efsane ismi Behçet Nacar, erotik filmlerin kamera arkasını anlattı
Beyoğlu’nun arka sokaklarında eski bir binanın giriş katı Işıksız küçük bir daire Duvarlarda, filmlere, dizilere kiralanmak üzere yığılmış asker, polis kostümleri, aksesuarlar, afiş dolapları, raflarda tozlu film bobinleri Salonun köşesinde eski bürokrat makamlarını anımsatan geniş bir masa Masanın üzerinde sayfaları sararmış, kenarları kıvrılmış, eski püskü bir kâr-zarar defteri Defterin başında, gözlüğünü burnunun üzerine devirmiş, sarı kağıtlara rakamlar karalayan 70′lik bir yorgun adam: Behçet Nacar Ya da bizim onu hatırladığımız adıyla ‘Parçala Behçet!’

TÜRK TIPI EROTIZM
Başını kaldırdığında, ilk gençliğimizin hafızasına yerleşen simasının iyi bir makyajla ihtiyarlatıldığını düşündürüyor. Ama sadece sima değil eski perdelerden kalan adamın farklılığı: O vuran, kıran, ufalayan; dövdü mü yaman döven, sevdi mi parçalayarak seven adamdan eser yok. Torun tosuna karışmış, hesap defterleri arasına gömülmüş, biraz bezgin, ama müşfik bir dede görüntüsü insan onun bir dönem ‘Türk tipi erotizm’in en popüler kahramanı olduğuna ve bir kuşağın ergenliğine damgasını vurduğuna inanamıyor.

PORNO SALGINI
’70′lerin ikinci yarısıydı. Sokaklar içler acısıydı. Kadınlar sinemalardan çekilmiş, eski aile salonlarının koltuklarına ekşimtrak bir rutubet kokusu sinmişti. Daha önce benzeri görülmedik sahneler vardı ’3 Film Birden’in perdelerinde İşin ilginci daha sonra da benzeri görülmeyecekti. Sadece o kuşağın gençlerine musallat olacak bir hastalıktı sanki Projektörün ışığının düştüğü yerdeki kadınlar, Arzu Okay’lar, Zerrin Doğan’lar, Figen Han’lar, Dilber Ay’lar, Zerrin Egeliler’ler, Feri Cansel’ler, Melek Görgün’ler, Mine Mutlu’lar, hiç olmadıkları kadar çıplak ve arzuluydular. Erkekler iki çeşitti: Aydemir Akbaş gibiler komikti. Soyundular mı kemikleri sayılırdı, ama nedense kadınlar onlara bayılırdı. Öttür Kuşu Ömer ya da Hababam Git Gel türünden adlar taşıyan filmlerde bütün zavallılıklarına rağmen, salonu dolduran benzerlerine cesaret veren bir sefil cazibeyle o kadından, bu kadına koşarlardı. Seyreden erkeklerde “Bunların peşinde bu kadar kadın varsa, ben alâsını ayıklarım” duygusu yaratırlardı. Mete İnselel de, Bülent Kayabaş da öyleydi mesela Güldürerek severlerdi. Sonraları bu role Ali Poyrazoğlu, Hadi Çaman, Sermet Serdengeçti gibi ‘komikler’ de soyunacaktı.

SERT ERKEKLER
Bir de ‘sert erkek’ler vardı: Kazım Kartal, Tamer Yiğit, Kuzey Vargın gibi Bunlar bıyıklı, asık suratlı, kavgacı adamlardı. Öyle sululuk sevmezlerdi. Aslen dövüşür, ama yeri geldi mi de sevişirlerdi. İşte onların kralı, Behçet Nacar’dı ’70′lerde perdelerde tam bir ‘Behçet hastalığı’ vardı. 1975′te Parçala Behçet filmiyle başrol oyuncusu olmuş ve 5 yıl boyunca perdede eline ne geçirirse parçalamış atmıştı. O kadar ki, onun filmi oynadı mı, ekşi kokulu salonlar dolup taşar çıkışta yüzlerce erkek beyninde bir Behçet imgesiyle sokaklara koşardı. Evde ezilmiş, okulda sinmiş bir kuşağa sevişmeyi de dövüşmeyi de onlar öğretmişti. Gençlerine kadını, erkeği, vücudun sırlarını öğretemeyen, arkadaşlığa cevaz vermeyen, cinselliği lanetleyen bir eğitim sisteminin ürünüydüler; geçimlerini de o sistemden sağladılar. Bir kuşak, kadını, erkeği, sevişmeyi, seksi öyle bir şey sandı; yanıldı. ‘Parçalanmış’, sakatlanmış bir erkekler ordusu, arkalarında ekşimtrak kokulu salonlar bırakarak ve kafalarında “Tokmakla Beni” diye inleyen kadınlar taşıyarak sokaklara dökülürken, onlar sessiz sedasız ortadan kayboldular. Kimi unutuldu gitti, kimi sinema, tiyatro kariyerine geçmişinde hiç bunlar yokmuş gibi- devam etti.  Ama ne zaman sahneye, perdeye çıksalar, o ordunun erkekleri, onları hep beyaz donlarıyla anımsayacaktı.

NEYDI O GÜNLER?
’60′ların başlarında doğmuşları ’70′lerde perdelerde büyüten adama, 2000′lerde “Pişmanmısın”ı sormak istedim. Nasıl girmişti bu âleme; kaç film çekmiş, çekerken neler hissetmişti? Zengin olmuş muydu? Aile kurmuş muydu? Huzur bulmuş muydu? Parçala Behçet, Scognamillo-Demirhan imzalı Erotik Türk Sineması (Kabalcı, 2000) kitabının sayfalarını çevirirken, bir kuşağın hayata bakışını belirleyen filmlerinden, sıradan bir ‘ilik açma, düğme dikme’ faaliyetiymiş gibi söz ederek, samimiyetle yanıtladı sorularımı Beyoğlu Rüya sinemasının önünde gezinirken, bir dönem her seans ‘ful çaktığı’ 800 kişilik salonların yeni müşterileri bu 1.90′lık ihtiyarı kayıtsız gözlerle süzdüler. Pornonun internete taşınıp tek başına izlendiği çağda artık sadece bayramdan bayrama dolan sinemanın gişesinde yaşlı adamla “Neydi o günler” muhabbeti yaptılar. Bir ara ben de parçalanmış ergenliğimi hafızamdan boşaltıp katıldım sohbete: “Sahi, neydi o günler?”

AVANTÜR BEHÇET
“Cüneyt Arkın’ın çok dayağını yedim”
Nasıl başladınız sinemaya?
İstanbul’da Sultanahmet’te doğdum. Sanat okulu mezunuyum. Esas mesleğim dökümcülük Bir ara şoförlük yaptım. Sonra 1964′te sinemaya bir figüran arkadaşımın davetiyle figüranlıktan başladım. Günlük işlere giderdik. Kalabalık sahnelerde kalabalığı temsil ederdik yani
Sonra nasıl tırmandınız?
Figüranken yardımcı kavgacılığa başladık. İyi bir kavgacı olduk. O zaman figürana 10 lira yevmiye veriyorlardı. Sonra 25, 50, 100 liraya atladık. Dayak yiyenleri oynuyorduk. Bir yumruk yiyip devriliyorduk. İş çoktu. Günde 2-3 işe gittiğimiz oluyordu.
Zor muydu kavga rolleri?
Zordur kavga rolü yapmak. Dayak yiyeceksin, kendini yerden yere atacaksın, yumruğu yedin mi merdivenlerden yuvarlanacaksın; kolay değil yani. Herkes yapamıyordu. Ama ben çabuk alıştım. Hiç sıkıntı çekmedim. O zamanlar 30 yaşındaydım ve iriydim. Boyum 1.90′dı ve 100 kiloya yakındım.
Nasıl kavga taklidi yapardınız?
Dublajda elimizi şaklatıyorduk, yumruk niyetine veya sopayla vuruyorduk. Bir ara her yumruğun karşısına Amerikan filmlerinden alınmış yumruk sesleri döşedik. Efektler güm güm öterdi. Hatta seyirci, öyle ezberlemişti ki, bana ağızlarıyla o sesleri yaparlardı. Tekme için ayrı, surata yumruk için ayrı ses koyardık.
Rol gerçek oluyor muydu bazen?
Tabii Mesela Kuzey Vargın’ın bir kavga sahnesinde kazara kaşım yarıldı. Cüneyt Arkın’ın da çok dayağını yedim.Malkoçoğlu’nda göğsüme attığı bir tekmeden sonra perende atarken bayıldım. Allah’tan kendisi doktordu da kurtardı beni Yine de hoşuma gidiyordu. Eğlenceliydi. Hep jönün karşısında kötü adamı oynuyordum. Arada sevişme sahneleri de çekiyordum. Şoförlüğü hepten bıraktım. Ekmeğimi buradan kazanıyordum artık.
Erotik film salgını nasıl başladı?
Televizyon sinemayı öldürmeye başlamıştı. Erotik ecnebi filmler ilgi görünce, sinemalar da iş yapmayınca patladı bu iş Bu tür film yapmayan büyük artistler bir kenara itildi. Çünkü bir sinemaya erotik film geldiğinde karşısına en iyi film de konsa, o filmi altına yatırıyordu. Ve o zaman sevişme sahnesi çekmeyen adam kalmadı. Bakma, şimdi hepsi kenara çekildi; ortada sadece birkaç kişinin ismi dolaşıyor ama bak bakalım afişlere hangisi çekmedi ki..?Ali Poyrazoğlu da, Hadi Çaman da, Aydemir Akbaş da erotik film çekti, sevişti. Hepsi yatağa girdi çıktı… ama o yatakta biraz daha abartılı sevişiyormuş, o biraz daha abartısız sevişiyor, var mı bir fark? Yok.
Siz ne zaman ‘dayak atan’ rolüne terfi ettiniz?
1972 senesinde Parçala Behçet’le ilk başrolü yaptım. Avantür erotik bir filmdi. Daha önceki avantür filmlerde de bazı sevişme sahnelerinde oynuyorduk. Stüdyoya gittiğimde çocuklar “Yırt, parçala” diye takılırlardı. “Parçala” aşağı, “Parçala” yukarı Sonunda böyle bir film yapalım dedik. Çok hazırlandık.
Ne yaptınız?
Hususi elbiseler diktirdik. Hiçbir jönün yapmayacağı kavga sahneleri koyduk. Mesela hiçbir jön, bir satırı alıp da karşıdaki adamın suratına patlatmaz. Öldürse bile gayet kibar öldürür. Biz yeri geldi sopayla adamın kafasını kırdık. Ne bileyim bıçağı tekrar tekrar batırıp seyirciye, iyice kan gösterdik falan Film tuttu.
Kaç para kazandınız Parçala’dan?
Biz o zaman Parçala Behçet’i satmadık. İşletme olarak verdik ama ben sonradan ayrıldım. Negatifleri onlarda kaldı. Film de sansüre takıldı. Ama sonra çok tuttu. Parçala Behçet’i 6 ay oynatan sinema vardır. Konya’daki galasına gittim yan yana iki sinemada toplam 7.000 kişi izledi.
Sonra?
Ondan sonra Behçet serisi devam etti: Helal Sana Behçet, Namın Yürüsün Behçet, Tipsiz böyle Behçet’li 15-20 film olmuştur. Sonra hayvan isimlerine başladık: yok Akrep’miş, yok Çakal’mış Ondan sonra Almanya’ya kaset davası çıkınca Müslüm Gürses’le 4-5 film yaptım.
Behçet’ler, hep seks filmleriydi.
Tamam içinde seks vardı, ama avantür filmlerdi. Daha doğrusu ayrıyetten o film için erotik sahneler çekiyorduk. İsteyen sinema onu koyuyordu, istemeyen koymuyordu. Afişlere de yabancı seks takvimlerinden kestiğimiz kızların resimlerini yapıştırıyorduk.
Kadın oyuncuları nasıl buluyordunuz?
Figüranlar bizim filmlere gelen kızlardı. Eli ayağı düzgün, birşeyler yapmaya çalışan bir insan olduğu zaman “Gel” diyorduk, iyi oynarsa bir dahaki sefer “Al bunu sen oyna” diyorduk, oynatıyorduk.
Hani filmlerdeki gibi, evinden kaçıp artist olmak isteyen kızlar mı?
Katiyen öyle bir şey yok; gelip gidenler hep belli başlı insanlar. Mesela ben hep Nuray’la Emel Özden’le filmler yaptım. Hep tanıdık yani.
Siz gidip izler miydiniz kendinizi sinemada?
İlk zamanlar giderdim. Nasıl bir etki yaptığını görmek için Seyirci çok iyiydi. Salonlar ağzına kadar dolardı. Alkışlarlardı. Çok severdi seyirci beni… Parçala aşağı, Parçala yukarı Kimseden küfür falan yemedim. Hepsi sarılıyor, öpüyordu. Anadolu’ya çok giderdik film çekmeye, her yerde yakınlık gördük. O da bir cesaret verdi yani.
Sevişme sahnelerini yadırgamadınız mı başta…?
Valla yadırgamıyorsun hepsiyle arkadaş oluyorsun zaten. Yadırgayacak bir şey yok. Zaten benim filmlerimde aşağı yukarı hep aynı insanlar başrol oynar. İsimli stara lüzum yoktu. Bütçe de kısıtlıydı, zaten sırf Behçet ismi satıyordu. Sattığı için ben figüranla bile başrol çektim.
Sevişme sahnesi çekerken kendinizi role kaptırdığınız olmaz mıydı?
Herkesin merak ettiği şey Ama şimdi bir seti düşünün, bir kameraman var, bunun bir asistanı var, 3 tane setçi var, 3 tane ışıkçı var, bir rejisör var, bir reji asistanı var, bir kostümcü var. Yani nerden baksan 15 kişi var etrafında, 2 de misafir olur. 20 kişinin arasında yatağa gireceksin. Ama alışmıştık biz artık. Oyun gibi gelirdi. Zaten filmlerde oynayanlarla kardeş gibiydik. Hiç öyle bir art niyetle bakmadık. Kimse kimseye zorla bir şey yaptırmazdı.
Kadın oyuncu için daha zor değil mi?
Kadınlar da alışmıştı. Zaten sana alışmış kadınlar gelirdi. Alışmışlardı. Hiç tanımadığı insanla başka, arkadaş gibi insanla yatağa girmesi başka
Kadınlara da nasıl sevişeceklerini anlatır mıydınız?
Yok, zaten belli kadınlar çalıştığından, sevişmenin anlatılacak yanı yok. Rejisör bile anlatmazdı, o kadar alışmışlardı yani. Kamera zaviyesini iki sefer değiştirirdi. Kadın kalabalık istemezse, -ışıklar zaten sabittir-, ışıkçılardan biri kalır, diğerleri dışarı çıkardı.
Set dışında aranız nasıldı? Hiç gönül ilişkisi olur muydu?
Yok hiç olmadı, ben evliydim o zaman.
Eşiniz ne diyordu bu işe?
Eşim karışmazdı Allah rahmet eylesin ’56′dan beri evliydik. O da biliyordu buradan ekmeğimizi kazandığımızı…
Filmleri seyreder miydi?
Yok hiç seyretmezdi. Mahallede dedikodu falan olunca “Kocam bilir işini” der çıkardı, hiç karışmazdı.
Peki sansür de var bir taraftan, nelere dikkat ederdiniz sevişme sahnelerinde?
Valla şimdi bu sevişme sahnelerinde malûm, kadının göğsünün görünmesi bile yasaktı. Eh o zaman ne yapıyordu, filmden o sahneler ayıklanıp sansüre gidiyordu. Sonra gösterim sırasında ekleniyordu. Buna da ‘parça’ deniyordu. Bunu da bilmeyen yoktu. Sansür de biliyordu.
Ona rağmen takılanlar oluyordu.
Tabii ama açıklıktan falan takılmıyordu. Bir bahane buluyorlardı. Mesela final sahnesinde polis gelsin suçluyu yakalasın istiyorlardı. O yüzden bizdeki filmlerin çoğunun sonunda polis gelir.
Genelde öyle çok güzel vücutlu kadınlar değillerdi. Özellikle mi öyle seçilirdi, yoksa mecburiyetten mi?
O zaman sevişen kadınlar belliydi: Her kadın sevişmiyordu yani. Sonra isimli kadın olmazsa, dünyanın en güzel kadınını da çıplak oynatsanız seyirci tatmin olmuyor. Belli isimleri arıyor yani… Zerrin Doğan, Zerrin Egeliler gibiler, isim yapmıştı. Bu işe kendini adamıştı. Arzu Okay çok çevirmedi. Zor iş: Farzet ki, 20 kişinin içine çıplak gideceksin. Yabancı birini getirsen çekingen davranır, zorluk çekersin. Ama bu işin içinde olan, daha rahat oluyor.
Settekiler nasıl izlerdi çekimi?
İçerisi gürültü, patırdı, sigara dumanı bilmem ne Eh orda sen yatakta film çekerken burada konuşurlar yani. Artık o kadar alışmış ki, kimseye enteresan gelmiyor.
Tamamen soyunmazdınız pek?
Son zamanda, 1-2 filmde oldu. Ondan önce kadın da, erkek de hiçbir zaman külotunu çıkartmazdı. Kadınların hepsinin üstünde külotu vardı yani Bacağının arasına girer, külotu saklardık. O kızların hiçbiri porno çevirmedi. Bazen külotlarını da çıkarttılar, ama o işe hiç girmediler.
Sonra ne zaman çıktı külotlar?
Erkekler hiç çıkartmadı.. Kadının yan tarafı gözüktüğü için, o külotu çıkartıyor, bacağıyla erkeğin külotunu kamufle ediyordu. Böylece erkek de çıplak gibi görünüyordu.
Erkekler niye tam soyunmazdı?
Erkeği kim soyacak? Tamer Yiğit’i soyabilir misin? Beni soyabilir misin? Milyon versen, milyar versen soyabilir misin?
Ama soyunacak adam bulunurdu?
Sonradan cılkı çıktı. Sonra figürasyondan gelen sokaktaki adam soyundu, onları bile başrol oyuncusu yaptılar.
Yani külot çıkınca mı dejenerasyon başladı?
Tabii ondan sonra yarış başladı. İşletmeci de para hırsına doymadı. Ne kadar açılıyorsa o kadar iş yapıyordu. Bu Dilber Ay’la, Zerrin Egeliler’le yapılan filmlerdeki adamlar, sokaktan alınan insanlardır çoğu yani.
Nerde çekiliyordu filmler?
Platolar vardı eskiden ama çok berbat yerlerdi. Soğuktu. Gerçi yataktaydık ama üstünü örtmüyorsun kiIşıklarla, spotlar ısıtırdık.
Sorması ayıp, gerçekten uyarmayı nasıl engellerdiniz? İlaç mı alırdınız?
Hiç öyle bir şey olmazdı.
Ama sonuçta bir kadınla yataktasınız…?
Ne olursa olsun 22 kişinin arasında ayağa kalkıp, yataktan çıktığın zaman ne olacak, rezil olursun di mi?
Yatakta da sert bir adamdınız. Hakikaten kadınları hırpalar mıydınız?
Yok yok, ne diyorum ismim öyleydi yani Yoksa tonla kadın olacak da birinden çıkıp birine gireceksin, yok öyle bir şey yani…
Peki özel hayatınızı hiç etkilemez miydi? Kavga , dövüş, seks bunların içinden çıkıp eve giderdiniz.
Ben normal hayatta asla kavga etmem. Set çıkışı normal eve giderdim. Televizyon seyredip 9 gibi yatardım.
İzleyicilerinizin çoğu ergenlik çağında gençlerdi. Sizce Parçala Behçet onlarda nasıl bir iz bırakmıştır?
Valla Anadolu’ya gittiğimizde, herkes “Sizin sayenizde, bir şeyler öğrendik” diyor. Anadolulu fazla kadın görmüyordu, kadınlarla belli bir kural dahilinde yatıp kalkıyordu, göre göre öğrendiler herhalde.
Perdedeki kadınlar çok istekliydi, ama seyreden erkekler sokağa çıktığında hiç öyle kadınlar görmüyordu. O da bir hayal kırıklığı ya da saldırganlık yaratıyordu. Hiç bunu düşünüp pişmanlık duydunuz mu…?
Yok hiç…
Çok para kazandınız mı seks filmlerinden?
Allah bin bereket versin, şimdiki her şeyimi sinemaya borçluyum. Çok ekmek yedik, hâlâ da yemeye devam ediyoruz. Benim aşağı yukarı 100 tane negatifim vardır. Bunlar oynadıkça para alıyordum bu seneye kadar. Bu sene bütün filmlerin mülkiyetini sattım. Allah’ıma bin şükür yazlığım da var, kışlığım da. Oğlum çalışmıyor, ona bakabiliyorum, kızıma da bakabiliyorum,
Sizce bu filmlerin yararı mı oldu, zararı mı?
Valla erotik filmlerin sinemaya hiçbir kötülüğü olmadı. İnsanları bunalıma sokacak bir zararı dokunmadı. Sinemayı batıran Amerikan filmleri onlar gelince maliyetler arttı, filmler iş yapmamaya başladı. TV’de diziler çoğaldı. Sinemalar kapandı, çoğu yıkıldı han oldu. Şimdi televizyondaki filmler bile bizim filmlerden kötü O zaman “Sinemayı, erotik filmler öldürdü” dediler, oysa sinema çoktan ölmüştü. Bizim sayemizde sektöre hiç olmazsa para giriyor, insanların karnı doyuyordu.
Ne zaman bitti porno furyası?
1980′e kadar vardı işler. Sonra Almanya işi çıktı. Almanya’ya yönelik şarkıcı-türkücü filmleri yapılmaya başlandı.

Yazar: Can Dündar / can.dundar@e-kolay.net


ÖtekiSinema'dan alınmıştır.


paylaş:

the straight story (1999)


Yönetmen: David Lynch
Senaryo: John Roach, Mary Sweeney
Oyuncular: Richard Farnsworth, Sissy Spacek, Jane Galloway Heitz
Tür: Macera | Biyografi | Dram
Yıl: 1999
Süre: 112 dk.
Ülke: Fransa, Birleşmiş Krallık, ABD
Dil: İngilizce
Ödüller: Oscar’a adaylık, 12 ödül, 28 adaylık
IMDb puanı: 8.0/10
Metascore: 86/100

Kızıyla beraber yaşayan Alvin Straight, yıllardır küs olduğu kardeşinin hastalandığını öğrenir. Küskünlüğün ne kadar da bencilce sebeplerden çıktığı aklına çivi gibi çakılan adam kardeşiyle barışmak, belki de son kez af dilemek için onu görmek için yola çıkar. Bu yol onun için hiç de kolay olmayacaktır. Az parası vardır ve yolculuğunda ona yardımcı olacak tek şey çim biçme makinesidir. Hünerini konuşturup çim biçme makinesinden küçük bir araç yapar, arka kısmına da yolculuk için gerekli eşyalarını koymak için bir bölme oluşturur ve haftalar sürecek yolculuğuna kızının tüm reddetmelerine karşı çıkar. Alvin’in yüzünden hiçbir zaman gülümsemesi eksik olmaz, aksakalıyla da sevimliliği hayatla barışık ve güvenilecek bir insan olduğunu gösterir aslında. O, dayanıklıdır.
Yol boyunca değişik insan modelleriyle karşılaşır. Bu onun düşünmesini sağlar, eskiyi hatırlamasını, aslında yıllar önce onun da birçok hata yapmış olduğunu gösterir.
Yolda karşılaştığı olaylardan dersler çıkarır, insanlara dersler verir.
Kalıplaşmış David Lynch filmlerine hiç de benzemeyen bir film The Straight Story. Gerçek bir hayat hikâyesinden sinemaya aktarım. Duygusal, dram yoğunluklu, anlaşılamayan hiçbir yeri bulunmayan, sade.
Aile sevgisinin, insan sevgisinin yoğun olarak işlendiği filmde dünya hayatının gelip geçici olduğundan bahsediliyor ve bu çarpıcı bir çabanın meyvesi olarak gösterilir.
Lynch filmlerine benzememesi bir yana en başarılı Lynch filmidir aynı zamanda.
-Peki, yaşlı olmanın en kötü yanı ne Alvin?
-Bunun en kötü yanı, bir gün senin de genç olduğunu hatırlamak evlat.

paylaş:

noroi (2005)

Noroi - The Curse
Yönetmen: Kôji Shiraishi
Senaryo: Kôji Shiraishi, Naoyuki Yokota 
Oyuncular: Jin Muraki, Rio Kanno, Tomono Kuga
Tür: Korku
Yıl: 2005
Süre: 115 dak.
Ülke: Japonya
Dil: Japonca
IMDb puanı: 7.4/10

Bir belgesel yapımcısı, “kagutaba” adındaki eski bir şeytan efsanesiyle bağlantılı olan paranormal olayları araştırmaya başlar. Eline aldığı kamerasıyla değişik mahalleler ve bölgeler gezen yapımcı, araştırdığı insanları tek tek bularak onlarla konuşur. Yaşadıkları mekânlarda gariplikler sezen yapımcı olayın gerçek yüzünü görmeye başladığında aslında kısırdöngünün içinde olduğunun ancak o zaman farkına varır. Garip şeytan çıkarma ayinlerini, insanların davranışlarını, gizem dolu insanların konuşmalarını video kamerasına kaydeder.
Olayın kurgudan ibaret olduğunu bildiğimiz halde yine de korkuyor ve geriliyorsak demek oluyor ki milyon dolarlar harcanılarak oluşturulmuş Hollywood filmlerinden daha başarılı bir etki uyandırıyor insanda. Titreyen bir kameradan gördüğümüz kareler, aralara serpiştirilmiş röportajlar ve araştırmalar, olayın kurgu dışında bir gerçekliğinin olduğunu bize yansıtmakla kalmıyor bizi kameranın içine hapsederek aynı korkuyu bizim de yaşamamıza neden oluyor.
Dikkatli izlenildiğinde oyuncuların bile gözden kaçırdığı detayları görünce, oyuncular yerlerinden zıplamasalar bile izleyici, ağzı açık vaziyette soluğunu tutuyor.
Çok bilindik bir film değil kendisi. IMDb’de bile ortalama bin üç yüz kişi oylamış. Fakat yorum yapma gereği duyan kişilerin kötü olarak bahsettiği tek özelliği sıkıcı başlaması. Bunun haricinde kimse filmi kötülememiş. Hatta yorum yapanların verdiği puanları çoğu 9 ya da 10.
Etkisinde kalmak için yalnızken ve karanlıkta izleyiniz.

paylaş:

silent hill (2006)


Yönetmen: Christophe Gans
Yazar: Roger Avary
Oyuncular: Radha Mitchell, Laurie Holden, Sean Bean.
Tür: Korku | Macera | Gizem
Yıl: 2006
Süre: 125 dk.
Ülke: Kanada|Fransa|Japonya|ABD
Dil: İngilizce
IMDb puanı: 6.5/10
Oylayan kişi sayısı: ort. 73 bin
Metascore: 30/100

Rose ve eşi Christopher, kızları Sharon’un çare bulunamayan garip hastalığı sonucu kötü günle geçirmektedirler. Rose, çocuğunun psikolojik tedavi görmesini istemez. Bunun üzerine Sharon’u Silent Hill adındaki kasabaya götürmeye karar verir. Sharon uyurken sürekli bu ismi tekrarlayıp durmaktadır. Çaresiz anne umudun bu kasabada olduğuna inanmaktadır. Kocası bu durumu kabullenmese de Sharon ile yola çıkarlar.
Silent Hill denilen kasaba ise kömür madenlerinin yanması ve yangının hala devam etmesiyle duman altı olmuş, kül yağan atmosferiyle tüyleri ürperten bir yer. Boşaltılma kararı sonucu ortalıklarda görülen kimse yok.
Kasabaya yaklaştıklarında ise başlarına gelen esrarengiz olayların gerçekleşmesi daha sonrasında gerilimin dozunun giderek artacağının garantisi konumunda.
Klasik korku filmlerinden kesintilerin bulunmadığı film, senaryo, efekt ve müzikleriyle seyirciyi germeyi başarıyor. Yani oradan buradan çıkan canavarlar yok; ekranın arkasında duran yaratıklar, kamera çevrilince bir anda ekranı doldurmuyorlar.
Çocuğun kaybolmasıyla annenin ruh halini seyircininkiyle karıştırmasıyla yönetmen, aslında hedeflediği başarıya ulaşmış gibi. Çünkü bir süre sonra anne karakterinin yanında kendinizi de olayın tam ortasında görür gibi oluyorsunuz.
Aslında Silent Hill, 99 yapımı bir oyun. Oyunu deneyenler bir daha bırakamadıklarını söylüyorlar. Film ile oyun arasında ise benzerliklerin çoğunlukta olduğu yönünde bir eğilim var. Tabii senaristler oyunu tıpatıp kopyalamamışlar, üstüne bazı sahneler de eklemişler.
Alışılmış korku-gerilim filmlerinden fazlasını bekleyenler için iyi bir tercih. Filmdeki zaman kavramına değinilmeler ise paha biçilemez.

paylaş:

en iyi 100 "kötü"


TotalFilm, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı kötü karakterlerini belirlemiş. Listede şaşırtıcı isimler hiç tahmin etmediğimiz sırada yer alıyor. Bazı karakterlerin geçekten o kadar kötü olduğuna inanamıyoruz. Listenin ilk sıralarında ise en başarılı filmlersen seçkiler yer alıyor. Listenin zirvesinde ise yakından tanıdığımız bir isim karşımıza çıkıyor.


İşte gelmiş geçmiş en başarılı oyunculuklarıyla sinema tarihinin en iyi 100 kötü karakteri, bu karakterleri canlandıran isimler ve bahsi geçen karakterlerin yer aldıkları filmler:
paylaş:

en iyi 20 stephen king korku uyarlaması


3. yıllarını kutlayan harika bir site Korkusitesi. Uzun süreden beri takip ediyorum. Harika kritiklere sahip yazılar yazarak ilgi uyandırıyor. Hiçbir kitabını okumama rağmen birçok film uyarlamasını izlediğim Stephen King hakkında aşağıdaki yazıya ulaştım. Linke tıklayarak kolayca siteyi ziyaret edebilirsiniz. Emin olun seveceğiniz bir sürü yazıyla karşılaşacaksınız. Yazıda bol bol resim olduğu için liste bölümünden böldüm, yüklenmesi birkaç saniye alabilir, sabırlı olun. 
Tam adıyla Stephen Edwin King. William Shakespaere’dan sonra kitapları sinemaya en fazla uyarlanan yazar. Bizim daha çok sevdiğimiz ismiyle Korkunun Lordu’nun profesyonel yazarlık kariyeri, bir süre yazdıktan sonra beğenmeyip çöpe attığı Carrie’nin, eşi Tabitha King tarafından atıldığı yerden çıkarılıp yeniden yazarın önüne konmasıyla başlayacaktı. 1974’te yayımlanan Carrie büyük ses getirecek ve daha iki yıl geçmeden gelen aynı isimli filmle Stephen King eserleri sinemaya uyarlanmaya başlayacaktı. King, kendisi gibi yazar olan eşinden yana oldukça şanslı görünüyor.
Şanssız olduğu tek taraf, hem ‘Amerikalı’ hem ‘popüler’ hem de daha çok ‘korku’ türünde eser veren bir yazar olmasıydı belki. Bu onun edebiyat çevrelerince uzun süre görmezden gelinmesine neden oldu. Ta ki bunun mümkün olmadığı anlaşılana kadar. Elbette hak ettiği değeri görmediğini söylemek biraz nankörlük olur; ancak geçmişe şöyle bir baktığımızda Amerikan korku sinemasına şekil veren bir yazar görüyorsak, bu biraz da nankörlük yapmak için elimizde iyi bir sebep olduğu anlamına gelmez mi?

Geçtiğimiz günlerde Forbes dergisinin yayınladığı ‘Dünyanın En Çok Kazanan Yazarları’ listesinde üçüncülükte gördüğümüz yazar aradan geçen 35 yıla rağmen ne hızından ne başarısından bir şey kaybetti. Bu günlerde, kendisinin pek sevdiği(!) Stepheine Meyer’in Twilight uyarlamaları oldukça gündemde olsa da, ne Meyer’in, ne bir dönem nafile bir çabayla rakibi olarak gösterilen Dean Koontz’un, ne de kendisinin ‘korkunun geleceğini gördüm, adı Clive Barker idi’ diyerek arka çıktığı Clive Barker’ın eserleri beyazperdede onun eserleri kadar tarz sahibi, kalıcı ve devamlı bir etkiye sahip olabildi. Muhtemelen bu konudaki tek rakibi Richard Bachman olabildi. Son yıllarda gelen başarılı örneklerden sonra Stephen King uyarlamalarına yeniden göz atmanın zamanı çoktan gelmişti. Ben de naçizane, bu film adaptelerini içeren bir Top 20 hazırlamaya çalıştım. Listedeki bazı filmler arasında uçurum olduğunu düşünebilirsiniz. Zira elde ettikleri genel başarı düşünüldüğünde gerçekten de farklı yerlerde duruyorlar. Lakin her birinin korku sinemasının özgün köşelerini parsellediğini de unutmamak gerekir. Bu listede görmenin, ya da görememenin sizi rahatsız edeceği filmler muhakkak olacaktır. Onlar için doğrudan beni suçlayabilirsiniz. Çünkü hiçbiri unutulduğu ya da üzerinde daha az düşünüldüğü için değil, tamamen yazarın iradesi sebebiyle burada ya da burada değil.

Not: Bu yazı hazırlanırken Stephen King’in yalnızca korku-gerilim türündeki eserleri dikkate alınmıştır. Green Mile’in, Shawshank Redemption’ın, Stand By Me’nin ilk 5’e gireceğini halihazırda bildiğimiz bir listenin ne heyecanı kalırdı ki hem!

Şimdi, bilmeniz gereken her şeyi öğrendiğinize göre… Korkunun Kralı’nın korku tüneline girmeye hazır mısınız?

Öyleyse sıkı tutun elimi. Orada kaybolmak istemezsiniz.

paylaş:

yatak odasında felsefe ya da ahlaksız eğitmenler | marquis de sade


La Philosophie dans le boudoir.
Marquis de Sade’nin 1795 yılında yayınlandığı, Türkiye’de 2003 yılında çevrilip basılan, basıldıktan sonra halkın ar veya hayâ duygularını incitmesi ve cinsi arzuları istismar eder nitelikte yayın yapması gerekçesiyle 'müsadere ve imha' kararı ile toplama emri çıkartılıp toplatılıp yok edilen, dönemin Fransız politik rejiminden kesitler sunarken “cinsellik” olgusunu delik deşik eden bir kitabı.
Yedi diyalogdan oluşan kitapta genç bir kıza libertenlik eğitiminin verilmesi anlatılır. Özgür ve özgün düşüncenin doruk noktası olarak kabul gören kitapta bu eğitimlerden başka birçok konudan bahsedilir. Metafizik, bireysellik, ahlak, din, tarih, felsefe, şiddet, etik değerler gibi birçok noktaya değinen kitap dünya dillerine çevrilip milyonlar satmış ve birçok kez sinemaya uyarlanmış.
Aslında Sade kendisi için şunu der:
"Evet, ben bir libertenim, itiraf ediyorum, bu konuda akla gelebilecek her şeyi düşündüm; ama düşündüğüm, tasarladığım şeyleri elbette yapmadım ve kesinlikle de yapmayacağım. Ben bir libertenim, adi, suçlu ya da katil değil."
Cinselliğin şarkılarda söylendiği gibi açık bir kapı ve sansür mevzusunun koca bir delik olduğu ülkemizde, eğer düz beyinli insanların olduğu kaçınılmaz bir geçekse, cinsel içerik ihtiva eden kitaplar illa bir dönem yasaklı damgası yiyorlar. Bardağın boş tarafından bakmanın bir alternatifsizlik olarak aksedildiği toplum yapımızda bu düz beyin sahibi insanların yorumuyla evet, Yatak Odasında Felsefe insanın sapmasına, sapkınlığın artmasına sebep olacak bir kitap. Evet, kitap ciddi anlamda duygularımızla kötü anlamda oynuyor, bizi baştan çıkarıyor; onu da geçelim dinsel kavramları şöyle bir oturup düşünmemizi hatta bu kavramlara karşı çıkmamızı sağlıyor. El sürülmeyecek, yakılacak, bir daha da adı söylenmesi yasaklanacak bir kitap.
Bardağın diğer tarafında ise tüm aforizmaları altüst eden, tabuları yıkan, araştırmanın dibine vurmuş, öğreten, düşünmemizi ve seçmemizi sağlayan bir edebiyat ürünü var. Üstelik bu özgün ürün kendinden “liberten” olarak bahseden bir kafanın mahsulü. Kara mizah ve estetik öğelerin yanında özgür düşünceyi sonuna kadar destekleyen, doğayı yücelten hatta şiddetin bile doğallığını savunan bir yazar, bir kitap. Ve yazılanlardan “büyük fikir” olarak bahseden ve bu fikirleri kendi ağzıyla yapmadığını ve yapmayacağını söyleyen bir insan.
Kitabın arkasında şöyle yazar ve düz kafalıların sorularını kendi deyimiyle yanıtlar:
“Büyük fikirler yüzünden ahlakı bozulacak kişiye yazıklar olsun! Felsefi düşünceler içinden yalnızca kötü olanları çekip almayı bilen, ahlakı her şeyle bozulan bu kişilere yazıklar olsun! Bunların ahlakının Seneca ya da Charron okuyarak da bozulmadığını kim ileriye sürebilir? Ben asla onlara hitap etmiyorum!
Ayrıntı Yayınları’nın yeraltı edebiyatı dizisinden çıkan 190 sayfalık kitap sadece kendini tatmin etme arzusuyla kavrulan bireyler için değil, özgür yazmanın ne demek olduğunu öğrenmek isteyenler için önemli bir eser. Sade’nin başyapıtı.
Çünkü Sade, okunmaya değer bir yazar ve Dostoyevski gibi sayısız yazara ilham kaynağı olmuş önemli bir yaratıcı.
Umuyorum kitabı okurken sadece teorik ve pratik seks dersleri eğitimi gibi algılanmaz. Zira kitapta cinsel organ uzunluğundan tutun da grup seksin pozisyonlarına kadar her türlü sapkınlık mevcut.
Etkilenmeniz ve etkilenmemeniz dileğiyle. İyi okumalar.



paylaş:

dead end (2003)


Korku, komedi, gerilim, gizem öğeleri içeren sağlam filmlerden sadece biri Dead End. Bitmek bilmeyen bir yolculuk, aile içi diyaloglar, ergenliğin getirdikleri, ebeveyn olmanın sorumlulukları ve yol kenarından alınan kucağında bebekle bir kadın. Esrarengizliğin içine doğru gidiş, düşüş ve olayların başlaması. Bir bir ölen aile fertleri, simsiyah bir otomobil, hamile bir kız, sorunlu oğul. Bir damat, kurcalanan bir beyin, kibritler.
Olayların başlamasından önce aslında her şey uyuz babadan kaynaklanıyor gibi görülebilir. Çünkü amaç her sene olduğu gibi yine yılbaşı için suratsız annenin ailesi yanına gitmek. Tabii bu kez her zaman gidilen yoldan sıkılan baba, başka bir yol kullanır. Burada suçu en başta babaya atmak kaçınılmazdır ama filmin can alıcı, ağzı bir karış açık bırakan sonuna gelince aslında olayın hiç de görüldüğü gibi olmadığı ortaya çıkar.
Gerilim filmleri arasında gerçekten başarılı sayılabilecek bir yapım olan filmin son sahnesi muhteşem bir olaya bağlanıyor. Olayın bu kadar mantıklı bir şekilde ortaya çıkması da filmin başarısını gösteriyor.
2003 mahsulü Amerikan Fransız ortak yapımı filmin yönetmen koltuğunda Jean-Baptiste Andrea ve Fabrice Canepa var. Oyuncular ise Ray Wise, Lin Shaye ve Mick Cain.
85 dakika uzunluğundaki film 7 ödül ve 2 adaylık sahibi. Film yaklaşık 10 bin kullanıcı tarafındn oylanmış ve 6.8 IMDb puanına layık görülmüş.
15 dakikada bir gerçekleşen esrarengiz bir kaçırılma ve ardında bıraktığı ceset kalıntıları, ormanın derinliklerinden gelen çığlıklar ve otoban kenarında seyre dalmış hortlaklar, bitmek tükenmek bilmeyen, uzadıkça uzayan bir yol, tabela yazıları, bu karmaşanın ortasında müzik dinleyip boş bulduğu anda mastürbasyon yapan bir çocuk, ölü bir bebek, kafası karışık bir yabancı, sorunlu bir aile. İzlenmeye değer bir gerilim filmi, mantıklı bir son, şok edici.

paylaş:

funny games u.s. (2007)

Michael Haneke’nin yine seyirciyle bir güzel dalga geçtiği, 1997 yapımı filmin yeniden çekimi. Açıkçası orijinalini seyretmeyi de düşünmüyorum. Bunun sebebi kesinlikle filmin kötü olması gibi bir neden değil. Filme kötü demek en büyük hakaretlerden biri olur zannımca. İzlememe isteğimin sebebi filmin tıpatıp benzer olması, oyuncular, dil farklı, yönetmen ve söylenen sözler aynı. Ki okuduğum bazı yorumlara göre ikinci filmdeki oyunculuk kaçınılmaz birincisinden daha iyi. Haneke şiddetin adamı, üstelik bunu bu filmde hiçbir şiddet sahnesini göstermeden yapıyor. Tam da bu nokta da seyirciyle nasıl dalga geçtiği gerçeğine geliyor konu. Klasikleşmiş gerilim korku ya da türü ne olursa olsun, o filmlerdeki kalıplara çomak sokuyor. Müzikle sağlayacağı gerilimi kullanmak yerine hiç müzik kullanmamayı tercih ediyor. Fakat bu filmde az da olsa ses var, üstelik bu, filmi eğlenceli de kılmış.
Filmin başında gösterilen, eve getirilmesi gerekilen ve ne hikmetse botun içine düşüp kalan bıçak, hiçbir işe yaramıyor mesela. Onun öncesine gelecek olursak, filmin doruklara çıktığı noktalarda, baş kadın karakterimiz bir anlık hamleyle silahı eline geçirip gençlerden birini vuruyor, işte seyirci orada bir oh çekiyor, neden, çünkü iyiler her zaman kazanır, en azından ölseler bile bu filmde vurgulanır. Kötüler de kaybeder. Ama olmuyor, sadece bir kumanda filmi geri sarabiliyor ve dolayısıyla gençler daha dikkatli davranıyorlar, iyi olan başkarakterimiz kurtulamıyor. Son sahne zaten bıçak sahnesi, yok öyle bir şey.
Dedik ya filmde şiddet sahneleri gösterilmiyor diye, en belirgini de küçük çocuğun öldürülme sahnesi, kamera o esnada diğer gence sabitlenmiş şekilde, çünkü o sahne yaşanırken hayat devam etmekte, diğer gencimiz mutfakta kendine yiyecek bir şeyler hazırlamaktadır. İzleyici de kameradan dolayı mutfak sahnesine hapsedilmiş olur.
Filmde psikopat gençlerin kameraya dönüp seyirciyle konuşması da yanılmadığımızın bir ispatı, evet biz tahmin edilen gibi filmin başını sonunu o şekilde beklemiyorduk.
Filmdeki konudan bahsedecek olursak, aslında yoğun işlenen bir söz edemeyiz, iki genç beyazlar içinde gelirler ve aileye işkence uygulamaya başlarlar. Her şeyin nezaket çerçevesinde gerçekleşse aslında tüm bunların yaşanmayacağını da söylemeden geçmezler. Olayın başlangıcı ise dört adet yumurtadan ileri gelir.
Haneke 10 yıl aradan sonra neden bu filmi yeniden çekme gereği duydu sorusuna ise şöyle bir cevap getirilmiş. Bu eleştirilerin Hollywood’a ulaşması. Aslında Amerikalıların gidip de altyazı bulup da bir Avrupa filmi izleyeceklerini ben de düşünmüyorum ama Haneke yapmak istediğinde başarılı olmuş mu, sanırım hayır çünkü filmin bütçesi ve kazancı arasında dağlar var.
Tabii diğer yorumlara da kulak vermemek elde değil. Filmin yeniden çekilmesi hakkında Haneke’nin paraya ihtiyacı olduğu bile söyleniyor. Hem bir kişi bu kadar üne kavuşmuş, saygınlığı giderek artmışken kendi filmini, her zaman eleştirdiği Hollywood için neden çeksin? Neyse ki özüne dönmeyi de başarıyor. Bu, orijinal filmin daha iyi olduğunu savunanların görüşü tabii.
111 dakikalık suç, dram, gerilim kategorili filmin oyuncuları ise Naomi Watts, Tim Roth ve Michael Pitt. Filmin 3 ödülü ve 1 adaylığı bulunmakta. Ortalama 28 bin kullanıcının oylarıyla da 6.3 IMDb puanına layık görülmüş.
Neden ikinci filmi çekti, paraya mı ihtiyacı vardı, çekilecekti madem başka bir yönetmen el atsaydı tartışmaları bir kenarda dursun Michael Haneke aşmış, kendi çizgisinde seyir eden, her daim bizi yanıltmak ve kendi benliğimiz hakkında fikir sahibi olmak hatta kişiliğimizi sorgulamamazı sağlayıp bizi derin düşüncelerle boğan bir yönetmen. Funny Games de onun belki de en çok bilinen filmi. İzlemekten çekinmeyin. Ama unutmayın ki film, huzursuzluklarla dolu.
Üstelik Haneke film için demiş ki, bu film ilk kez izleyecekler için, izlemiş olanlar için değil. Ve de iki filmin benzerliğini daha rahat görebilmek için buradaki karşılaştırma videosunu seyredebilirsiniz.
Ayrıca Paul ve Peter'ı en başarılı 35 sinema kötüsü adlı listede de 2.sırada görüyoruz. Listeye bakmadan geçmeyin.

paylaş:

chuck palahniuk'tan yazmak isteyenlere 13 tavsiye

Fight Club’ı okumayan var mıdır bilemiyorum; en azından herkes izlemiştir. İşte o kült filmin yazarı Chuck Palahniuk. Derin düşünce adamı, yeraltı edebiyatının vazgeçilmezi. Kitapları bir bir beyaz perdeye aktarılıyor her ne kadar siyah olsalar da. İşte bu adam hakkında arama tarama yaparken Samed Karagöz’ün Afili Filintalar'daki yazısına ulaştım. Yazar olacak adama adam gibi 13 madde sunuyor Palahniuk.
Fight Club’ın hiçbir zaman unutulmayacak ilk iki maddesi geliyor akla:
1. Fight Club’tan kimseye bahsetmeyeceksin.
2. Fight Club’tan kimseye bahsetmeyeceksin.
İşte Chuck Palahniuk’un yazar olacak birey için söylediği 13 tavsiye:
Yirmi yıl önce ben ve arkadaşım noel öncesi Portland şehir merkezinde yürüyorduk. Büyük mağazalar: Meier and Frank… Fredrick and Nelson… Nordstroms. Hepsinin büyük vitrinleri ve her vitrinde kendilerine has tek bir sahne; kıyafetleri tanıtan cansız mankenler veya yapay kar içinde bir parfüm şişesi. 

paylaş:

gösteri peygamberi | chuck palahniuk

Survivor.
Arka kapağı şöyle anlatır konusunu: Yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı…
Söz konusu yazar Chuck Palahniuk olunca akan sular duruyor. Yeraltı edebiyatının önde gelen ismi olmak, başarmak, ya da tam aksine diplere inmek, küçülmek, işte mesele bu demek…
“İntihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır.” Diyor yazar. Bunu utanmadan söylüyor, hem neden utansın ki? Biz onun dünyasına girmeye çalışıyoruz, o bize kapılarını açıyor. Ve cümbüş sonrasında başlıyor.
Kan lekesi nasıl çıkar?
Pop kültüre sivri bir dil çıkarıyor adeta yazar, üstelik bunu küçük bir çocuğun büyüklere dilini göstermesi gibi değil bayağı elli yaşında bir adamın canlı yayında tüm ülkeye dilini göstermesi gibi yapıyor.
Kitap ele alınıp, okunup, kucaklanası cinsten. Güldürüyor, her zaman ki gibi düşündürüyor. Okurken saçmalıyoruz, hayal dünyasında kendimizi başkarakter yapıyoruz, “orada dur Chuck, sıra bende” diyoruz.
304 sayfa tersten akıyor, 1 olmasın diye korkuyoruz.
Funda Uncu’nun çevirisiyle okuyoruz kitabı. Ayrıntı Yayınları’nın yeraltı edebiyatı dizisinden elimize ulaşıyor. Boşlukları televizyon kanallarıyla doldurmak yerine kitapla dolduruyoruz. İşte bunu sağlıyor yazar.
Fight Club’tan belki de daha fazlası var kitapta. Olaylar akıl işiyle örülüyor, paçalarımızdan zekâmız akmasın diye lastikle bağlıyoruz adeta.
Zaten Yeraltı’nı sevmemiz için bir gerekçe göster dediklerinde ilk cevap Chuck Palahniuk olunca kitap için fazla bir yoruma gerek kalmıyor.
Kitaptan birkaç alıntı ise şöyle:

İsa çarmıha gerilmeseydi kimi kendine inandırabilirdi? Uyku hapları yutup, bir banyonun zemininde tek başına ölseydi, cennete gider miydi? Kendisinin kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi?

Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi diye düşünmeden edemiyorum. 
İsa’nın neredeyse çıplak olmadığı bir haç görmedim. Hiç şişko bir İsa görmedim. Ya da vücudu kıllı bir İsa görmedim. Gördüğüm her haçta İsa, belinden yukarısı çıplak olarak bir kot markası veya erkek parfümü için modellik yapacak görünümde.
Eğer kimse izlemiyorsa, dışarıya çıkmanın bir anlamı yok. Pekâlâ, evde oturup otuzbir çekebilir veya haberleri izleyebilirsiniz. Eğer birinin videokaseti yoksa veya daha da önemlisi bütün dünyanın gözleri önünde canlı yayında geçmiyorsa hayatını, o kişi yaşamıyor demektir. 
O kişinin, kimsenin kıçına takmadığı, ormanda devrilen ağaçtan bir farkı yoktur.
bir şeyler yapıyor olmanızın hiçbir önemi yok. Eğer yaptıklarınızı kimse fark etmiyorsa, hayatınız koca bir sıfırdan ibarettir. Boştur. Anlamsızdır.

Tanrı’nın yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. o özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.

Sıradan insanlarla aynı problemlere sahipseniz, ağzınız aynı şekilde kokuyorsa ve saçlarınız karman çorman, parmaklarınızda şeytantırnakları varsa, hiç kimse size tapmak istemez. Sıradan insanların sahip olamadığı şeylere sahip olmak zorundasınız. Onların başarısız olduğu alanlarda siz sonuna kadar gidebilmelisiniz. İnsanların olmaya korktukları şey olursanız, onların hayranlığını kazanırsınız.

İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının, önemsiz meselelerinin, hikâyelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar. Büyük ve korkunç bir bilinmeyen…

İntihar etmekle şehit olmak arsındaki tek fark, basında çıkacak haberlerin miktarıdır.

Hayatın da porno filmlerin de sonu bellidir, tek fark hayat orgazmla başlar.”


paylaş:

barton fink (1991)

Joel Coen ve Ethan Coen’in taşlamalarla örülü filmi olan Barton Fink, kült denilecek düzeyde. Filmdeki taşlamaların en göze çarpanları aslında klasik olgu gibi görülen ama popülarite aşığı senaristlerdir. Şöyle ki, filmin başkarakteri Barton Fink daima, yeni bir tiyatrodan bahsetmekte, halkın içine inip halkın tam da özünü anlatmak istemektedir. Fakat halktan biri olan Charlie karakteriyle karşılaşmasında yapmak istediklerini anlatırken daima Charlie’yi susturmakta, bir nevi o karakteri kendi gözüyle tanımlarken Charlie’yi olmadığı bir karaktere büründürmekte. İkinci taşlama konusu çağımızın büyük yazarları, aslında görünenin tam tersinde olduğunu, büyük yazar olarak nitelendirilen kişilerin iç dünyalarını, yaşamları ve söyledikleri pembe yalanları ekrana taşıyarak, anlamamızı ve yanılmamızı sağlıyor. Üçüncü taşlama sinemanın kalbi Hollywood’a. Nasıl da senaristlerin sümüklü mendil gibi bir kenara atıldığının farkına varmamızı sağlıyor. Ve son taşlama sanırım kendilerine. Her ne kadar sisteme karşı çıksalar, onu yerseler de Hollywood’un bir parçası olmaktan da çıkamayan Coen biraderler, kanımca kendilerini de eleştirip bir de güzel taşlıyorlar.
Filmdeki semboller, film izlendikçe yapbozun eksik parçası gibi yerine oturdukça anlatılmak istenilenin peşinden koşularak sonuna kadar bir merak uyandırıyor izleyen bünyede. Kahve tonlarındaki bayık duvar kâğıtları, yüksek sıcaklık ve işin son dakikaya bırakıldığında oluşturduğu stres, güzel bir kadın ihtiva eden masmavi bir deniz fotoğrafına bakılarak çabucak unutuluyorsa, anlamsızlaşmak ve anlamın doruklarına çıkmak değildir de nedir?
Hele filmin son cehennem sahnesi vardır ki bahsetmek için kelimeler kifayetsiz kalır.
91 yapımı 116 dakikalık film 3 dalda Oscar’a aday gösterilmiş, filmin 13 ödülü ve 4 adaylığı bulunmakta. Coen kardeşleri takip eden kişilerce Coenlerin en iyi filmi olduğu genel bir kanı.
Filmin oyuncuları John Turturro, John Goodman.
7.8 IMDb puanına sahip filmin metascore’u ise 69/100.

paylaş:

en başarılı 35 sinema kötüsü

Madde Bağımlısı adlı site bir istek üzerine sinemanın en kötü karakterlerini seçmiş. Öncelikle belirtilmelidir ki sıralama yine bir kişinin(deniztan) film zevkine göre düzenlenmiştir; göreceli bir kavram.
Bu yüzden listede olması gerektiğini düşündüğüm bazı karakterleri vermek istiyorum. Bunlar arasında El Labirento del Fauno’dan filmin küçük kızına etmediğini bırakmadığı Capital Vidal, Harry Potter serisinin en kötüsü Voldemort akıllara ilk gelenlerden ve zamanında lahana bebek satışını neredeyse yarı yarıya düşürmüş Chucky karekteri sayılabilir. Bunun yanında daha bir sürü karakter var, bunlar ilk akla gelenlerden.
İşte o 35 bahsi geçen en kötü karakter, film adları ve bizden bazılarına biraz açıklama:

paylaş:

kynodontos / dogtooth (2009)

Yönetmen: Giorgos Lanthimos
Senaryo: Giorgos Lanthimos, Efthymis Filippou
Oyuncular: Christos Stergioglou, Michele Valley, Aggeliki Papoulia
Tür: Dram
Yıl : 2009
Süre: 94 dak. 
Ülke: Yunanistan
Dil: Yunanca
Ödül: Oscar'a adaylık, 10 ödül, 5 adaylık
IMDb puanı: 7.2


Onların dilinde telefon, bir baharat çeşidi; otoban, şiddetli esen rüzgâr; deniz, deri kaplı koltuk; klavye, kadın cinsel organı; zombi, küçük sarı çiçek; amcık ise tavandan sarkan büyük lamba. Onların dünyası çitlerle çevrelenmiş, içinde balıklar var oluveren havuzu olan, çitin ardında kedi adında canavarların olduğu bir yer.
Onların ailesi, bir anne, bir baba, ikisi kız olmak üzere üç çocuktan oluşuyor. Anne isterse köpek doğurabilir, baba dış dünyaya çıkabilen tek kişi ve evin yemek ihtiyacını karşılıyor. Çocukların eğlence anlayışları fiziksel kuvvetlerini ölçebilecek oyunlar, babanın yabancı dildeki şarkıları kendi dillerine çarpıtarak çevirmesi, su altında en uzun süre kalanların yapışkanla ödüllendirilmesi, yeni kelimeler öğrenmek ve üstlerinden geçen uçağın bahçelerine düşmesiyle oyuncağa doğru koşmak, bir tür yarış.
paylaş:

gazete parçasına hayatı saklamak

Biz oturup rakı masasında memleketi bile kurtarırdık, istemek başarmanın yarısıydı anlatılanlara göre. İstemedikten sonra yapacak bir şey yoktu.
Alkolle midemizi yıkayıp, çişimiz geldiğinde rakı tuvalete çıkarır mı yahu diye sorup dururduk nedenini. Çünkü tarih derslerinde hep olayların nedenlerini öğrettilerdi bize, bir de sonuçlarını. Suçu durup durup öğretmenlere atmaktan da çekinmezdik.
Bazen yazık ederdik birbirimize, öyle laf sokmalarımız vardı ki, düşününce küçüldüğümüzün farkına varırdık, ergen değildik sonuçta. Özür de dilemezdik, içimizden gelmezdi.
Yağmur yağdığında giyip botlarımızı beş kat aşağıya inerdik koşarak, dinmeye yüz tutunca yağmur, küfrü utanmadan basardık sahibine, yağsa da temizlensek güzel olmaz mıydı? Olurdu kanımca.
Sonradan pişman olacaksak anı yaşamayalım, sonuçta biz hep mutlu olmak için tüketiyoruz vaktimizi. Eğer üzüleceksek sonunda, ansal mutlulukları yaşamayıverelim. Mantıklı mı, hem de nasıl.
Zamanında gurbetlere de kaçmak isterdik, lacivert olur rengi, ya da petrol yeşili. Hislerimizin sesi denizden gelir, ağlarız hatırlayınca, ablamız vardır, ağabeyimiz vardır, yanına kimseyi koyamayız. Konduramayız çünkü.
Yetişme tarzımıza suç atarız, aslında ebeveynlerimiz bizi iyi yetiştirmemiştir, suç atmaktan kolay kaçış yolu yoktur çıkmazlarımızda, sokaklarımızda, caddelerimizde. Sığınmak çöp kutularına ve şarap içenleri dinlemek sonuna kadar, gazete parçasına hayatımızı saklamak…
Gerçekler acı mıdır gerçekten? Acı yapan nedir gerçekleri? Kişiliklerimiz bize ait evet, çünkü biz mutlu değilsek, mutlu edemeyiz başkalarını ya da sigara içeriz örneğin, annemiz üzüleceği için sigara içerken mutluluk duymayız hiçbir zaman. İçmeden de edemeyiz. İşte bu kadar da basit varlıklarız.
Perdeyi sonuna kadar açıp çakan şimşekleri izleriz bazen karanlık odanın ortasında, oturmaya bir sandalye bile yoktur, keyif yatağın ucunda. Yaşımız yirmilere gelmemiştir daha, annemiz çok hasta, elimizde bal dökülüp ıslak mendille silinmiş bir saman kâğıda baskı kitap, her sayfa çevirişimizde kokusunu duyarız. Mum eğilir bir sağa, bir de sola.
Yazarken hatırladığımız anlar için yakmamak için zor tutarız elimizi, sigaradır dudaklarımızın çatlaklarını dolduran, annemiz artık olmadığına göre, pardon, çakmağı uzatır mısın?
paylaş:

the exorcist (1973)

1973 mahsulü The Exorcist’te küçük bir kızın içine şeytan girmesi anlatılır. Regan adındaki bu kız garip hareketler yapmaya başlar. Kızın hareketlerinden şüphe duyan annesi kızını doktor doktor gezdirir fakat hiçbiri kızın durumuna çare bulamaz. En son da doktorlardan biri kızın rahibe gösterilmesini söyler. Ve bu şekilde şeytan kovma ayinleri başlar. Tabii şeytan da boş durmayacak, kötülük için elinden geleni yapacaktır.
William Peter Blatty’nin romanından sinemaya uyarlanan filmin yönetmeni William Friedkin. Yapım, film tarihindeki en iyi korku filmleri arasında gösterilir.
Ellen Burstyn, Max von Sydow ve Linda Blair filmin başrol oyuncuları.
Film 2 Oscar sahibi ve 14 ödüle ve 14 adaylığa da sahip.
122 dakika uzunluğundaki bu yapıt yaklaşık 120 bin kullanıcının oylarıyla 8.1 IMDb puanına layık görülmüş ve bu puanla top 250 listesinde 205. sırada.
Rivayetlere göre filmin çekimi esnasında set 2 defa yanmış, sette çalışan 2 kişi ölmüş, 3 figüran kalp krizi geçirmiş. Film bittikten sonra Regan karakterini oynayan Linda Blair yıllarca içinde gerçekten şeytan olduğunu söylemiş yıllarca tedavi görmüş. Kiliseye gösterilen karşıtlığın işlenmesinden dolayı da zamanında bolca tepki çekmiş.
Ayrıca en iyi 100 korku filmi listesinde de 1.sırada.
73 yılı filmi olup neredeyse 40 yıl sonra bile hala korku filmleri listelerinin ilk sıralarında yer alması başarısının bir göstergesi. Kaçırılmaması gereken bir şiddet, tapma ve merdivenlerden gelen korku.

paylaş:

asfaltta karanlık

Orada biri var, nesne, yüklem, ünlem. Kadın ağlıyor, siyahların üzerinde, saçları karman çorman. Gözyaşları yanaklarından süzüldükçe dudakları çatlıyor.
Asfaltın üzerinde kan var, kırmızı, koyu, kuruyacak. Yerlere saçılmış giysiler, kanlı, yırtık.
Kafamızı durup durup çukurlara sokuyoruz, çukurlar karanlık. İç çekiyoruz, içimiz çürüyor. Kokuşmuşluğumuzun sebebi derinlikler, buz gibi, sular damlıyor.
Asfaltın üzerinde bir duvar, yıkılacak bir gün, içimiz dışımıza çıkacak, kan, her yerde, kopkoyu. Ağladıkça sakinleşiyor bir de kadın.
O bir anne, kardeş ya da bir yabancı. Halimiz duman, saçlar darmadağın.
Kuyunun içinde bir çukur, beyazlar ve siyahlar. Ayrım yapılan bir dünyanın kuyruksokumu, kırılacak bir gün.
Gelecek, yarından sonraki gün, ilerledikçe başparmağımızla gösterdiğimiz yere, sonsuzluğa doğru kaçıveriyor. Oralarda bir yerde, asfaltın üzerinde, bir kadın, bir gömlek, bir nesne.
Her yer kan, biri ağlıyor, kadın ya da erkek, halimiz duman, elimizin içi kaşınıyor.
Geliyorlar, bizim için, ağır ağır yol alıyorlar. Gömlekte bir leke, kollar kıvrık, çizgili. Kurumuş kırmızılık, cebi delik, kafamızı koyacak bir omuz.
Ortada bir ölü, havada sinekler. Karanlık ortada, elimizi kaldırıyoruz. Omuz eski, yanlış yapmaz, bize yanlış hiç yapmaz. Yanılıyoruz. Gerideyiz, küçüğüz, küçümseniyoruz.
Ortada bir beden, kırmızı, ölü, çıplak, asfalt ortada, siyah. Sıcak her yer, omuz soğuk. Düşündükçe deliriyoruz.
Biri var orada, başında bir nesne, ağlıyor, saçları uzun, siyah, beyaz. Ölü var ortada, cansız, kurumuş, sinekler altında yatıyor, yastık, kılıf.
Gömlek kanlı, beden susuz, omuz soğuk. Ortada bir mesele var.
Mesele büyük, derin ve karanlık. Kafamızı sokup sokup çıkarıyoruz, görmek için, duymak için. Gözler çoktan sağır olmuş, kulaklar kör.
Ellerimiz kaşınıyor, avuç içlerimiz yukarı bakıyor. Medet umduğumuz yanıltacak bizi, derinlerde bir yerde, koyu bir karanlık.
Yıkıp bedenimizi, taşlarımızı biz dizeceğiz, omuz bakakalacak, omuz hiç olmadığı kadar yalnız kalacak.
Soğuk, her yer. Aşağılardayız, yukarılarda bir omuz, ayna ters, yalın, sert. Tokat patlayacak, ellerimiz kaşınıyor, suratın tam ortasına, avuçlar göğe dönük, omuz yerle bir, dudaklar çatlak. Kan akacak, gömlek yırtık, beden susuz, diplerde karanlık. Soğuk yakacak, sinekler tepemizde, delireceğiz.
İçimiz çürüyecek, kokuşacağız, söveceğiz halimizi, anlayacaklar bizi, omuz bizi anlayacak, bir baş arayacak.
Orada bir asfalt, asfalt sineklerin altında, arada bir beyin, kafası dağılacak. Kıçımızın üzerine oturup susacağız. Biri ağlayacak, biri ölecek, nesne, yitik bir omuz, öksüz.
Ortada kalacak, kimsesiz, susayacak, kırmızı bir gölek, çizgili, kolları kıvrık. O surat sadece bakacak, gözler çizgili, tek başına.
Acıkacak, bir dilim ekmek bulamayacak, suçlu arayacak, laf sokacak, o bir sinek, kafamızın üzerinde kafamızı ütüleyecek.
Bir nesne, asfaltın üzerinde, bir yerlerde ağlayanlar, anlamayanlar, küçümseyenler. Ortalık kızışacak, birileri susacak, derinlik içimizde, içimiz karanlık. Koyu bir kan, süzülecek yanaklardan, dudaklar çatlayacak, ortada bir delik. Kafamızı sokup sokup çıkarıyoruz, gördüğümüz tek şey karanlık.

paylaş:

metropolis (1927)

Thea von Harbou’nun romanından beyaz perdeye uyarlanan Fritz Lang’ın yönettiği 1927 yapımı Metropolis, işçi sınıfıyla yönetici sınıfındaki farklara değinen bir kült film.
İşçi sınıfı her zaman çalışan, sistematik hareketlerle yapılması gereken işleri bitirmeye çalışan bir sınıfken, yönetici sınıfındaki insanlar ise rahat bir hayat sürerler. Bazen yönetici sınıfındaki insanlar saatlerle oynayıp işçileri daha çok çalıştırır. Yaratıcı bir bilim adamı bu durum karşısında insan gücüyle yapılacak işleri yapacak hatta daha verimli olacak insan benzeri bir robot yapar. Bu şekilde insanlar yorulmayacak ve yapılması gereken işler bitirilmiş olacaktır.
Bilim-kurgu filmlerinin öncüsü halindeki filmin çekildiği zamana kıyasla, özel efektlerin ve hayal gücünün şaşırtıcı derecede iyi olduğu görülür.
Filmde konuşma geçmez sadece fonda müzik vardır. Ara ara ekrana yazılar gelir ve bu şekilde denmek istenilen denir. Filmin bütçesi bir hayli büyüktür(rivayetlere göre bugünün parasıyla 200 milyon dolar), binlerce figürana filmde yer verilmiştir. Normalde daha uzun olması gereken filmin bazı bölümleri kaybolmuş ve bulunan parçaları mantık sırasına göre sıraya dizilmiştir.
Amerika destekli Alman filminin günümüzde dahi seyircisinin olması başarısının bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Film 3 ödül, 3 adaylık sahibidir.
Ortalama 45bin kullanıcının oylarıyla 8.4 IMDb puanına sahip film, bu puanıyla top 250 listesinde an itibari ile 94. sırada. Filmin metascore’u ise 98/100. 

paylaş:

good bye lenin! (2003)

Daniel Brühl’ün başrolünde oynadığı Good Bye Lenin, Almanya’nın karışık dönemine ışık tutar. Sosyalist bir annenin oğlu olan Alex, bir eylem sırasında gözaltına alınır. Bunu gören anne kalp krizi geçirir ve hastaneye kaldırılır. 8 ay boyunca komada kalan annesine bakan Alex’in hayatında büyük değişmeler olurken Almanya’da da büyük çapta hareketlenmeler meydana gelir. Berlin duvarı yıkılır, kapitalizm büyür, artık Doğu Berlin’de de Coca Cola satılmaya başlar, Almanya büyük göçler alır, ekonomi değişir, para bile değişir. Alex âşık olur, ablası yeni bir eş bulur, ablasının çocuğu büyür. Komadan sonra mucizevî bir şekilde uyanan anne için doktorlar, herhangi bir heyecan yaşamamasını söylerler. Fakat 8 ayda o kadar çok şey değişmiştir ki o kadar zaman uyuyan bir insanın sokaklara bakması bile beyninde hasara sebep olacak cinstendir. Bunun üzerine Alex bir plan oluşturur ve annesinin komaya girdiği ana her şeyi geri döndürür. Arkadaşıyla beraber yeni videolar, haberler oluşturur, reçel şişelerini, turşu kaplarını aynı 8 ay önce nasılsa o hale getirir. Bu şekilde oluşturulan bir dünyadan sıkılanlar, oynanan oyunda pes edenler olacaktır. Ve sosyalist anne yürümeye başlayacak, dışarıdaki dünyayla yüz yüze gelecektir.
Söylenen pembe yalanlar, öğrenilen geçmiş, kırgınlıklar, dram, aşk, az da olsa komedi.
Wolfgang Becker’in yönettiği 2003 yapımı Good Bye Lenin 121 dakika uzunluğunda bol ödüllü bir film.
Golden Globe’a adaylığı bulunan filmin 31 ödülü ve 14 adaylığı bulunmakta.
IMDb puanı 7.8/10 olan filmin metascore’u ise 68/100.

paylaş:

das weiße band - eine deutsche kindergeschichte (2009)

The White Ribbon.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da bir köy ve köyde geçen talihsiz, beklenmedik olaylar. Sinemanın zor yönetmeni Michael Haneke’den huzursuz edici bir film.
Aile bağlarını, aile içi şiddeti, eğitimi, dini bir güzel sorgudan geçiren Haneke, cevapsız kalan soruları açıklamak yerine bu soruların çıkış noktalarını irdelemeyi seçiyor.
Küçücük hataların karşılığında ağır ceza yöntemlerinin uygulandığı bu köyde, filmin odak noktası olan asıl suçların nasıl da halı altına süpürüldüğü anlatılıyor.
Bir öğretmen, korodaki çocuklar, baron ve eşi, baronun çocuğu, ölen bir anne, kaza geçiren bir doktor, ebe, doktorun kızı, garip bir papaz, papazın çocukları. Aslında büyüklerin çocuklar için cehenneme dönüştürdüğü bu köy, şiddetin göbeği, çıkmaz yollar ve anlamsızlıklar bütünü.
Ensest kavramını gözümüzün içine sokan Haneke, düz bir filmin girintili köşelerine tokadı, şamarı, sopayı çok da güzel yerleştiriyor.
Filmin siyah-beyaz olmasını da şöyle açıklıyor Haneke:
“Genellikle tarih filmleri izlediğimde, hikâyenin doğru olduğunu bilmeme rağmen, inanmakta zorlanıyorum. Bunun nedeni görsel hafızamda bu zamanların gerek var olan videolar gerekse resimlerden dolayı zihnimde siyah-beyaz ile ilişkilendirilmiş olması. Başka şekilde hayal etmem nasıl mümkün olabilir? Ayrıca siyah-beyazı seviyorum ve bu fırsatı bir neden olduğu zaman kaçırmam.”
Çocuk karakterlerin oyunculuklarındaki başarı filmin kendi başarısına da yansımış durumda.
Gizem ve dramı sonuna kadar işleyen film yönetmene 2009 Cannes Film Festival’den Palme d’Or ödülünü kazandırmış. Ayrıca filmin 2 dalda Oscar’a adaylığı 26 ödülü ve 28 farklı adaylığı bulunmakta.
114 dakika uzunluğundaki 2009 yapımı film IMDb’den de 7.9 puan almış, metascore’u ise 82/100.
Ve çocuk karakterlerden birinin söylediği söz akıllarda kalır: "Tanrıya beni öldürmesi için bir şans verdim."


paylaş:

127 hours (2010)

Gerçek yaşam hikâyesinden sinemaya aktarılan 127 saat bir macera düşkünü dağcının keşif sırasında kaya parçasına sıkışmasını ve bundan sonraki saatlerini konu edinir. Kendini videoya çekip rahatlatmaya çalışan genç bir süre sonra açlık ve susuzluktan bitkin düşer ve halüsinasyonlar görmeye başlar. Ailesini ve yaptığı hataları düşünmek için önünde bolca zaman vardır. En sonunda da kolu ile hayatı arasında bir seçim yapar.
2010 yapımı filmler arasında kendinden bolca söz ettiren 127 Hours dram, macera, biyografi kategorisinde izleyicisiyle buluşuyor.
94 dakika uzunluğundaki filmin başrolünde James Franco var. Yönetmen koltuğunda ise Danny Boyle oturuyor.
Filmin 6 Oscar ve 70 farklı adaylığı olmasına rağmen elde ettiği ödül sayısı 6. Bu durumun gerçekleşmesinde filmin içeriği mi, başarısı mı ya da aynı dönemdeki filmlerin başarıları mı etkili bu biraz tartışılır ama olay bakımın biraz eksik olduğunu söylenmeden geçilmez.
Filmin 7.9 IMDb puanı var.
Soğukkanlılığın ne olduğunu rahatça bize anlatan filmin gerçek bir hikayeyi anlatması içimizin daha da ürpermesine neden oluyor.

paylaş: