Kirpiklerim
birbirine bağlanmış gibi gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Başımın arka bölgesi
soğuk zemine kaynaklanmışçasına, ağırlığını tüm bedenimde hissediyorum. Zaman
diliminde hangi çeyrekteyiz bilmiyorum. Tek bir ışık huzmesi sütun halinde
zemine dökülüyor. Odanın içinde sis varmış gibi görüş mesafemin kaç santim
olduğunu düşünüyorum. Üşüyorum. İliklerim kemiklerimin arasında sümük
kıvamında, ayağa kalksam jel gibi süzülecek ayak parmaklarımdan. Beynimin
içinde milyonlarca sivrisinek uçuşuyor, varlıklarından çok sesleri beni
yıpratan.
Üzerimde
iç çamaşırımdan başka bir şey yok. Ruhumu kaplayan bedenim, ıslaklığın içinde
titriyor. Her kıvrımında tüylerim dışa doğru bedenimi çekiyor, kaçmak
istedikleri yeri ya da kaçma isteklerini çözemiyorum. Soğuk, kaygan zeminin
üzerinde ayakta durmaya çalışıyorum. Her adımımda ayak topuğumun sertlik
üzerinde yayıldığını hissediyorum. Sol elimle sağ kolumun dirseğini tutmuş
vaziyetteyim, kaslarım titreşimlerini tüm odaya aktarıyor. Titreşimler odanın
içinde suya düşen taş parçasının oluşturduğu dalgalar misali yayılıyor. Dan,
dan, dan, dan…
Kafamın
içinde fareler, beynimi kemiriyor. Her daldırışlarında etime dişlerini,
gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi hissederken, kaslarım kasılıyor,
soğuğun etkisi ve sis ve bilinmeyen bir oda ve ışık huzmesinin kaynağı, yalın
ayaklar, dan, dan, dan, dan, tüm benliğim sarsılıyor.
Boşluğa
düşmek gibi bir his var midemde, gurultusu çığlıklara karışıyor.
Tavanda
yıllardan kalmış, yaşını belli eden bir avize, kırık lambalarıyla hüzünlenen
bir senfoni gibi kulaklarımı tırmalıyor. Odanın içinde esinti yok, odanın içi
yalnız.
Yanlış
zamanda yanlış yerlerde bulunmak mı doğuruyor boş odaları, çözemediğim bilyon
tane sorudan biri bu.
Boş
oda, sessizliğin içinde feryatlar besleyen yaşlı bir nine, kırış kırış bedeni,
arzulayan gözlerinde bakışlar ve avizeler üzerinde ölü bir ışık.
Boş
oda, ışık huzmesinde dans eden tek bacaklı bir balerin, dönüp dururken tek
bacağının üzerinde, saçıldıkça saçılıyor etrafa toz dumanı, altın gibi görünen
sırçalığında, ipi dolanıp bacağına düşene kadar.
Boş
oda, içerisinde yüklerini Mısır’a yetiştirmeye çalışan develer kervanı,
sakallarından yüzleri seçilmeyen Arap kabilesi ve susuzluğundan kendi terine
muhtaç siyah köleler.
Odanın
içinde fareler, buldukları her kanı içmek için var edilmiş organizmalar,
dişlerinde kötülüğün kavuğu, baykuşlar var bir de hiç acımadan saldıran. Ve
sesleri, geceyi bir darbede ikiye bölen sesleri…
Odanın
duvarları yıkık, göremezken yitiriyorum hislerimi, soğuğa yenik düşüp nasıl
düştüğümün farkına varmadan. Bu bir rüya değil, bu bir karabasan.
Kaçıp
da kurtulamadığımız karanlığımız hepimizin. Boş odalarda duran ikinci yüzümüz,
yüzsüzlüğümüz. Kalburu kırık yarınlarımızda yeşeren solucanımız hepimizin ya da
elimizle ittirdiklerimiz.
Odalar
boş, odalar tozlu, odalar yalnız. Biz, mahkûmlar, odaları dolduran, biz, siyah
köleler…
Odalar
boş, odalar tozlu, odalar yalnız. Biz, karanlığa gömülü bedenler, biz…