2010
yılında bir daha açmamak üzere gözlerini yuman José Saramago, kendini roman
yazmaya adamak için uzun yıllar bekleyen biri ve yazma için şunu söylüyor: “Kendimi
adıyorum ama hiçbir şekilde umutlanmıyorum.”
Lizbon’da
Manastır Güncesi adlı eserinden
esinlenerek koyduğu Blimunda adlı evde yaşamını sürdürmüş yazar, okuma yazma
bilmeyen bir annenin oğlu olarak gözlerini dünyaya açmış ve yoksulluğun
getirilerini acı ama bir o kadar da gerçek şekilde yaşamış biri. Kimi zaman
çilingir olarak hayatını sürdürmüş hatta iş için kullandığı tulumunu iki yıl
kullandığı olmuş. Edebiyat ile tanışmasını ise halk kütüphanelerine borçlu
olduğunu ifade ediyor. Yoksa evinde bir tane bile kitap bulunmuyormuş.
25
yaşında bir kitap yazdıktan sonra 50 olana dek başka tek bir şey yazmayan
yazar, gazetedeki işini kaybettikten sonra kendisini yazmaya adamak için iyi
bit fırsat olduğunu düşünerek başlamış yazmaya. Tabii hiçbir umut barındırmadan…
“Bana
o kadar uzun bir süreyi yazmadan geçirme nedenimi sorduklarında dürüstçe
söyleyecek hiçbir şeyim olmadığı cevabını veriyorum.” diyerek de çok da önemli
bir nedeninin olmadığını açıklıyor.
Aslında
bizden çok da farklı biri değil o, farklı olduğunu da hiçbir zaman düşünmemiş. O
da sabah kalkıp kahvaltısını yapıyor, pencerenin kenarına oturup çayını
yudumluyor. Ergenlik döneminde o da ölmenin ne demek olduğunu anlamış ve
mutluluğu en sonunda o da bulmuş.
Ölüm
hakkında düşüncesini şöyle açıklıyor yazar:
“Doğduğumda
köyümdeki yaşam beklentisi 33 yıldı. İlk kez 17 yaşımdayken insanların
aramızdan ayrılması gerektiğinin bilincine vardım. Bunun karşısında büyük bir
panik yaşadım! Sokakta yürürdüm ve bu düşünce giyotin gibi aklıma düşerdi. Durur
ve ‘Lanet olsun, lanet olsun, ölmem gerekiyor!’ diye haykırırdım. Ama bu
saplantı aynen geldiği gibi gitti. Ve 84 yaşında ölümü düşünmüyorum. Dramatikleştirmemek
gerekiyor; aile için sevimsiz bir durum oluşunu anlıyorum ama ne yapabiliriz ki…
Sağlıklı olduğumdan muhteşem bir yaş olan 75’imdeymiş gibi yaşıyorum. Bazense yine
fena bir yaş olmayan 62’mdeymiş gibi.”
Militan
komünist ve çevrenin korunması uğruna verilen mücadeleyi destekleyen Saramago
dayanışmayla dünyanın gidişatını değiştirmeye çalışan bir yazardı ve ölümüne
kadar da bu mücadelenin arkasında durdu.
Saramago
1992 yılında, Portekiz hükümeti bir Katolik Kilisesi eleştirisi yapan İsa’ya Göre İncil’le Avrupa Edebiyat
Ödülü’ne katılamayacağı doğrultusunda oy verince ülkesiyle karşı karşıya
gelmiş. Ertesi yıl, o tarihten itibaren yaşamını sürdürdüğü Lanzarote’ye taşınmış.
Ve şunları söylüyor yazar: “Bana yapılanları unutmadım. Cavaco Silva eserlerimi
sansürleyen ilk bakandı.”
Yazar,
tarafına gelen eleştirileri de pek önemsemiyor ve “Bazıları da kitaplarımda
ideolojiye çok fazla yer verdiğimi söylüyor. Onlara göre benimki ideoloji ama kendilerinki
değil. Katolik dini, bir ideoloji değil. Sistem lehine olan inançlar ideoloji
değil. Yalnızca Marksist veya komünistsen bir ideoloji söz konusu oluyor. İnsanlar
tarafından sevildiğimi hissediyorum ama kitaplarımın bu kadar satmasından
rahatsız olan bir kesim var. Onlara şunu söyleyeyim: Doğada farklı bir türden
oldukları için az büyüyen ağaçlar vardır ama ne sekoya zeytin ağacından daha
iyidir ne de zeytin ağacı sekoyadan.”
Sokak
ortasında elini tuttuğu karısını öpmekten hiçbir zaman çekinmeyen Saramago
kendi aşk hikâyesini şöyle özetliyor:
“Kendisini
on beş dakikamı çalmak isteyen bir okur olarak tanıtıp beni Lizbon’a
çağırdığında kabul ettim. Öğleden sonra saat 4’te buluştuk. O 36, ben 63
yaşındaydım. Deli gibi konuştuk ve romanlarımın geçtiği yerlerde dolaştık. Gitti
ama içimde bir yere dokunmuştu. Kısa süre sonra ona bir mektup yazdım: ‘Hayat
koşulların elveriyorsa görüşmek isterim.’ Bu, evli olup olmadığını sorma şekliydi.
Her şey böyle alevlendi.”
Büyük olmak için,
bütün olmasını bil:
ne abart kendini ne
de dışla.
Her şeyde bir şey
bil. Yaptığın her şeye kendini ver,
Bu yüzden bütünüyle
parlıyor ay her gölde
Çünkü yaşıyor
yüksekte.
Bu
dizeler ise gençken okuduğu ve hayatını değiştiren şiirden. Okuduktan sonra “Evet,
böyle yaşayacağım.” diyerek kararını vermiş.
“Kitaplar
ormanları yok etmemeli!” diyen yazar Greenpeace ile işbirliği yapmış, her ne
kadar maliyeti daha yüksek olsa da çevre dostu kâğıtların kullanımı için
çalıştığı yayınevlerine bol bol nasihatler vermiş.
Kitaplarında
özel isimlerin baş harflerini küçük yazarak, nokta ve virgülden başka noktala
işareti kullanmayarak, konuşmaları bir virgülle birbirinden ayırarak kafaları
çokça karıştırmıştır. Nobel Edebiyat Ödülü’nü siyasi görüşlerinden dolayı değil
edebiyata katkılarından dolayı almayı başaran yazarlardandır.
“Sevmek
sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin
yolu.” diyerek iki bağlam arasındaki ince çizgiyi ortaya koyuyor yazar.
1998
yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıktan sonra hayatı öncesine göre çok
farklı oldu mu yahut daha mı iyi oldu bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey var o da
Nobel Ödülü hakkındaki değerlendirmesi: “ Hayatımda aldığım en büyük ödül karım
Pilar’dır. İşin aslına bakılırsa en büyük devrim aşktır.”
0 YORUM:
Yorum Gönder