we live in public (2009)

2010 yılında If Film Festival kapsamında ülkemizde gösterime giren bir belgesel. İnternet’in patlamaya başladığı 90ların başında en büyük internet öncülerinden Josh Harris’in yaşam hikayesini ve yaptığı garip deneyi konu edinir. Ta o zamanlarda insanların bir kutu içinde sıkışıp kalacağını gören Harris, yüzü aşkın sanatçıyla birlikte yerin altına inşa ettiği çok katlı otele sırf bir vakit ünlü olabilmek için kendi rızasıyla gelen insanları koyar ve bu kişiler otelin her yerine monte edilen kameralarla 24 saat kayıt altına alırlar. Tuvalette, banyoda, yatakta davranışları ve ne yaptıkları kare kare belleklere alınan kişiler ortamın verdiği rahatlıktan ve bilinçaltlarındaki “her şeyimiz meydanda” olgusuyla çıkmaza doğru yol alırlar. Proje tam da Harris’in tahmin ettiği gibi sonuçlanır. Emniyetin bir baskın düzenleyerek projenin son bulmasıyla bu kez Harris kendi hayatını izleyicilere açar. Evinin her köşesine yerleştirdiği kameralarla kendisinin ve kız arkadaşının yaşamını online olarak sanal ortamda paylaşır. Bir süre sonra tam da denek olarak kullandığı kişilere benzemeye başlayan Harris için son çok da uzakta olmayacaktır.
Ondi Timoner’in Sundance’te jüri büyük ödülüne layık görüldüğü bu belgesel, zamanımızın çoğunu facebook, twitter gibi sanal âlemde harcadığımız bizleri ve teknolojinin nereye doğru gittiğini suratımıza tokat gibi çarpan bir yapım.
Sanal ortamda aslında nasıl da herkesin her şeyi meydanda yaşadığı günümüzde, bu eğilimin nelere mal olabileceği çarpıcı bir şekilde sorgulanıyor.
90 dakika uzunluğundaki belgesel bir nevi kendi hayatımızdan kesitler sunarken, aynanın karşısına geçip kendimizi izliyor havası yaşatıyor.
Filmin IMDb puanı 7.2/10 ve metascore’u 69/100.

paylaş:

kanalizasyonda kaybolan bir beyin

Işık huzmelerinin göz bebeklerime açtığı bir savaşın içinde, güzel kokuları çektikçe içime, beynimde dalgalanan olguların varlığını düşününce, yerine getirmem gereken zorunluluklarımı hiçe sayarak, beyaz klozet kapağında oturduğum, yukarılardan metalin üzerine düşen kaya parçasının çıkardığı ses gibi kulaklarımda çınlıyor. Zira ben hattayım, ölüyüm, bunun bir anlam ifade etmediğinin yıllarca farkındaydım. Gülüp geçebildiğim sürece sorun teşkil etmez bu davranış, bedenimde açılan kocaman deliklerin yerinde yoğun morluklar bıraksa da girip çıkan enjektörün acısı yansımaz beynime.
Biz küçükken, bir zamanlar, kibrite ‘kirbit’ derdik. Çocuk saflığında aklımızla babamızın iç cebinden arakladığımız sigaraları yakardık okul kenarlarında, kimse görmeden küçük ciğerlerimizi ağzına kadar dumanla doldurur, izmarit yığınlarını toprakla örterdik keza izmaritleşen bedenlerimiz bir gün toprakla örtülecekti.
Ve bir gün mezarlıklar içinde dolaştığımızda zambak kokuları gelirdi aynı şu an olduğu, yaşamakta olduğumuz zaman dilimine yanan bir mum diktiğimiz gibi. Yaşanmışlıklarımızı fincan içlerine sıkıştırdığımız közlenmiş çekirdeklerde, telveleşmiş anların uzunluğundan, zamanından, üç vakitten ya da gülüşmelerimizden zannedilen kırk yıllık hatırlardan umutlanmamız garipsenmeyecek kadar basitleştirdiğimiz ağır cümlelerimizce ezilen bütünlüklerden ibaretti oysa. Bu da geçerdi.
Kural ihlalinden kazalar gerçekleştikçe bilinçaltımızda ve karanlıkta hala büyümeye çalışan gözbebeklerimiz olduğu sürece ta uzağa koyduğumuz çıplak nesneselleşmemizi, sistematik bir kokaindir çare, edepsiz portakal düşüncelerimize.
İlk atlayacak olan bayanlar, düşecek ve bilmem kaç parçaya bölünecekler ve ardından baylar. Naçizane nazikliğimiz elimizde kalıp övündüğümüz tek varlığımız.
Ortada bir kadın yaptığı hatalardan dolayı ağlıyor, duvarlar kırmızı olması gerektiği halde mor. Bu rengi bir yerlerden hatırladığımı düşünüyorum; paragraf aralarına sıkışmış karıncaların çığlığı bu olmalı. Çiviler çakılıyor bir de, bacaklara, avuç içlerine, kırmızı sevdamız bundan, arzudan.
Kapı çalındığında kapıyı kimin açacağına emin olamıyor; kendiliğinden açılıyor. Beyaz gecelikler içinde bir diğeri, düşmüş ya da parçalanacak olan; her yer karanlık, diplerde metal zeminler ve kulaklarımda çınlayan oyuncaklar var. Fonda bir gerilim, yüreğimizin ritminde mırıldanılan bir düş ağıtı, sözler hızlandıkça ritim artıyor ya da gerilimin yükselmesinden kaynaklanıyor bu kalp atışları.
Lavabonun içi saç yumağı, tüm önlemlere rağmen intihar etmekte karar kılan yığınla can düğümü, bükümler halinde; ıslandıkça renkleri koyulaşıyor.
Gözlerden süzülen rimel mi bu? Konuştukça konuşuyor acımadan diğeri. Hatalardan sonra yargı aşamasının doruklarında yaşamayı seçmiş benliğin ellerini bedeninin arkasında birleştirmesinden anlaşılıyor hüküm gücünün yüceliği; bunun için doğmuş, bunun uğrunda ölecek. Arkadaş, anne, baba, kardeş, yabancı ya da eş. Önemli değil.
Kolum şişiyor, damarlarım genişledikçe maviden mora dönüyor tüm renkler, evcil solucanımızı zincirlemek bu, sonrasında yaşadıklarımızı düşünme aşaması ve karar vermek. İncecik sivri bir uç, tüm sertliğiyle bedenimize sahip olmak için giriveriyor içimize, haz doruklarda, yavaş yavaş süzülüyor damarlarımıza, bitene kadar, son damlasını bile ziyan etmiyoruz; israf haramdır.
Beynimiz uyuşuyor, yatışmış bedenimiz ayaklarımıza doğru tüm sıvılarını akıtıyor. Cennetteyim.
Orada hiç kötü şeyler olmaz, süt ve bal akar nehir yataklarından, kuşlar cıvıldar ağaçlarda, alabildiğine yeşildir her yer, elma istersek önümüze geliverir.
Kapı çaldığında kimin kapıyı açacağını bilemiyorum. Açan kişi ben, kollarım mor, burnum kanıyor; önümde duran adam şaşkın; cennetten çıkıyorum. Karanlık.
Ağlıyor, nedenini bilmiyoruz, yaptığı hatanın ne olduğu ya da bundan sonra olacaklar bize anlatılmıyor. Duvarlar mor, odanın ortasında duran oyuncağı yeni fark ediyorum. Gülümsüyor. Bir yerlerden sesler yükseliyor, enstrümanın adı ne? Sorgulayan kim? Arkadaş, anne, baba, kardeş, yabancı ya da eş?
Döngünün bir parçası olabilmek için savaştığımız bu kıyımda düşmüşler olarak varlığımızı sürdürdüğümüzü fincan içlerinde yaşanmışlıkları anlatan bedenlere soruyoruz. Zaman yavaşlıyor, karşı koyamıyoruz.
Beynimiz olmadığı kadar ıslak, yapış yapış. Elimizi uzatıyoruz, yoğun bir püskürme, mis kokular, kuru bir el. Kapı açılıyor, müzik, kapanıyor. Sifona basılıyor, kanalizasyonda kaybolan bir beyin…
paylaş:

darkened room (2002)

8 dakika uzunluğunda bir David Lynch kısası, lakin bir Lynch filminde olması gereken tüm özellikleri ihtiva ediyor: karanlık, sonuçsuzluk, gizem, garip bir olgu…
Atmosferi durağanlıktan çıkarıp gerilime sokan fondaki soundtrack’e zaten söylenecek bir söz yok.
8 dakikada gerçeklesen olay ise iki bireyin arasında geçer, başlangıçta konuşan bayan diğerinden  “arkadaş” olarak bahsetse de bunun anlatılmak istenen olguda geçerliliği olup olmadığı tartışılır. Onun arkadaşı da olabilir, annesi de ya da tanımadığı biri de. Belki de baskı altındaki benliğinde kendisi de olabilir.
Olayda konu ise kızın yaptığı bir hatadır. Hata belirsizdir, nedeni ya da bundan sonra olacaklar anlatılmaz.
2002 yapımı Darkened Room, Rabbits'in devamı niteliğindedir; fakat benzerlik içerir mi, anlatılmak istenilen desteklenir mi, orası yine yönetmenin bildiği bizim bunun üzerinde kafa kurcaladığımız konular arasında.
Filmde boy gösterenler Jordan Ladd, Etsuko Shikata, Cerina Vincent. Film IMDb’den de 5.7 puan almış, oylama sayısı ise an itibari ile 1242. Rabbits’in puanı ise 7.0 idi ve yaklaşık Darkened Room’un oylarının iki katı kadar oy almıştı.
Beğenilmediğinde 8 dakika olmasından hiçbir şey kaybettirmeyen ama izlendiğinde kesinlikle beyin jimnastiği yaptıran kısa filmlerden biri.

paylaş:

everything is illuminated (2005)

Ailesinin köklerini bulmak için Odessa’ya gitmeye çalışan, vejetaryen bir koleksiyoncu, kör bir şoför, Michael Jackson hayranı bir rehber ve Sammy Davis Jr. Jr. isminde bir köpekle geçen bir yol hikayesi ve fazlası.
Jonathan Safran Foer’in aynı isimli romanından uyarlama filmin yönetmen koltuğunda Liev Schreiber ve başrolde Elijah Wood ve Eugene Hutz var.
2005 yapımı, 106 dakika uzunluğundaki komedi-dram kategorili film ortalama 21 bin kullanıcının oyuyla 7.6 IMDb puanı sahibi, ayrıca filmin 7 ödülü ve 4 adaylığı bulunmakta.
Yer yer kahkahaların boy gezdiği filmin tümü incelendiğinde aslında anlatılmak istenilenin bir dram örneği olduğu anlaşılıyor. Film dinsel öğeleri işlerken, kullanılmaması gereken kelimelerin de aslında insanların o kelimelere yükledikleri anlamlar doğrultusunda bu olayın gerçekleştiğini apaçık yüzümüze vuruyor. Filmin müziklerine diyecek yok zaten.
Kitabı henüz okumadım ama kitap hakkında değişik yorumlar mevcut ve aslında Türkiye’de kitaba bakış açısını öğrenmek için küçük bir örnek. İdefix’te kitap hakkında 10.03.10 tarihinde şöyle bir yorum yapılmış:

“Baştan belirtelim bu yazı kızgınlıkla yazılmıştır. Ama bu kızgınlığın somut bir nesnesi yoktur.
Jonathan Safran Foer, günümüz anglosakson edebiyatının en parlak yazarlarından. Yayımlanmış üç kitabı var ve ikisi Türkçeye çevrildi. Burada onun her iki romanında da olan mizahtan, biçimsel oyunlardan, edebi cesaretten bahsetmek istemiyorum. Bunlar malum. Başka bir hususa değineceğim.
‘Her Şey Aydınlandı’ yazarın ilk romanı ve bunu yazdığında henüz yirmi beş yaşındaydı. Roman, okuyucular ve edebiyat çevreleri tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. Philip Roth'la, Joyce'la, Thomas Pynchon'la (hala Türkçeye çevrilmemiştir!) kıyaslandı. Diğer dillere çevrildi. (Foer'in Amerika'da olduğu kadar Avrupa'da da büyük bir okuyucu kitlesi var.) Sonunda roman filme de çekildi.
‘Her Şey Aydınlandı’nın yayımlanış tarihi 2002. Türkçede ise ancak genç ve cesur bir yayınevi tarafından geçen ay yayımlanabildi. (Siren Yayınları yazarın ikinci romanını da geçen sene yayımlamıştır.) Burada bir tuhaflık var. 
Evet, Türkiye'de maalesef kısır bir okuyucu var. Kitaplar ihtiyaç listelerinin en sonunda yer alıyor. Evet, bizler ülkemizi sevmenin öncelikle dilimizi sevmekten geçtiğini bilmiyoruz. Ortalama bir vatandaşımız doğru düzün yarım sayfa yazı yazamıyor. Evet, siyasetçinin yazarlardan daha fazla teveccüh gördüğü bir ülkede yaşıyoruz...
Yukarıda saydıklarım işin okuyucu (tüketici) kısmı. Ya işin yayınevleri boyutu? Verilere göre Türkiye'de 12 bin yayıncı faaliyet gösteriyor. Rakam abartılı gelebilir. Bunların 300'ünün düzenli kitap (kültür yayınları) yayınladıklarını düşünelim. Hadi 100'ünün... Sektörde büyük medya kuruluşlarının, bankaların, vakıfların yayınevleri mevcut. O zaman soralım. Peki biz niye Jonathan Safran Foer'i okuyabilmek için sekiz sene beklemek zorundayız? Thomas Pynchon'ı yayınlayabilecek kalibrede bir yayınevimiz yok mu? 
Biraz iyimser düşünelim. Yayınevleri son kertede ticari kuruluşlardır ve bu yazarların Türkiye'de okuyucusu yoktur. O halde burada bir soru daha soralım. Yayımlanan her kitabın Türkiye'de yayınevlerini tatmin eden bir okuyucu kitlesi var mı? Elbette yok. 
Şimdi kötümser senaryoya geçelim. Belki de yayınevlerindeki editoryal kadronun yetkinliği sorgulanmalı. Dünya edebiyatını ne kadar takip ettikleri. Ya da edebiyata ve gerçek okuyucuya ne kadar saygı duydukları. Çünkü bu ülkede de iyi, cesur ve deneysel edebiyatı okumak isteyenler var. Ve yayınevleri mevcudiyetlerini aslında onlara borçlular. 
Son olarak Siren Yayınlarına teşekkür etmek istiyorum. ‘Her Şey Aydınlandı’nın çevirisi harikulade (Algan Sezgintüredi). Romanın orjinalini inceleyenler dil oyunlarının çevirisinin zor olduğunu kabul edeceklerdir. Evet, Siren yayınlarına teşekkür ederiz. Cesur oldukları için. Fark yarattıkları için. Ama en çok, edebiyata ve okuyucuya saygı duydukları için.
Darısı Thomas Pynchon'a...”
paylaş:

eraserhead (1977)

Ve olaylar gelişir… Her zaman bir anlatılmak istenilen olguyu anlama çabası güderiz ve eğer anlamazsak ya çamur atar ya da anlayan birilerine sorular sorarız. Tam açıklamanın ne olduğu kişinin kendisine göre değiştiği durumlar vardır. Çünkü kendi mantık çerçevesine hangisi tam oturuyorsa kişi ya da kişiler için o olgu anlatılmak istenilendir. Peki, gerçekten yönetmen o kişilerin anladığını mı anlatmak istemiştir?
Söz konusu yönetmen David Lynch olunca işler her zaman olduğu gibi sarpa sarıyor.
Kimine göre anlatılan olay çocuk sahibi olma dönemine derin bakış, babalık korkusu, kimine göre baskı altında kalan bir adamın karar verme aşaması, kimine göre sadece bir kâbus, güzel de olsa kötü de olsa bir kâbus, kimine göre ortam şartlarını eleştiren bir düş, kimine göre ise hiçbir şey ifade etmeyen gereksiz bir olay.
David Lynch’in yazdığı, yönettiği, çekebilmek için para biriktirdiği, arkadaşlarından borç aldığı, yapımcılığını üstlendiği, müziklerini hazırladığı filmi. Başrolde Jack Nance yer alıyor.
Sürreal bir yapıt olarak görülen 77 yapımı film 85 dakika uzunluğunda ve insanı rahatsız edici özelliği var. Bunalım, karanlık bir ortam, ses tufanı, endüstrinin getirdikleri, zırlayan bir bebek, kavgacı bir eş…
Film dram, fantastik ve korku öğeleri içeriyor ve yaklaşık 30 bin kullanıcının oylarıyla 7.4 IMDb puanına layık görülmüş.
İki ödül sahibi film için Charles Bukowski “Hayatımda izlediğim en iyi film, ikinci bir film adı veremem size.” demiş, Kubrick ise, en sevdiği beş filmden biri olduğunu söylemiş. Hatta filmdeki bebeği nasıl yaptığını öğrenmek için Lynch’e para teklifinde bulundu gibi söylentiler bile var.
Yönetmen ne anlatmak istedi biz ne anladık o bilinmez ama ortada anlaşılmak istenen en iyi soru varsa o da şudur: filmin başkarakteri yedinci dakikada sağ ayağını su birikintisine sokar. Eve döndüğünde ise sol ayağındaki çorabı çıkarıp kalorifer peteğinin üzerine koyar. Bu bir hata mıdır yoksa rüyaların tersi çıkar tezinin bir ispatı mıdır?
Filmi henüz izlememiş olanlar için bir öneri, eğer Lost Highway ve Mulholland Dr. adlı filmlerin en az birini izlemiş ve sevmemişseniz, Eraserhead'e elinizi sürmeyin derim. Ama ben çok merak ettim, izlemezsem kahrolurum, diyorsanız buyurun izlerken felç geçirin. Ama bahsi geçen filmleri izlemişseniz ve sevmişseniz, film hakkında bir yorum yapabilir ya da filmi sevmeseniz bile vakit kaybı demezsiniz.

paylaş:

dancer in the dark (2000)

Şarkılar her zaman insanı mutlu etmez ve müzikallerde kötü şeyler olmaz. Bu iki önermeyi alt-üst eden, yüreğimizi burkan bir film Dancer in the Dark. Lars von Trier’in yazıp yönettiği ve başrollerinde Björk ve Catherine Deneuve’un oynadığı ağlatan bir film.
Selma, gözlerinde kalıtsal bir problem olan bir annedir, günbegün körlüğe doğru yaklaşmakta ve kendi hastalıklı bedenini bildiği halde yine de bir oğul doğurmaktan vazgeçmediği için kendini suçlu hissetmekte, oğlunun da aynı duruma düşmemesi için bir an önce ameliyat masraflarını karşılamak için elinden geldiğince çalışmakta, ek işler yapmaktadır. Tabii hayat, istedikleri doğrultusunda bir yaşam bahşetmeyecek ve bu durum onu idama kadar götürecektir.
Ağlarken bir anda kahkaha atmamızı, ayağa kalkıp dansa eşlik etmemizi sağlayan, masumluğun ve haklı olunduğu halde verilen değerler ve sözler karşısında kendini bataklıktan kurtaramamanın verdiği baş döndürmeyi ve çaresizliği gözler önüne süren muhteşem bir yapıt.
Björk’ü sevmiyorsanız sevmeniz, ona bayılıyorsanız sevginizin arması için iyi bir sebep.
Filmin öyle sahneleri vardır ki duygu yoğunluğu yaşar, göz pınarlarınızın coşmasına hâkim olamayabilirsiniz. Hele hele Jeff’in tren raylarında Selma’yı gördüğünde sorduğu “Göremiyorsun değil mi?” sorusuna Selma’nın “Görecek ne var ki…” yanıtını vermesi ve akabinde “I have seen it all” adlı parçanın başlaması, işte böyle bir sahne fazla rastlanacak cinsten değildir.
İdam sahnesinde Selma’ın şarkısına başlaması ve şarkı hakkında “bu son şarkı değil, sondan bir önceki” sözlerine karşılık filmin sonunda “They say it’s the last song, They don’t know us, you see, In’s only the last song, If w elet it be” yazısının çıkması ve ardından müziğin başlaması izleyiciyi hüzünlendirir, duygu çıkmazına sürer.
Karanlığa 107 adım vardır ve müzikler susar.
Film, 140 dakika uzunluğunda, dram-müzikal kategorisinde 2000 yapımı. Lars von Trier’in “Golden Heart Üçlemesi”nin son parçası. İlk ikisi Breaking the Waves ve The Idiots. The Idiots’u izlemedim ama Breaking the Waves’in başkarakteri Bess ile Selma arasındaki benzerlikleri ve hayata bakış açılarındaki pozitif enerjiyi fark etmemek güç.
Filmin Oscar’a adaylığı blunuyor ve bunun dışında 22 ödül ve 33 adaylık sahibi. Lars von Trier bu filmiyle 2000 yılı Cannes Film Festival’dan Palme d’Or ödülünü almış ve Björk de yine aynı festivalden Best Actress ödülüne layık görülmüş.
Filmin IMDb puanı 7.9/10, Metascore ise 61/100.
Yukarıda bahsi geçen "I have seen it all" adlı parçayı dinlemek için burayı tıklayabilirsiniz.
golden Heart Üçlemesinin ilk parçası için, Breaking the Waves.

paylaş:

en rahatsız edici ve sinir bozucu filmler

Dram, romantizm, korku, gerilim, savaş, fantastik, bilim-kurgu gibi kategorilere pek de sığmayan başka kefe bulmak için zorlandığımız, izlerken pişmanlık duyduğumuz filmler vardır. İnsanın sinirini bozar, bitmesi için dakikalar sayılır ve olabildiğine rahatsızlık duygusu verir.
Kişisel blog sahipleri ya da siteler rahatsız edici ve sinir bozucu filmleri sıralamışlar, kimisi belli kriterler çerçevesinde bu işi yaparken kimisi de hiçbir objektiflik olmadan şahsi fikrini ortaya koymuş. Durum şu ki film isimleri değişmezken değişen tek şey sıralama.
Total Film adlı siteden aldığım liste ve IMDb’den aldıkları puanlar:

paylaş:

yeraltı sakinleri | jack kerouac

The Subterraneans.
“Ve bu kitabı yazıyorum.” diye biten, yollarda aşk molaları veren bir kitap Yer altı Sakinleri. An itibari ile gündemde olan 138 yasak kelimeden biri olan “Beat” kuşağının öncülerinden Jack Kerouac’ın samimi kitabı. Jack Keouac yine yollardadır, her zamanki gibi ama bu sefer aşk için yolculuklarına mola verir, yeraltı sakinleriyle sohbet eder, onlarla takılır, aşk yaşar. Elinde yine içkisi vardır, sigarası vazgeçilmezidir zaten ve uyuşturuculardan da tatmadan edemez. Kafası bir milyondur, âşıktır âşık olmasına ama alkol, ot derken özgüvensizliği bedenine sahip olur, çenesi düşer, boş laflar eder ve hiç de planda olmayan aşk yolculuğu hiç planda olmayan molalarını kendisi verir. Ve dediğine göre oturur üç gün üç gece bu kitabı yazar. Sevindirir, hüzünlendirir, dersler verir.
Ayrıntı Yayınları’nın Yeraltı Edebiyatı Dizisi’nden çıkan kitap 160 sayfalık bir hayat hikâyesi. Zeynep Demirsü’nün çevirdiği kitap, bu edebiyat tarzını sevdirir cinsten ve dokunaklı. Yazar kitabı 1958 yılında yazmış 1960 yılında da Ranald Macdougall tarafından sinemaya uyarlanmış. Türkçe’ye ise 2010 yılının eylül ayında kazandırıldı.
Jack Kerouac kitabın bir bölümünde şöyle der:
“güneşi, gemileri görebiliyorduk, dışarıda aylak aylak dolanmakta olan insanoğlunu, bunun cidden ne muhteşem bir şey olduğunu ve nasıl olup da asla değerini bilmediğimizi, kaygılarımızın ve derilerimizin içinde kasvette başka bir şeyin olmadığını, gerçekten tıpkı ahmaklar gibi olduğumuzu ya da körleşmiş, şımarık, tiksindirici veletler gibi, hani surat asarlar ya; çünkü… istedikleri… bütün… şekerleri… alamamışlardır.”
Spontane şekilde üç günde yazılmış ama uzun bir süre anlatan ve Jack Kerouac’ı olduğu kadar Beat kuşağını ve diğer sakinlerini anlatan kitap, okunmaya değer.
Eğer Beat Kuşağı hakkında bilgi almak istiyorsanız burayı, Jack Kerouac hakkında daha çok bilgi edinmek için şurayı ve kitabın film versiyonuna göz atmak isterseniz bu linki tıklayabilirsiniz.
paylaş:

once upon a time in america (1984)

Tam 229 dakikalık bir Sergio Leone Filmi olan Once Upon a Time in America’nın başrollerinde efsanevi oyuncu Robert De Niro oynuyor. Film 1984 yapımı ve yönetmenin son göz ağrısı. Film, Harry Grey’in romanından uyarlama ve Sergio Leone dışında daha 5 isim filmin senaryosunda boy göstermiş. Filmin IMDb puanı yaklaşık 82 bin kullanıcının oylarıyla 8.4 ve film bu puanla top 250 listesinde 78. sırada. Golden Globes’tan 2 adaylığı bulunan filmin 11 ödülü ve 3 adaylığı bulunuyor.
En başta uzunluğu ile korkutan film izlendikçe seyircisini kendisine bağlamayı kolaylıkla başarıyor.
Suç ve dramı sonuna kadar işleyen, kimi zaman durgunlaşırken sertliğini göstermeyi de başaran film, aslında dört arkadaşın garip hayat hikâyesini konu edinir. Birbirleriyle her sırrını paylaşan bu dört çocuk büyüdüklerinde gangsterleşen bedenleriyle yollarını ayırırlar ve yıllar sonra geri döndüklerinde kendi geçmişleriyle yüzleşirler.
Müzikleriyle de yüreğimizi okşayan film zamanın en iyileri arasına da girmeyi başarmış.
Filmden bir replik ise şöyle;
Fat Moe: What have you been doing all these years?
Noodles: I’ve been going to bed early.
Ve böyle devam eder, “damdaki kızın ismi Peggy idi. Ve beş sentlik tatlıya veriyordu.”
Müzikleri iyidir demişken, şu anda adı malum dizide çokça çalınan bir şarkı mesela budur.


paylaş:

üç zamanlı tiyatro

Tahmin edemiyorum, cennetin olmadığını, kâbus gibi geliyor, zaten melekler bizim için yas tuttuğu sürece cennetten medet ummak akıl işi değil.
Günlerden bir gün, -muhtemelen perşembedir- hava serin, ben düşünceli. Üzerimde uzun bir hırka, estikçe rüzgâr dalgalanıyor etekleri, kaldırımlar üzgün, bir yerlerdeyim, sokaklarda, caddelerde, çatlamış dudaklarda… Bir saniye, dudak demişken, anlatmak istediğim bu değil. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, evet, evet, boş verin bunları.
Musluktan bir su damlası düşüyor metal lavaboya, kulaklarım yırtılacak gibi, deliriyorum. Gözlerimden akan yaş değil, kurudukça daha da acı çekiyorum, irinler göz pınarlarımdan süzülüyor, yapış yapış, leş gibi kokuyor.
Ayaklarım çıplak, buz gibi fayansın üzerinde parmaklarım titriyor, bedenimden kaçmaya çalışan tüylerim diken diken, zaman yavaşlıyor, anlatılmak istenilen bunlar değil, olamaz da, musluktan bir su damlası damlayacak, yavaşça büyüyor, tutunamayacak, iyice ağırlaşıyorum, su damlası duruyor, zaman duruyor, gözlerimi oynatamıyorum, hareket kabiliyetimi yitirmiş vaziyette sadece duruyorum, su damlası musluktan geri çekiliyor. Bir saniye, zaman demişken, anlatmak istediğim bunlar değil. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, trenin içindeyim, saatte kaç kilometre gittiğimizi tahmin edemiyorum. Önümde bir bayan, yaşlı. Gözlüksüz kitap okuyor, hangi dilde, bilmiyorum. Çaprazımda bir adam, fular, lacivert renkli, saçlarında beyazlar. Durup durup tünellerden geçiyoruz. Lavabodan gelen bayan, gözlüksüz kitap okuyan bayanın yanına oturuyor, gözlüğünü takıyor, küçük yeşil bir kitap çıkarıyor, kitabın kapağında “L’imitazione di Cristo” yazıyor. Gözlüklü bayanın yanında oturan gözlüksüz bayanın kitap okumadığını fark ediyorum. Durun bir saniye. Daha az önce bahçe gereçleri konulu bir objeye bakıyordu. Zaman, içinde bulunduğum trenden daha hızlı akıyor.
Bir anda güneşi görüyorum, gözlerim kamaşıyor, yeniden tünele giriyoruz, kulaklarım yırtılacak gibi. Sanki birileri kurşun kalemleri kulaklarıma sokuyor.
Çaprazımdaki adam kraker yemeye başlıyor. Durun bir saniye. İyi de anlatacaklarım bunlar değil ki. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, etmek de istemiyorum belki. Yürüdükçe suratımı yalayan rüzgârdan belki, hüzünlenmem, yalnızlığım. Aslında bakılırsa etrafımda bir sürü insan var, her yer insandan yapılma, banklarda öpüşenler, sarılanlar birbirine, köpeğini gezdirenler. Yalnızlığım da bu yüzden, etrafımda yalnızlığımı söyleyeceğim kimsem olmadığı için yalnızım ben. Aslında farklı olabilirdi, bu durumdan çok farklı. Söylemişimdir ben çoğu zaman, elimde çayım, sazlıklara bakan kutu gibi bir evde, keyfin doruklarında tek başıma olmak, komadan sonraki soluğa benzetirim. Çözülen bağcıklarımdaki lekelerin sorumlusu yağmurlara, bulutlara, tanrıya küfredersem eğer, benliğimden bir parçanın koptuğunu ispatlarım aslında. Durup durup şükretmek yerine, okumak, yazmak, şarkı söylemek mesela. Her şey ama her şey, yaşadıklarımız, yaşanmamışlar, yaşlanmak ya da gözlerden süzülen yaşlar, uçup gidebilirdi, sazlıklara bakan kutu gibi bir evde, elimde tuttuğum fincandan süzülen çayın dumanına karışarak. Yaşlanmak demişken, bir saniye, sanırım bunuyorum, anlatmak istediğim bunlar değil. Baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, zaman kavramı her zaman kafamı karıştırırdı ama bu kadarıyla ilk defa karşılaşıyorum. Zaman durmuşken, ben hareket edemiyor, musluktan su metal yüzeye düşmüyorken, anılarım neden hep sürüyor, toprak katmanın derinliklerinde bir yerlerde, ölülerin yok, ruhların var olduğu yerlerden bir yerlerde, sıcaklık yeryüzüne çıkıyor da buz gibi fayansın üzerinde donan parmaklarım biraz olsun ısınmaya başlıyor. Tahmin edemiyorum tabii, korkudan ne kalbim çalışıyor, ne kanım dolaşıyor tüm vücudumu, kaburgalarım çoktan terk etmiş zaten bedenimi, yine tek başınayım, karanlığın içindeyim, yavaşça geliyorum, yaklaşıyorum sana doğru, dişlerim parlak, ortalıkta ışık yok, sinsice arkana geçiyorum, zaman durdu çoktan, hareketsizim, elimle sırtına dokunuyorum, beni hissetmiyor musun? Karanlık demişken, bir saniye. Durun! Anlatacaklarım bunlar değil. Bu paragrafı silin kafanızdan, baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum, bu son, biliyorum. Kanallarla bölünmüş, her parçasında ayrı yaşamların sürüp gittiği, vitrinlerinde kendini pazarlayan kadınlarını dışlamaktansa onlara da sokaklar, renkler, duygular ve kokular veren bir şehre adımımı atacağımı tahmin edemiyorum. Her yer kırmızı, insanlar kalabalık, trenin de içindeyim doğrusu, bir tüneldeyiz, bir güneşten gözlerimiz kamaşıyor. Gökyüzü bir keman gibi yerleştirilmiş sonsuzluğa, bulutlar yapıştırılmış desen misali, teller var sürekli üzerimizde, trenler geçiyor bedenlerden, tellere sürtünce büyüleniyoruz müzikten. Ben kırmızı mı dedim, bir saniye, kırmızı demişken aklıma geldi, anlatacaklarım bunlar değil, baştan başlayalım.
Tahmin edemiyorum değil, tahmin etmiyorum, benim elimde. Yürüdükçe susuyorum, karanlığa, kırmızıya, arzuya, yalnızlığa… Kaçımız genç, kaçımız ölü, ruhlarımız derinlerde, gökyüzü upuzun, derelerden gitarlar akıyor, yukarılara balonlar bırakılıyor, renkler yaşattıkça dünyayı, kana kana içiyoruz şarapları. Trenler geçiyor, korkumuzdan ödümüz patlıyor, her gördüğümüzde rayın üzerine döktüğümüz beyaz tozları, kafamız ezilmeden burnumuza çekiyoruz, kafamız güzel oluyor, tren gülüp geçiyor halimize, öküzün önde gideniyiz. Tahmin edemiyorum, olamaz da, kendi yarattığımız cennette yok olup gidiyoruz, geride kalan birkaç izmarit, kirli kadehler, düşler belki… Orada dur bakalım, ne anlattım da sen ne anladın, anladığın şey değil anlatmak istediğim, neyse baştan başlayalım.
paylaş:

caché (2005)

Televizyon için edebiyat programı hazırlayan entelektüel bir adam ve onun ailesinin garip videokasetler yüzünden çalkalanışını anlatan, aslında görünenden çok seyircisinin önyargılarını konu edinen inanılmaz derece akıl karıştırıcı ve bulmaca misali ilerleyen dakikalarıyla izleyiciyi kendini sorgulaması için zorlayan bir film Caché. Her zaman göz önüne serdiğimiz haklı-haksız ayrımını tüm çıplaklığıyla izlememizi sağlayan, yaptığımız seçimlerin aslında delillerden değil de sınıf ayrımı, ırk, kültür gibi kategorilere dayandırdığımızı yüzümüze tokat gibi vuran bir film.
Olay, burjuva sınıfı bir ailenin nereden ve kimden geldiği belli olmayan bir videokaseti izlemeleriyle başlar. Birkaç dakika süren kasette ailenin evine girişleri ve çıkışları seyredilmekte. Kasetlerin sayısı arttıkça kendi geçmişinden kaçmaya ve kurtulmaya çalışan evin babası, kasetlerin gösterdiği yolu izleyerek yüzleşemediği kendisine merhaba der.
Durağan bir film olmasının yanında müzik de kullanılmaması filmin zor izlenmesini arttırsa da filmi sonuna kadar izlemeyi başaranlar anlatılmak isteneni kavradıklarında hiç de pişman olmadıkları bir eylemi yerine getirmiş olacaklar. İzleyicisinin rahatsız olmasını isteyen bir filmin müzik kullanmayarak ortamı daha da gerdiğini ve karamsarlığa boğduğu yorumunu getirmek çok da zor değil.
Başrollerinde Daniel Auteuil ve Juliette Binoche’nin oyunculuklarını sergilediği muhteşem bir Michael Haneke filmi.
Haneke, filmi izlerken bizi ne duruma sokmak istedi bilinmez ama film bittikten ve birkaç yorum okuduktan sonra kendimiz hakkında yorum yapıp, biraz da olsa kendimizden utanmayı sağladığı bir gerçek.
Filmin sonundaki sahnede ise bu durumdan şikâyetçi olan Haneke’nin umudunun var olduğunu anlamak hiç de zor değil.
Film, Haneke’ye 2005 Cannes Film Festival’inde en iyi yönetmen ödülünü kazandırmış, bir rivayete göre Fransızlar filmi Oscar’a yollamak istemişler lakin Haneke komitenin yazılı talebine cevap bile vermemiş.
Filmin toplamda 21 ödülü ve 22 farklı adaylığı bulunuyor.
2005 yapımı film, 117 dakika uzunluğunda, dram, gerilim ve gizem kategorilerinde. Yaklaşık 24 bin kullanıcının oylarıyla da 7.3 IMDb puanına layık görülmüş. Metascore’u ise 83/100.
Filmi izledikten sonra daha iyi anlamak için yönetmenle yapılan bir röportajdan alıntıyı okuyabilirsiniz.
“x: Normalde Georges’a vermiş olduğunuz burjuva rol, entelektüel rol, sanki bu tür insanların daha iyi insanlar olması gerektiğini düşünmemize sebebiyet vermiyorlar mı?
Haneke: 3000-4000 yıllık ortak ve dev bir insanlık kültürümüz var, bu sizce şimdiye kadar bizi iyi yapabildi mi?”
Ve Haneke şöyle bir yorum yapmıştır: “Avusturyalı sanatçılar, düşünürler, belki de işleri ört bas etmede dünyanın bir numarası durumdalar, hiçbir şey yokmuş gibi davranmakta adeta ustalar. Zaten Freud da başka ülkeden çıkmazdı.”
Benliğimizi sorgulamak için izlenmeye değer bir film. Film hakkında ise getirilmiş en güzel yorumlardan biri şu: “İnsanı rahatsız eden bir Haneke filmidir. Dekolteyi her yerden verip bayağılaşmak yerine misal, sadece derin bir yırtmaç açar vicdanınıza. Apışır kalırsınız!”

paylaş:

lanetlilerin saç stili | joe meno

Hairstyles of the Damned.
Joe Meno’nun garip ama bir o kadar da eğlenceli kitabı. Tipik 90lı yılların gençliğinin hayat hikâyelerini, karşılaştıkları zorlukları, yaşadıkları aşkları, kıskançlıkları, eğlence ortamlarını, dinledikleri müzikleri, söyledikleri şarkıları, sevişme anılarını, saç stillerini, çok da bir edebi kaygı gütmeden anlattığı Lanetlilerin Saç Stili, Ayrıntı Yayınları’nın yeraltı serisinden okuyucuyla buluşuyor.
Kitap bir nevi kavgaların içindeki argoluğu yüzümüze vuran gençliğin bedenini keşfetme arayışını anlatan edepsiz edebiyat eseri.
Yeraltı serisinden çıkmasından anlaşılacağı gibi genel okuyucu kitlesine çok da hitap etmeyen kitap, eğlenceli zaman geçirmek isteyenlerin, yeraltı edebiyatı severleri için iyi bir tercih. Okunurken sayfaların nasıl geçtiğini anlamadığımızdan söyleyebiliriz ki dili hiç de zor değil. Geçmişin uzun betimlemelerinden, devrik cümlelerinden ve sırf anlam daraltmak ya da anlamı zorlaştırmak için biçilmiş kaftanlardan elini bacağını kurtarmış olan kitap dili, okuyucuyu sıkmadan vermek istediği mesajı kolay yoldan okuyana veriyor.
Türkiye’de çok bilinmeyen Joe Meno’nun ülkemizde basılan şu an tek kitabı olma özelliğini de taşıyor, aslında Joe Meno’nun Lanetlilerin Saç Stili haricinde 6 kitabı daha var. Umuyoruz en kısa zamanda Ayrıntı Yayınları yazarın diğer kitaplarını da Türkçeye kazandırır.
Dilinden başka kitabı okumayı eğlenceli kılan diğer özelliği ise bolca şarkılara yer vermesi. Kitap sayfalarını çevirdikçe illaki sevdiğiniz bir parçaya rastlıyorsunuz. Her bölüm başında ya da roman başkarakterinin sevdiği kız için yaptığı kasetlerde parçaların adları geçiyor.
 Kitabın konusu ise kısaca şöyle: Başkarakter Brian adında bir liseli, her liseli gibi hormonları aşk yönüne çalışınca en yakın arkadaşı olan Gretchen’a âşık oluyor. İkisinin birkaç ortak noktası vardır ama en temeli ikisinin de liseli birer bebe oluşudur. Diğeri ise müziğe bağlılıkları fakat Brian metal ve rock dinler, Gretchen ise punk. İkisinin arasındaki farklar ise dağlar kadardır. Brian cılız, Gretchen ise ağırsıklettir. Ama aralarındaki en büyük fark Brian Gretchen’e âşıktır ama Gretchen ise liseli kızların belası, serseri Tony’e âşıktır.
Kitap, fonda müzik eşliğinde bir liselinin aşkını, çevresinde gerçekleşen olaylara bakış açısını, şiddet, merak ve korku eşliğinde vücudunu keşfetme serüvenini ve gençliğin tarzını, argo konuşmalarını, eğlencelerini ve daha birçok şeyi gözler önüne sunuyor.
İlk baskısı 2009 yılında satılmaya başlanan kitap 336 sayfadan oluşuyor. Çevirisini yapan isim Fahri Öz. Etiket fiyatı ise 23 TL.
Arka kapakta kitap içinden bir paragrafa yer verilmiş, kitapta şöyle bir şeylerden bahsediliyor:
“Clash’tan Hateful
Bu şarkı da bana; bir keresinde Gretchen’le tepesinde ‘sürücü adayı’ yazan bir aracı, tam gaz takip etmenin eğlenceli olduğunu söylediği ana eşlik ediyor. Gretchen, zavallı çocuğun kuyruğuna takılmış, zigzaglar çiziyor, her ışıkta klaksona basıp onu rahatsız ediyordu, ta ki… Gretchen, geri geri gitmeye çalışırken park etmiş bir başka araca geçirdi ve aracın farlarını tamir ettirmek için iki yüz papel bayıldı. Bu arada çalan şarkı ‘hateful’du, yani nefret.”
Joe Meno hakkında küçük bir dipnot, IMDb kaynaklarına göre yazarın 4 adet kısa filmi bulunuyor. İsimleri, I’ll Be Your Sailor, Tender as Hellfire, Our Neck of the Woods, I Was a Mathlete Until I Met Margo Marris.
Kitabın idefix sayfasına ulaşmak için burayı, yazarın IMDb sayfasına ulaşmak için ise şurayı tıklayabilirsiniz.


paylaş:

kiss kiss bang bang (2005)

Polisten kaçarken kendini Hollywood’ta çekilecek olan bir filmin seçmelerinde bulan Harry, söylediği yalanlarla oyunculuk hayatına bir adım atar. Eşcinsel Perry lakaplı gerçek bir dedektifle tanışan Harry kendini bir anda gerçek bir cinayet soruşturmasının içinde bulur. Harry’nin çocukluk arkadaşı ve zamanında oyuncu olmak isteyen, kitap tutkunu Harmony’de gruba katılınca ortaya aksiyon dolu bir komedi çıkar. Ortada külot, minik bir tabanca, cesetler, laf oyunları ve bol espri vardır. Amerikan aksiyon filmlerindeki klişe olmuş laflar ve ölümlerle dalga geçen hatta küçük küçük iğnelerini o filmlere batırmaktan çekinmeyen film, kötü-iyi polis saçmalığına girmeden gizem dolu bir olayı su yüzüne çıkartmaya çalışır. Hoplamaların, zıplamaların, silahların, kovalamanın, gizemin arasında kahkaha tufanda boğulmamızı sağlayan vecizleri barındıran film, eğlenmek, gülmek, kafa yormak için iyi bir tercih.
Aksiyon, komedi, suç içerikli 103 dakikalık 2005 yapımı filmin yönetmen koltuğunda Shane Black oturmuş. Lethal Weapon serisinin karakter ve hikâyesini oluşturan Shane Black’in yönettiği tek film olan Kiss Kiss Bang Bang’in 4 ödülü ve 12 farklı adaylığı bulunuyor.
IMDb’den ortalama 73 bin kullanıcının oylarıyla 7.8 puana layık görülen filmin başrollerinde Robert Downey Jr., Val Kilmer ve Michelle Monaghan boy gösteriyor. Sadece Robert Downey Jr.’ın muhteşem oyunculuğunu görmek için bile izlenmesi gereken bir film.
Eğlencenin tavan yaptığı, bol kahkahalı, sevimli, şirin, komik bir yapım.

paylaş:

rabbits (2002)

David Lynch’ten garip bir güldürü. Yönetmenin diğer filmlerinden farklı 50 dakikalık adını koyamadığımız bir deneyim. Kafa patlatmak için çözümlenmesi zor bir bulmaca, boş gözlerle izlendikten sonra ağızdan çıkan yorumlar, beyin fırtınası…
David Lynch’in yazıp yönettiği 2002 yapımı fantastik komedi-dram. Oyuncu listesi Mulholland Dr. de boy gösteren kişilerden oluşuyor: Scott Coffey, Laura Harring ve Naomi Watts.
Diğer Lynch filmlerine nazaran anlaşılması daha zor bir film. İzlendikten sonra, ortada gerçekten bir konu var mı diye düşündürür insanı. Filmi izlerken görülenler ise tavşan kostümü giymiş bireylerin değişmeyen tiyatro sahnesinde anlatmak istedikleri, dışarıdan gelen sesler, çıkan bir yangın, ekranın üst köşesinde beliren bir kibrit, çalan telefon, devrik cümleler, cevabın sorulardan önce söylenmesi…
8 ayrı bölümden oluşan Rabbits, çoğu kişiye göre apayrı bir David Lynch garipliği.
Film sabit bir kamera görüntülerinden oluşmuş bir tür sit-com olarak da gösterilir. Bu fikir, kaynağı belli olmayan ve ara ara duyulan kahkaha seslerine dayandırılır.  Kamera sadece bir defa sabitliğini bozar.
IMDb’de an itibari ile 2175 kullanıcının oylamasıyla 7.0 puan almış.
Filmdeki tavşanlar görüldüğünde, Donnie Darko ile bir bağlantısı olup olmadığı düşünülür fakat herhangi bir bağdaştırma pek de yapılamaz.
Diğer bir Lynch filmi olan Inland Empire’da filmden kareler boy gösterir. Hatta filmde Jack Rabbit isimli bir karakter vardır. Rabbits’te de Jack, en aktif karakterdir. IMDb kaynaklarına göre, Cabin Fever adlı filmde, hastanede görülen tavşan kostümlü insan karelerinin aslında Donnie Darko’dan değil direkt Rabbits’ten alındığı söylenir.
Sözlük camialarında bile çokça konuşulmayan bu filme en iyi yorumu ekşisözlük yazarlarından “sir gawain” getirmiş. Eğer filmi izleyip, kafa patlatır ve yine de pek bir şey anlamazsanız, sir gawain’in yorumu içinize su serpecektir. Yorumu okuduktan sonra emeğine karşılık olarak yazara teşekkür mesajı göndermemek için kendinizi zor tutabilirsiniz.
Rabbits’i izlemeniz umuduyla.
sir gawain’in yorumuna buradan ulaşabilirsiniz.

paylaş:

el laberinto del fauno (2006)

Pan's Labyrinth.
3 Oscar, 68 farklı ödül (BAFTA, Goya,…), 58 farklı adaylık (Cannes, Golden Globes,…).
Rotten Tomatoes’de 8.6 puan, IMDb’den yaklaşık 176 bin kullanıcının oylarıyla alınan 8.4 puan. Bu puanla top 250 listesindeki 77.lik. Metacritic.com dan alınan 98/100 metascore. Bu sayılanlar filmin kayıt üzerindeki başarıları. İzledikten sonra insan bünyesinde açtığı derin yaralar ve hüzün ise kağıt üzerine yazmakla bitmeyecek derecede.
Guillermo del Toro’nun yazıp yönettiği El Laberinto del Fauno (Pan’s Labyrinth) İkinci Dünya Savaşı sonrası bizi fantastik bir yolculuğa çıkarır. Gerçek hayattaki perilerin dünyasından kesitler sunan film, on yaşındaki Ofelia’nın düşlerden fırlamış gibi duran hayat hikâyesini anlatır. Gerçek hayatın verdiği hazzın kitaplarının verdiğinden az olduğunu düşünen Ofelia, babasının ölümünden sonra annesinin evlendiği adamın yaşadığı yere taşınmasıyla hayatının en kötü günlerini geçireceğini düşünmektedir. Daha yoldayken gördüğü böceğin peri olduğunu anlamış ve eve ulaştıklarında bahçenin arka tarafındaki garip ve gizemli labirenti keşfetmiştir. Labirentte yaşayan ve Ofelia’nın aslında basit bir ölümlü olmadığını iddia eden Pan, küçük kızın bu yaşadığı yerden kurtulması için ve gerçek kimliğine geri dönmesini sağlamak için yapması gereken görevleri bir bir sayar. İlk başta anlatılanları saçma, yaşadıklarının da aslında garip bir düşten ibaret olduğunu düşünün Ofelia’nın bahsedilen oyuna kendini dahil etmemesi için hiçbir geçerli sebep yoktur, annesi hamiledir, üvey babası hayatında gördüğü en kötü insanlardan biridir, her gün silahlar patlamaktadır ve kardeşinin hayatını düşünmektedir. Böylece olaylar gelişir. Bunun yanında gerçek dünya olarak nitelendirdiğimiz yerde savaşın son demleri sürmekte, adalet için savaşanlar planlarını gerçekleştirmek ve özgürlüğü var edebilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar, gerekirse hayatlarını bu yolda ölüme teslim edeceklerdir.
Fantastik öğelerin tam da yerine oturduğu gizem ve dram dolu 119 dakikalık bir şaheser.
2006 yapımı, 1944 yılının İspanya’sından kesitler sunan harika bir film. Başarısını katıldığı her festivalden ödüllerle dönmesi de kanıtlıyor.
Başrollerinde Ivana Baquero, Sergi López, Maribel Verdú ve Ariadna Gil’in oynadığı film, izlendikten sonra akıllardan uzun süre çıkmayan ve her hatırlanıldığında tebessümle anılan hüzünlü hikâyelerden biri.

paylaş:

psycho (1960)

Efsanevi yönetmen Alfred Hitchcock’un yönetmen koltuğunda oturduğu ve 60 yaşındayken çektiği 1960 yapımı Psycho, emlak ofisinde çalışan bir kadının hayat hikayesini anlatmakla başlar. Kadın 10 yıldır aynı emlak ofisinde çalışmaktadır ve patronuna gereken güveni vermiştir. Sevgilisi ile artık evlenmek ister fakat ikisinde de yeterli para yoktur. Bir Cuma günü patronu bankaya yatırması için kadına yüklü miktarda para verir. Kadın paranın sıcaklığını ellerinde hissettiğinde aslında hayallerine hiç de uzak olmadığını fark eder. Acilen parayla birlikte sevgilisinin yanına gitmeye karar verir. Yolda giderken yoğun yağmur yüzünden motelde konaklamak zorunda kalır. Motelin sahibi annesine düşkün hatta annesine saplantılı bir ilişkiyle bağlı olan bir gençtir. Otoyolun başka bir yerden geçirilmesiyle işlerinin iyice kötüleşmesini anlatan ve tüm odaların boş olduğunu söyleyen motel sahibiyle yemek yiyen adam eve döner. Bu esnada duş almak için banyoya giren kadın, sinema tarihindeki en önemli sahnelerden birinde oynuyor olacaktır. Olaylar bu şekilde gelişmeye başlar.
Türünün en önemli örneklerinden biri olan Psycho, yönetmenin de başyapıtı sayılmıştır.
Bünyesinde Anthony Perkins, Vera Miles, John Gavin ve Janet Leigh gibi isimleri barındıran film IMDb listelerine göre en iyi korku filmi, yaklaşık 161 kullanıcının oylamasıyla 8.7 puan almış ve bu puanıyla top 250 listesinde 24. sırada. Kalemsuare’nin 21/04/11 tarihinde yazdığı en iyi 100 korku filmi listesinde ise 8. sırada yer alan film siyah-beyaz yüzünü korkuyla birlikte izleyici karşısında gösteriyor. Gizem ve gerilim öğelerini de yer yer ihtiva eden film 4 dalda Oscar’a aday gösterilmiş, bunun yanında 5 ödülü ve 3 adaylığı bulunuyor.
1983 yılında Richard Franklin tarafından devam filmi niteliğinde Psycho II çekilmiş, başrollerinde yine Anthony Perkins ve Vera Miles oynamış fakat Hitchcock’un Psycho’su kadar tutmamış ki IMDb kullanıcıları tarafından 6.1 puana layık görülmüş, 2 de adaylık gösterilmiş. 1986 yılında bu kez Anthony Perkins'in yönetip baş rolünde oynadığı film iyice kötüleşmiş ve 4.9 puan almış. En son 1990 yılında Mick Garris'in yönettiği ve yine başrolünde Anthony Perkins'in oynadığı Psycho IV: The Beginning çekilmiş ve tvde gösterilmiş. Bunun puanı ise 5.0.
Korkutmak için efekt yada modern teknolojinin getirdiği pozitif özelliklere gerek duyulmadığını ta 1960 yılından bir örnekte rahatça görebilmemizi sağlayan film, arşivlerde iyi bir yeri hak ediyor. 

paylaş:

jacob's ladder (1990)

Film, Jacob Singer adında bir adamın hayat hikâyesini anlatır. Filmde anlatılan hikâye üç ayrı zamanda seyreder. Birincisi Vietnam Savaşı esnasındaki olan olaylar, yaşanılan trajik vakalar ve katliamlar, ikincisi Vietnam Savaşı sonrası, yeni bir ilişki, eskiden kalma anılar, hatıralar ve üçüncüsü Vietnam Savaşı öncesi, aile yapısı, çocuklarla geçirilen zamanlar, aşk ve ölüm. Hangisinin hayal hangisinin gerçek olduğunu çözemeyen başkarakterimiz Jacob, aklına düşen küçük anımsamalar ve metro istasyonlarında ya da orada burada gördüğü ve “şeytan” olarak nitelendirdiği doğa üstü varlıklarla delirme noktasına gelir. Gerçeği bulma yolunda karşısına “ladder” adlı kimyasal çıkar ve olaylar yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlar. Film sonlarına doğru da aslında görülenin hiç de öyle olmadığını gözler önüne serer ve izleyenini şaşırtmayı başarır. Yer yer korku öğelerinin de yer aldığı film gergin bir atmosfer oluşmasını sağlar.

Başrollerinde Tim Robbins ve Elizabeth Peña’nın yer aldığı filmin yönetmen koltuğunda Adrian Lyne var.
Dram ve korku kategorili 113 dakika uzunluğundaki 90 yapımı film IMDb’den de 7.5 puan almış. Filmin 2 ödülü var.
Tim Robbins’in başarılı bir rol sergilediği ve Adrian Lyne’ın en iyi eseri olarak gösterilen film için şöyle bir yorum yapılmış:
“Jacob Singer’ın kâbusunun en korkunç yönü rüya görüyor olmamasıdır.”
Ve bir ayrıntı, filmin bir yerinde filmle alakası olmayan bir ses “rüyana devam et” der, işte bu ses sinema tarihindeki en ürkütücü seslerden biri seçilmiş.
İzlemeyenler için şiddetle tavsiye edilir.


paylaş:

en iyi 100 korku filmi

Best-Horror-Movies.com adresli site korku filmlerinden anlayan 23 jüri üyesiyle yaptığı kriterlerle toplamda 322 filmi incelemişler ve en iyi 100 korku filmini belirlemişler. Ele alınan kriterler; senaryo, orijinallik, etki, korku, konu, favori ve hala izlenebilir olması. Bu seçenekleri 1 ila 10 arasında puanlandırmışlar ve liste bu şekilde ortaya çıkmış.
İşte en iyi 100 korku filmi:

paylaş:

august rush (2007)

Kristen Sheridan’ın yönetmenliğini üstlendiği dram-müzik-romantizm kategorili August Rush, ay ışığı altında güzel bir kaçamaktan sonra birbirine aşık olan iki gencin hikayesiyle başlar. Yakışıklı genç gitarını konuşturan, güzel bayan ise tellerin yüzeyinde elinin hareketinden ses türeten şahıslardır. İkisinin de en büyük ortak noktası müziksiz yaşamayacakları gerçeğidir. Bu aşkları bazı olaylar sonucunda çok da uzun sürmeyecektir. Bir süre sonra geçirdiği trafik kazasıyla karnındaki bebeği kaybettiğini zanneden güzel bayan hayatına bir şekilde devam eder. İki birey de çocuklarından bir haberdir. Yıllar geçer ve bebek büyür. Müzik yeteneği görülmemiş derecede üstün biri haline gelen çocuk, sesleri istediği gibi bir ahenge sokarak müziğini ortaya koyar, rüzgarın sesiyle kıpırdayan buğday başaklarında müzikle beslenir. Ailesinin oralarda bir yerlerde olduğunu bilen çocuk, her gece anne ve babasının seslerini duymaya çalışır. Ebeveynlerini aramak için New York City’e gelir ve garip, terk edilmiş bir tiyatronun içerisinde yaşam hikayesi onunkine benzeyen çocuklar ve onların garip koruyucusuyla yaşamaya başlar. O ilk gecesinde eline aldığı gitarla kendi tarzını ortaya koyan çocuk artık bir kimliğe bürünmüş ve August Rush ismini almıştır. İlerleyen zamanlarda müziğini icra ederek ailesine ulaşacağını bilen çocuk emin adımlarla yolculuğuna başlar.
Başrollerinde Freddie Highmore, Keri Russell, Jonathan Rhys Meyers ve Robin Williams’ın yer aldığı August Rush, 2007 yapımı 114 dakikalık bir müzik serüveni.
Oscar’a adaylığı bulunan filmin 3 ayrı ödülü ve 9 farklı adaylığı da bulunuyor.
Film IMDb’den de ortalama 32bin kullanıcının oylarıyla 7.5 puana layık görülmüş. 
Filmin fragmanına ulaşmak için burayı IMDb sayfasına ulaşmak için ise şurayı tıklayabilirsiniz.
paylaş:

paris, je t'aime (2006)

Kalbin attığı şehirden kısa kısa aşk hikâyeleri. Ayrılıklar, olumsuzluklar, ölümler, sevgi, aşk, yazarlar, şairler, resim, müzik, sanat…
Birçok ünlü ismi ve başarılı yönetmeni bir araya getirmeyi başaran 2006 yapımı Paris, je t’aime, eğlenceli, dram ve aşk dolu kısa filmlerden oluşuyor.
Yönetmen kadrosu şöyle; Olivier Assayas, Frédéric Auburtin, Emmanuel Benbihy, Gurinder Chadha, Sylvain Chomet, Ethan Coen, Joel Coen, Isabel Coixet, Wes Craven, Alfonso Cuarón, Gérard Depardieu, Christopher Doyle, Richard LaGravenese, Vincenzo Natali, Alexander Payne, Bruno Podalydès, Walter Salles, Oliver Schmitz, Nobuhiro Suwa, Daniela Thomas, Tom Tykwer, Gus Van Sant, Rufus Sewell.
Filmdeki bazı oyuncular ise Natalie Portman, Fanny Ardant, Elijah Wood, Nick Nolte, Juliette Binoche, Steve Buscemi…
120 dakika uzunluğundaki film ortalama 26 bin kullanıcının oylarıyla 7.4 IMDb puanına layık görülmüş, filmin 1 ödülü ve 1 adaylığı bulunuyor. Dram ve romantizmin damardan enjekte edildiği film, keyifli, hüzünlü, mutlu ya da aşk dalu dakikalar geçirmek için iyi bir tercih.
Ve Paris’te aşk her yerde, kafelerde, sokaklarda, ışıkların altında, karanlıkta, yerüstünde, metro istasyonlarında, yan bankta…
Filmin çok güzel fragmanına buradan ulaşabilirsiniz.

paylaş:

candy (2006)

Boya kalemleriyle kendine dünyalar yaratan Candy ve kelimeleriyle düşler kuran Dan mutluluklarından bir haber aşkın içine düşmüş cezalılardır. Hayat onlar için bembeyaz sayfalarından birisini koparmış ve onlar bu beyaz sayfada kendi evciliklerini oynamaya başlamışlardır. Bu sevimli oyunları sürüp giderken eroinle tanışırlar ve her şey mahvolur.
Evlenirler, Candy hamile kalır, düşük yapar, uyuşturucuya bağımlılıkları aşkın önüne geçer, Candy vücudunu satar ve bir zamanlar ki cennetleri hızla cehenneme dönüşür.
Heath Ledger, Abbie Cornish ve Geoffrey Rush’ın başrollerinde oynadığı Candy’nin yönetmen koltuğunda Neil Armfield oturuyor ve film Luke Davies’in rolmanından beyaz perdeye uyarlanmış.
Romantik dram kategorisindeki 2006 yapımı film 116 dakika uzunluğunda, ortalama 12 bin kullanıcının oylamasıyla da 7.2 IMDb puanına sahip. 4 ödül ve 16 adaylık sahibi film, müzikleriyle de adeta ruhu okşuyor.
Verilen sözler, tutulan yeminler ve pişmanlıklar, uyuşturucu batağı, çirkinlik…
Filmin girişini izlemek için burayı tıklayabilirsiniz. Bu filmin gidişatı konusunda daha çok fikir sahibi olmanıza yarayacaktır.

paylaş:

düşmek değil bu


Kulak zarımızı kemiren kumrulara inat, gri düşler peşinde koşarken düştüğümüzden diz kanamalarımız, hayat, beklenmedik anda, tahmin edilmeyen yerde, durup kalkmamıza müsaade etmiyor, onun farkındayız.
Kıskançlıklarımızdan kederlerimize kadar bir ton yığın var rüzgârda serpişen, nehir yataklarında sevişen balıklar ve yunuslar, okyanus trafiğinde bekleyen. Kırmızı yanana kadar akıp gidiyor masal.
Olduğumuzdan büyük gösteren aynalara bakar olduk, bilmeden, beyinlerimizi yiyoruz, kıvrımlarında dar sokakların yağmur yağana kadar koşuyoruz, annelerimiz var, paçalarımız var bir de, dizlerimize kadar çamur da var.
Kaçıp kurtulmak tek çabamız, hep beraber yaşıyoruz, dileklerimiz bunun yönünde, biri hapşırınca, yaşamın kısalığı aklımıza geliyor.
Doğru bildiklerimizden bıkıp, sadece keyif olsun diye tüttürüyoruz tütünleri, halkalar çıkıyor dünyaya inat, ortasından oklar geçiriyoruz, masa koyuyoruz önümüze, soğanı yumruğumuzla kırıyoruz, burnumuzun direği kırılıyor.
Yaşlandıkça dank ediyor aklımıza yapamadıklarımız, kelebek ömrü gibi yitip gidiyor her an dakikalar, kaçırdıklarımız film sahnesi, siyah-beyaz, belki de renkli.
Parklara, hayvanat bahçelerine gidiyoruz, orangutanlar, maymunlar, zürafalar görüyoruz, yıkayıp elimizi yüzümüzü sokaklara atınca kendimizi yaz sıcağında, ayılar, goriller, köpekler görüyoruz. Gülüp geçiyoruz belki.
Pencereden bakmak için perdeyi açmamız gerektiği aklımıza gelmiyor bazen, susup kendi hıçkırıklarımızdan sıkılına kadar gözyaşı döküyoruz hiç uğruna, susunca hiçbir şey olmamış gibi davranmayı öğrendiğimiz için kendimize şükrediyoruz.
Tanrısal varlıklardan korkar oluyoruz, karanlıkta gölgemiz bile yalnız bırakıyor bizi, korkumuzdan benliğimizi kaybediyor, dualar okuyoruz, ışığa adım atmayı düşünemiyoruz.
Düşüyoruz, hızlanarak aşağılara doğru, yukarılara doğru, sağa ya da sola düşüyoruz. Yerçekimine inat her yöne düşebiliyoruz. Yerçekimsiz zamanlarda yaşamanın verdiği rahatlıkla, oradan oraya savruluyoruz.
Kırılgan masallarda başkahraman olmak için kendimizle yarışıyoruz, çocuk saflığında, uyumadan önce süt bile içiyoruz, geçmişe dönmek için geriyi gösteriyoruz hep, mantar toplamaya çıkıyoruz her yağmur sonrası.
Diş perilerini anar olduğumuz zamanlarda kaderin beyaz sayfalarına yazılanların yaşam mı yaşım mı olduğunu bir an düşünüveriyor insan, kımıldayamayacak gibi olunduğunda sıtmalarla devriliveriyor bedenimiz, altımızda pamuktan bulutlar, mavilik ve sonsuzluk.
Düşmek değil bu, yeryüzüne kanat çırpmak, yükselmek adeta.



paylaş:

amores perros (2000)

“Tanrı bulanık görmemi istiyorsa ben de bulanık görürüm.”
Birbirinden farklı üç hayat hikâyesi ve bu hikâyelerin aralarına sığınmış gizemler, tutkular ve aşklar. Yerinde olmayan bağ yumakları, kaderin çizdiği yolun dışına çıkamamak, kırılan kalpler ve dövüştürülen köpekler. Vurdumduymazlık, başkaldırı, sevgi, nefret, paramparça aşklar ve köpekler.
Alejandro González Iñárritu’nun yönettiği filmin başrollerinde Emilio Echevarría, Gael García Bernal ve Goya Toledo var.
154 dakika uzunluğundaki film, dram ve gerilim dallarında 2000 yapımı bir şaheser.
Katıldığı neredeyse tüm festivalden ödülle dönen filmin toplamda 52 ödülü ve 14 adaylığı var. Aynı zamanda Oscar’a da en iyi yabancı dilde film dalından adaylığa sahip.
IMDb’den yaklaşık 68 bin kullanıcının oylamasıyla 8.2 puan alan film bu puanla top250 listesinde 162. sırada.
Tokat gibi filmlerden biri.

paylaş:

eternal sunshine of the spotless mind (2004)

Tüm yaşadıklarına ve ilişkisine rağmen sevdiği erkekle ilgili tüm anılarını garip bir yöntemle aklından sildiren, renk cümbüşü bir kadın, bunu yaptığını öğrenince aynı işlemi kendi üzerinde denemeye çalışan bir adam ve budan sonra gelişen garip olaylar. Kaderin iki bireye oynadığı saf bir oyun, aşk, dram.
Michel Gondry’in yönetmen koltuğunda oturduğu Eternal Sunshine of the Sporless Mind 2004 yapımı dram, romantik ve bilim-kurgu dalında bir film.
Başrollerinde Jim Carrey ve Kate Winslet boy gösteriyor.
Film ortalama 243bin kullanıcının oylarıyla 8.5 IMDb puanına layık görülmüş. Bu puan filmi top250 listesinde 61.liğe yerleştiriyor.
Charlie Kaufman, Michel Gondry ve Pierre Bismuth “best writing” dalında Oscar ödülünü kucaklayan isimler. Oscar’ın dışında film, 38 ödül ve 50 farklı adaylık sahibi.
Farklı ve yaratıcı konusuyla izlenmeye değer filmler arasında ön sıralarda yer alabilecek bir yapım.

paylaş: