“Artık yazamıyorum” dedim.
Yüzüme uzun uzun baktı. Bir teselli cümlesi, bir umut ışığı,
ruhumun ateşini söndürecek güzel cümleler dökülsün istiyordum dudaklarından.
Yalan söylesin istiyordum. Elleri ellerime uzandı.
“Boşver, zaten kötü yazıyordun belki böylesi senin için daha
iyidir” dedi.
Geçmişimin ayna gibi kırıldığını, etrafa saçıldığını
hissettim. Küçük bir çocuk gibi gözlerim doldu. Ben ondan teselli beklerken o
saldırıya geçmiş ve beni yıkmıştı.
“Öyle deme” dedim. “Hepsi mi kötüydü?”
“Açıkça söylemek gerekirse gerçekten kötüydü. Senin
yazdıklarını herkes yazabilir. Aşk acısı, ayrılık, saçma sapan cinayetler,
anlamsız ve gereksiz diyaloglar. Hiç mi kitap okumuyorsun sen?”
“Bunu bu kadar sert söylemek zorunda mısın?”
“Birinin bunları söylemesi gerekiyor. Kendini kaptırıp
boşuna üzülüyorsun. Yazdıklarının arasında iyi bir şeyler olsaydı gönderdiğin
yayınevlerinden biri muhakkak kabul ederdi. Ama kabul etmediler.”
“Onlar edebiyat baronları. Bütün köşe başlarını tutmuşlar.”
“Bayılıyorum bu lafına, onlar edebiyat baronlarıymış. Ne
baronu, onlar sadece editör. Gelen dosyaları inceliyorlar iyi bir şey
bulurlarsa değerlendiriyorlar. Hepsi bu.”
“Neyse bu konuşmayı fazla uzatmayalım. Birkaç işim var
onları halletmem gerekiyor sonra devam ederiz.”
“Peki, sen bilirsin. Akşam sana geleyim mi?”
“Bu akşam olmaz. Başka zaman.”
“Bu konuştuklarımızı da yazacak mısın?”
“Artık yazamıyorum dedim ya hem neyini yazacağım kötü bir
yazar olduğumu mu?”
Cevap vermesini beklemeden kalktım masadan. Canımı sıkmıştı.
Bir an önce evime ulaşıp ağlamak istiyordum. Sevdiğim kadının beni bu şekilde
eleştirmesi canımı yakmıştı. Eve gidip ağlamadan,sinirlerimi oynatmadan önce Migros’a girdim ve
indirime girmiş Tellibağ şarabından üç tane aldım. Ben şahsıma yapılmış her
eleştiriyi, her olumsuz düşünceyi bünyesinden, zihninden, içinden kolay kolay
çıkarabilen biri değildim. İnat etmiştim. Söylediği sözler için pişman
edecektim onu. Bir çeşit hırs dolaşıyordu içimde. Ruhum insanları yanıltmak,
benim için söyledikleri lafları yedirmek üzerine hareket eden intikamcı bir ruh
olmuştu.
Yazmak sevdiğim kadının bana söylediklerinden sonra benim
için yaşamak ve ölmek arasındaki ince çizgi olmuştu. Son kez deneyecektim. Ve
yine reddedilirsem kendimi öldürecektim.
Bilgisayarı açtım ve karşısına oturdum. Aldığım Tellibağ şarabının
birincisi biterken kelimeler kafamda dolaşıyordu. Parmaklarım harflerin
üzerinde gezindi ve yazmaya başladım.
“Zamanı eritip kuma dönüştüren, camın içine koyan ve adına kum saati
diyen adamı tanıdım. Yüzyıllar önce ölmesi gereken bu adam bendim ve geçmişimi
hatırlamaya yeni yeni başladım.”
İkinci Tellibağ şişesinin bitişiyle beraber kafamı masaya
koydum ve uyudum. Sabah uyandığımda yazdıklarımı okudum. Objektif olabilmek
için tekrar tekrar okudum. Hiç fena değildi. Ve fena olmadığı kanaatine
vardığım an yazmamın formülünü çözdüm. Günde iki şişe Tellibağ bana yazma gücü
veriyordu. Telefonumu kapattım. Ev arkadaşımı uyandırdım ve bütün paramı, kredi
kartımı verdim. Ona ne yapacağını, beni hayatta tutacak kadar yiyecek alması
gerektiğini, evden ne zaman çıkacağımın belli olmadığını anlattım. “Tamam”
dedi. Her gün eve gelirken iki şişe Tellibağ ile gelecekti. Yumurta, makarna,
ekmek ve kahve alacaktı. Para
bittiğinde ailemi arayacak ve para isteyecekti. Sigara içmediğim halde bir
karton sigara istedim. Şaşırdı ama bir şey söylemedi.
İkinci gece heyecanlandım. Ellerim titremeye başladı. Ara
verip bir sigara yaktım. Öksürdüm. Sigarayı kül tablasına koydum ve dumanın
odaya yayılışını izledim. Ve kelimeler tekrar kafamın içinde dolaşmaya başladı.
Ellerim harflere bastıktan sonra irademi kaybediyordum. Dökülüyordu her şey. Ve
bayılana kadar kazıyordum aklımın içine saklanmış kelimeleri. Sabah uyandığımda
yazdıklarıma bakınca hiç fena değil diyordum.
Tam altmış günün sonunda elimde bir kitap dosyası vardı.
Bitmişti. Altmış günde bir kitap yazmıştım. Odanın çeşitli yerlerinde sayısı
yüz yirmiyi bulan Tellibağ şişesi vardı. Dosyanın üzerinde hiçbir oynama
yapmadan, tekrar okumadan, sadece okuyacak editöre ufak bir not yazarak
yayınevine gönderecektim. Aklımda tek bir yayınevi vardı. Bana cevap dahi
vermemişlerdi. Kızgındım onlara bu yüzden sadece onlara gönderecektim.
“Editöre not,
Bu dosyayı da kabul etmezsen senin amına korum.”
Notum çok netti. Yayınevine dosyayı postalayıp beklemeye
başladım. On ikinci gün mail üzerinden cevap geldi. Editör numarasını
göndermişti. Telefonumu açıp aradım. Kim olduğumu söyleyince kitabı beğendiğini
fakat neden öyle bir not bıraktığımı anlamadığını söyledi. Basıp
basmayacaklarını sordum. “Basacağız gelin yüz yüze konuşalım” dedi. “Basılmasını
istemiyorum” dedim ve telefonu suratına kapattım. İçim rahatlamıştı. Not
defterime kurşun kalemle yazdığım intihar mektubumu yaktım ve dışarıya çıktım.
Edebiyat baronunu, kötü yazdığımı söyleyen sevgilimi yenmiştim. Kazanmıştım. Bu
bana yeterdi.