Başını ağır ağır yastığa koydu. Bunu öyle ağır bir
hareketle yaptı ki kaburgalarının altında bir meteor çukuru gibi duran karnı
titredi, bacak kıvrımları kasıldı. Kendini öylece bırakmak yerine; sanki özel
bir şey yapıyormuş gibi özenle davrandı. Başı koltuğun kolçağına kavuşana kadar
kasılma ve titremeleri bitmedi ve sonrasında ciğerlerine nasıl çektiğini
bilmediğim nefesini yine aynı ağırlıkla bıraktı.
Bir acısı mı vardı? Sormak için yeltendim ama sonra
vazgeçtim. Bozmak istemedim halini.
Ben odanın bir ucunda masada oturuyordum. O ise diğer
ucunda koltuğa uzanmıştı. Tek ışık kaynağımız iki duvar arasında bırakılmış
garip bir boşluktan sızıyor ve vücuduna vuruyordu. Kolçak yüzüne gelecek ışığı
kesmiş, yüzünü gölgede bırakmıştı. Loş bir ışıktı. Kutu gibi olan küçük salonun
karşımda duran duvarının ortasındaki garip oyuktaydı. Işığı bana kadar
ulaşamıyordu. Garip oyuğun üzerine, kendisi kadar garip olan bir tablo
asılmıştı. Replika gibi durmuyordu. Tabloda çeşit çeşit, özenle hazırlanmış yemekler
bembeyaz servis tabaklarında ve bir çeşit pazar tezgahında duruyorlardı. Ve
yanlarında kare şekillerini yitirmiş ve beyazlığı kaçmış fiyat plakaları vardı.
Plakalar tahta saplara tutturulmuş, fiyatlar çirkin bir yazıyla ve mavi bir
kalemle yazılmıştı. Tezgahın arkasında kıvrak hareketlerle yemekleri gösteren
bir tezgahtar mavi, kirli önlüğüyle göğsüne kadar resmedilmişti. Tablonun
sağında ve solunda gelip geçen insanlar gibi duran çok gerçek dışı renklerle
resmedilmiş bulanıklıklar vardı ve görüntüde sırıtıyorlardı. Büyükçe bir
tabloydu. Oyuktaki ışıksa tezgahtaki bir çeşit deniz mahsulünden yapılmış
yemeği aydınlatıyordu.
Bu küçük salondaki bütün duvarların çıplak olduğunu da
fark edince Tablo gerçekten ilgi çekici duruyordu. Kalkıp gördüklerimi bir de yakından
incelemek istedim. Fakat ani hareket etmiş olmalıyım ki ürküp yerinden sıçradı
ve gözlerini gözlerime dikerek tabloya dokunmamamı, yoo, dokunmayı bir kenara
bırak ona yönelmemin bile kapı dışarı edilmem için yeterli olduğunu söyledi.
Çocuk kaldı olduğu yerde. Fakat gözlerini tablodan
almadı. Kadın ayağa fırladı ve eliyle çocuğun yüzüne doğru bir hareket yaptı
masayı göstererek yerine geçmesini söyledi. Çocuk yüzünün önünden geçen eli
umursamadı. Tablo artık onun için kışkırtıcıydı. Bir adım daha attı gözlerini
gelip geçen insan figürleri üzerinde gezdirdi.
Önemsizdi şu an.
Önemsizdi kapı dışarı olması. Kalacağı sokaklardan
artık İstanbul beyfendilerinin geçmeyecek olması. Önemsizdi artık hayal ettiği
gibi Chicago’ya gitse bile artık o 40′lardaki müziklerin çalmadığını biliyor
olması. Önemsizdi İrlandanın artık McCourt’un yaşadığı İrlanda olmaması.
Önemsizdi her şey. Çocuğu önemsizlik kaplamıştı, sarım sarım sarmıştı etrafını.
Tablodaki ıstakozun gözleri parıldıyordu. Istakoz için
önemsizdi artık servis tabağında bekliyor olması. Önemsizdi tezgahtarın onu
ucuz sözlerle pazarlamaya çalışması. Gözleri birbirine gömülüyordu çocukla
ıstakozun.
Tablodaki siluetler odanın içine kaydılar. Çocuk bir
roma büstü gibi durup duruyordu tablonun önünde. Siluetler tüm kışkırtıcılığı ile geçiştiler
çocuğun yanından. Sarıldılar kadının çıplak bedenine. Kadın tüm öfkesiyle
bağırıp orada durmayacağını söylemeye devam ediyordu çocuğa ve tamamen kafayı
yemiş haldeydi. Istakoz bir hamlede tabaktan sıçradı sokağa, sonrasındaysa
tablodan salona. Ayağının ahşap zemine vuran sesleri, eklemlerinden çıkan
çıtırtılar iç kıvrandırıyordu. Tahammülü zor bir manzara çocuğun etrafında
cereyan ediyordu. Kadının bedeni neredeyse siluetlerle kaplanmış, odanın içiyse
pazar alanına dönmüş, tüm gürültüsüyle tablo odaya doluşuyordu.
Istakoz çocuğun küçük bedenini bir hamlede
kıskaçlarıyla kavradı ve az önce kadının yattığı koltuğun üzerinden, oradan da
dar koridora geçti. Eklemleri çıtırdadı ıstakozun, duvarları takırdadı
koridorun ve ıstakoz eğile büküle çıkardı çocuğu apartmanın için. Akıl almaz
bir hızla merdivenleri inmeye başlamışlardı.
Gözlerimi yavaşça araladım. Otopark veya benzeri bir
yerdeydim. Birinci veya ikinci katta olmalıyım ki yapının yan tarafından sokak
lambalarını görüyordum. Benimle aynı hizadaydılar ve sokak gürültüsü net
duyuluyordu. Üşüyordum. Garip bir kabustan uyanmıştım ve nerede olduğumu
bilmiyordum. Bir kaç adım atıp lambaların aydınlattığı sokağı seyrettim.
Arabalar gelip geçiyor ve genel bir gürültü sürüyordu. Başımı kaldırdım,
yukarıda gece bütün bir şehri teğet geçiyordu. Rüzgar esiyor, ay parıldıyordu.
Korna sesleri, arabaların motorları, belki bir kaç gülüşme sesi bile duymuş
olabilirim. Birden arkamdan o iç kıvrandırıcı bükülmeleri, çıtırtıları duydum.
Her şey çirkinleşti. Zihnim büzüştü, kemiklerim bir ağırlıkla ezildi. Dizlerim
görevlerini unuttular.
0 YORUM:
Yorum Gönder