Çok zaman geçmişti üstünden. Bütün tepkilerimi, hislerimi, bana dair ne varsa her şeyi yitirmiştim. Çok zaman geçmişti üstümden. Ben onun nabzını ölçmek için tenine dokunduğumda kalbimin ritmini bulmuştum. Mavi duvarlar- özellikle mavi duvarlar- üstüme yıkılmıştı. Düşünüyordum yaşadıklarımızın hangisi kıyamet alameti hangisi normal şeylerdi? Ayrımını bir türlü yapamadığım, hayatımın merkezini bir türlü bulamadığım zamanlarında üstünden çok geçti.
Uzayan sakallarımın altına sakladığım çenem her hareketinde hüzünlü bir titremeye maruz kalıyordu. Ağzımdan dökülen kelimeleri masalarda unutuyordum. Hayalin ve daha çok hayalin ortasında sıkışıp kendimi izliyordum. Bombalar düşüyordu, düşündüğüm her yere. Yumruk yumruğa boğuşuyordu geçmişim kendisiyle. Koşar adım dolaşıyordum sokakları. Geride bıraktığım ne varsa peşimden geliyordu. Kafamı kaldıramıyor, kaldırmaya çalıştığımda ise gözlerim körleşmişçesine kararıyordu. Kokusunu alıyordum sonbaharın. Burnumun deliklerini yakarak ilerliyordu beynimin bir yerlerine.
Büyülenmiş gibi hissediyordum. Sigaraların biri bitip biri yanıyor ve ciğerlerine çektiği dumanı suratıma üflüyordu. Suratıma beton gibi vuran o dumanların içinde boğuluyor ve kendimi her seferinde başka bir masalın kahramanı olarak görüyordum. Zihnim bana ucuz şakalar yapıyordu. Zihnim benimle durmaksızın oynuyordu. Damarlarımda büyük bir acı dolaşıyor, dolaşımını tamamladığında ise kulaklarımdan akıyordu.
Biliyordum çok zaman geçmişti ve akıp giden her dakika o zamana ekleniyordu. Kendimi zincirlerle oturduğum yere bağlamıştım. Sesimin titreyen tarafını saklamak için bağıra bağıra konuşuyordum. Her şeye rağmen geçiyordu zaman. İçtiğim kahveye zamanı bandırıp yesem de, geçiyordu. Üstelik ne kadar zaman yesem doyamıyordum.
Ben zihnimde, beynimin kıvrımlarında ve bedenimde bunları yaşarken hayat devam ediyordu. Boşluğa göz kırpıyordum. Karanlık boşluklarda gözlerimi yerinden çıkartıyor ve fırlatabildiğim en uzak yere fırlatmaya çalışıyordum. Olmuyordu. Gözlerimin düştüğü yere koşuyor ve tekrar atıyordum. Her atışımda gözlerim biraz daha ağırlaşıyordu. Bir müziğin ritmine kapılıp gitmiştim. Sonsuz boşlukta ve sonsuz karanlıkta insanın sadece kulaklarına ihtiyacı oluyordu.
Bir otobüsün camına kafasını dayamış olarak buldum onu. Uzak bir yere gidiyordu. Başını yavaşça camdan kaldırdım. Yanına oturdum. Başını ellerimin arasına aldım. Burada bitsin istiyordum hikaye ama zaman geçiyordu. İki elimin arasında küçülen yüzüne baktım. Gözlerimin yerinde olmayışı onu korkutmuştu. Bu korkuyu duyabiliyordum. Yaklaştım yüzüne. Burunlarımız birbirine değdi. Başımı eğip dudaklarını öptüm. Karşılık vermedi üstelik zamanda geçiyordu. Kalktım. Zaman kulaklarımın duyabildiği kadar uzaklıkta ufak ufak eriyordu. Otobüsten indim. Kafasını cama dayadı. Bitiyordu her şey, bu sefer gerçekten bitiyordu.
Otobüs hareket etti. Saatimin saniyelerini dinliyordum. Yavaşlıyordu. Otobüs bağıra bağıra gitmişti. Saatim durmuş ve zaman kaybolmuştu.
Bitsin diye uğraştığım her şeyin ortasında kalmış ve bitince pişman olmuştum. Gençlik, yaşamın korkunç telaşını beraberinde getirirken yaşlılık, ölümün insana sunduğu en büyük hediyeydi. Peki yılların tam ortasında oturup ölümü düşünmek neydi? Ve en önemli soru, ölmek nasıl bir şeydi? Tadı nasıldı, kokusu nasıldı,son saniyesinde ne yaşanırdı?
Benim ihtiyacım olan, yardımı lazım olan bütün insanlar öldü ya da bana öyle geldi. Bilmiyorum. Öyle çok zaman geçti ki üstünden, neyin gerçek, neyin ölü, neyin doğru olduğunu anlayamıyorum. Ama ne kadar zaman geçerse geçsin anlamak istiyor insan, Dünya'nın bütün bilgilerini anlamak ve içine hapsetmek istiyor. İnsan kendini içine hapsetmek istiyor. Kapıları dışarıdan kapatacak birine ihtiyaç duyuyor.Hepimizi gayya kuyularının içine fırlatacak biri lazım. Hepimizi yakacak ve hepimizden biri olmayacak tek kişi. Ölüm onun yaşamının doğal sonucu olmayacak tek kişi.
Her şey bittikten sonra göz çukurlarıma üç sigara bastım. Saatimin camını kırıp içindekileri kalbime sapladım. Bir Azeri ezgisini kulaklarıma damlatıp yürüdüm. Yaşını sadece parmaklarıyla gösteren ve bunu göstermeyi ailesinden öğrenen küçük bir çocuk gibi.
Bitsin diye uğraştığım her şeyin ortasında kalmış ve bitince pişman olmuştum. Gençlik, yaşamın korkunç telaşını beraberinde getirirken yaşlılık, ölümün insana sunduğu en büyük hediyeydi. Peki yılların tam ortasında oturup ölümü düşünmek neydi? Ve en önemli soru, ölmek nasıl bir şeydi? Tadı nasıldı, kokusu nasıldı,son saniyesinde ne yaşanırdı?
Benim ihtiyacım olan, yardımı lazım olan bütün insanlar öldü ya da bana öyle geldi. Bilmiyorum. Öyle çok zaman geçti ki üstünden, neyin gerçek, neyin ölü, neyin doğru olduğunu anlayamıyorum. Ama ne kadar zaman geçerse geçsin anlamak istiyor insan, Dünya'nın bütün bilgilerini anlamak ve içine hapsetmek istiyor. İnsan kendini içine hapsetmek istiyor. Kapıları dışarıdan kapatacak birine ihtiyaç duyuyor.Hepimizi gayya kuyularının içine fırlatacak biri lazım. Hepimizi yakacak ve hepimizden biri olmayacak tek kişi. Ölüm onun yaşamının doğal sonucu olmayacak tek kişi.
Her şey bittikten sonra göz çukurlarıma üç sigara bastım. Saatimin camını kırıp içindekileri kalbime sapladım. Bir Azeri ezgisini kulaklarıma damlatıp yürüdüm. Yaşını sadece parmaklarıyla gösteren ve bunu göstermeyi ailesinden öğrenen küçük bir çocuk gibi.
0 YORUM:
Yorum Gönder