Avare etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avare etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Belki de Rakı İçme Zamanı Gelmiş

Sesini son duyduğum andan itibaren yaklaşık 31 gün 22 saat geçmiş. Hayır, konuşmadığımız anların matematiğini tutmuyorum tabii ki. O kadar aşık değilim diyemem ama henüz o kadar paranoyak olmadım. 

Otuz iki gün; elindekileri kaybetmek için uzun süre, bir şeyleri kazanmak için yetmez. Çünkü bu siktiğimin dünyasında kolay kazanmayı sadece doğuştan şanslılar biliyor. Olmayan adaletin olması gerektiğinden bahsetmeyeceğim ama sanırım dokunuyor biraz. Dokunuyor derken senin dokunuşların gibi değil, gerçekten dokunuyor. İçindeki şefkati göstermek için sokak kedisine şöylece bir parmaklarının ucunu değdirip sonra elini ıslak mendille silmen gibi değil. Kirli bir dokunuş bu, acıtırcasına, kanatırcasına…

Kronometreyi sıfırlamak için arasam seni, biliyorum her zamanki gibi neşeli açarsın telefonu. Ben sitem ettikçe ne kadar yoğun olduğunu anlatıp dil ucuyla özür dilersin. Sonra bana nasıl gittiğini sorarsın. Merak ettiğinden değil, sadece konuyu değiştirmek için. Ben de afili cümlelerle aslında son konuştuğumuzdan beri hayatımda hiçbir bokun değişmediğini anlatırım. Birkaç dakika sürer bu parçaladığım edebiyat. Sonra boğazım düğümlenerek ben sana sorarım nasıl gittiğini. O meşhur çocuğu anlatacağını bilirim çünkü. İlişkinizin olmazlarını anlatıp ne düşündüğümü sorarsın. Her ilişkide olan şeyler, büyütme bu kadar deyip geçiştiririm. Hemen ardından da eklerim, gittiği yere kadar gider sıkma canını. O orospu çocuğunun yaptıklarını tasvip ettiğimden değil ama sana göre değil o diyemem. Aranızı bozup benim kollarıma çağıramam seni. Belki de bu yüzden sen denemeye ben yenilmeye mahkumuz. Her neyse, telefonu kapatırken teşekkür edersin aradığım için. Telefonu kapattıktan sonra ben telefonu kalbime götürürüm, sen ıslak mendille silersin.

Bu yazı nereye doğru gidiyor bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, tek kullanımlık siktirboktan bir ıslak mendil insanın içini temizlemiyor. Sanırım çok zaman oldu ve ben özledim. Belki de rakı içme zamanı gelmiş. 
paylaş:

İKİ DUDAK ARASI

Güzel bir akşam yemeği hazırladım kendime. Et sote yaptım, yanına marketten meze aldım bir de 35'lik. Sadece rakının yanında güzel besleniyordum.  Yalnız içmenin pek tadı yoktu ama kimseyi istemiyordum yanımda. Rakı sofrasına ikinci sınıf aşk muhabbetlerinin meze olmasını kabullenemiyordum. İlla bir şey konuşulacaksa daha ciddi meseleler konuşulmalıydı sofrada. Ülkenin gidişatı, yaşadığımız toplumun gösteri toplumuna dönüşmesinin nedenleri, okumanın git gide değersizleştirilmesi, mutluluk, kader, din gibi kavramlar...
Bugün susacaktım. İçinden hiç çıkamayacağım hadiseleri düşünüp nedenlerini arayacak, belki bir çözüm üretecek, belki de girdiğim uçsuz bucaksız düşünce girdabında boğulacaktım. Bir duble doldurup yavaşça içerken aklıma çok kullandığımız bir deyim geldi. Birilerinin iki dudağı arasında kalmak...
Kadere, alınyazısına bu kadar gönülden inanan bir toplumun böyle bir deyim üretmesi gerçekten bir ironiydi. Belki de tanrı, bir insanın iki dudağı arasında kalmayı yazmıştı kaderlerine. Yoksa hiçbir şekilde yazgıya inanan bir insan böyle bir deyim kullanamazdı, kullanmamalıydı.
Bana gelecek olursak kadere inanmadığım kadar inanıyordum bu deyime. Kendi çabasıyla bir yerlere gelmeye çalışanların birçoğunun başına gelen bir şeydi bir insanın iki dudağı arasında kalmak. Elbette bundan daha iyi bir sistem üretilebilirdi fakat bu ülkede işler böyle yürüyordu. Nefesi kuvvetli insanlar birilerinin kulağına bir şeyler fısıldar, bu fısıltının gücüyle birileri işinden olur, birileri zengin olur, her ne bok olacaksa bu fısıltıyla olur.
Tanrıya inanan insanlar da tanrının iki dudağı arasındadır. Tanrı isterse olur, tanrı istemezse yaprak bile düşmez. Aslında acı gerçek budur. Karakterimizin, kimliğimizin, yapabileceklerimizin  hiçbir önemi yok. Hepimiz iki dudak arasındayız.
Rakımdan bir yudum daha alıyorum, bir sigara yakıyorum.  Sanırım insanın iki dudağı arasına en çok yakışan şeyi buluyorum. En ucuzundan bir sigara...
Şerefinize!







paylaş:

Yarım Kalan Hikaye

Hayatımın büyük bir kısmı boş vakitlerimi nasıl dolduracağımı düşünerek geçti. Yirmi dört saatin yetmediğini söyleyen insanlardan olmadım hiç. Bir anda yıllar sonrasına gitsem yaşayamadığım anlar için üzülmezdim. Bir an hariç...
18 Eylül... Sonbaharın dibine kadar yaşandığı bir gün. Yağmur dışarı çıkanları cezalandırırcasına yüzüne vuruyor insanın. Elimde valizimle 20.50'de kalkacak olan  Hatay uçağına yetişmeye çalışıyorum. Söğütlüçeşme durağında metrobüsten inip yağmura meydan okurcasına rıhtımdan kalkacak havaalanı otobüsüne koşar adımlarla ilerliyorum. Tamamen ıslanmış vücudumda sırtımdaki terin sıcaklığıyla yağmurun soğuk suyunu ayırt edebiliyorum. Kalkmadan hemen önce yakalıyorum otobüsü. Sırılsıklam, yorgun ve otobüsü yakalamanın verdiği mutlulukla biniyorum otobüse. Boş olan arka koltuklara doğru ilerlerken tek başına oturan güzel bir kız dikkatimi çekiyor. Gözlerinin içine bakıyorum, bir an göz göze geliyoruz, yanından geçip en arkaya oturuyorum. Yol boyunca onu izliyorum. Yolculuğun sonlarına doğru karşısında oturan kadının yanına geçiyor, yarım oturarak bir şeyler konuşuyor. Beli açılıyor o sırada. Benim karşımda oturan çocuğun oraya doğru baktığını görüyorum, işine bak diyerek sert bir şekilde uyarıyorum. Kısa bir zaman sonra otobüs havaalanına varıyor. İlk ben iniyorum otobüsten. Bir sigara yakıyorum. Gözlerim otobüsün kapısında, inmesini bekliyorum. Bir şey yapacağımdan değil, sadece bekliyorum işte. Bir kere daha göz göze gelme ihtimalinden başka bir şey değil beklediğim. Herkes indikten sonra telaşla iniyor otobüsten. 
''Yardım eder misiniz, otobüste bir kadın fenalaştı.'' diye haykırıyor. 
Ağzımdaki sigarayı atıyorum. 
''Tabii, hemen bakalım.'' diyorum. Nasıl yardım edeceğimi bilmiyorum ama yardımı isteyen o ise ne istediğinin hiçbir önemi yok. Biraz tereddütle otobüse doğru hamle yaparken:
''İstersen sen valizimi al, ben yardım edeyim.'' diyor. 
Valizini alıp bekliyorum. Az sonra fenalaşan kadıncağızla birlikte otobüsten iniyorlar. Onun da valizini ben alıyorum, havaalanına doğru ilerliyoruz. Giriş kapısında doktor çağırmalarını istiyoruz güvenlikten. 
''Sağlık hizmeti ücretli.'' cevabını alıyoruz.
Cebimdeki para muhtemelen karşılamaz ama nasıl olsa bir çaresine bakarız diye düşünüp paranın önemli olmadığını söylüyorum. 
''Hastanın yakını mısınız?'' diye soruyor güvenlik görevlisi. 
''İnsanız.'' diyorum. 
Hasta kadının kimliğini aldıktan sonra onu güvenliklere emanet edip check-in işlemlerini tamamlamak için güvenlik kapısından geçiyoruz. İkisinin birden 21.00 Ankara uçağında olduğunu öğreniyorum. Bir yandan aynı uçakta olmadığımıza üzülüyor, bir yandan da kadıncağızın emin ellerde olduğuna seviniyorum. Benim uçağımın saatini soruyor, 20.50 olduğunu söylüyorum. 
''Yetişemezsen çok üzülürüm.'' diyor. 
Onların check-in işlemlerini yaptıktan sonra kendi işlemim için yanından ayrılmak zorunda kalıyorum. Bir an önce işlemleri tamamlayabilirsem on dakikamın kalacağını hesaplıyorum kafamda. Giderken, tekrar geleceğim yanınıza diyorum, gülümsüyor. Bileti aldığım şirketin check-in sırasına gittiğimde çok kalabalık olduğunu görüyorum. İki seçeneğim var. Ya onu bir daha görebilmek için uçağı kaçıracağım ya da sırada bekleyip son anda uçağa yetişeceğim. Ah! yanımda biraz daha param olsa diyorum, bir sonraki uçakla dönerim. Uçağı kaçırmayı göze alamıyorum, on beş dakika sırada bekliyorum. İşlem bittiğinde Hatay uçağı yolcularına son çağrı duyurusu yapılıyor. Koşar adımlarla havaalanında bir tur atıyorum fakat göremiyorum onları. Uçağa biniş kapılarına gidiyorum, orada da yoklar. Çaresiz uçağa gidiyorum. 
Kaç yaşında, adı ne, nelerden hoşlanır, hiçbir bilgim yok. Belki bir şekilde tanışmayı başarabilsem hiçbir şey olmayacaktı, belki de ondan hoşlanmayacaktım, bilmiyorum. Sadece, başkalarının gözlerinde göremediğim, adını bilmediğim ama beni derinden etkileyen bir ışıltıyı, eğer bir mucize olmazsa bir daha karşılaşmayacağım bir insanın gözlerinde görmek; yaşama olan inancımı benden alıyor. 
İhtimalleri düşünüyorum. Evden daha erken çıksam başka bir otobüse binecektim, karşılaşamayacaktım. Otobüse yetişemesem, yine karşılaşamayacaktım. O kadın fenalık geçirmese, onu tanıma fırsatı bulamayacaktım. Sanki Tanrı bir şekilde onu tanımamı istemiş, fakat tanışmamızı istememiş. 
Şu anda ne hissettiğimi kelimelere dökemiyorum. Sabahattin Ali'den bir alıntıyla bitiriyorum.
''Sonra çıkıyorsun dışarı, bakıyorsun güneş hala tepede. Bir cigara yakıyorsun ve yıllardır kurduğun cümleyi bilmem kaçıncı kez kuruyorsun:
'Napalım, kısmet değilmiş...' ''
Sonra

paylaş:

İntihar Üzerine


Bugün intihar etmeyi düşünüyorum. Dün de düşündüm, ondan önceki günlerde de...


İntihar etmek için yüzlerce nedenim var ama burada sizlere bu nedenleri tek tek yazmak zorunda değilim. Yazsam anlar mısınız, onu da bilmiyorum.

Canıma kıymayı göze alacak cesaretim olmadığı için kendimden nefret ediyorum. İyice kafayı çekip yaşamıma son vermeyi düşünüyorum, kendimde bulamadığım cesareti alkolde aramayı gururuma yediremiyorum. 

Sonra, binlerce sperm hücresi arasında yumurtayı bulan sperm olmama şaşırıyorum. Hiçbir şey için yarışmadım ki bu hayatta, dünyaya gelmek için yarışayım. Bir anlık zevkin kurbanı olmayı içime sindiremiyorum.

Doğmayacak çocuklarıma söz veriyorum; sizin dünya cehennemine gelmemeniz için elimden geleni yapacağım, diyorum. 

Tanrı'ya kızıyorum. Kaderime böyle saçma şeyler üzerine kafa yoracağımı da yazdığı için. Tanrı'yı alt etmenin yollarını arıyorum. Bir fikir geliyor aklıma. Dünyadaki bütün insanlar aynı anda intihar etmeli diyorum. O zaman Tanrı bir daha insan yaratmaz. Sonra insanın bencilliği aklıma geliyor, bu fikre inancımı yitiriyorum. 

Bugün intihar etmeyi düşünüyorum. Yarın da düşüneceğim, yarından sonraki günlerde de... 

Bir gerçeği yüzüme vuruyorum. İntihar düşünülerek yapılacak bir eylem değildir. Anlık, düşünmeden, sessizce... 










paylaş:

VEDA

Bugün büyük bir ihtimalle hiç okumayacağın, okusan bile benim yazdığımı hiç bilmeyeceğin bir veda mektubu yazıyorum sana. Evet, vermeyeceğim bu mektubu. Değmezsin çünkü. Tamam yalan söylemeyeceğim, değersin ama bunu sana söylemek zorunda değilim.

Hiçbir şey söylemek zorunda değilim. Bu sert görünen adamın bunları yazarken gözlerinin dolduğunu bilmemelisin mesela. Ya da günlerdir elimde telefonu alıp, ezbere bildiğim numaranı yazıp yazıp sildiğimi söylememeliyim sana. Sürekli şikayet ettiğin uyku düzenimi, ararsan telefona cevap verebileyim diye düzelttiğimi de öğrenmemelisin. Uyku hapı kullanıyorum uyuyabilmek için ama olsun. Zaten sen hep sonuçlarla ilgilenirsin. Düzelttim işte, artık geceleri uyuyorum. Hiç sorunum yokmuş gibi, mutluymuş gibi, dünya denilen bu bok çukurunda her şey yolundaymış gibi uyuyorum.  Arada üç beş hap fazladan alıp ebediyen uyumak da aklımdan geçmiyor değil ama ölürsem kendini suçlarsın diye bu düşünceyi şimdilik aklımdan çıkarıyorum.

Suçlamıyorum seni, yerinde olsaydım ben de benimle bir gelecek hayal etmezdim. Başarısız, sorumsuz, kaybedeceği baştan belli olan biriyle kim bir gelecek hayal edebilir ki? Sadece kızıyorum, aşık oldum yalanına sığınıp beni olduğum gibi kabul edeceğini söylediğin için… Yalana gerek yoktu, birkaç ay takılırız deseydin de olurdum seninle. Şimdi dönsen ve birkaç gün sadece desen yine olurum.  Nedenini sorma, ben de bilmiyorum...

Sakın suçlama kendini, bana kötü bir şey yapmadın. Sen hayatıma girmeden önce de böyleydim ben. Ölmek için yaşayan biriydim. Sen hayatıma girince biraz temiz hava aldım. Sen gidince yine kirlendi hava, yine nefes almak zorlaştı. Bilmiyorum, belki kısa bir süreliğine bir nebze olsun hayatımı iyileştirdiğin için minnettar olmalıyım sana, belki de her şeyin kötü gitmesine alışmışken iyi bir şeyler olacağına inandırıp kafamı karıştırdığın için kızmalıyım. Aslında bunları düşünmemek en doğrusu ama beni bilirsin işte…

Sen, hiçbir şey söylemeden gidince kendimce sana veda etmek istedim. Senin söylemeye cesaret edemediğin, davranışlarınla belli ettiğin şeyi ben söylüyorum şimdi. Artık hayatımda sen yoksun! Tamam yalan söylemeyeceğim, varsın ama bunu sana söylemek zorunda değilim.
paylaş:

Ne Kaybedersin?

Bir şeyi yapmak isteyip de yapacak cesareti kendimde bulamadığımda; mesela bir kıza çıkma teklif edeceğimde ya da bir insana hoşuna gitmeyecek şeyler söylemek istediğimde kendime hep aynı soruyu sorarım.
‘‘Ne kaybedersin?’’

Bu soru beni yüreklendirir, silahı ateşlemeden önce parmağımdaki güç olur. Kendimden emin olmadan basarım tetiğe. Sonrası muamma… Ya hedefi vururum ya da attığım kurşun geri tepip beni yaralar. Her iki ihtimalde de sonuçlarla ilgilenmem. Ne oldu da kazandım ya da neden kaybettim diye düşünürüm. Kazanmak için birilerine yaranmaya çalıştım mı? Yalan söyledim mi? Kendimden ödün verdim mi? Bu soruların cevabını veririm kendime. Her zaman dürüst olamıyor insan, kendine bile. Kötü niyetli olmasa bile yalan söylediğim olmuştur. Kişiliğimden de ödün verdiğim olmuştur; mesela normalde hayatta izlemeyeceğim, hatta izleyenleri ağır bir biçimde eleştirebileceğim yapış yapış duygusallık içeren, gerçekle ilgisi alakası olmayan romantik bir filme sırf bir başkası istediği için gittiğim olmuştur. Hayır desem, bencil olurum diye avutmuşumdur kendimi. Burada cevaplayamadığım bir soru var. Kendinden ödün vermemek için bencil olmak mı gerekiyor? Cevap evetse, üzgünüm ama zaman zaman kendinden ödün veren biriyim. Son olarak birine yaranmaya çalıştım mı? Benim için iyi olanı sona saklarım hep. Büyük bir gururla hayır diyebilirim. Bu, zaman zaman başarısızlığımda bir etken olsa da vicdanım rahat. Hoş, yaşadığımız dönemde kişinin vicdanlı olmasının bir boka yaradığı söylenemez. Böyle bir dönemde yaşamak bir boka yarıyor mu, bunu da sonra yazarız.

Sonuçta, geride bıraktığım yirmi üç yıla dönüp baktığımda kaybettiklerim de olmuştur kazandıklarım da. Öyle büyük zaferler elde ettiğimi hatırlamıyorum, hepsi küçük şeylerdi. Yenilgilerimse hep büyük oldu. Ne kaybedersin diyerek yola çıktım ve ağır mağlubiyetler aldım. İnsanın kaybedecek bir şeyinin olmaması bugüne kadar söylenen en büyük yalanlardan biri. Hiçbir şey kaybetmese bile yeniden bir şeylere başlama isteğini yitiriyor insan.
paylaş: