Güzel bir akşam yemeği hazırladım kendime. Et sote
yaptım, yanına marketten meze aldım bir de 35'lik. Sadece rakının yanında güzel
besleniyordum. Yalnız içmenin pek tadı
yoktu ama kimseyi istemiyordum yanımda. Rakı sofrasına ikinci sınıf aşk
muhabbetlerinin meze olmasını kabullenemiyordum. İlla bir şey konuşulacaksa daha
ciddi meseleler konuşulmalıydı sofrada. Ülkenin gidişatı, yaşadığımız toplumun
gösteri toplumuna dönüşmesinin nedenleri, okumanın git gide
değersizleştirilmesi, mutluluk, kader, din gibi kavramlar...
Bugün susacaktım. İçinden hiç çıkamayacağım
hadiseleri düşünüp nedenlerini arayacak, belki bir çözüm üretecek, belki de
girdiğim uçsuz bucaksız düşünce girdabında boğulacaktım. Bir duble doldurup
yavaşça içerken aklıma çok kullandığımız bir deyim geldi. Birilerinin iki
dudağı arasında kalmak...
Kadere, alınyazısına bu kadar gönülden inanan bir
toplumun böyle bir deyim üretmesi gerçekten bir ironiydi. Belki de tanrı, bir
insanın iki dudağı arasında kalmayı yazmıştı kaderlerine. Yoksa hiçbir şekilde
yazgıya inanan bir insan böyle bir deyim kullanamazdı, kullanmamalıydı.
Bana gelecek olursak kadere inanmadığım kadar
inanıyordum bu deyime. Kendi çabasıyla bir yerlere gelmeye çalışanların
birçoğunun başına gelen bir şeydi bir insanın iki dudağı arasında kalmak.
Elbette bundan daha iyi bir sistem üretilebilirdi fakat bu ülkede işler böyle
yürüyordu. Nefesi kuvvetli insanlar birilerinin kulağına bir şeyler fısıldar,
bu fısıltının gücüyle birileri işinden olur, birileri zengin olur, her ne bok
olacaksa bu fısıltıyla olur.
Tanrıya inanan insanlar da tanrının iki dudağı
arasındadır. Tanrı isterse olur, tanrı istemezse yaprak bile düşmez. Aslında
acı gerçek budur. Karakterimizin, kimliğimizin, yapabileceklerimizin hiçbir önemi yok. Hepimiz iki dudak
arasındayız.
Rakımdan bir yudum daha alıyorum, bir sigara
yakıyorum. Sanırım insanın iki dudağı
arasına en çok yakışan şeyi buluyorum. En ucuzundan bir sigara...
Şerefinize!