deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Vahim



Vahim olaylar oluyor. Gazeteciler tutuklanıyor, vekiller. İnsanlar tutuklanıyor. 
*

Yıllardır boğazlarımızda ki eller daha sağlam sıkıyor bugünlerde ümüğümüzü. 
*

Ama biz zaten yıllardır bu zalimin zulmü ile mücadele etmiyor muyuz ?  Ediyoruz.  Cumhuriyet, Demokrasi, Özgürlük, Barış, Laiklik gibi ağızlarına sakız yaptıkları ve anlamlarını bile bilmedikleri bu kelimeleri tüm faşist pezevenklere öğretmeliyiz. O yüzden bu kelimeleri yaşasın başlığı altında daha yüksek sesle söylemeliyiz. 
Yaşasın Cumhuriyet!
*

Tutuklu yargılanan gazeteci abilerim elbet biliyorlardır ama ufak bir hatırlatma. Özgürlük verilmez, özgürlük hediye edilmez, bağışlanmaz. Hür geldiğin bu dünyada biri özgürlüğüne kast ediyorsa ondan bağış bekleyemezsin. O özgürlük gidilir, alınır. 
Yaşasın Özgürlük!
Yaşasın tutsak bedenlerin hür beyinleri.

Saygıyla. 

paylaş:

Çomar - Çomağı hazırla

Bilemedim…

Söz edildi bir kere mahallenin itinden, çomak hazır beklemek gerek.
Bilmesi gerek..
Bilmesi gerek Çomarın, her anıldığında hazır beklediğini bir çomağın.
Orada olması gerek;
Bu soğukta, karda, kışta bile her ite bir Çomak gerek.
Kar dedik, kış dedik. Bizimki de Eşşek değil ya, en baştan Çomar dedik.
Asmamış kulak ne dendiğine, gülmüş geçmiş it dendiğine.
Tamah etmemiş bir tas süslü mamaya,Bilmezmiş itaat etmek. Daha kolaymış onca yolu geçip gitmek,
Terk etmiş o tanıdık, kusursuz köşeyi,
Bilmezmiş Eşşeğin uyuzu gibi suyu kaynağından içmeyi,
Gidecek yeri yok bizim Çomarın, aramış durmuş Eşşeği,
biraz aşmış çizmeyi,
sonunda bulmuş altında koca Çınarın,
sormuş hakkındaki gerçeği,
Eşek de asmamış kulak Eşşek dendiğine,
söyleyenin ne haddine,
bir ömür kaynağından içmiş en iyi suyu,
kimsenin haddine değil huyu suyu…
paylaş:

yok olacak olmanın verdiği haz

Nemlenmiş gözlerini gözlerime dikti. Sahra çölü gibi uçsuz bucaksız ve bir o kadar da kuru, kurak olan içimde, belki bir vaha bulmak, belki de gözleriyle yağmur olup yağmak istiyordu.
Belki yağmur olup yağabileceği kurak bir toprak bulduğuna seviniyor ama buna da inanmak istemiyordu. Öyle ya..

Derken yüzüne donuk bir ifade kondu, aniden yüzünü çevirdi ve sağ gözünden bir damla yaş kaydı yanaklarına. 




Düşüncelerim vakumlanır gibi tek bir noktada toplandı;

Bir ceylan son nefesini verirken sıcak kanı aslanın dişlerine bulaştı,
Bir asker düşmanının şakağına silahını ateşledi,
Bir genç gece kondu mahallesinde uyuşturucu komasına girdi,
Tam bu sırada; biri doğdu, biri öldu,
Güneş doğdu, ay söndü; öyle ya..

Tam bu sırada; binlerce iyi ya da kötü şeyin aynı anda olduğunu ve benim aynı anda hem en kötüsünü, hem en iyisini yaşadığımı düşündüm.

Kafamda şimşekler çaktı, acele lafa girdim, parmaklarım şakaklarına uzanırken. Baş parmağımla göz yaşının izini sildim. Dilimin ürettiği cümlelerin farkında olduğumu sanmıyorum..

Ne eksiği, sanmıyorum, ne de aslından iki kerte fazlası,
Kusursuzluğun ötesinde bir an doğdu saniyelerin içinden,
Zaman kusurlarıyla içinde boğuldu,

Bir büküldü, bir doğruldu,
Sanmıyorum ki anlatabileyim.

Anlıyorum. Güneşli günlerin de neden geceyle sonlanmak zorunda olduğunu,
Güzel sözlerin sonuna neden üç nokta vurulduğunu,

Anlıyorum şimdi. İçimi bir boşluk doldurmuş, tırmalıyor kaburgalarımı. Bir daha bahar gelmeyecek gibi hissediyorum. Kurumuş yaprakların düşmeyeceklerini görüyorum dallarından.

Bir daha, hiç bir bebek ağlayarak doğamayacak, ağlamak bizlere mahsusmuş gibi hissediyorum. 

Anlıyorum, lanetimmiş bu benim, anlamak. Hissediyorum.

Sizler için Ay'ın şu kavisli hareketi idi batış.
Biz gecenin bir vakti, kavissiz, düz sokaklarda batıyorduk mahallelerin huzuruna.

Ay bizim için adeta çakılmak üzre olan bir nükleer roketti ve biz ağır ağır düşüşünü beklerken, yok olacak olmanın verdiği hazla seyrederdik onu,
Son ana dek yaşardık sonumuzu.
paylaş:

Başlangıç-1

Bir başlangıç veriyorum şimdi size;

Türk Dil Kurumunun seçme kelimeleri gelmiyor şimdi aklıma. Bilinçli olarak; İbrahim'in putları kadar devrik cümleler kurmak, kuşlara yem atan herhangi bir adam gibi, insanların önüne ilgilenecekleri şeyleri atmak istemiyorum. Tam şu an, ana karamdan bir buz kütlesi kopuyor içimde tüm gürültüsüyle. Eğer bu ihtişamlı gürültünün anlatılabileceğine inansaydım, denerdim.

Çatırtılar

**************

Kafka, Samsa olarak, bir hamam böceği olarak, nasıl açabildi gözlerini o odada bilemiyorum. Kendisinin toplum için bir çirkinlik olduğuna nasıl inandırdılar onu, eğer bilseydi ki hamam böcekleri arasında bir asker karınca olduğunu, olduğumuzu, ne düşünürdü, bilmiyorum.

Neden uğraştı bu kadar içini anlatmak için kendi kendine. Neden ispat etmek zorunda hissetti kendini kendine?

Kafka, öyle bir kitap yazdı ki ben bizzat okurken şöyle hissediyorum: Sanki gizli bir yer altı örgütünün üyesiyim ve değerli bir mensup, bir tutsak, sadece örgüt üyelerinin anlayabileceği şifreli bir yardım mesajı gönderiyor, kendi içinde sıkışıp kalmış, kurtarın beni diyor ve onu kurtarmak için elimizden hiç bir şey gelemez.

Acı.
paylaş:

Ölüye Saygılı Kurbağa Adamlar

         Ölümü hep düşünürüm. Bilindiği kadarıyla tabii. Ve aslında ölümü bu kadar cazip, heyecan verici yahut korku dolu yapan sonrasının bilinememesidir. Bana gelipte kutsal kitaplarda ki devam hikayelerini anlatmayın. Onlar bizim için değil. Bizim için ölüm, ölümdür işte, ölürsün ve hepsi bu, herşey biter.

         Açık olmak gerekirse eskiden inançlı biriydim. Tanrıyla sık sohbet ederdim ama sonra benimle konuşmak istemediğini anladım. Aramız açıldı, neyse.
Boka battığım zamanlarda “eğer büyüdüğümde de böyle olursa intihar ederim” derdim. İntihar etmenin günah olduğunu öğrenip vazgeçtim. Sonra din ile ilgili daha fazlasını öğrendim ve bu kavramın ve bu kavrama yüklü anlamın benim için herhangi bir şey ifade etmediğini anladım.
Evet intihat etmek
Kendi isteğinle ölmek korkakça bir kaçış, farkındayım. Ama kurtulma duygusu insanı bu yola teşvik ediyor. Kalanların ne dediği umurumda bile değil.

         Kısacası benim bir “27” m var. En ufak bir ışıltı görmezsem ölüm çok kolay; mantıklı, sabah 8 akşam 6 ya nazaran akıllıca, sessiz ve dürüst bir hareket.
Hikayem mi ?

         Yalovadan – Çorlu ya dönüyordum. İstanbul trafiği insanı koşarak gitmeye teşvik edecek kadar boktan olduğundan gece yolculuğu yapmayı tercih ediyorum. Terminale ulaştığımda büyük bir hüsran vurdu beni, kulaklığımı yurtta unutmuşum. Yolculuk boktan geçecekti, karanlık olduğu için kitabımda yoktu. Gece 1,55 arabasını beklemeye koyuldum. Bursadan 1 çıkışlı bu arabanın buraya gelmesi daima 2,10 falan olur ama ben her seferinde mal gibi 1,30 da terminalde olurum.
Araç geldi. 20 dk gittik. Feribota bindik. Sigara peketimi alıp hemen indim otobüsün yarısı uyumaya başlamıştı bile, yukarıdan 1 çay aldım. Çay büyük ama ve 3 tl ... neyse. Bir mühendislik harikası olarak tasarlanmış feribotta sigara içilebilir alana geçtim.
Kısaca: Saat gece 2 buçuk, Ocak ayının sonları hava buz gibi –muhtemelen su da- yalnızım ve sikindirik bir feribotta sigara içilebilir alanda yanımda viski içtiğine emin olduğum bir dayıyla sigara içiyorum. Hava soğuk, 3.köprü ne zaman bitecek, bütün yeşil alanların amına koydular falan düşünüyorum. Yaşlı amca “Afiyet olsun delikanlı” dedi ve uzaklaşmaya başladı. “Eyvallah abi” diyecektim ki, iletişim dersinin etkisinden olsa gerek “ Teşekkürler, size de” dedim.

Sonra siyaha daldı gözlerim, bedenimi de çağırdı siyah.

Şimdi atlasam- dedim.
Hemen şimdi.
Zaten yalnızım ve kim görecek? Hava buz, herkes arabasının içinde. Kim bilebilir ki ?
Muavin.
Belki, araç hareketlenince sayar ayıksa ve ahiret turizmin muavini değilse en fazla şoföre gidip “Abi biri eksik” der. Sonrada bir sik olmaz-o kadar.
Annem ve babam uyuyor.
Abimin benim geleceğimden haberi yok.
Ertesi gün abim işine gider, babam sabah namazına. Annem ben gelecem diye börek – kek falan yapar. Sonra babam namazdan döner gelmediğimi görünce kıllanır. Beni arar ulaşamaz. Panik yapar Yalovadan arkadaşlarıma ulaşır. Daha panik yapar Turizm firmasını arar. Haberi alır. Polisi arar. Sonra abimi arar ve abim iş yerinden apar topar büyük bir korku ve telaş ile çıkar.
Ben, o buz gibi siyaha atladım ve saniyeler içinde donarak öldüm. Boğularak değil, yüzme bilmem ama boğularak değil. Üstteki paragrafı hiç düşünmedim. Çünkü öldüm. Çünkü kurtuldum. Cesedim yok. Bir cenaze merasimim olmayacak çünkü kurbağa adamlar kayıp, serseri bir bedenin bulunmaması gerektiğini bilir.

Hayır.
Hayır atlamadım ama bir gün atlayabilirim ve sizin bundan hiç haberiniz olmaz.



paylaş:

Kısa Kısa

     Şimdi burada yazılanların bir manası olduğuna inanlar var ya, öncelikle onlara kibarca bir siktir çekip sonra yazımıza başlayalım. Hayatında attığın onbinlerce adımdan hangi birinde bir mantık var da, buraya gelmiş kendine bir anlam bulmaya çalışıyorsun lan ayyaş demezler mi adama?

     Okuyacaksın ve geçeceksin esasen böyle şeyleri fazla uzatmaya gerek yok. Mantık mi istiyorsun al; içiyoruz hemde bolca, sonra yazıyoruz sonra tekrar içiyoruz, içtikçe yazıyor yazdıkça içiyoruz. Bir nevi Bukowski sendromu bizimkisi. Yazarken dikkat ettiğim tek şey capslock tuşu. O da el alışkanlığı. Yoksa senin okuyupta ne anladığın zerre umurumda değil. Bunu bil ona göre okuyacaksan oku, rencide olduysan dakikasında siktir git. Ha bir de gün gelir fonda Deep Purple çalar gün gelir Müzeyyen, pek ortası olmaz anlayacağın.  Ortası olan insanlara anlatamam hikayelerimi anlatsam da tuhaf gelir muhtemelen, şu yan yatmış dünyanın dahi ortası kalmadı, benim neden olsun ki?

     Sallanan bir tekneden kayıp düşen bir balıkçı gibi düşmek istiyorum hayatının içine ve vurmak istiyorum alnının ortasına. Uyan artık ölmek için uyuduğun uykundan iki dakika hayatını korkmadan yaşa diye. Ey eksik daşşak, ey eğri burun.. Sınırları kendine sen koyuyorsun esasen ama farkında değilsin. Ne parası ne zamanı engel değil şu hayatı gerçekten yaşamana, hissetmek bir kuşun kanat çırpışını sana uzak değil, aç gözlerini koca bir siktir çek ve yaşa. Çünkü buna bir çözümün yok, öyle de yaşayacaksın böyle de yaşayacaksın kimse sıkıldı diye ölmüyor bu siktiğimin dünyasında.  Sike sike yaşıyor. Madem yaşıyorsun hakkını ver, mesela yaşama hakkı elinden alınmış çocuklar için yaşa, vurulup düşmüş, ekmek çaldığı için hapse atılmış, tecavüze uğramış, hayatı gasp edilmiş tüm çocuklar için yaşa! Yaşa ve öl.  Zombi gibi yarım bir hayatı yaşayıp, ruhu olmayan bir bedeni çürütmektense hayalleri uğruna çürüyen bir bedene adım at.

   Sev bazen, hemde çok sev. Bazen nefret et ve hiç yeri değilken bas kahkahayı. Hisset yaşamın özgür nefesini önce bedeninde sonra özünde. Sen bunun için varsın ve her ne kadar kendini bilmediğin varlıkların solumadığın havaların tesiri altında gibi düşünsende, kaderini kontrol eden yine sensin. Eğer birilerine söveceksen önce kendine söveceksin. Nefes alıp verdikçe yaklaştığın ölüme aslında doğumdan itibaren kardeşsin.

    Ölümle arandaki tek engel hayat ve bu hayatta er yada geç birini seveceksin. 'Hangimiz Sevmedik' ki..? Çok sevmeyeceksen hiç sevmeyeceksin esasen, eğer seviyorsan etrafındaki herşey ve herkes buna değer olmalı. Beraber geçirdiğin her an pırlanta kadar değerli olmalı. Olmalı ki gün gelir de kaybedersen o çok sevdiğin insanı üzüldüğüne değsin..Ölüm yada ayrılık vuku bulduğunda gözyaşların pınar olsun utandırsın seni ve hayattan soğutsun. O kadar çok sev ki onsuz hayat seni kollarında boğsun... Bu sevgi senin şu eşşek ziki karakterine bir anlam bulsun.

     Sonsuz insanın yaşadığı şu dünyada sonsuz aşklar, sonsuz kaybedişler ve sonsuz acılar yaşanmıştır. Bir kaç yüzyıl daha yaşanacak gibi duruyor. Yani bunun bir sonu olmayacak.  Votka her zaman eksik kalacak, gülümsemeler er geç bir gün solacak, hayaller başka baharlara kalacak, gazetelerde okunan başarı öykülerinin arasında senin dillere destan başarısızlık öykün yer almayacak.
Bunu bile bile, göz göre göre yaşayacaksın ki adaletini sevdiğimin dünyasında gülüşümüz sonsuza kadar çınlasın, çınlasın ki her gülüş, yaşamasını bilmeyenlere arsız bir rehber olsun.


paylaş:

Tellibağ Mucizesi


“Artık yazamıyorum” dedim.
Yüzüme uzun uzun baktı. Bir teselli cümlesi, bir umut ışığı, ruhumun ateşini söndürecek güzel cümleler dökülsün istiyordum dudaklarından. Yalan söylesin istiyordum. Elleri ellerime uzandı.
“Boşver, zaten kötü yazıyordun belki böylesi senin için daha iyidir” dedi.
Geçmişimin ayna gibi kırıldığını, etrafa saçıldığını hissettim. Küçük bir çocuk gibi gözlerim doldu. Ben ondan teselli beklerken o saldırıya geçmiş ve beni yıkmıştı.
“Öyle deme” dedim. “Hepsi mi kötüydü?”
“Açıkça söylemek gerekirse gerçekten kötüydü. Senin yazdıklarını herkes yazabilir. Aşk acısı, ayrılık, saçma sapan cinayetler, anlamsız ve gereksiz diyaloglar. Hiç mi kitap okumuyorsun sen?”
“Bunu bu kadar sert söylemek zorunda mısın?”
“Birinin bunları söylemesi gerekiyor. Kendini kaptırıp boşuna üzülüyorsun. Yazdıklarının arasında iyi bir şeyler olsaydı gönderdiğin yayınevlerinden biri muhakkak kabul ederdi. Ama kabul etmediler.”
“Onlar edebiyat baronları. Bütün köşe başlarını tutmuşlar.”
“Bayılıyorum bu lafına, onlar edebiyat baronlarıymış. Ne baronu, onlar sadece editör. Gelen dosyaları inceliyorlar iyi bir şey bulurlarsa değerlendiriyorlar. Hepsi bu.”
“Neyse bu konuşmayı fazla uzatmayalım. Birkaç işim var onları halletmem gerekiyor sonra devam ederiz.”
“Peki, sen bilirsin. Akşam sana geleyim mi?”
“Bu akşam olmaz. Başka zaman.”
“Bu konuştuklarımızı da yazacak mısın?”
“Artık yazamıyorum dedim ya hem neyini yazacağım kötü bir yazar olduğumu mu?”
Cevap vermesini beklemeden kalktım masadan. Canımı sıkmıştı. Bir an önce evime ulaşıp ağlamak istiyordum. Sevdiğim kadının beni bu şekilde eleştirmesi canımı yakmıştı. Eve gidip ağlamadan,sinirlerimi oynatmadan önce Migros’a girdim ve indirime girmiş Tellibağ şarabından üç tane aldım. Ben şahsıma yapılmış her eleştiriyi, her olumsuz düşünceyi bünyesinden, zihninden, içinden kolay kolay çıkarabilen biri değildim. İnat etmiştim. Söylediği sözler için pişman edecektim onu. Bir çeşit hırs dolaşıyordu içimde. Ruhum insanları yanıltmak, benim için söyledikleri lafları yedirmek üzerine hareket eden intikamcı bir ruh olmuştu.
Yazmak sevdiğim kadının bana söylediklerinden sonra benim için yaşamak ve ölmek arasındaki ince çizgi olmuştu. Son kez deneyecektim. Ve yine reddedilirsem kendimi öldürecektim.  Bilgisayarı açtım ve karşısına oturdum. Aldığım Tellibağ şarabının birincisi biterken kelimeler kafamda dolaşıyordu. Parmaklarım harflerin üzerinde gezindi ve yazmaya başladım.
“Zamanı eritip kuma dönüştüren, camın içine koyan ve adına kum saati diyen adamı tanıdım. Yüzyıllar önce ölmesi gereken bu adam bendim ve geçmişimi hatırlamaya yeni yeni başladım.”
İkinci Tellibağ şişesinin bitişiyle beraber kafamı masaya koydum ve uyudum. Sabah uyandığımda yazdıklarımı okudum. Objektif olabilmek için tekrar tekrar okudum. Hiç fena değildi. Ve fena olmadığı kanaatine vardığım an yazmamın formülünü çözdüm. Günde iki şişe Tellibağ bana yazma gücü veriyordu. Telefonumu kapattım. Ev arkadaşımı uyandırdım ve bütün paramı, kredi kartımı verdim. Ona ne yapacağını, beni hayatta tutacak kadar yiyecek alması gerektiğini, evden ne zaman çıkacağımın belli olmadığını anlattım. “Tamam” dedi. Her gün eve gelirken iki şişe Tellibağ ile gelecekti. Yumurta, makarna, ekmek ve kahve alacaktı. Para bittiğinde ailemi arayacak ve para isteyecekti. Sigara içmediğim halde bir karton sigara istedim. Şaşırdı ama bir şey söylemedi.               
İkinci gece heyecanlandım. Ellerim titremeye başladı. Ara verip bir sigara yaktım. Öksürdüm. Sigarayı kül tablasına koydum ve dumanın odaya yayılışını izledim. Ve kelimeler tekrar kafamın içinde dolaşmaya başladı. Ellerim harflere bastıktan sonra irademi kaybediyordum. Dökülüyordu her şey. Ve bayılana kadar kazıyordum aklımın içine saklanmış kelimeleri. Sabah uyandığımda yazdıklarıma bakınca hiç fena değil diyordum.
Tam altmış günün sonunda elimde bir kitap dosyası vardı. Bitmişti. Altmış günde bir kitap yazmıştım. Odanın çeşitli yerlerinde sayısı yüz yirmiyi bulan Tellibağ şişesi vardı. Dosyanın üzerinde hiçbir oynama yapmadan, tekrar okumadan, sadece okuyacak editöre ufak bir not yazarak yayınevine gönderecektim. Aklımda tek bir yayınevi vardı. Bana cevap dahi vermemişlerdi. Kızgındım onlara bu yüzden sadece onlara gönderecektim.
“Editöre not,
Bu dosyayı da kabul etmezsen senin amına korum.”
Notum çok netti. Yayınevine dosyayı postalayıp beklemeye başladım. On ikinci gün mail üzerinden cevap geldi. Editör numarasını göndermişti. Telefonumu açıp aradım. Kim olduğumu söyleyince kitabı beğendiğini fakat neden öyle bir not bıraktığımı anlamadığını söyledi. Basıp basmayacaklarını sordum. “Basacağız gelin yüz yüze konuşalım” dedi. “Basılmasını istemiyorum” dedim ve telefonu suratına kapattım. İçim rahatlamıştı. Not defterime kurşun kalemle yazdığım intihar mektubumu yaktım ve dışarıya çıktım. Edebiyat baronunu, kötü yazdığımı söyleyen sevgilimi yenmiştim. Kazanmıştım. Bu bana yeterdi.  


paylaş:

Zaman



Çok zaman geçmişti üstünden. Bütün tepkilerimi, hislerimi, bana dair ne varsa her şeyi yitirmiştim. Çok zaman geçmişti üstümden. Ben onun nabzını ölçmek için tenine dokunduğumda kalbimin ritmini bulmuştum. Mavi duvarlar- özellikle mavi duvarlar- üstüme yıkılmıştı. Düşünüyordum yaşadıklarımızın hangisi kıyamet alameti hangisi normal şeylerdi? Ayrımını bir türlü yapamadığım, hayatımın merkezini bir türlü bulamadığım zamanlarında üstünden çok geçti.

Uzayan sakallarımın altına sakladığım çenem her hareketinde hüzünlü bir titremeye maruz kalıyordu. Ağzımdan dökülen kelimeleri masalarda unutuyordum. Hayalin ve daha çok hayalin ortasında sıkışıp kendimi izliyordum.  Bombalar düşüyordu, düşündüğüm her yere. Yumruk yumruğa boğuşuyordu geçmişim kendisiyle. Koşar adım dolaşıyordum sokakları. Geride bıraktığım ne varsa peşimden geliyordu. Kafamı kaldıramıyor, kaldırmaya çalıştığımda ise gözlerim körleşmişçesine kararıyordu. Kokusunu alıyordum sonbaharın. Burnumun deliklerini yakarak ilerliyordu beynimin bir yerlerine.

Büyülenmiş gibi hissediyordum. Sigaraların biri bitip biri yanıyor ve ciğerlerine çektiği dumanı suratıma üflüyordu. Suratıma beton gibi vuran o dumanların içinde boğuluyor ve kendimi her seferinde başka bir masalın kahramanı olarak görüyordum. Zihnim bana ucuz şakalar yapıyordu. Zihnim benimle durmaksızın oynuyordu. Damarlarımda büyük bir acı dolaşıyor, dolaşımını tamamladığında ise kulaklarımdan akıyordu.

Biliyordum çok zaman geçmişti ve akıp giden her dakika o zamana ekleniyordu. Kendimi zincirlerle oturduğum yere bağlamıştım. Sesimin titreyen tarafını saklamak için bağıra bağıra konuşuyordum. Her şeye rağmen geçiyordu zaman. İçtiğim kahveye zamanı bandırıp yesem de, geçiyordu. Üstelik ne kadar zaman yesem doyamıyordum.

Ben zihnimde, beynimin kıvrımlarında ve bedenimde bunları yaşarken hayat devam ediyordu. Boşluğa göz kırpıyordum. Karanlık boşluklarda gözlerimi yerinden çıkartıyor ve fırlatabildiğim en uzak yere fırlatmaya çalışıyordum. Olmuyordu. Gözlerimin düştüğü yere koşuyor ve tekrar atıyordum. Her atışımda gözlerim biraz daha ağırlaşıyordu. Bir müziğin ritmine kapılıp gitmiştim. Sonsuz boşlukta ve sonsuz karanlıkta insanın sadece kulaklarına ihtiyacı oluyordu.

Bir otobüsün camına kafasını dayamış olarak buldum onu. Uzak bir yere gidiyordu. Başını yavaşça camdan kaldırdım. Yanına oturdum. Başını ellerimin arasına aldım. Burada bitsin istiyordum hikaye ama zaman geçiyordu. İki elimin arasında küçülen yüzüne baktım. Gözlerimin yerinde olmayışı onu korkutmuştu. Bu korkuyu duyabiliyordum. Yaklaştım yüzüne. Burunlarımız birbirine değdi. Başımı eğip dudaklarını öptüm. Karşılık vermedi üstelik zamanda geçiyordu. Kalktım. Zaman kulaklarımın duyabildiği kadar uzaklıkta ufak ufak eriyordu. Otobüsten indim. Kafasını cama dayadı. Bitiyordu her şey, bu sefer gerçekten bitiyordu.
Otobüs hareket etti. Saatimin saniyelerini dinliyordum. Yavaşlıyordu. Otobüs bağıra bağıra gitmişti. Saatim durmuş ve zaman kaybolmuştu.

Bitsin diye uğraştığım her şeyin ortasında kalmış ve bitince pişman olmuştum. Gençlik, yaşamın korkunç telaşını beraberinde getirirken yaşlılık, ölümün insana sunduğu en büyük hediyeydi. Peki yılların tam ortasında oturup ölümü düşünmek neydi? Ve en önemli soru, ölmek nasıl bir şeydi? Tadı nasıldı, kokusu nasıldı,son saniyesinde ne yaşanırdı?

Benim ihtiyacım olan, yardımı lazım olan bütün insanlar öldü ya da bana öyle geldi. Bilmiyorum. Öyle çok zaman geçti ki üstünden, neyin gerçek, neyin ölü, neyin doğru olduğunu anlayamıyorum. Ama ne kadar zaman geçerse geçsin anlamak istiyor insan, Dünya'nın bütün bilgilerini anlamak ve içine hapsetmek istiyor. İnsan kendini içine hapsetmek istiyor. Kapıları dışarıdan kapatacak birine ihtiyaç duyuyor.Hepimizi gayya kuyularının içine fırlatacak biri lazım. Hepimizi yakacak ve hepimizden biri olmayacak tek kişi. Ölüm onun yaşamının doğal sonucu olmayacak tek kişi. 

Her şey bittikten sonra göz çukurlarıma üç sigara bastım. Saatimin camını kırıp içindekileri kalbime sapladım. Bir Azeri ezgisini kulaklarıma damlatıp yürüdüm. Yaşını sadece parmaklarıyla gösteren ve bunu göstermeyi ailesinden öğrenen küçük bir çocuk gibi.

paylaş:

farz edin ki..


şaşkınım. her zaman gurur kaynağım olan aklımın tecrübe karşısında çaresiz kalmasına şaşkınım.

paha biçemediğim zekamın tecrübe karşısında iflas edişine şaşkınım.

tecrübenin büyük bir balık gibi aklımı ham etmesi karşısında şaşkınım.

bu kadar şaşırdığıma kızmayın. siz de iki kere ikinin dört ettiğine sonsuz bir teslimiyetle inanıyorsunuz değil mi? ama biri karşınıza oturup iki kere ikinin dört değil de beş ettiğini öğretirse!?. 


***

elinize bir hesap makinesi alın, ve..

2x2=4 

sağlamasını da yapalım,

2+2=4 veya 4/2=2

değil işte. tüm bu düzen saçma.
hepsi yanlış...


dünyanın tecrübeyle sabitlendiğini, dönmeyen bir dünya düşünün.

örneğin;
düşünün ki cebinizdeki paranın miktarının bile saydığınız kadar olmadığını öğrendiniz. kredileriniz için kazandığınız para aslında yetersiz,

artık bildiğiniz yaşınızda değilsiniz mesela. sevgiliniz bir andan sizden on yaş büyük oluverdiğini,

her gün evinize gitmek için yürüdüğünüz yolun beş dakika değil aslında saatler sürdüğünü fark ettiğinizi,

kazanmakta olan takımınızın skorboardda galip ama aslında mağlup olduğunu,

yaptığınız kalori hesaplarının tutmadığını ve yarına kalmadan koca bir yağ tulumuna dönüşeceğinizi,

bildiğiniz her şeyin bildiğinizden başka ve bilime dair ne varsa bildiğiniz, iflas ettiğini düşünün.

Dali'nin aslında realist, sizin ve başka herkesin ise saplantılı sürrealistler olduğunu öğrendiğinizi düşünün.

ve düşünün ki bir anda bu söylediklerimin hepsi yıldırım hızıyla aklınızdan geçsin.


işte şimdi şaşkınlığımı anlamaya yakın sayılırsınız.

dünyayı artık üçgen olarak görüyor olmanız sizi şaşırtır mıydı?

ertesi güne nasıl uyanırdınız?



paylaş:

unutma çocuk! hedefteyiz.

uyumanın korkutucu olduğu vakitler çocuk!..


korkutucu olanlar ne kabuslar, ne de düşler.

korkutucu olan çocuk, korkutucu olan, bir daha uyanamamak ve savunmasız bırakman kendini.

yapma çocuk! vakit uyuma vakti değil.
planların var senin. düzülü düzenlerde kurduğun oyunların var senin.
unutma çocuk! bırakma savunmasız kendini. unutma sırt sırta verdiklerini.

şimdi vakti değil rahat koltuklara yaslanmanın, kolçaksız taburelerde otururuz biz; unutma çocuk! sınırlarda geçer bizim hayatlarımız. nasıl yaşarız bilmeyiz sonsuz uçurumların eşiğinde bir ömür, nasıl bir maharetle yürürüz o çizgide sarsılmadan, vazgeçmeden, biteceği yere dek. şimdi siktir et ötesini berisini çocuk! ince ince işlenmiş bir dantela bizimkisi. her bir motifin ayrıdır hikayesi, unutma çocuk! unutma hikayeleri, nereden geldiğimizi. kat etmedik onca yolu boşuna, şimdi uyuma çocuk!

boşuna değil endişelerin ama yapma çocuk!
dinlenmek için henüz erken, yapma! yolun sonuna az kalmışken.
vazgeç telkinlerinden. bir tel örgüdür seninkisi, bellidir hali çaresi!

biz günah keçileriyiz çocuk!
biz ötedeki adamlarız!
biz hedefte olanlarız!
hedefte biz varız. kendi isteğimizle buradayız; değil mi çocuk?

bir sözümüz var çocuk kendimize, birbirimize.. unutma çocuk!
Unutma hedefteyiz!

paylaş:

yirmi bir

Yirmi bir el ateşlenmiş bu namlu, yirmisi ıska biri isabetmiş. Sadece, biri vurmuş hedefini. Sadece biri kavuşabilmiş hedefine.
Geç fark ettim, vurulan benmişim! Sadece biri vurmuş tazecik bedenimi. 
Baktım ki yirmi bir yaşında bir delikanlı olmuşum. Çok zaman aldı, yirmi bir yılda ancak olmuşum; beden ölümüm gerçekleşmiş, düşündüklerimle yaşıyormuşum. Varlığıma gönül koymuş, dilimle arayı bozmuşum. Kafası bozuk, asabi olmuşum.
İçinde yaşadığımız yüzyıl kadar yaşlı ve yorgunum.
Kelimeler kadar kısıtlıyım. Cümleler kadar bitik. Çöl kadar susuz.
Sonsuzum, sonsuz.
Yok mu gecesiz bir gök, bitmeyen bir gün? Yağmursuz bir kır, rüzgarsız bir tepe, acısız yazılacak bir kaç söz?
Yok mu? 
Öyleyse boş ver; nasılsa anlatamadıklarım kadar varım. Boşluklar kadar dar.
Boş ver düşünme. Uyku gelince bir bank bile olur yar.
Soyut düşler, sessiz imdatlar, kesintisiz kabuslar. 
Rüyalar da kalır uykusuz.
Sonsuzum ben, sonsuz.

paylaş:

akla mektup

Yine kaldık baş başa.. İçim dışım bir olduğum o dar, basık an.

Nasıl başlasam ki? Sevgili günlük mü demeli? Bir dost hatıratı gibi değerli dostum diye mi başlamalı? Yoksa gözden ırak bir sevgiliye abartılı sözlerle mi?Bilmiyorum nasıl başlamalı.

Yine bekliyorum işte. Neyi anlatmalıyım aslında onu da bilmiyorum. Bildiğim her şeyi sen de biliyorsun zaten. Bu yalnız bekleyişleri sen de olmasan kaldıramam sanırım.

Aklım, çoğu kez aldanıyorum oyunlarına, güveniyorum çılgınlıklarına, uyuyorum sana. Kaptırıyorum kendimden bazı şeyleri umutla senin uyuştuğuna. Uyuşturma düşüncelerimi onunla, özgür bırak beni!

Daha yaşayacağım onlarca yıl var önümde bir başıma, prangalı dört duvar arasında ev diye bildiğimiz, özgürlük yiyenlerin midesinde yaşanacak yıllarım var daha, bırak beni!

Yalnız geçirecek yıllarım, iyileşecek hastalıklarım var benim. Dönüp dönüp aynı noktada duracağım sonsuz oyunlarım var benim hayat dediğimiz, özgür bırak beni! 

Ve tekrar tekrar; olmayacak sabahlarım var benim, her gece, bu gün de geçse bitecek dediğim; ve sonra; sızdığım gündüzlerin öncesinde astığım sarhoşluklarım var benim, ayılacak sabahlarım var benim, özgür bırak beni!

Vursan duymayacağım anlarım var benim, bırak beni!
Ulaşacak hedeflerim, büyüyecek hırslarım var benim, özgür bırak beni!

Anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki.. Serbest bırak ellerimi! Dökmem gereken devasa bir içim var, sayfalara sığmayan, kadehlere dolmayan, dudaklarına dokunulmayan, bedenimden taşan.. Bir içimlik rakı var şişenin dibinde, birazdan suyla boğulacağının bilincinde..

Ahh, düşünüyorum LED'lere bakıp çürüyen beyinleri. Kıskanıyorum kulaklara varan dudakları.. Doğan gün ile batacak güneş arası gibi belirli bir şey değil bu, anneyle rahimdeki bebek arasındaki kordon kadar hayati ama dışarıdan gözükmeyen bir şey, fizikselliğin ötesinde bir şey var anlatmak istediğim, sayfalar sürecek..

Gece kamçılanıyor, dört nala sürüyor karanlığa..

paylaş:

Arzuhalci

Uyunur mu bu gece? Uyuyamaz Çocuk bu gece, aklımda yine O sessiz hece.

Arzuhalcimi kaybettim. Kaybolmayan ifadeler, sözcüklerdi musibetim. Bir Jack’le yetinemedim, yine kendimi kaybettim. Hapsettim fikirlerimi sensiz ifadelere, sözcükler de kurtaramadı, Çocuk biçare.

Hikaye ya bu; Vurdum kadehi masaya. Dedim; getirin o Arzuhalciyi buraya. Oturttular yanıma. Tutuşturdular eline bir kalem, dolma. Kalem dolma ama henüz dolmamış. Açtı Arzuhalci bağrımı, bir daldırdı kalemi yüreğime, ki hiç sorma.

Yürek ya bu; acıdı elbet. Bastım  bir kara nara. Devirdim kadehi gırtlağa. Arzuhalci güldü halime, söylendi derdime. Dedi; öyle haykırdın ya, yürek de ağladı ya, bu kalemle ne yazsam karşısındakini dize getirse gerek, ama önce söyle ki ne yazmam gerek?

Ağlatmak mı gerek? Güldürmek mi gerek? Dedim; Bırak aksın mürekkep, nasıl gelirse öyle gerek. Önce kasketini çıkardı masaya, düzeltti gözlüğünü nizamla, sonra başladı yazmaya bir hışımla.

Dedim; Kendini yorma, mürekkebi alıkoyma, öfkenle eğlence bulma, O gözler bakacak buna, sakın ola ki mürekkepten fazlasını koyma. Ha! Bir de halini hatırını sorma.

Arzuhalci başladı tekrar yazmaya. Mürekkep neyse o, ne eksik, ne fazla.

Mürekkep de “O” ya; bitmiyor illet. Değil ki, ömür gidişli dönüşlü bir bilet. Akreple yelkovan kaçışıyor. Arzuhalci öyle bir terliyor ki sanki cehennem ateşi. Kalem öyle bir yazıyor ki sanki söndürecek ateşi..


Resim @Goce88
paylaş:

Günah Keçisi

Her insan yapamadıkları, başarısızlıkları için suçlayacak birini, günahlarını taşıyacak bir bedeni arar. İşte o adam benim. Günah keçisiyim ben. 

Hani bahsedilirken, derler ya, vay ibne vay; işte o adamım ben.

Kimisinin alamadığı evi, kimisinin okutamadığı çocuğu, batırdığı işi, sevişemediği sevgilisi, söyleyemeyip içine attığı sözüm ben.

Kendi bacağından asılmayan, eli bıçaklı koyunların keçisiyim ben. Günah keçisiyim ben.

Ağzıyla içemeyenlerin içemedikleriyim ben. Kasvetli zamanlarda küfür edilecek adamın ben.

Başarı hikayelerinin yenileni, başarısızlıklarla dolu olanın kötü adamıyım ben.

Diyeceksiniz ki şimdi, ya kardeşim sen hep mi haklısın, haklıyım ulan.
Yalanlarınızın içini doldurmak için olmuş kötü adamım ben. Haksız da olmam ben. Söz de vermem, ona göre. Otur dinle adam gibi dinleyeceksen.

Şimdi kötü oldum iyi mi oldu? Mutlu musunuz? Ben mutluyum. İçiyorum içiyorum kusuyorum beynimdekileri. Mutluyum ya-hu!

Fena mı oldu? Haksız da çıkmıyorsunuz artık. Hep alan memnun, hep alan memnun bıktık. Veren de memnun artık. 

Nur topu değil, yoksulun evinde "bir yumurta daha yiyecek boğaz" olarak doğmuşum ben. Koyar mı bana?

Diyeceksiniz ki, içmeye başladın bozdun kendini. Evet. Bozdum ya-hu! Bozuldum. Kokuşmuş yumurta olmuşum.. Bozulmuşum. Mutluyum böyle. Kime ne!
paylaş:

bir yazı, korkulara dair.

Neden;
Herkes gelmek ister deliliğin yamacına? 
Tutkuyla koşar genci, yaşlısı?
Naralarla çağırır biri ötekini?

Sığlığa vurmuş cesetler,
Uykuyla vuruluyorum tellere,
Ne mümkün karşı koymak, 
Dalgalar bile boyun eğmiş kaderine, 
Dizilmişler tellerin içine,

Teller tutunmuş çürük tahta direklere, 
Çamur bulaşmış sığlıkta bileklerime, 
Uzuvlarım karşı koyuyor sağır eden dalga seslerine,
Uyku zapt ediyor adımlarımı,
Çağırıyor deliliği tatmış bedenler kaybolurken dalgalarda var güçleriyle,

Nasıl zapt eder bunlar beni?
Nasıl kontrol edemem kendimi?

Herkesi sonsuz bir uyku sarmış, gidiyorlar ellerine anadan üryan,

Öyle kudurmuş ki deniz,
Bir kabarıyor bir sönüyor, sanki öfke dolu bir nefes alıp veriş,
Yutuyor bedenleri, kusuyor cesetleri,
Gök fırtınayla doldurmuş ciğerlerini sınırların içine;

Tel örgüleri nasıl tutar bu çılgın denizi? 

Delirmiş bu dünya, almıyor aklım hiç bir şeyi...
paylaş:

Şimdilik - 1




I



Yine uyuyamadığım bir gecenin sonlarında, gece henüz bitmemiş, gün henüz doğmamışken, ikisi arasında sıkışıp kalmış, kim bilir eskilerin hangi garip isim ile çağırdığı bu vakitte; uyandım. Yattığım yerden kalkıp aceleyle evden dışarı çıktım.  En az içinde olduğum vakti oluşturan an kadar ben de sanki koyu gök ve kuru toprak arasında sıkışıp kalmış bir geçiciliktim. Sigaramla belirsiz bir siliklikle adım adım sokakları geçtim..

Akşama daha çok vakit vardı.

***

Etrafım kapkaranlık; başlangıcından sayarsak günün geç vakti denebilirdi ama aslında akşam henüz olmamıştı. Siyah fayansların arasındaki beyaz derz, alafranga tuvalet, gösterişli lavabo ve aynadaki kendi suretim; sanki kara bir kutudayım. Aynada gördüğüm kendime baktım. Bir annenin sütsüz, uçları çatlamış göğüsleri gibiyim. Benden daha canlı biri sürekli içimdeki tüm enerji ve hayatı emiyordu. Kupkuruydum. Cansız, tükenmiş ve hırpalanmış...

Bulantılar sardı başımı, etrafıma bakındıkça siyah fayanslar sonsuzlaştı, derzler parmaklıklar gibi engeller oldu önümde. Tutundum. Fizikselliği hissetmek için tutundum. Tecrübelerimle sabit olarak tek çözümü buydu bulantılarımın. Tutunmak.  Ellerimle kenarlarını kavradığım lavabonun giderine diktim gözlerimi. Gider deliği yavaş yavaş lavaboyu kapladı. Büyüdü, büyüdü tüm kara kutuyu kapladı. Artık kara kutu deliğin içindeydi, ben deliğin içindeydim, alafranga deliğin içindeydi. Bir tıkanıklıktık delikte, öyle sıkıştık kaldık.
Sağ kulağıma peş peşe çarpan ıslaklıkla delik yıkıldı, ellerim lavaboda kaldı. Ani bir hareketle sağıma döndüm. Tek gözü üzerimde, gözlerimin önünden bir balık geçti. Suratı asık ama bir o kadar da umursamaz bir şekilde, süzüle süzüle. Etrafımda balığı arayıp, ne olduğunu anlamaya çalışırken kapı vuruldu. Tekrar vuruldu. Aceleyle ellerimi yıkayıp kara kutudan çıktım. Yerime dönüp boş masaya oturdum. Çok bir kalabalık olmamasına rağmen neden ulu orta olan bu masaya oturduğumu bilmiyorum. Beklerken tüm gün kaç tane sigara içtiğimi hesapladım. Ne kadar yürüdüğümü düşündüm. Birden bire aklıma somurtan balık geldi. Bulantılarım daha ne kadar ileri gidecekti? Düşündüm. Tutunduğum anları her seferinde çıktığım yolculukları düşündüm. Kimden neyi gizlediğimi bilmeden yarım ve hızlı bir bakışla saatimi yokladım. Bu gülünç, kaçamak hareketime güldüm. Sonra kızdım kendime bu kadar erken geldiğim için. Sıkıntıdan etrafımı inceledim, kurcaladım. Önceleri gelmiş olmama rağmen bu kadar gözden geçirme fırsatı bulamamıştım mekanı. Genelde ahşaplar ve pastel palette renkler ağırdı. Bu ağırlığı bozan egzotik, yeşil dallı ağaçlar ve bazı bambular kusursuz şekilde yerleştirilmişti etrafa. Oldukça lüks bir görünüm sağlayan çoğunlukla siyah cilalı seramikler ve beyaz porselenler sadeliği ama bir o kadar da şık göstermeyi başarmıştı mekanı. Mekan bodrum katta olduğundan tam sağ çaprazımda girecek olduğu merdivenler ve solumda iki masa ötede ise boğazın manzarası vardı. Bulutlar ağır ağır güneşin üzerine oturmaya başlamıştı. Yardım çığıran bir el gibi güneşin kızıl haleleri masalara tutunuyordu. Güneş ağırlığa boyun eğdi. Tam o son ışıkla merdivenden aşağı  sağlam adımlarla indi. Ak, seyrek sakallarını kesince gençleşmiş, tipi ortaya çıkmış, tebessümü gözüküyordu. Saçlarıysa her zaman kırdı zaten. Masanın yanına gelene kadar gözetledim hareketlerini. Ve bu kez doğru düzgün selamlaştık.



***

II


-3 gün önce-




Kalp atışları mı bunlar? 

Neredeyim ben?

Bir de gözlerimi açabilsem. Boğuluyor muyum? 
Boğulmak boğulmak boğulmak?

Boğulmak; su su! Evet!
Sanırım boğuluyorum. Fakat ıslak hissetmiyorum. 

Bir gözlerimi açabilsem. Bir açabilsem. 
Ahhh. 



Yağmur aracın camlarını yumrukluyor. Silecekler sürekli rutin hareketlerle kazanamayacağı bir savaşa girişmiş. Ne cesaret! Gök karanlık ama gece değil. Yol kenarında park halinde duruyor otomobil. Şoför yok. Araçlar umursamaz şekilde geçiyor yoldan. Her araç geçtiğinde sanki bir vakuma çekiliyormuş gibi sarsıyor otomobili.  Arka koltukta üzerime atılmış bir parka ile uyandım. Ötesi puslu. Arka cama bakıyorum bir şey gözükmüyor. Sol yanım yol, ötesinde ise yüksek duvarlar var ama ne olduğunu seçemiyorum. Diğer yanımdaysa uzunluğunu göremediğim bir otluk alan. Ön yolcu koltuğunun camı aralık. Doğrulunca üzerimdeki parka düşüyor. Üşüyorum.. Açım. Direksiyona geçmek için kapıyı açtığım sırada hızlı bir araç geçiyor.
Korana! Panik! Ve uyanma. Silkiniyorum. Tedbirli ve hızlı bir şekilde direksiyona geçiyorum. Fakat bu kısa yolculukla sudan çıkmış balıktan farksızım. Sileceklerin tekrarlanan sesi sanki bir canlıymış gibi kavramama neden oluyor direksiyonu. Pencereyi kapatıyor ve anahtarı çevirip otomobili stop ettiriyorum. Bekliyorum..


***

Gece olmuş, yağmur durmuş. Uzun sakallı ve kaba mantolu biri gülerek camı tıklatıyor. Bir elinde sigara diğer elindeyse yükünü belli eden bir kara torba. Başında eski bir bere. Dışarı çıkıyorum. Birbirimize sarılıyoruz sıkıca.

Sakalları aklaşmış. Derisi sertliğini yitirmiş. Hareketlerinde eski çeviklik yok artık. Kir ve is kokusu sinmiş üzerine. Yükünü bagaja koyuyor ve otomobile biniyoruz. Otomobili de kir kokusu sarıyor. Açlıkla midem tıka basa dolmuş konuşacak yer kalmamış. Yemek her şeyi güzelleştirir. Açılmamış Camel paketini uzatıyorum. Paketi açıp önce bana uzatıyor sigarayı. Kendide çekiyor bir dal, yakıyorum sigaraları. Ardından çakmağı da ona uzatıyorum. Her zamanki gibi parkasının cebine koyuyor sigarasını. Sigara pek bi acıtıyor ağızları. 

Olanca uzaklaştığımıza emin olduğumda bir köyde durup yolu soruyorum. Onun deyimiyle kazaya ulaşıyoruz. Ve ilk gördüğümüz yiyecek noktasında durup midelerimizi dolduruyoruz. Şimdi her şey daha güzel. 


***
paylaş:

Yansımasında Kaybolan Tekne

-Çocuktuk, koştururduk sokakların boş kaldırımlarında. O kadar temiz yüreğimiz vardı ki bizim, o her tarafı lağım çukuru dolu rezalet bok sokaklarda bile kirlenmez idik. Eve geldiğimizde annemiz çok kızardı ama o da bilirdi bu pisliğin zararsız olduğunu. Sevebiliyorsan hala mesela, çok uzaklarda gülen bir çocuk seni koparabiliyorsa olağan olandan, pis olabilir mi bir insan?

-Hiç korktun mu ya vicdanım beni terk eder diye? Ya bir serçeyi üzersem ya da bir çiçeği soldurursam da bu yanıma kalırsa diye? Hayatın acımasız yüzünü taşıdığını düşündüğün oldu mu?
-Dokunduğundan kaçtığını, sardığını yaktığını fark ettin mi? Ya çok severken öldürdün mü hiç bir kalbi, sıkarak? Sevdiğin kalbi öldürebilir misin?
-Öldürmek için sevebilir mi bir insan? Belki de sevilmeyi mi kaldıramıyorsun sevmeyi mi anlamıyorsun napıyorsun sen? Anlat bazen, dök içini. İnsanları severken kaybetmeyi göze almaktansa kazanmayı düşünsen yararı olur mu dersin?
-Çocukluğumuzu hatırlar mısın? Geceleri tek korkumuz biraz karanlık biraz gök gürültüsüydü,
belki de?
-Çocukken de birilerini severdik ama korkmazdık hiç.. Çocukluğumuzun aşkları mı temizdi çokluğumuz mu temizdi? Kirlenirken mi büyür, insan büyürken mi kirlenir?
-Hangi çelişkiyi açıkladın ki bugüne kadar, ne işe yararsın sen soru sormaktan başka ? Cevap ver bana nedir bu korku içinde hapsolan? Sürekli soru sorarak yaşayabilir mi bir insan?
-Cevaplardan korkuyordur belki de kim bilebilir.. Soru işaretlerinden kurtulmanın yolunu bulan olmuş mu bu güne kadar?

-Belki de bencilsindir sadece, hayatta tek düşündüğü kendisi olan bir piç olabilme ihtimalini düşündün mü? Severken bile o kadar bencilsin ki üzülenin bir tek sen olduğunu sanacak kadar aptallaşabiliyorsun.
-Güzel açılmaya başladın sonunda biraz cesaret seziyorum sanki, soracak misin bu gece her şeyi?
-Her şeyi değil belki ama sözcüklerin ne kadar yetenekli olduğunu zamanla göreceğiz. Zaman demişken hayatımız ne kadar eski farkında mısın?
-Evet ne kadar pislik olduğunu gayet iyi hatırlıyorum.
-Hayır bak, gerçekten yaşlanıyoruz farkında değil misin? Sen bile aynı kişi değilsin, kaç zamandır birlikteyiz biz.
-Şu aralar 10 yıl oldu.
-Tanıdığım andan beri bencil bir piçsin sen..
-Ben böyle olsun istemedim, zorladılar.. Bencil olmasaydım arkadaşlarımı bırakamazdım, arkadaş olmayı ben seçmedim evet ama ayrılmayı da ben seçmemiştim. Etrafındaki insanlar değiştikçe insan sadece kendini kalıcı zannetmeye başlıyor.
-İçince böyle saçmalıyorsun işte.. Söylediklerin ne kadar zavallıca farkında mısın?
-Bazen kendi varlığımdan rahatsız oluyorum, hayır intihar isteği değil bu direk kendimi yadırgıyorum, küçükken olmak istediğim mesleği seçemediğim gibi olmak istediğim insanı da kaybettim.. Hem sahi kimdik neydik nerede kaybolmuştuk biz? Hangi kitaptan sonra devrim yapmaya karar verdik, hangi şiirde sevmeyi öğrendik biz?
-İnsan ancak yalnızken öğrenebilir bunları, kaybolduğumuz da sadece okurduk eskiden,
hatırlamıyor musun?
-Yine boşluktan mı bahsedeceksin bana?
-İnsan ne kadar düşerse o kadar öğrenir, kabul et bunu artık.. Öğrenmek için düşmek lazım. Düştüğün kadar yükselirsin bunu biliyorsun..
-Merak etme bunu bilecek kadar yaşadım.
-Ne kadar yaşadın mesela? Bir çiçeği sularken güneşini kapatmamayı öğrenebildin mi? Dans ederken sessizce meydan okuyabildin mi hayata? Nerede kaybolduğunu anlat..
-Hatırlamıyorum ama kesin soğuk bir akşamdır. Ayazın kulak ısırdığı dağların sis kustuğu bir geceydi..
-İyi geceler la fontaine, hayatın saçmalamak üzerine
-Dur dinlemeye devam et. Hani ilk defa İstanbul'da sarhoş olduğumuz geceyi hatırlıyor musun?
-Evet o zamanlar Sezen çalardı meyhanelede.. Gecenin sonunda aya bakıp kalem bira içerdik köşede ki mideyeci de.
-İlk defa orada kaybolmuşuzdur belki de.
-Gecenin sonunda yan masadaki kıza aşık olup sonraki gün hatırlamadığın için mi böyle düşünüyorsun acaba ?
-Hayır, öyle bir şey mi var hatırlamıyorum bile..Neyse
-E ben de onu diyorum
-Neyse dedim! Sus biraz dinle beni, hem ne zamandır beni yargılar oldun sen? Hayata baktığın mı vardı sanki senin tek bildiğin içmek..
-Ama sakindim o zamanlar
-Bok, sadece kafan güzeldi, dans etmek için yaptığımız yolculuğun sonunda bile sarhoş olmuştun.
-Evet ama yine de çok güzel dans ediyordum..
-O zamanlar olsa yine sinirlenir miydin bugün? Kırar mıydın sevdiğimiz insanı? Saldırır mıydın zincirinden boşalmış azgın bir köpek gibi.
-O zamanlar düşünmezdim ki pek. Düşünürken yaşayamazdım, sanki ikisi birbirini daraltan bir boğaz gibi.
-Sana sadece siktir git diyorum çünkü iyice saçmalamaya başladın yine, ne içtin sen? Bir dakika ağlıyor musun?
-Duramadım
-Siktir git, ağlamayı senin kadar hak eden birini daha görmemiştim. O kıza neler yaptığını gördüm, sen istedin bunun böyle olmasını
-Üzgünüm, gerçekten böyle olsun istemedim..
-Sen gamsız insanı bile mutsuz edersin, dokunduğun yeri kanatıyorsun ne pis bir ruhla yaratılmışsın beni ne ara kendine bağladın onu anlayamıyorum
-Anlamıyorsun, seviyorum diyorum! Dokunma bana diyorum, git başımdan.. Hayatımda sadece onu mutlu ettiğime inandım, bana bunları söyleme sana inanmak için yok bir sebebim, onu tek başına sevmek için böyle konuşuyorsun.
-Bırak artık, bırak! Benimle mutlu olacaksa vazgeç!!
-Ben olmazsam, sen olamazsın farkında değil misin bunun.
-Bunu da mı Ankara'nın ayazında uydurdun
-Hayır dikkatli bakmıyorsun, beraber olmasak gelemezdik bu günlere, geride bıraktığımız her saniye de payım var, ben olmasam AŞK bile olamazdın bok kafa!!
-Aşık demek istedin..galiba??
-Hayır, Naz'dan bahsediyorum..Sana aşk olma seçeneğini sunmadı mı? Hani bu gece parçaladığın..
-Sahilde bir geceye gülümseyen bir sonbahar yıldızı o. Belki de karanlık varlığımızın parlayan son damlası, parçaladık mı onu sahiden, gülmeyecek mi bir daha bize, bakmayacak mı yüzümüze parlayarak. Söndürdük mü onu?
-Cidden korkak mısın bu kadar? Karamsarlığa düşüp her şeyi uzaktan mı yargılayacaksın böyle melankolik içgüdülerine mi bırakacaksın hayatındaki en parlak geceyi?
-Asla, bırakmaktansa son damlaya kadar çarpışmayı yeğlerim, kalbimi göstersem affetmez mi beni teslim olmasam..Hem hangi şarkıda kaybolduk biz?
-Senin olmayan dikenleri ona saplamaktan vazgeç artık.
-Hadi gel şiir yazalım bu gece Naz bebek uyusun, biz ona orman olup yanalım, aydınlatalım bu gece içimizdeki koskoca karanlığı..

Yazmak lazım gecenin bitmeyen karanlığına hükmeden sessizlikte boğulmaktansa, sabahın mavisi karşılıyorsa kaybolan maviliğini, yazmak lazım. Onu özlerken yoksa bir çare, anlam dahi bulamıyorsan hayatın sahipsizliğine, gökyüzünün aydınlanmamış sebepsiz sakinliğine doğru kadehini kaldırıp haykır artık. De ki korkmadan, seviyorum ulan! Korkum yok senin yazgından hayat.

Bir tek omuzuna baş koysam
Geçse zaman ben olsam kalsam.
Akşam olsa sahilde koklasam seni
Yalnız sen olsan

Martılar uçuşsa şafak vakti
Gözlerine uyansam ben
Hafif aydınlık
Beyaz dalgaların vazgeçmez inadında
Seni sevsem gözlerinden


paylaş: