şeytanın anahtarı


Garipsenmeyen olguların belkemiğinin kırılması karşımızda, ses, olmadığı kadar iç gıcıklayıcı, beklenenden uzun süren, alçak hislerin topuğunda biriken çamur adeta, kıskançlıkların camgöbeği.
Işık huzmelerinin dansına ait senfoni çalarken yay kirpiklerde, sevişmesi gözbebeğinin katı suratların arkasını gören gövdeleriyle ve ulaşılması güç sonsuzluğuna çıkılan yolculukta, bir sigara, bir bavul.
Koşarcasına ayaklarımızı vura vura ezilen toprağa, yağmurları yağdırmak güç gerektirmezken, yanlış algılanan sözlere inat, demlenen çayın buharıdır soluğumuzu açan, karşımızda biriken toprak kokusu var bir de.
Bedenin derinlerine değen saçların yüzmezi gibi tende, yıkanırken buharlaşan kirlerin, uçup giden ruhun, aynada aksine benzetirim küvette boğulan kendimi, ölmem için gözlerimi kapamam yeter.
Sayı saymayı öğrenen çocuğun saflığında rakamlar, üç, beş, dört, yeşile yenik trafik lambaları, kırmızı, rüzgâr yolculuğunda martılar gökte ve aşağı tırmanan ben durmadan.
Son uyarılara rağmen yenmeyen sebzeler tabakta, mevsimlerden kışa merhaba dedikçe tüten kestane çıtırtıları, sokağa çıkma yasağı zulümlerden en büyüğü.
Sıcaklığına kaptırırken tüm hislerimin kıymetini, suyun, boyanır griye duman misali ortalık, devrikliğinde cümlelerimin, yana yattıkça sözcüklerim, eğildikçe eğilir boynum, yerçekimine yenik gözyaşları.
Yenen tırnaklar ve…
Kendi sıvımla boyanan bedenim var köşe başında, karanlığında gecenin uzaktakini arayan gözlerim, sıktıkça acıyan parmaklarım avuç içimde, kaburgalarımı döven yüreğim, halinden bıkkın bacaklarım gövdemi taşıyan, çamurlaşmış ağzım suratımda.
Tanrının beni düşünmeye vakti yok, tanrı meşgul, aranılan tanrıya şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar denemeyin.
Durup durup sövülen varoluşsal duruşlar, yapısal bozukluklar, zihinsel bir gerileme, sistematik kokain.
Benliğimi ele geçiren beynime inat, adım atma isteğim delik ceplerimde, kurşungeçirmez zırhımla, kadavrama can veren ruhum beni ayakta tutan.
Öğretmenler her zaman doğruları söylemez, iki noktadan milyonlarca doğru geçer dediğinde anladım bunu. İddia edilen savların çürümüşlüğünden kaynaklanır burun direğinin kırılması, her zaman gibi kendimleyim ben. Yalnız kelimesini çoktan yedim tuzlayıp.
Küçücük bir fıçıcığa sığdırsam kendimi, turşucuğu göremeyecek kadar körüm de. Fark etmedim bunu. Sadece söylediler bana, güvenirim, inanırım onlara, kandım.
Bedenimin koordinatları, mutfak karşısı banyo, küvet içi paraleller. Su altı, dalgıçlık taslamacalar.
Açlığım azdıkça midem beynimi kemiriyor, soluk almakta zorlanıyorum, ezberci eğitime herkes karşı, mide boşalınca beyne uyarıcı salgılar, pırt.
Karanlık küvetin içinde koyulaşsa da, kanım seyrelmeden kanıtlarım kendimi, kurmuş tenine inat buruşan parmak uçlarım var, benim gittikçe çatlayan dudaklarım.
Cennet sandığım cehennem kucağımda, oysa ne umutlarla almıştım anahtarımı, kimseye sormadan adımımı atıp girecektim cennete, tanrıya selam verecek, büyüksün diyecektim, yanıltanın o olduğunu bilseydim, şimdiden hareket çekerdim.
Ben de isterdim, isimlerin ve numaraların olmadığı sokaklarda, kapı aralarında ya da bacalarda, karıncaya komşu ya da çikolata fabrikasında, mutfakta, banyoda, orada, şurada yaşamayı, ben de isterdim.
Bileklerimden aktıkça ruhum, benliğimi yitirdikçe galip gelen tanrı karşısında, odunlarımı yakmaya başlayan zebanilerimi merak ederken ıslanan vücudumla, kapanan gözlerimde beliren son şey, söyleyemediğim onca gerçeklik payı, kumrular, havada kar, soğuk bir beden, buğulanmış camlar, koşuşturan köpekler belki, aylaklar, sokakları şehrin, yapayalnız kimliğim.
Tanrısallaştırdığım şeytanın elindeki anahtarı aldığım gün doğdum ben, annemin sıvılarıyla kaplı kaygan vücudum, kocaman kafam ve karnım, gözlerimi daha açamazken, benim adımı insan koydular.

paylaş:

aslında hayat çok da güzel olabilirdi


Yaşam köprüsünde yürüyorum, elimde dünümden kalmış yarınlarım ve ceplerimin delik olduğunu elimdekileri düşürmemek için cebime koyduğumda anlıyorum. Dost denilen kavramın farkına varmadan üzerinde gezdiğim köprüden kendimi aşağılara bırakmasaydım hala kendim olabilirdim. Ne yarınlarım düşerdi ne ben ölürdüm.
Tütün buruşukluğunda çarşafların içine sarılmasaydım eğer, kendini bilmez insanların diş kovuklarında dumana dönüşmezdim. Hala nefes alırdım istemsiz hareketlerle ve hala kaburgalarım kalbimden rahatsız feryat ederdi beynime.
Uzun gecelerin ardından gelen pişmanlıklarıma biraz olsun kulak verseydim, keşkelerime yenik düşmezdim hiçbir zaman. Ağlamazdım da.
Aslında hayat çok da güzel olabilirdi.
Küçücük bir evin ortasında, benim gibi yalnız kalmış bir ampulün altında oturup, zaman kavramının keşmekeşinden bir haber, elimde sigaramla, keyif denilen olguya vanilyalı krema sürüp parmaklarımı yalar, yorgunluğumdan nasırlaşmış ayaklarımı en güzel şiirlere konu edip kurallara kafa tutardım. Yalnız olduğumdan değil aslında, kendimi bu kadar insanın arasında bulamadığımdan üzüntülerim, yapabilseydim, bulurdum kaybetmemek üzere yanı başımda duran kendimi.
Zor olmazdı bu kadar, Noel babanın kocaman göğüslü bir hatun olduğunu anlardım. İşte hayatı bu kadar basit zannederdim, ağlamazdım da.
Ama çoğu zaman insanın istekleri gerçekleşmiyor bu köprüde, insan, hiç fark etmeden çürüyen tahtanın üzerine basıveriyor, düşmemek için tutundukları, itebiliyor acımadan derinliklere insanı ve delik cepten düşen yarınlara yetişemeden bin parçaya ayrılıyor.
Ölmeseydim, gururla, bu sefer, onlar için ağlardım.
Tutunduğum insanlar, neyse…
paylaş:

insan postuna bürünmüş baykuş


Yalnızlıklar, çöl nakışlı bir serap. Susuzluğumdan içtikçe kuruyan çene kemikleri ve elle sayılabilen kaburgalar çatlamış vücutlarda. Her bir diş görünür gülüşlerde ve her iç çekişte büzülür dudaklar. Elinden tuttukça kaçan tenler, at koşturmaca, kedi-köpek, tavşan-tazı…
Tütsülenmiş yanakların elmalığından gelir cehennemliğimiz, korlardandır ayaklarımızın acısı. Islandıkça yapışkanlığı artar dilimizin ve terler yürür kasıklarımızda, kalbimiz dünden daha hızlı atar, geçmiş, beşiğimizde beslediğimiz hayvanımız.
Elimiz gezindikçe varoluşta, gittikçe yok olur gözkapakları, yakınlaştıkça karanlık, büyür kalbimizde uykular. İşaret parmağı değerse çatlamışlığa, aralanır ağzımız ve derin nefes alışlar. Kavun kokan arabanın içindeyiz, mevsimlerden kırmızı ve birkaç saniye sürecektir beklemeler. Radyodan süzülen parazitler, yan kapıdan bakan meraklı gözler ve gecelerden sarı olunca ellenen vites kolu.
Anlık göz kapayışımızda beynimizin karanlıktan sarhoşluğunu hissederken parmak uçlarımızda, titremelerimizi bastırmak için tırnaklarımızı geçirdiğimiz deri koltuklar.
Yalnızlık, büyük bir sürünün içinde, cızırtılar, meraklılar ve sarhoşluk uç noktalarda.
Yutkunmakta zorlanıyoruz, yutkunmanın bir şeyleri yanlış yaptığımızın ya da bir şeylerin ters gittiğinin kanıtı olduğunu hepimiz biliyoruz. Bildiğimiz halde yutkunuyoruz.
Laf geçirgenliğinden sivrisineklerin gazabını hissettikçe tenimiz, suçumuzun farkına varmadıkça, bildikçe geri dönüşlerin mezar taşlarını, açtıkça ellerimizi yüzümüz varmış gibi göğe ve kovaladıkça elini çekenleri, ıslanmaya devam edecek yanaklarımız, kokusu burun kemiğini kıracak, vücut kalıntılarımız uçuncaya kadar, biz kendimizden vazgeçecek ve sürünün içinde, yalnız, sadece bedenimizle kalacağız.
Kokulardan yeşili görüyoruz yollarda. İki seçenek gözümüzü çıkaracak. Ya yola devam edeceğiz, susuzluğumuza yenik düşüp, seraplara doğru kovalayacağız istediğimizi, isteklerimizi, frekansı değiştirip bir şarkı tutturacağız, eğleneceğiz belki de, kendimizi kandıracağız.
Diğerini seçiyorum.
Duruyorum.
Meraklı gözler boyunlarını elverinceye kadar çeviriyorlar yanımdan geçerken. Baykuşların insan postu giyebildiğini bilmezdim. Hep yanıldım hayatımda, bu kez yanıltmak için duruyorum. Yeşili tutsaklığa dönüştürüyorum. Kornalar çalınıyor arkamda, selektörler, küfürler de tabii. Ben hayatı seçiyorum. Kendi bedenimin postuna bürünüyorum. Yere düşen yüzlerimin üzerinde söndürüveriyorum sigaramı.
Cısss.

paylaş:

yanılgılar


Bu bir bildirgedir. Karanlıkların içinde hapsolmuş ateş böceğine gönderilmiş bir mektuptur bu. Böceğin okuma yazma bildiği kabul edilmiş ve sonuçlarından kesinlikle yazanın sorumlu tutulması gerektiği ekte bildirilmiştir.

Madde-1
Fikirlerimizin ne olduğunu bilmeden devrik cümleler kurmaya çalışıyoruz. Virgülün nereye konulacağının önemi günden güne artıyor. Sıfat tamlamalarının ortasına konulan, yanlış anlaşılmalara sebebiyet verdiğinden, içkiliyken harflere dokunulmadığı göz önünde bulunduruluyor. Geniş zaman ekinin kullanılmasının nedeni, geçmişten arda kalanların kumrular tarafından yendiğidir.
Madde-2
Adabında söylenmemiş kelimelerin boğazda yaptığı düğümden ileri gelir öksürmeler ve devrikliğindendir fikirlerimizin bilinmezliği.
Madde-3
Puntosunu büyüttüğümüzde yazdıklarımızın, daha çok kişiye hitap edeceğimizi zannediyoruz. Yanılgının peşinde bir kuyruk ve tutturmuşuz, bulutlar olduğundan beyaz, olduğundan yukarıda ve kapatıp açtığımızda gözlerimizi, artık bulutları göremiyoruz.
Madde-4
Küçümsemek başkalarını, popülarite çiçeğidir. Ateş böcekleri dağıttıkça polenleri, yayıldıkça yayılacaktır. Üstelik bir de yeşil zikzaklar vardır kelimelerin altlarında yer alan, popülaritenin aslında halkça tutulma olduğunu hatırlatır.
Madde-5
Haklı yanları olabilir. Bir insan doğruları söylemekle yükümlü değildir, kimse ama kimse. Yapmadığı eylemlerden yaptı sonucu çıkarıldığında, suskunluğu, onun bu yapmadığı eylemi gerçekleştirdiği anlamından çok, ona vurulan yakıştırmaların damgasının tam olarak hangi boyutta üstüne yüklendiğini anlamakta güçlük çektiğindendir.
Madde-6
Ateş böcekleri elle tutulmamalıdır.

Ek-1
Bunları yazdım diye suçlayamazsınız beni. Çünkü suçlanacak bir şey yazmadım ben ama yazabilirdim. İşte o zaman köpüren beyinlerin fokurtusunu duyardım. Kendi görüşlerinin çaprazında yazdığım her kelime hatta her harf için lanet okurdunuz bana. Kesinlik denen kavramın bilincinde olduğum gerçeği doğduğunda cümlelerimde ve sonlarına konulan ünlem işaretiyle, ilk önce zavallı derdiniz bana ardından küfür basardınız.
Ek-2
Ateş böceklerinin okuma yazma bildiği de nereden çıktı? Kim öğretti onlara okumayı, yazmayı?
Ek-3
Elle tutulan ateş böceği ölebilir. Tek başına kalmış bu çaresiz, minnacık bir varlığın onlarcasının bir araya geldiğinde karanlığı aydınlatabildiği unutulmamalıdır.

(görsel buradan)
paylaş:

papatyalar der ki


Susuzluğumuzdan ileri gelir ruhumuz. Gün ışığının sütun huzmelerinde hapsolmuş, kaçışımız ölümün elinden. Masum gülüşlerin ardında kalan bir kalp. Düşsek, kanatlarımızın açılacağına inanıyoruz saf düşüncelerimizle. Derinliklerinde gözlerin, adına basitçe aşk denilen olguyu ararken, kayboluveriyoruz sayfaların ücra köşelerinde, hâkimiyeti kalemin eline veriyoruz.
Mutlu olmanın ne demek olduğunu anlayabilmek için tükettiğimiz her dakikada mutlu olabildiğimizin farkına varmadan doyumsuzluğumuza yenik düşerek kaçıyoruz benliğimizden.
Otursak pencerenin kenarına, açsak sonuna kadar perdeyi ve baksak yukarılara, aslında kavrayacağız mutlu olduğumuzu. Yitirilen her yelkovana inat, masanın başında kendimizi en büyük varlığımızı koyar gibi iteceğiz ellerimizle. Kaybetsek bile süre gelen eli, kazananın elinde yeniden doğup, yeniden süt emeceğiz annemizin göğüslerinden.
Sadece uzanacağız çimlerin üzerine, gözlerimize güneş girecek ve elimize geçen ilk papatyayı koparıp başlayacağız saymaya, seviyor sevmiyor, seviyor, sevmiyor…
Sevdiğini bile bile neden risk aldığımızı da anlamıyorum. İhtimali yarıya düşürmek de niye? Baştan yazalım o zaman üzerini çizdiklerimizi.
Sadece uzanacağız çimlerin üzerine, gözlerime güneş girecek ve elimize geçen ilk papatyayı koparıp başlayacağız saymaya, seviyor, seviyor, seviyor, seviyor…

paylaş:

rahibeler ve çıplaklık


Arzuya aç beyinlerin kapalılığında bir kavanoz ve dibi görünmez, sığlığında derinlik. Apış arasında patlayacak volkanları dilerken her gün gecelerde, pencere kenarında kendini tatmin edenlerdir onlar. Genellemelerden uzakta, kapı aralarında kendi göğüslerini avuçlayanlardır. Ayıp olanı yapma aşkına, gördükleri uzuvları içlerine girerken gördükleri düşlerden uyanmak istemezler. Yakıcı kırmızılıklarda bulanıp kayganlıklara, deliklerde gezdirdikçe tırnaklarını, bedenlerini diğer dünyalara sakladıklarını unutup, kudururlar.
Kıvılcımlarında titremelerin, sürtündükçe duvarlarda, sallandıkça göğüsler boşluğunda dünyanın, kalp atışları olduğundan hızlıysa, insan zaaflarından yitirilmediğini düşündürür.
Çıplaklığını sergileyen bir vücut, uzuvları dikilirken bilmeden, karşısındakilerin salyaları akar, sürülürken fırçalar tuvallere yada iç gıcıklayıcı sesleri çıkartırken saman kağıtlarında kalemler, nefes alış-verişleri zorlaşırken ciğerlerde, köpürmeler oluşurken kasıklarda ve gözbebekleri büyürken, yakınlaşırken bakışlar erkeğin çıplaklığına, örtülü başın altından terler süzüldükçe enselere ve sırtlar kayganlaşırken, kokarken sıvısallık, saydamlığında odanın matlaşırken bedenler, rahibeler azgınlaşırken saniyelerde, erkeğin içindeki nefret dönüşürken kine, bacaklarından tutup sahip olma isteği beynini kemirirken adamın, odanın içinde koktukça çıplaklık, yapış yapış avuç içleri, göğüs arasından göbek deliğine inen karıncalar, ayakkabı içinde parmakların gerilmesi, işlevselliğini yitiren beyinler, dirilen loplar, şekil bulmaya başlayan resimler, akan zaman yapış yapış, akan tükürükler, akan kanlar ve süzülen vücutlar, tırnakların dişlere sürtmesi, inlemelere dönüşen nefesler, gözlerin geriye devrilmesi, yutkunmakta zorlanmalar, soyunmaya başlayan rahibeler ve okşamalar ve yalamalar ve ısırmalar…
Kalbe geçirilen hançerler gibi bacaklarda darbeler, morartmaya çabalayan vuruşların sebebi uzvun hareketlerinden kuduran bedenler ve alta geçmeler, üste geçmeler, titremeler, zıplamalar…
Dalgalanırken dünya, dalgalanırken göğüsler, boğanın boynuzunun yorulması ve doruk noktası, püskürmeler ve açılan ağızlar, dışarı çıkan diller, kapanan gözler…
Dünya bir kavanoz, onlar sürüngenler… Azgınlıktan önceye düşse kırık camlar, odanın içinde rahibeler, odanın içinde çıplaklık. Oluk oluk kanlar damarlarda, kapı arkasında bir meraklı, yazılanları arzulayan beyinler ve olmayacaklar, belki olacaklar…
paylaş:

porno


Sabah ereksiyonu kıvamında, olduğu gibi masum görünmeyen dokunuşlar, sevişme ile düzüşme arasındaki o incecik çizginin bir an olsun kırılmasıyla oluşan fışkırmalar, anal ve oral kavramların lapalarla kaplanması, uçkuru düşüncelerin yavanlığında romantizm ve inişli çıkışlı bol sürtüşmeler…
Edepsizce açılan bacak arasında yapış yapış dudaklar ve mahzenini arayan bir dil dışarıda, salgıların sarhoş eden kokusallığı baş döndüren pürüzsüzlükte bacaklara sürtünen sivri sakallar, ellerin tepelerde gezinme şevki, madenleri keşfetmesi ve içe dalış hareketleri…
El el görevi yapmaz olur, bacaklar bacak… Sulanan ağızdan akan tükürükle yıkanan delikler kayganlaşırken okşamalarda, yüreklerden akan kanla beyne sıçrar hissiyat ve edebin ta dibine vurulur bilmeden. Salınan göğüsler alınırken ağız kafesine avuçlanan loplar çekilir kendine doğru ve otururken erkeğin kucağına kadın, açar gizemlerini her nefes alışında.
İnlemeler delip geçerken duvarları, pozisyonlara bakar zevk almak, omurgadan bastırılan avuç içi kaydıkça kayar aşağılara ve bacak arasında duraklamalar, zevkin doruk noktasına çıkmasından önce kalp atışları arttıkça artar, kaburgalar şikâyetçi bu durumdan.
Ön-arka, in-kalk, nefes al-nefes ver, ileri-geri…
Odanın içinde bacaklarını erkeğin omuzlarına atmış bir kadın, odanın içinde vajinal kokular, odanın içinde inlemeler, terler, kollar, ağızlar, odanın içinde organını kadının içine sokan bir adam, odanın içinde zevk, odanın içinde edepsizlik, odanın içinde ahlaksızlık…
Odanın içi çıplak, bedenlerin dışı çıplak, odanın dışı çıplak, bedenlerin içi sıcak…
Düzüşen beyinler var sıvısal kavramların derinliklerinde, kumlarından korunmak için kumsallarından kaçaduran kayganlıklarında, ölümlerinden yaşam beğendirmek için durmadan zıplıyorlar birbirlerinin üzerlerinde, organlarını her buldukları deliğe sokuyorlar, korkularının kılıçlarından kaçamadıklarında da suçluyla suçsuzun sorgulandığı bu savaşta “biz suçluyuz” diyorlar.
Göğüs denilen kırmızı bir elma, sapından tutulup çekilse kütürdeyecek, ısırılsa akacak ağzımızın suyu, boşalacağız.
Biz düzüşmesek neye yarar, beyinlerimiz durup durup düzüşürken her an.
“Biz suçluyuz!”

paylaş:

çıplak nesneselleşme


Öyle bir dünya ki burası, muz çekirdeklerinden düğmeler var insanların suratlarında, patlıcanlar süslüyor oysa kardan adamları ve bisikletlerle yüzüyoruz, zincirlerimiz atıyor boğazın orta yerinde.
Cahiliye’de kız çocuklarını gömerler doğar doğmaz kumlara, burada kumlar oluyor gömdüğümüz her çocuk öldüğünde.
Zina işlediğimizin biz de farkındayız, evimin dışında olduğuna göre sevdiğimiz, her gün herkesi aldatıyoruz.* Farkına vardığımızda elmaların turuncu olduğunun, tuvalette gazete okuyoruz. Aslında çuvaldız bir empati aracıdır.
Kayıp kentler yaratıyoruz bit kadar beynimizle bulamamak için ona kadar sayıyoruz yüksek sesle, yüzümüzü kolumuza gömmüş vaziyette, duvarın önüne geçmişiz, kentler başkalarının ceketini giyip armut dememi bekliyorlar.
Ateşi de soluyacağız bir gün, lanetlileriz biz. Aynalar da hayatın göbeğine kurulmuş büyük tiyatro sahnesi. İnsanlar, geçmişin çıbanlarından artakalan çukurları paha biçilmez taşlarla kapatan, bugünün kisvesindeki yırtıkları cafcaflı unvanlarla yamayan, rüyalarındaki geleceğe baktıklarında gözleri kamaşan insanlar, tiyatro sahnelerinde aynaları görür, aynalarda tiyatro sahnelerini. Aynalardaki suretlere dokunmak kabil değildir. Uzanan eller, aynaların sırlarına dokunur dokunmaz hadlerini hatırlayarak gerisin geri çekilir. Sert yüzeyde kıvranan tırnakların çıkarttığı o iç gıdıklayıcı ses kalır geride. Oysa sağırdır aynalar.
Ateşler. Sapkınlığımızın mükâfatı. Eğer zaman geriye devrilse, birden yabanıl çocukluğumuzun derinliklerinde kendimizi bulacağız. Ellerimizde çamurlar, gökkuşağını yakalamak için farıyana kadar benliğimizi yoracağız.
Odanın içinde iki sandalye çıplak, bir lamba ve bir sinek. Vızıltısı kulakları tırmalıyor, kalbimize saplanan bıçak gibi süzülüyor ışık boşlukta, iki kalp var durmadan iki beyne kan pompalıyor kırmızı, iki beden var çıplak, biblo gibi oturmuşlar sandalyelere, onlar çıplak, oda çıplak, ışık sıcak ve huzmelerinde sütun bacakları okşuyor.
Karşılarına geçmiş izliyoruz çıplak, iki beden var nesneselleşiyor bakışlarımızda, kemikler geçiyor eti ya da zaman eti kemik geçiyor.
Bulutların rengi beyaz oluyor yaşlandıkça, okuyup yazılanları acıyasımız geliyor onlara, çingeneler çalıyor biz oynuyoruz. Birbirlerini iki cinsin yaptığından farklı seviyorlar, birbirlerine sarılmaları farklı, bakışları farklı,…
Odanın içinde bir yatak, iki beden çıplak. Ortada bir çizgi, aksi akislerini yansıtıyor bedenlerin birbiri üzerine, iki göğüs altında bir kalp inip inip kalkıyor, yanında iki göğüs çıplak, ayıplıyoruz.
Yapışkan düşüncelerimizde tutkal oluveriyor aşk, yakıştıramıyoruz. Onlar ateşlerde yanacak, çocukluklarından utananlardır onlar, biz, yanan et kokusunda zevke geleceğiz. Ne de çok sıfat yakıştırır olduk insan olduğumuzu unutarak, zoruz biz, anlaşılamıyoruz.
Odanın ortasında bir sinek, bir o göğse konuyor bir bu göğse. İki beden dört göğüs, iki göğüs aksi birbirinin, dört göğsün birbirinden farkı yok.
Her gün yalanlar söylüyoruz ucu açık, kangurunun cebine koyuyoruz kendimizi hep biz mükemmeller, odanın içinde iki beden, çıplak, onlar cehennemin dibini boylayacak, kanlarını içeceğiz kadehlerde, kuyruklarımız ve boynuzlarımızla.
Hiçbir varlığın aslında hiç de gözüktüğü gibi olmadığını fark ettiğimizde, yaşanılabilecek olguların tümevarım karakterleriyle çeliştiğini anlıyoruz. Oysa bizler deliyiz. Suç kavramını yaşasak da suçlu ilan edilemeyenleriz.
Odanın içinde iki beden, çıplak, biri erkek, diğeri erkek.
Odanın içinde bir sinek.

* “vişnenin cinsiyeti” adlı kitaba gönderme.


paylaş:

Çünkü Bu Ben de Seni Seviyorum Demek

Dudaklarını çekme benimkilerin üzerinden. Zamanı unutup kal öyle, bu ben de seni seviyorum demek… Hiç dinlemediğim şarkılar dinlet bana, hiç duymadığım şarkılar söyle. Parmak uçların elmacık kemiklerimin üzerinde gezinsin ve benim aklımda sadece mavi kalsın. İçinde sarı haleler olan mavilerden değil ama, biraz gri biraz mavi. Mavilerinle geldiğinde çok güvendiğim şiirlerimi anlamsız bırak, elimden düşür şiir kitaplarımı. Dudaklarım aralansın ama çıkmasın ağzımdan sana söyleyeceğim şiir dizeleri. Söyleyemediğim sözcüklerimi anla sesimden* ve dudaklarınla dokunduğunda dudaklarıma her şey anlamını yitirsin çünkü bu ben de seni seviyorum demek. Söyleyeceklerime ihtiyacımız kalmasın böyle olunca.
Ben uyurken duymadığımı farz ederek kulağıma fısılda söyleyemediklerini, uyandığımda bana rüya gördüğümü söyle. İkimiz de bilelim rüya olmadığını ama üzerinde durmayalım. Çünkü aslında sen de benim her şeyimsin.
Geçmiş diye tanımladığımız şeyler şu anki hayatımızdan çok uzaklarda başka yaşanmışlıklarda kalsın, bahsettiğimizde bize bile uzak gelsin. “Sahi ne zamandı bunlar?” diye soralım birbirimize. Sanki o geçmiş boyunca hep bir yerlerde sen varmışsın gibi, hani içten içe bağımsız isimsiz birini değil de yüzünü görerek mavi olduğunu bilerek kokunu duyarak ve özellikle onu arayarak seni beklemişim gibi. Adanan adaklar gerçek oluyormuş, dualar içten ve çok edilince kabul ediliyormuş, yukarıdaki beni de seviyormuş gibi olsun şu hayat.
Ne zaman seni karşılamak için çıksam kapıya, yüzünü gördüğüm an ah bir bilsen nasıl özledim diyeyim sana ve dudaklarına dokunduğunda dudaklarım sen de şiirin devamını hatırla: ah bir birsen nasıl özledim / nasıl nasıl nasıl özledim platin dudaklarını! / o mecburi dudaklarını! / salkımsöğüt dudaklarını! / aşktan incinmiş çok kalın hüzzam dudaklarını! / gözlerinden zam isteyen dudaklarını! / gövdeni!. gövdenin törenlerini özledim! Bekledim seni**, çünkü bu ben de seni seviyorum demek.
Elektrikler kesilip de mumları yaktığımızda kapımız çalana kadar anlamayalım elektriklerin geri geldiğini. Yüzlerimiz birbirine dönük, ellerim ellerinin içinde uyuyakalalım. Uyanıp da kitaplarınla ilgilenmen gerektiğinde kahve yapayım sana, üşüme diye omuzlarının üstüne bir battaniye bırakayım, alnının üst köşesinden öpeyim. Çünkü bu ben de seni seviyorum demek.
Ve giderken, son kez olmayacak bir gidişe başlarken, sayısını bile unutacağım vedalarımdan birini ederken sana, önce yanaklarımdan sonra alnımdan öp beni. Genç kız hayalleri kurarken tarif ettiğimiz gibi hani en yakın dostumla. Olur da biri görür diye kapıda dudaklarıma dokunamazken dudakların, biliyorum ben bu da ben de seni seviyorum demek…
*Cemal Süreya – 8.10 Vapuru
** küçük iskender – serseri prens introsu
paylaş:

Bu Sabah


Bu sabah yine sordum bu soruyu kendime. Kalbim seni beklemekten ne zaman vazgeçecek? Kafanı her çevirdiğinde bana bakmanı beklemekten ne zaman bıkacak!? Ne zaman özgür olacak yeniden? Zamanında çok güldüğüm, türlü türlü yakıştırmalar yapıp, sahip olanları küçümsediğim şu kalp ağrısı denilen şey ne zaman geçecek? Seni görmezden gelmeyi bir kenara bırakıp ne zaman gerçekten yanımdan geçip gittiğini görmeyeceğim?
Bu sabah uyandığımda okula gitmeden önce lenslerimi gözüme takarken, aynadaki görüntümden kaçamadığım o tek anda yine sordum ben bu soruları kendime. Midem bulanırken kalbime de bir ağrı saplandı yine metrodan inip de o merdivenleri çıkıp okulun kapısından girdiğimde seni görebileceğimi hatırlayınca. Bu gece uyumadan önce müzik dinledim yine, Beşevler sokaklarında beraber söylediğimiz şu şarkıyı. Seni gördüğümde bu sefer olayların farklı olacağına dair hayaller kurarak, farklı sahneleri, ayrı diyalogları kafamda tekrar ederek uykuya daldım. İçten içe düşündüklerimin hiç gerçek olmayacağını bilerek acıttım kendimi tam uykuya dalmadan önce. Yine uyandım. Uyanmak istemeden uyuduğum şu uykudan, kahretsin tekrar uyandım. Her sabah aynı soruyu sordum kendime, “ne zaman?”. Her sabahtan farklı olarak cevap verdim bugün kendime; “Uyanır uyanmaz onu hatırlamayı unuttuğunda…”
Bu sabah yırttığımı söylediğim kırmızı kazaklı fotoğrafına baktım yine. Kırmızı tırnaklarım yüzünün etrafında gezdi. Kırmızı olup olmadığını merak ettiğim sesini hala hatırlamadığımı ama ev arkadaşının sesini hala unutmadığımı fark ettim. Sinestezik insanları merak ettim tekrar. Harfleri renkli görmek, sesleri renklendirmek duyguların müziğini duymak istedim, bana hep böyle hissettirdiğini bilinçaltıma gömmeye çalışırken. Herkesin eleştirdiği senin içinde ‘benim gördüğüm sen’i özledim her sabahki gibi.
Yine de bütün bunlara rağmen hiç keşke demediğimi fark ettim. ‘Hayal ettiğim sen’i hayal etmeye devam ederken hep şiddetle eleştirdiğim Mecnun’u anladım ben bu sabah, Leyla’nın “Beni Mecnun’un gözleriyle görebilseydiniz bu soruyu sormazdınız.” derken ne dediğini senin bir türlü anlamadığını da anladım. Bu sabah gözlerinden öperek uyandırdım seni, sen niye uyandığını anlamazken… Ya da sen fark etmedin ben uyanışını hayal ettim, bizi hep hayal edişim gibi. Kalbimde yer açtığım her erkeği bir sabah gözlerinden öperek uğurlamak zorunda kalışım gibi seni de uğurladım.
Bu sabah o kadar zaman sonra seni ilk kez gerçekten görmeden yanından geçip gidecekken “Günaydın” dedin bana. Şaşırdım. Otomatik olarak günaydın deyip geçip gidecekken birden aklıma şu dizeler geldi:
Çocuk, sil yüzünden tüm yalanlarını bu şehrin / Topla kalbini / Cadde cadde / Sokak sokak / Kazı ayak izlerini birer birer gri kaldırımlarından / Bakma yüzlerine hiç / Görme onları / Çocuk, bu kez ağlama / Bu kez git.
Çocuk / Her vedanın ardında bir bekleyeni vardır kimsenin bilmediği / Ve her gözyaşının altında bir dua, kimsenin duymadığı / Çevir gökyüzüne başını / Bakma arkana / Daha sert basa basa, daha güçlü / Anlat bu kara şehrin yollarına ak adımlarınla / Gitmek yenilmek değil kazanmakta / Gitmek gitmektir işte, hepsi bu…*
Ben de gitmek gitmektir işte, hepsi bu diye cevap verdim sana. Günaydın kelimesi çıkmadı ağzımdan ve sen anlamadın beni yine. Her sabahki gibi… Önce senin yüzüne baktım, sonra kendi ellerime. Ellerim kıpkırmızı kandı. Tyler Durden’ı** hatırladım, onun ölüşü gibi, ‘hayal ettiğim sen’i de öldürdüm bu sabah o cümleyle. Sen boş boş baktın ardımdan. Ben ellerimden kırmızı kanlar damlarken, içimden “Teşekkürler Cem.” diyerek sınıfın kapısından içeri girdim.

*Cem Adrian – Nereye Gidiyorsun?
**Chuck Palahniuk – Dövüş Klübü
paylaş:

zaman torbasında çocuklar


Çocukluğumuza dönebilseydik keşke, dumanlardan uzak küçücük bir köyde evcilikler oynayabilsek, verandanın yaz sıcağında sivrisineklerle cebelleşsek, kumdan kalelerin üzerine bir kova suyu dökebilen arkadaşlarımızla laf dalaşına girip salçalı ekmek yiyebilseydik acıktığımızda, küçük aklımızla büyük dünyalara yol alabilseydik dereye bıraktığımız kâğıttan gemilerin üzerinde ve bir de saf duygularımızı çekinmeden gösterebilseydik.
Koskocaman açılan kollarımızla sarılabilseydik annemize yeniden, saçımızı okşasaydı biz uyuklarken, ninniler mırıldansaydı kulağımıza, yeniden ‘anne’ diyebilseydik. Yanaklarından büyük büyük öpebilseydik, sarılabilseydik boynuna sımsıkı, koşarak atlayabilseydik iyi geçen yazılıların ardından, uzun cümleler kurmak yerine sadece ‘ben seni neden bu kadar çok seviyorum anne?’ sorusunu sorabilseydik çocukluk saflığımızla, pak duygularımızı yeniden vurabilseydik dışarıya da ‘bilmem neden bu kadar çok seviyorsun?’ sorusunu alsaydık cevap olarak.
Çimdikleyebilseydik durmadan yanaklarını, dizimiz kanadığında göğsüne bastırıp yüzümüzü hüngür hüngür ağlayabilseydik, sümüğümüzün tuzunu tadabilseydik tekrardan, üzüldüğünü gördüğümüzde ‘çok acımadı anne’ diyebilseydik.
Kendimizden büyük kendimizden ağır çantamızla okula gidebilsek de öğretmen gelene kadar konuşadursa, konuşanlar listesine adımızı yazsalar, tekrardan azar işitebilseydik. Küçük olmanın güzelliğini anlamadan her söze karışsak, anlamasak da konuşulanları sıkılmadan oturup kafa yorabilsek.
Yeniden yerden yüksek oynayabilsek, annemiz çağırana kadar eve gitmesek, tek derdimiz koşmaktan yorulmak olsa, keşke büyümek istediğimiz yaşlara yeniden dönebilsek.
Ataride tetris oynasak, çizgi film kuşağını hiç kaçırmasak, gece uyumak bilmesek, pazar banyolarından nefret etsek, andımızı söylesek yeniden, teneffüslerde tüm arkadaşlarla beraber tuvalete gitsek, ağzımızı dayayıp çeşmeye kana kana su içsek.
Yapabilseydik bunların hepsini, olmak istediğimiz yaşa gidebilseydik, gülmekten karnımıza ağrılar girseydi, dünyanın varlığını unutup patates kızartmasıyla köfte yesek, bıyık yapan bol köpüklü ayran içebilseydik, keşke yeniden çocuk olabilseydik.
Ağlayabilseydik, sokak aralarında koşabilseydik, elim sende oynayabilseydik güneş batarken, dere kenarında kurbağa yavrularını balık sanabilseydik.
Belki mutlu olurduk, en azından mutlu olduğumuzu düşünüp kendimizi kandırmazdık. Tükürmezdik, küfretmezdik, gocunmazdık, kin tutmazdık, başımız ağrıyana kadar düşünmezdik.
Hem bu sefer üzmezdik annemizi, sütümüzü içer erkenden yatardık, geç olmadan eve döner, tabağımızda hiçbir şey bırakmaz, pazar günleri banyoya ilk biz girer, büyüyünce ‘keşke’ dememek için daha çok uğraşırdık.
Şimdi yatalım, uyuyalım, sabah olsun, kalkalım, çocuk olalım…
paylaş:

aman, cıs, kaka, pis


Ağarıyor sokakları eskitmek adına güneş kaldırımlarda, gümbür gümbür şarkılar çalınıyor eksik kalmış tütün dumanlarında yalnız ve duymamak için kulaklarını, görmemek için gözlerini kapayanlar, yürüyor başları eğik.
Kımıldanıyor caddelerde ta eskilerden kalma yaprak kurusu, bilmeden geçmişini biri üzerine basana kadar anımsıyor dakikaları.
Gümbür gümbür çalmasına çalıyor da dinleyen kim?
Ben de yazardım, bir de güzel kapatırdım sayfaları, utanmadan yırtardım da kimsenin ruhu duymazdı.
Acı denen kıldan ince bir boyun, tutmuşuz birinin elini, tutturmuşuz mazgallarda yağmurlar, kuruyana dek yorgan niyetine yapraklar örterdi oysa karıncaların üzerini, kuzeye sırt çevirmişti bir de bunların yuvaları.
Aman tanrım, ne diyorum ben, sıkılmadan bir de sigara mı içiyorum, aman, cıs, kaka, vallahi ben yapmadım.
Sokaklar kimsesiz kalıyor, biz ölümlüler, ölüme terk ediyoruz ölümüne kalkan bakışlarımızı kaçırarak, tırnaklarımızı yemeği de unutmuyoruz, milyonlarca yazık bize.
Koşarak yağan yağmurun altında, yüzümüzün yıkandığının farkına varsak, uçup gidecek soğuyan çay tadında acılar, durup su birikintisinde aksimizi göreceğiz, kendi halimize güleceğiz.
Siz tartışadurun kimin babası kiminkini döver, ben yalnızlığımdan dem vurup yollardayım gece gündüz, aşk molaları veriyorum her durakta, oysa denizlerde yürümüyorum, göğün aksini inciten gemim de yok, bir sigara, bir otostop macerası ve bir de şans delik cebimde, suskunluğumu yedim tuzlayıp.
Yollarda çocuklar, yılan bulmuşlar ölü, yollarda kamyonlar, toza dumana katıyor dünyayı, yollarda bilyeler, içinde maviler, beyazlar, kırmızılar… Hayatımız yangın merdivenlerinden farksız.
Bir masa, üç sandalye, oturmuşum sandalyenin birine keyif çalıyorum, hava mis, yemekler nefis. Kafa şişiriyorum, var mı benim gibi hisseden?
İçiyorum. Soluklana soluklana koymuşum dibine bardağın dünyayı, ulaşmak için ona durmadan içiyorum.
Yapmama izin vermezler bunları, yapsam da kötü kötü bakarlar bakışlarını devirerek. Kim olduğumuzu unutup başkalarının hükmünü başımızda şapkalaştırdığımız vakit, yapamadıklarımızın hepsi ‘aman, cıs, kaka, pis’.




paylaş:

kahrolası kusursuz

Tek dilenen daha fazla his, daha fazla korku… Yapabileceklerime kulak asmadan… İnadına kırmızı… Durup soluklanalım, susayalım… İçmek şarapları… Bacaklardan süzülen terler ve... Neden olmasın?
Küçük bir sürtük yatağımdaki… A, yapma ama… Bunu söylemeyecektin… Bildiğini bilmiyordum…
Kusursuz bir beden, kusursuz bir ten, kusursuz bir ruh, kahrolası kusursuz…
Elime geçen bir kalp olmalı; sıktığımda parmak aramdan fışkırmalı, elime gelen göğüsler olmalı; sıktığımda portakal gibi patlamalı, pürüzsüz olmalı, güzel koklamalı, diriliği gözleri doldurmalı, sapık ruhumu susturmalı, gitgide yaklaşmalı, ışık huzmelerini kıskandıran bacakları olmalı; üzerine düşen kuş tüyleri düşmeli aşağılara, her açılıp kapanmalarda sulanmalı dudaklar, yapışkanlık kaldırmalı uykusundan uyanmak isteyeni, kaynatmalı fokur fokur bademleri, dikilmeli capcanlı ölüler gibi gecelerde, bilinmeyenleri ayak izlerine döndürmeli çöllerde yanarken, aktığında ölmemek için savaşa katılanları içmeli, yalamalı adeta, kıvrılan bir dil; damarlarında kalp atışlarının ritmi gezinir, yalamalar, tükürük bulamaçlarına karışan lapalar ve yutkunmalara dayanan soluk alışlarda devrilmeler geriye doğru, aşağılara indikçe inip kalkan bir uzuv, canlılığını kazanma çabası güderken oynadığı çobancılıkta, yaşlanmaya direnen bedenin yetmişine geçmesiyle biten süt kıvamlı, bir de yitip giden mücadele, olurdu bunlar, mükemmel bir ruh; içini doldurduğu kılıfının şeklinden sapan, ateşler içine düşse zevkten kuduran, ağzı yalamaya alışkın, kulakları kör, gözleri duymaz…
Sıktığımda ayrılan bir dudak ve çapraşık yaşanmış sıvısal duygular, eller titrerken her dokunuşta, inlemelere karışan acılar.
Ele gelen körpeliğinde bir uzuv, sıktıkça şişmeye doymuyor. Altta iki balon patlayacak, her yer bulamaç, her yer kırmızı. Diriliği gözleri dolduran, her deliğe uymayan ve bir de yok olup gitmeler var hislerin, ölümler var uzuvlarda, bükülmeler var, küçülmeler var.
Hisler var daha fazla dilenen, her korkunun arkasına gizlenmiş, ulaşılması güç köprülerden atlamak gerek, kimseye karışmadan, sokak aralarında bile, kulak asmadan ve kırmızı ışıklar yanarken lambalarda, trafik durmuşken kıvrılmaktan kuduran yolların üzerinde, soluklanmak, susamak için duralım, akan kırmızılıkta, kadehlerin içinde bulanırken şaraplara, terler boşanırken bacaklarımızda ve… Neden olmasın? Yatağa atılan sürtüğün yaşına bakmadan, katil damgası yememek için kendini zor tutmalar ve sapıkça ruhun bedeni okşamasını yenmeler dakikalarda, zorluklara karşı hoplayan göğüslerin diriliği… A, yapma ama… Bu kadar da kötü olamaz, hemen sorgulamalar, işaret parmağını göze sokmalar başlamasın. Dünyevi mutluluğumuzda cehennemi hatırlamadan yapılanın kötülüğünü sorgulamak sana kalmadı, unutma bunu. Ama yine de bunu söylemeyecektin, utangaçlık denen pelerin sarmış çoktan bedenini, itiraf ediyorum, bildiğini bilmiyordum…
Karşımda duran bacak arasını açmış kusursuz bir beden…
Her an tırnaklarını bedenime geçirecekmiş gibi duran, yağ gibi, kusursuz bir ten…
Kılıfına sığmayan, duman tadında, tütün ve kusursuz bir ruh…
Kahrolası kusursuz!


paylaş:

bay aklı-apış-arasında



Yaktığı iki sigaranın birini C.C.’ye verdi.
‘Böğürtlen’ dedi Chris içinden. Kaygan ve tatlı rujun dilinde bıraktığı ulaşılmaz haz, ciğerlerine doldurduğu dumanla beynine ulaştı. Kapkaranlık ortamı aydınlatan saniyede bir flaşlar; yüzlerce içkinin içinden geçerken sarhoş olan ışık huzmeleri, omuzlarda, boyunlarda alınan soluklar; nefes alışları, nefes verişleri. Bacak aralarında gezinen bakışlar ve hoplayan göğüsler eşliğinde boşalan bir müzik. Yoğun dumanın içinde mideye inen onlarca sıvı, çökmüş göz kapakları, iğne izleriyle dolu kollar, birbirini bulan dudaklar, kırmızı, boya, topuklar ve bacaklar. Bir ortamda bulunan nesneleşmiş varlıklar. Konsepti oluşturan biblolardan farksız yavaşça salınan kızlar.
Buzlu bardağın içinde içilmeyi bekleyen bir İskoç viskisi, kıvamsal yapıtaşlarından ayrılmayı bekleyen alkol ve hazzı dorukla taşıyan aromalar. Morumsu dudakların üzerinden ıslak dilin üzerinden süzülen bir sıvı.
“Hey, yavaş ol Minerva...” dedi C.C. kızın kolunu tutarak “…süt içmiyorsun güzelim.”
“Karışma bana!” dedi kolunu çekiştirirken “Oturmaya gelmedik buraya.”
Bilmiş bakışlarını kızın göğüslerine dikmiş vaziyette “Ne için geldik?” diye sordu.
“Ah Chris, yanından geçen kızların kıçlarını nasıl süzdüğünü görmek için gelmedim…” dedi gözlerini göğüslerine dikmiş olan C.C.’ye “…hele hele bütün gece göğüslerime bakıp, eve dönünce beni düşünerek boşalasın diye de gelmedim. Eğlenelim bu gece Chris, hayat çok kısa, baksana.”
Bakışlarını loplardan kızın gözlerine kaldıran C.C. “Her zaman bu kadar seksi olmak zorunda mısın?” diye sordu kızın beline dolanırken. “Bu gece sana neler yapabileceğimin farkında bile değilsin.”
“Piçten başka bir bok değilsin Chris Cave. Kıçını kurtarmak için bana yalvaracaksın bu gece.” dedi Minerva, C.C.’in bacak arasını yoklarken.
“Bakın burada kimler varmış?” dedi Marla. “Bay aklı-apış-arasında ve bayan tuzağa-düşmüş-keklik”
Dudaklarını Minerva’nın ağzından çıkaran C.C. karşısında duran sütun bacaklara “Bu ne şeref Marla.” dedi ve içkisinden bir yudumu midesine indirdi.
“Kim bu sürtük?” diye sordu Minerva C.C’in kulağına fısıltıyla.
“Anlaşılıyor ki bu gece de yatak gıcırtısından uyuyamayacağız.” dedi Marla, sırıtarak.
“Tanıştırayım, Marla…” dedi Minerva’ya, “…ve bu bayan da…” derken Marla C.C.’in sözünü kesti.
“Bayan keklik, neyse Chris, seni görmek çok güzeldi dememi beklemiyorsun sanırım, ben gidiyorum, ortam beni hiç sarmadı.” dedi ve gitti.
“Kim bu kendini beğenmiş sürtük ve bana neden keklik dedi?”
“Kendisi komşum olur ve boş ver. Dediğin gibi kendini beğenmişin tekidir.”
“Neyse, hadi sana gidelim bebeğim, yapacak daha çok işimiz var.”
‘Marla, gece düşlerimin başkarakteri, kasıklarımın ateşi…’ diye düşündü C.C. kabaran hatıralarıyla. ‘… baş ağrılarım, sızılarım. Bunların tek sebebi bacakların olmasa gerek, göğüslerin, gözlerinin içi, boyalı dudakların ve her an sırtıma geçirecekmişsin gibi duran tırnakların. Bir gün gelecek ve yatağımda bana eşlik edeceksin, sigaramı sen yakacak ve kucağımda sen oturacaksın. O gün geldiğinde, tüm benliğimde toplanan hisler vücuduna fışkıracak. Evet, bunu biliyorum, tanrıyla yüzleşeceğim gün o gün olacak!’
Anahtar deliğe girmeden öpüşmeye başladılar. “Piç herif!” dedi Minerva, “Zıplat beni.”
Dilleri birbirine dolanırken aklından Marla’yı defetmeye çalışan C.C. kasıklarındaki ateşi küle çevirmek için anı yaşamaktan başka bir çarenin olmadığını fark etti ve kendini gecenin pistine bıraktı.
Barda Marla’nın söyledikleri ve bakışları ve bacakları ve dudakları aklına geldikçe daha da hızlanıyordu. Şehvetle acının karışımı çığlıklar atan Minerva’nın hoplamalarına karışan yatak gıcırtısının sesini duydukça daha da kuvvetleniyor, rötar yapmış uçağın sabırsızlığıyla kendinden geçiyor, hırıltılarına ohlamalar karışıyordu.
Alt katta sinirden geberen Marla’nın surat ifadesini görmek için kıçını bile açardı sokakta.
Elinde sigarası gürültüleri duymamaya çalışan alt kat komşusu Marla’nın, sinirleri en zirvelerde kayak yapmaya başladığında ağzından püsküren sözleri şuydu: “Bir kızı düzerken bu kadar zıplamana gerek yok Chris Cave!”
Bunları duymuş gibi C.C. daha çok bağırmaya ve zıplamaya başladı. ‘Seni de böyle düzeceğim Marla!’ diye geçirdi içinden...


uslu bir çocuk olup buraya tıklarsan Chris Cave'in diğer maceralarını bile okuyabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.


paylaş:

çöp kutusuna attığımız oyuncaktır hayat

Sobanın üzerindeki kestaneleri ev bireylerine emekleyerek taşımaktan diz yapmış eşofman. Aslında sıcak olan ne soba ne de kestane. Aile denen kavram içimizi ısıtan.
Dışarıda kar tanelerinin savaşı sürüyor sokak lambası meydanında. Koşturdukça hızlanıyorlar. Eve tıkılıp kalan çocuklar, bir an önce kartopu oynama isteğine bürünmüşler.
Sarı lamba gözümü kamaştırıyor. Biraz daha baksam gözümden yaşlar süzülecek. Yazları komşu hanımın bahçesi. Çocukluk heyecanlarla hırsızlık yaptığımız meyve bahçesi. Dirseklere kadar süzülmüş karpuz suyu, yağmurun altında oynanan oyunlar, yerden yüksek, ortada sıçan, siyah beyaz ekranda kara şimşek.
Gökkuşağını yakalama merakı, koştukça senden kaçmacalar. Bilmeden kirlettiğimiz paçalarımız ve eve elince işitilen bir ton azar. Sırt çantamız elimizde, elim sende oyunu, ebe kişinin isyanı, kahkahalarda boğulmalar.
İnsan ne garip bir varlık. Küçükken büyümek istiyor, büyükken küçük olmak.
Ne de güzel yaşardık oysa. Tek derdimiz pazar banyolarıydı. Ütülü mavi önlüklerimiz ve bir de beyaz yakalıklarımız vardı. Gri pantolonun içinde memleketi kurtarırdık. Yalan denen şey henüz girmemişti hayatımıza, biz daha henüz kimseyi üzmemiştik. Kırık kalp olayını bilmezdik, ödev yapmaktan nefret eder, okuldayken sevdiğimiz tek şey teneffüslerdi. Zil çaldı mı birbirimizi ezerdik. Birdir birler başlıyor.
Okulda en korktuğumuz şey bitlenmekti. Saçına gaz sürenler bile vardı ve onlarla dalga geçerdik, alev alacak diye de fazla yaklaşmazdık yanlarına. Sıra sopası denen kavram vardı bir de. Eller açılmış, sıranın bir an önce size gelmesini,  kurtulmayı dilerdiniz. Tahtaya konuşanlar yazılırdı, azar üzerine azar işitirdiniz. Başkan yardımcısının koltuk kavgası da bırakmazdı yakanızı.
Taso biriktirmeye bayılırdık, dedelerden alınan harçlık çereze giderdi, mahalle arası mücadele ederdik.
Müşterinin üzerine bir kova su döken berber fil vardı, hayatı tek çizgilerle yaşardık.
“seni öretmene dicem”  nefret dolu bir laftı, en sevilen laf da “benim babam senin babanı döver”.
Çocukluğa duyulan özlem bu, babaların kavga edeceğinden değil de, çocuk saflığında pamuk şeker, pembesinden. Şimdiki zamanda çöp kutusuna atılan bir oyuncak, hayat. Bilerek bozduğumuz.

paylaş:

Bu kadar mı dünya?


Çok da sıradan bir gün değildi aslında. 2 yıldır göremediğim ama onu görmeyi aradığım biriydi karşımdaki. Arkadaşlığın değerini görüşmelerin sıklığı değil, görüşmelerin arası açıldıkça değişen samimiyet belirler, biz ne zaman görüşsek aynı olurdu her şey. 2 yıl ya da 2 gün ile samimiyetin değişmemesinden belliydi arkadaşlığımızın değeri. Üstelik görücüye çıkıyorduk, arkadaşın sevgilisi de ben de. O sevgiliyle birbirimize karşı hislerimiz bizi çok zor durumlara da sokabilirdi, arkadaşımı çok mutlu da edebilirdi. İnsan arkadaşlarıyla sevgilisi iyi anlaşsın ister, tercih yapmak zorunda kalmak zordur insanlar arasında. Şanslıydık çünkü birbirimizden hoşlandık, arkadaşım zor durumda kalmadı biz de eğlenceli bir akşam geçirdik. Aslında önemli olan bu değildi o gece benim fark ettiklerimdi, boşa mücadele vermediğimi görmekti önemli olan.
Ben insanları pek anlamam, anlamlandıramam davranışlarını. Yani aslında şöyle, neden tepki verdiğini niye kızdığını niye sevindiğini anlarım insanların ama nedense kızdıkları şey, sevindikleri şey bana mantıklı gelmez. Belki benim yapım yanlıştır, belki kimse kimseyle benzer şeyler hissetmek zorunda değildir, orasını bilemem. Her ne kadar değişmeye çalışsam da yapım böyle. Tabi ben böyleyim diye işin içinden çıkmak kolaydır, söylemeye çalıştığım şey bu değil, kendimi de yargılıyorum, yani yargılamaya çalışıyorum en azından. Ama işin içinden çıkamadığımda durumu bu özelliğime bağlayarak insanları rahat bırakmaya çalışırım hep. Senden bazı şeyleri bekleyip de alamadığımda, kırıldığımda hep buna bağladım ben durumu.
Belki de bir erkekten senden istediklerimi beklemek bir erkeğe haksızlık etmek dedim hep kendime. Tabi ki eşitlikten yanayım, tabi ki erkeğin ya da kadının üstün bir yanı yok ama kabul edilmeli farklı yanları var. Beyin yapısının, hormonların (erkeğin tek bir cinsiyet hormonu varken kadınların 4 tane olması bile büyük bir fark), fiziksel yapının farkı hepimizi ayrı düşünmeye itiyor buna itiraz ediyor değilim. Ama bu sadece erkek-kadın arasındaki farkı oluşturmuyor, bütün insanların birbirinden bu kadar farklı olmasını açıklıyor bana göre. Neyse, aslında anlatmaya çalıştığım şuydu, ben bir erkekten verebileceğinden fazlasını istediğime inandım senin yanında olduğum sürece. Bana göre çok şey değildi istediğim ama erkeklerin kızların isteklerinden ettikleri şikâyetleri dinledikçe, bahsedilen kızların isteklerinin bana ne kadar normal geldiğini ama erkekleri de anladığımı ve arada kaldığımı hatırladıkça sustum ve iç hesaplaşmalara girdim sana belli etmeden. Kendimi yargıladım, seni yargıladım, bizi yargıladım ve bir sonuca varamadım. Defalarca yaptım bunu ve gelemedim bir yere.
Bu kadar ısrarla itiraz ettiğine göre çok şey istiyorum dedim, istediklerim olmadan mutsuz olacağımı anladığımda bitti aramızdakiler. Kötü düşünmedim senin hakkında, olmadı bitti dedik. Bir kitapta* da dediği gibi köprüyü kurmaya yetmedi göze aldıklarımız. Ağlamadım hiç, üzülmedim dersem yalan olur, ama evet, tek bir gözyaşı damlamadı gözümden. Böyle olması gerekiyordu, yeteri kadar ağlamıştım beraber olduğumuz süre boyunca artık gerek yoktu gözyaşlarına. Üzüldüm, kendimce yas tuttum, artık gerçek ilişkilere olan inancımı kaybettiğimi, babamın bile beni aldattığını, çevremdeki bütün erkeklerin yalan söylediğini düşünmemeye çalıştım. Umutsuzluğa kapılmak beni üzmekten başka işe yaramazdı çünkü. Romantik filmler izlemedim, aşktan bahsedebilecek bir kitap okumadım o günden beri.
Sonra o geceye geldi sıra, her şeyi fark ettiğim zamana… Çok iyi tanıdığım bir erkek ve hiç tanımadığım bir kızın karşısında oturdum bütün gece. Çok eğlendim, arkadaşım adına mutlu oldum ardından sevgilisi adına daha da mutlu oldum. Hayır, mükemmel çift değildi onlar, sıradan hepimizin bildiği çiftlerdendi işte ama bir erkeğin yapmasının mümkün olmadığına inandığım şeyleri bir erkek yapıyordu karşımda. Hani şu rahatsız edici vıcık vıcık çiftlerden de değildiler. Sadece bir erkeğin sevdiği kadına verdiği değer gözlerinden okunuyordu, kendi aralarında küçük kaprisleri ufak gülümseme sebepleri vardı, ne birbirlerinden kopuyorlardı ne de benden. Mümkündü yani bir erkeğin bir kadını el üstünde taşıması, onu düşünmesi, onun için güzel şeyler yapmaya onu korumaya çalışması. Bir erkeğin bir kadına kendini özel hissettirmesi mümkündü.
Ben o an anladım seni affedemeyeceğimi… Her şeyin suçlusu ben olamazdım, bütün bunları hak etmiş olamazdım. Yine korkan bir erkeğe denk gelmiş olamazdım ben. Bu kadar cesarete bu kadar korkaklığı hak ediyor olamazdım, buna inanamazdım. Birisini bana değer vermediği için affetmeme hakkına sahip miyim diye soran olursa, evet sahiptim! Üzülen ben olurdum, canı yanan ben olurdum evet, ama affetmeme hakkı bende saklıydı. O hakkı da bir güzel kullanır, üye sayısı 1 olan affedilmeyecek insanlar listeme birini daha eklerdim istersem! Sana değer veriyorum diyen insan bunu ne yapar eder davranışlarıyla gösterirdi, benim de kendimi tekrar tekrar yargılamama gerek kalmazdı. Ben seni hiç affetmeyecektim, sen beni hiç umursamayacaktın. Bir daha bahar geldiğinde küresel ısınma etkilerini bozacaktı ben bahar geldiğini artık hiç anlamayacaktım ve bir de seni affetmeyecektim…
* Annesi, babası, çocuğu, sevgilisi, arkadaşı, kim olursa olsun, bir insan, öbürüne ulaşmak için göze aldıklarıyla sevilir. Öbürüne ulaşmak yürek ister. Göze alabilmek ister. Bir insandan bir başkasına geçmek, emek ister, sevgi ister, yürek ister. Bunlar bile köprüleri kurmaya yetmez bazen… (İki Yeşil Susamuru – Buket Uzuner)
paylaş:

bir katilin ölümü

Öldürdüğüm herkes için tek tek odunlarımı sayacağım cehennemde. Her biri için bir tane atacağım ateşime ve kor oldukça bir yenisini daha. Adı ölüme bu kadar yakışan ben bile ölüm aklıma gelince korkusundan uyuyamıyorum.

Üç geceden beri hissizim, kulaklarımda garip bir çınlama. Her defasında öldürdüğüm kişilerin çığlıklarıyla uyanıyorum yattığım yerden. Ayaklarıma buz çekilmiş gibi avuçlarımla ısıtmaya çalışıyorum parmaklarımı, faydasını gösterene kadar da yorganın içinde soluk alıyorum. Ortalık karanlıktan çok, soğuk, dizlerim karnımda, ayaklarımı ovuşturuyorum, sanki bana dokunuyorlarmış gibi geliyor, arkamı döndüğümde küçücük bir bedenle karşılaşacakmışım gibi, tüylerim dikiliyor. Kalp atışlarımı kontrol edemiyorum bazen, hemen önümden geçiyormuşlar, beni fark ettiklerinde durup bana gülüyormuşlar hissine kapılıyorum.

Çoğu zaman da kulağıma ölürkenki çığlıkları atıyorlar. Gırtlaklarındaki yırtılmanın sesini duyuyorum adeta. Kan fışkırması, can çekiş. Sıvının etten ayrılırkenki o ses ve boğaz boşluğuna kanın dolması, köpürmesi.

Gerici bir düşünce çemberinin içindeyim ve her saniye birileri çemberin içine giriyor. Her anım dalıyor. Her yanım seslerin hükümdarlığında. Kulaklarım, bıraksam düşecek, beynimde bir zonklama. Her defasında daha şiddetli bir ses var arkamda, kulak mememde soluklarını hissediyorum. Sokak lambasının pencereme yansımasıyla gölgeler meydana geliyor. Korkuyorum.

Kendilerini unutturmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Göz kapaklarım ağırlaşıyor git gide. Boynumu tutamaz oluyorum. Bir sandalyenin üzerinde oturur vaziyette buluyorum kendimi. Göz rengim koyulaşıyor git gide. Kulaklarımdaki sesler tanrılaşıyorlar birden. Öfkelerini benim üzerime kusuyorlar. Beynimde bir köpürme. Avuç içime alsam patlayacakmış gibi bir hisse kapılıyorum. Kafatasım basınç uyguluyor, çatlayacak diye korkuyorum.

Sandalyenin üzerinden üzerime yukarılardan ışık huzmeleri dökülüyor. Masanın üzerinde toz partikülleri ve bir bıçak. Elime aldığımda yansımamı görüyorum. Beyni boşalmış, göz çukurlarında mavilik. Uyku beni çoktan terk etti.

Bazen uzun uzun düşünüyorum. Milyon tane haber gördüm gazetelerde, hepsi benimle alakalı ve hepsi benden alakasız. Yazılan hiçbir şeye bürünemedim, bedenimi o hizaya sokamadım yıllardır. Ben sadece ben oldum. Durup durup başka şeyler uydurdular benim için. Öldürme gerekçemi sundular boş beyinlere. Ve arkasından gittiler yıllarca kendi savlarının. Ben, bir defalığına bile olsun neden öldürdüğümü sormazken kendime, onlar milyon defa bu soruyu soradurdular. Hala da soruyorlar ve ben kendimde hiçbir cevap bulamıyorum. Keyiften diyelim olsun bitsin. Şimdi onlar musallat oldular beynime, hani çıkmak da bilmiyorlar oradan. Yakadurmuşum tüm anlarımı, geriye koşan kangurulara benzetiyorum kendimi, her dakikam sarpa sarıyor, kendimden vazgeçmiş benliğim bulanıklaşıyor yüzeylerde, sadece ben olduğumun farkına varmadan kafamdakileri boşaltma çabası içerisindeyim yapamayacağımı bildiğim halde ve ben kötüyüm ve ben deliyim ve ben kahramanım ve ben suçluyum ve ben ölecek olanım.

Sesler. Beni rahatsız ediyorlar. Normal insanın duyduğundan fazlasını duyuyorum, kalp atışları hemen yanımda, gitmek-bitmek bilmeyen saniyelerin saliselerinden dem vuruyorum, gözlerim kapanınca koyulaşıveriyor her defasında dünya, kan kokusu midemi bulandırıyor. Utanmadan, sıkılmadan, pişmanlık duymadan öldürdüm onları. Kanlarının bedenlerinden çıkışını izledim, elime verdiği kayganlıkta sarhoş oldum, kırmızılığını gözbebeklerimde hissettim ve beynime resimler çizdim kırmızılığından, koyuluğundan. Her defasında yeni yeni sesler keşfettim farklı bedenlerde ve her defasında farklı yalvarmalar. Kim bilirdi ki yolumu bulacaklarını.

Ellerini sırtıma dokundurup çekiyorlar, her irkilmemde daha da mutlu oluyorlar, bedenlerinden fışkıran kan gibi her seferinde içlerinde kalmış nefreti suratıma kusuyorlar.

Pişmanlık denen kavramın ne anlama geldiğini hala öğrenemeyen ben, korkularımdan karanlığın asaletini unutur oldum, oysa siyah en sevdiğim renkti.

Nefes alışları ürkütüyor, geceleri bağıran baykuşlardan farksız, tükendiğimi gördükçe daha da yaklaşıyorlar, kendimi kaybediyorum.

Yansımamın aksedildiği bıçağa bakıyorum. Sesler artık ölümüme sebep olacak. Kulaklarımı tıkıyorum, faydasız. Göbek deliğimden bağırsaklarım akacakmış gibi hissediyorum. Yardım edecek birileri olsa ne olurdu diye de merak ediyorum. Bu kadar caniliğin arasında çığlıklara karışırdı onlar da. Kulağımı tutuyorum. Metalin kıkırdağa sürtme sesi ve kesilme sesini diğer kulağımda bile hissederken kesilen kulağımdaki acının etkisiyle çığlıklarımı dolduruyorum odaya diğerlerinin çığlıkları yok olana kadar. Saklanmışlar kuytu köşeye, hamam böceklerinden farksızlar. Daha neler yapabileceğimin farkına varmadıklarından gidip gidip geliyorlar beynime. Uğrak noktalarından biri seçilmiş gibi beynim, sulanmaya yüz tutmuş, kendi ağırlığını taşımayan kafamın içinde sıkışmış gibi patlamaya hazır bekliyor.

Bedenimden süzülen yapışkan kana baktıkça öldürdüğüm bedenlerin ten renkleri geliyor aklıma. Ve tenlerinde kanın ulaşılması güç renkleri. Sussalar, nefeslerine bile karışırdı çığlıklarım. Diğer kulağımı da kesiyorum. Tüm sesler matlaşıyor. Yerimden kalkıyorum. Elimden düşen bıçağın zemine çarpma sesi gibi bir şey duymuyorum, adımlarımın sesini, kalbimi duyamıyorum. Ortalıkta boşlukta gibi hissediyorum kendimi. Boynumdan şah damarımın üzerinde kan toplanmış, her kalp atışımda inip inip kalkıyor.

Aynanın karşısında bedenimi ve bedenimi bulayan kanın ritmine bakıyorum. Uyum içinde kıvrılan yolcukları görüyorum. Yavaş yavaş ayak bileklerime ulaşan kanın ahengiyle kendimden geçiyorum. Uzaklarda bir şeyler var. Bana yaklaştıklarını hissediyorum. Duymaya çalışıyorum ama olmuyor. Her denememde sanki daha çok kanıyor hissene kapılıyorum. Vaktin uzamasını yaşıyorum âdete ve kendi ölümümü izliyorum aynanın karşısında. Tam öbür tarafta soluk benizli uzun saçlı insanları görüyorum. Boyunlarından aşağıya süzülen kan ilk günkünden farksız. Aynı kırmızılık, aynı parlaklık ve aynı akışkanlık. Beynimin duraklamasından öte bir şey.

Uzun tırnaklı ellerini uzatıyorlar bana doğru. Acınacak gibi bir halim varmış gibi yüzümü okşuyorlar. Kulaklarımdan akan kanı suratıma bulaştırıyorlar. Bilmeden, şefkat denen kavramı azıcık da olsa alabiliyorum. Parmaklarını kulak boşluğumdan içeri soktuklarında dayanılmaz bir acıyla çığlık atıyorum ama nafile. Her denememde farklı bir barikat geçiyormuş gibi karşıma, sesin beni tek ettiğini anlıyorum. Beni aynanın diğer tarafına çekiyorlar.

Ben, hiç olmadığım kadar benim. Farksızım. Ölüyüm. 


fotoğraf buradan.
paylaş:

kalmak için fesleğen


Bir tür fesleğen manyaklığından öte gidemiyor hayatımız. Boşa geçirilen onca vakitten sonra elde tutulur bir şeylerin olmayışı kaderimizi seçemememizden kaynaklanıyor belki. Kimi valizini toplayıp gitmek istiyor buralardan, kimi kendine inat sıcaklarla yüzleşmek. Harcanan yarınların doygunluğunda dünden kısa zamanların yok oluşu, beynimizi yiyip bitiren dertlerin başta geleni.
Dertler var, evet. Fesleğene dokunan kırmızı ojeli tırnakların sahipleri eller var bir de. Korkup da yüzüne bile bakamadığım bir kız, önümde oturan. Sağ bacağını sol bacağının üzerine atmış, beyaz tenli, hayatından vazgeçmiş. Dışlanmış duygularına yenik, bir ömür bulutlu bakışlara sahip.
Oturmuşum balkonlardan birine, o ağacın nasıl bu kadar yaprağa sahip olduğunu düşünüyorum. Tek dert bu şu an. Aklımdan gerisini atıverdim, sanki bir an sonra geri gelmeyeceklermiş gibi. Aylar önce kupkuruydu, bahara yenik düşenlerden biri o da.
Yüzüne baksam dudaklarında narçiçeği renginde ruj olacak muhtemelen ve lekeli bir izmarit bulunacak siyah renkli porselen tablanın içinde. Gözleri milyonlarca yeşil yaprağa inat gene yeşil olacak. Korkmadan bakabilsem suratına yanındaki sandalyeyi itip oturmamı söyleyecek. Tahtanın üzerine düşen kemik zarların çıkardığı sesle havada süzülerek ve kafamdaki bütün dertleri hatırlayarak oturacağım yanına. Koyu bir sohbet başlayacak anlamadan, gideceğini söyleyecek, bu hayattan kaçmak istediğini ve çoğu zaman da sustuğunu. Ben, neden bu kadar sessiz kaldığını soracağım, bir tane sigara yakacak ve ciğerlerini dumanla doldururken dudaklarının girdiği şekle bakacağım. Gelecek zamanlarda hikâyelere karışacağız, zaman su gibi akıp gidecek tortuları toplayarak. Ellerindeki fesleğen kokusunu bile duyacağım uzaklardan.
Hep geriye ittiğimiz hayatımızdan uzaklaşma ihtimalimizi sorguluyorum, yüzünü bile görmediğim birine bakarak. İncecik parmaklarını fesleğene daldırırken bir gülümseme yerleşiyor suratıma. Elinden tutup Karanfil Sokak’ında insanlara çarparak koşasım geliyor. Mutluluğumu keşfediyorum o an. Küçücük oluşlarla, kırıntı kadar yer ettiğim şu dünyada, kocaman dertlerimi unutup, sadece kendi varlığımın değerini anlayarak gülümseyebildiğimin farkına varıyorum.
Ben de gitmek istiyorum, korkumu yenip yanına otursam muhtemelen o da isteyecek. Gitmek. Bırakmanın, vazgeçmenin, yenilginin diğer adı oluveriyor düşününce. Ve bir de dalga geçen bakışlar var yüzüme doğru hareket etmeyi bekleyen. Elimle siper ediyorum. Acınacak halim yok. Oturmuşum balkonun birine, o ağacın nasıl bu kadar yeşillenebildiğini düşünüyorum. Küçücük hayaller kurmak acınacak bir durumsa gelin atın beni balkondan uçabildiğimi göstereyim. Ölebilirim, aksini iddia etmiyorum. Söyleyeceğim şu ki, ben gitmeden de mutlu olabiliyorum, siz kendi derdinize yanın.
paylaş:

gitmek


Çok çok uzun süredir istememiştim bunu... Telefonumu bile yanıma almadan, 2 tişört, 1 şort, her ihtimale karşı yanına bir bikini, birkaç yedek iç çamaşırı bir de diş fırçamdan oluşan bir çantayı sırtıma atıp koşarak gitmek bildiğim, tanıdığım yerlerden. Daha önce hiç görmediğim sokaklar görmek, gördüğüm yeni yüzleri ise hatırlamayı bırak algılamaya tenezzül etmediğim bir yerlerde gezinmekti istediğim. Nasıl göründüğümü de umursamadan sadece öyle zamanın geçmesini beklemek tanımadığım yerlerde. Tek kişilik yemeğimi hazırlamak için marketten aldıklarımla eve dönerken farkında olmadan düşündüğüm şey buydu.
Deniz görmek istemiştim biraz, biraz yalnız kalmak. Daha önce hiç karşılaşmadığım manzaralarla karşılaşmak ki eskilere aklım gitmesin. Geçmişim olmasın, hatırlamayayım hatırlanmaması gereken zamanları. Bütün sorumluluklarımı unutayım, uzak olayım her şeyden. Tek bağım sırt çantam, önemsediğim tek şey dayanamadığım güneşi uzakta tutan gözlüğüm olsun bir de kendimi dış dünyadan soyutlamamın vazgeçilmez parçası olan müzik çalarım.
Uyandığım saat, uyuduğum saat, yediğim yemek kimsenin umurunda olmasın. Bıraksınlar beni tek başıma kalayım, görünmez olayım, görmesinler… Ve sen, özellikle sen, hiç var olmamışsın gibi olsun. Ben hiç inanmamış olayım, tekrar “bu sefer farklı” demeyeyim, hadi dedim inanmayayım buna! Öğreneyim artık hiçbir zaman farklı olmaz, bütün hikâyeler birbirine benzer. Her hikâyenin sonu tahmin edilebilir, bazı hikâyeleri çok sevmemiz anlatıcıdan kaynaklanır hikâyenin kendisinden ya da farkından değil. Hepsi aynı biter, hadi biri farklı diyelim, farklı olsa da biter…
Seni seviyormuşum… Bırak seveyim, ne fark eder ki? Sen beni seviyormuşsun, sev, ne fark eder ki? Bitmeyecek miyiz? Sona koşar adımlarla yaklaşmıyor muyuz? Göze aldıklarımızı değil, alamadıklarımızı hatırlatıp durmuyor muyuz birbirimize? Hani der ya Nazım, en güzel söz henüz söylemediğimdir diye, biz de ah ne güzel ne romantik deriz… Değil efendim, güzel de değil romantik de değil! Şair bayrağa seslenmiş sanki, hepimiz “Okuduğumuzu Anladık mı?” kısmındaki soruyu aynı cevaplamalıymışız gibi aynı sonuca varmışız aynı şiirden… Hiçbir yapılan hiçbir söylenen yeterli değil ilerde daha fazlasını yapacağın için beklentimi yükselttikçe yükselteceğim ve eninde sonunda bana yetmeyeceksin mutsuz olacağım demek bu! Hep daha iyisi olacağına inanacağız çünkü. Romantik değil yani, güzel de değil. Hem terk etmedi mi Piraye’yi… Ellerinde bir tek tahta bavulda saklanan mektuplar kaldı.
Üstelik denizi de seviyorum ben ama Ankara’da yaşıyorum. Yani sevmek değiştirmiyor olacakları bazen. Küçüklüğünü bandırma sahillerinde her gün deniz kıyısında geçirmiş olan ben nasıl Ankara’da deniz olmadan yaşayabiliyorsam sensiz de yaşayabilirim. Kaçıp gidebilirim, tek bir sırt çantasıyla. Anneme bile haber vermeden kendimi hiç tanımadığım bir şehirde bulabilirim. Hafızamı kaybettiğimi iddia edebilirim kolaylıkla… Ama dur, önce eve gidip yemek yiyeyim tek başıma, sonra kardeşim gelecek merak etmesinler beni, sonra giderim. Hem belki arayacaksın beni birkaç gün sonra, telefonumu yanımdan ayırmamalıyım, belki her şeyi anladığını söyleyeceksin, mutlu olacağız tekrar.
Gitmek mi diyordum ben? Ben mi bahsediyordum gitmekten! Sesinizi duyar gibiyim: “Sen mi gideceksin, her şeyi bırakıp gideceksin üstelik? Dön ve aynaya bak! Kabullen sen bir korkaksın, gidemezsin…” Evet, böyle dediğinizi duyar gibiyim. Savunmamı mı bekliyorsunuz? Söyleyecek şeyim yok, ben artık susmayı öğrendim. Susmayı ve çekip gitmeyi…




paylaş: