J'ai tué ma mère (2009)

I Killed My Mother.
Yönetmen: Xavier Dolan
Senaryo: Xavier Dolan
Oyuncular: Xavier Dolan, Anne Dorval, François Ardaud, Niels Schneider
Tür: Biyografi | Dram
Yıl: 2009
Süre: 96 dak.
Ülke: Kanada
Dil: Fransızca

Birtakım ruhsal dengesizlikler yaşayan, yaptığı işte başarısızlığa tahammül edemeyen, aslında kendiyle savaş verip her geçen gün bunu eline yüzüne bulaştıran ama yaptığını dışarıya vurmaktan çekinen, bilincini kontrol etmekte güçlük çeken hatta zaman zaman bu kontrolünün nelere mal olabileceğinin bile farkında olmayan manik depresif bir anne karakteri ile ailesinin yıllar önce geçimsizlik sebebiyle ayrılmasıyla dağılmış, çoğu zaman babasız yaşamış, git gide psikolojisi bozulan, dış dünya ile arasındaki bağları koparmaya çalışan, eşcinselliği ile kimi zaman etrafından tepkiler alan ve cinsel yönelimini annesine henüz dile getirmemiş, yaşadıkları yüzünden mantığını her geçen dakika kaybeden çaresiz, çaresiz olduğu kadar hayata tutunmaya da çalışan bir ergenin hayat mücadelesini, aralarındaki ilişkiyi/ilişkisizliği anlatan bir Xavier Dolan filmi olan J’ai tué ma mère (Annemi Öldürdüm), yarı otobiyografik bir hikâye.

Anne karakterinin sorunu aslında tümüyle kendi kontrolü ve çocuğuna karşı gösterdiği tavırdan kaynaklanırken, çocuğun yaşadıkları ise hem annesinin ona karşı gösterdiği tutum hem de duygularıyla oynanması, ev içerisindeki kavgaların bitmek bilmemesine neden olanlardan birkaçı.
Üstelik aralarındaki bu anlaşmazlık en başından beri bu şekilde değil, küçükken çok iyi anlaştıklarından bahsediyor örneğin genç çocuk, hatta onu sevdiğini bile söylüyor ama acı olan onu herkesten korumak istemesine rağmen onun oğlu olamayacağını söylemesi. Ve ekliyor, annesinden daha çok sevdiği yüzlerce kişiyi bir çırpıda sayabileceğini söylüyor.
Annesine zarar vermek istemiyor, kavga anlarında sinirlendiğinde annesinin aksine kendini kontrol etmesini çok iyi biliyor, üstelik kafasından geçenleri saniye saniye izleyip bunları yapmadığı için ona teşekkür ediyoruz. Hâlbuki filmin en başlarında tarafımızı anneden yana kullanırken durumun ciddiyeti de saçma sapan olaylar yüzünden çocuğa karşı gösterilen davranışlarla anlaşılıyor. Belirtiyor bunu, herkesin oğlu olabileceğinden bahsediyor ama onun oğlu değil.

Ona karşı olan hislerini banyoya geçip el kamerasına kaydettiği konuşmalardan anlıyoruz. Annesi ile arasındaki bağ ise yatılı okula kayıt edilmesi ve daha daha önemlisi cinsel kimliğinin başkası tarafından anne karakterine söylenmesiyle kopuyor. Ve en başından beri belli de olsa çocuk annesini kafasında öldürüyor. Onu anne olarak görmekten çok ölü olmasını tercih ediyor.
Yaşadığı buhranı unutturanlar ise erkek arkadaşı, tuvale vurulan fırça darbeleri ve satır satır karaladıkları. Duygusal yönüyle de tamamıyla başarılı diyebileceğimiz bir film olmasının yanında görsel açıdan da doyumu sağlıyor.
Müzik seçimleriyle de olayın bütünüyle farkına varmamızı ve içten içe anlatılanları yaşamamızı sağlıyor. Örneğin tek başına oturduğu otobüsün en arka koltuğunda şehrin ışıklarını geride bırakırken dinlediğimiz piyano adeta ruhumuza dokunurken, erkek vücudunun sevişme anındaki çekiciliğini gözler önüne seren Noir Desir ile çok başka hislerin oluşmasını sağlıyor.
16-17 yalında kendi ergenliğini canlandırdığı 19 yaşındaki Xavier Dolan kendi yazıp yönettiği bu ilk uzun metrajlı filmiyle yüksek mertebeli festivallerde ayakta alkışlanıp elleri ödüllerle sahneden iniyor.
Ayrıca yönetmenin ikinci filmi olan Les Amours Imaginaires’ı da oldukça başarılı bulduğumuzu belirtmek isteriz.

paylaş:

birileri



Suskunluğumuzun nedenini aramaktan usanıp, sadece kalp atışlarımızın bize demek istediğini anladıktan sonra sokak aralarında kaybolan hayatlarımız, kibrit çöpüne tutunmaya çalışan hayallerimizin peşinden koştuğumuzda belki, belki ta uzaklarda olduğuna inandığımız benliğimizin aslında küçüklükte yaşadığımız diş ağrısına benzer acılar içinde tam da yanı başımızda olduğunun farkında olduğumuzda dank ediyor aklımıza, küçük, ufacık, haritada yer etmeye çalışan bedenimiz, durmadan dönen dünyanın hızını değiştirmeye yönelik savları gerçeğe dönüştürebilmek için çırpınmaktan öteye gidememiş, bu bizim hayatımız. En tatlısının üzerine konulan fesleğen yaprağının fırında buruştuğunu gördüğümüz gibi kendi ruhumuzun yorgan altlarında kıvrılışı gibi her an, her gün batımında susuzluğumuzu giderdiğimiz dudaklarda arayışımız da bundan hep. Derinlerine ulaştıkça ayak parmaklarımızı görmekten çok bastığımız kaldırımın altında ezilen dünyanın tam da orta yerinde olmadığımız gerçeği bu.
Hep çimenlerde yürümek isteyip, hep soluklanmanın derdine düştüğümüz için belki bu arayışlarımız, kırmızının dudağa çok yakışması, upuzun saçların zaman geçtikçe yere değme çabası, biraz çekingenlik, biraz umut, biraz kıskançlık, biraz nefes alış, bir an boğuluyorum hissi, sonrasında debeleniş ve pastel tonların yenikliği, hep en saçması, hep en karamsarı, terk edilişlere anlamlar yükleme ve sürekli uzaklara kaçan bakışlar.
Mutluluğu hep en ulaşılmazda aramaktan başımıza gelmeyen dertler için kendimizi sürdüğümüz masada elimizde tuttuğumuz kartların hiçbir halta yaramayacağını bildiğimiz halde yine de geri çekilmeyip bahisleri yükseltmek, kaybedecek bir varlığımız kalmadığı için kendimizden başka bunun huzuruyla blöf yaptığımızı anlamasınlar isteği, gülümseyişler.
Hâlâ bitmek bilmeyen değer verişimiz, damlalar, lıkır lıkır yudumlanan alkolün bize kazandırdıkları, biraz cesaret, ön yargıların yıkılışı yavaş yavaş, unutmak için yakılan her sigaranın delirmekten bizi bir adım uzaklaştırması bu, sohbet arasında hiçbir konuşmanın anlaşılamaması, yanında oturanın söylediklerine odaklanman, takdir etmen, düşlere dalman. Biraz ötendeki varlığa duyduğun hislerin nedensiz kabarışı, olmaması gereken, mantığa uymayan hecelerin bir araya gelip sürekli hâkimiyet sağlaması, kafamızın kurcalanması, yarını düşünmeyişimiz, düşleyemeyişimiz.
Yanıp sönen spotların altında salınmanın aslında hayatı daha yavaşlattığı gerçeği bu ifade edilenler, gördüklerimizin yarı yarıya azaldığında boşluğu bizim hissettiklerimizle doldurmaya çabalamamız, buz ve ter.
Biz kendimizi hep yaşlı hissederken birileri hâlâ genç, hiç olmadığı kadar güzel.

(Görsel buradan alınmıştır)


paylaş:

les amours imaginaires (2010)


Heartbeats.
Yönetmen: Xavier Dolan
Senaryor: Xavier Dolan
Oyuncular: Xavier Dolan, Monia Chokri, Niels Schneider
Tür: Dram | Romantik
Yıl: 2012
Süre: 95 dak.
Ülke: Kanada
Dil: Fransızca, İngilizce


Çoğu kişinin başlangıç olarak seçtiği “aşk üçgeni” içerikli cümlelerden çok daha fazlası olduğunu düşündüğüm bir film Les Amours Imaginaires, yine çoğu kişinin yönetmeni hakkında haklı olarak 89 doğumlu Xavier Dolan’ın ikinci filmi olarak söylemelerini de destekliyorum. Neticede, evet 89 doğumlu birinin yazıp, oynayıp, çektiği bir film bu.
Tartışılması gereken aslında pek bir mevzu yok, olanlar ise orijinalliğin az, doğal olarak daha önceden çekilmiş filmlere benzer işler ortaya konulması yönünde. Orijinallik hakkında söylenecek çok söz de yok, günümüzde ortaya ne kadar kendine has, yapılmamış bir eser konulabilir ki, olması gereken ise bana göre bu alınanların üzerine başkalarını ve kendinden verdiklerini koyarak ileriye götürme meselesi ki ucu tartışmaya açık olsa da benim görüşüm Xavier Dolan’ın bu işi çok da iyi yaptığı. Tabii yaşının getirdikleriyle en azında geleceğini garantiye almaktan çok zamanı geldiğinde kendi koltuğunu sağlam bir yere oturtabilmek için çalışmayı/okumayı/gözlemlemeyi bırakmamalı. Burada da oluşturduğu tarz için özgünlük tartışması gözler önüne seriliyor. Özgünlük hakkında da belki söylenecek hiçbir şey yok ama öğrenilmişlik kavramının yer ettiğini belirtmeden edemeyeceğim. Zira şimdiye kadar yapılanları geçelim bu film için “özgün” ifadesini kullanmak çok pozitif bir yaklaşım olsa bile bundan sonra ortaya konulacak işlerin özgün olmayacağını da göstermiyor. Üstelik dersini iyi çalışıp sınavda başarılı olmaktan çok farklı bir olgu olan sinema adına en azından çoğu kişiye göre unutulan “farklı bakış açısı”nı kotarması yönüyle bile takdir edilmesi gerekir.

Filmde asıl izlediğimiz konu, o herkesin söylemekten mutluluk duyduğu “aşk üçgen”inden çok, homoseksüel bir erkek ile heteroseksüel bir kadının aralarına aldıkları bir erkeği, yüceltip, putlaştırıp, üzerinden yarışa girmesi yahut bir nevi kedi-fare olayını yaşamaları. Basit bir mantıkla iki kişinin tek bir kişiye aşık olması ve o tek kişinin diğer iki kişiye ilgi göstermesinden yola çıkılarak söylenen üçgen muhabbetinin bu film için söylenmesi, ciddi anlamda hakaret olarak görülmeli. Pençeleri arasına sıkıştırdıkları fareyi öldürmek yerine, onunla oyunlar oynayıp sonunda ona bağlılıklarını gösterip, farenin kendilerine gülüp geçmesi, karşılıksız aşkı suratlarına tokat gibi vurmasından, kendilerini bitap hissedip hayatta kaybettikleri için bir çizgi daha atmalarıyla aslında aralarında olan rekabetten ekşi bir tat alarak hayatlarını sürdürmeleri üzerine, üstelik ara sıra bu yemeğin üstüne çok başka kişilerle vücutlarını paylaşarak tatlı bir hüzün sağlayıp, kendilerini boş vermişliğe vurmaları izlediğimiz. Üstelik bunu seyrederken soluk alışlarını hisseder gibi, kalplerinden pompalanan kanın nerelerden geçip nerelerde durakladığını hissederek gerçekleştiriyoruz.


Olaydan tamamıyla bağımsız, daha doğru bir şekilde ifade edilirse direkt olarak ana konuyla bağlantılı olarak görünmeyen ama neticede ana karakterlerin hissettiklerine benzer aşk acıları yaşamış kişilerin diyaloglarını dinlediğimiz sahnelerin aralara serpiştirilmesi de iyi düşünülmüş. Üstelik bu diyaloglarda dinleyen taraf seyirci ve tutumumuz sadece anlamış gibi yapıp kafamızı sallamak. Biraz üzerine düşündüğümüzde aslında herkesin yaşadıklarından birer kuple var anlatılanlarda.
Diyalogların birinde beklemekten bahsediyor örneğin, ilk gelen biz olduğumuzda ilk birkaç dakika gecikmede suçu kendi üzerimize atıp zaman ve mekanı karıştırmış olabileceğimizden, dakikalar ilerledikçe bu kez geç gelen üzerinden senaryolar yazıp geldiğinde söyleyeceğimiz “bir çift laf”ı tartıp biçtiğimizden ve bilmem kaç dakika gecikmeden sonra gelmesi ve bizim ona hala aşık olmamız ve trafik gibi genel/olağan bir nedeni öğrenir öğrenmez kendi zayıflığımızın farkına vara vara onu affetmemizden bahsediyor. Reddedilmekten bahsediyor biri, zor olduğundan, giyotin benzetmesi bile yapıyor, kafanın ağır ağır kopmasına benzetiyor reddedilişleri ve biz her anlatılandan sonra geçmişinizi düşünmeye, gözlerimizin hafiften flulaştığını fark edip aslında demek istediklerimizin kendimize söyleniyor olduğunu görüyorsunuz. Yine ne mi değişiyor, hiçbir şey, biz kendimize kendi yaşadıklarımızı anlatıyoruz, anlamış gibi davranıp çaresizce kafamızı sallıyoruz.

Yaşananların görsel açıdan izlediğimiz asıl karakterlerimizin davranışları ve kendi aralarındaki yarışlarıyla birbirlerine girmeleri ve gülen tarafın ağlarına düşürdükleri kişi olduğunu fark etmeleri ise hislerin uyanmasındaki en büyük etkenlerden. Acı görmek istiyoruz, aynı kendi acılarımızı ve bütün çıplaklığıyla görüyoruz da.
Filmin unutulmayacak sahneleri tabii ki müziklerin eşlik ettiği kareler. Her şarkının yeniden şekillenmesi yönetmenin yeni bir klip çekmesine benzeyen ve ruh haliyle kasvetli havanın birleşmesinde tümüyle yardımcı olan bu müziklerin kullanılması ve görselliğin en üst safhaya çıkması da filmi “iyi” yapan diğer özellik bana göre. Bang Bang çalarken örneğin adeta Davut olarak gördükleri kişiyle buluşmak için giderken hissettikleri heyecanı, Pass This On başladığında aralarındaki çekişmenin kuvvetini ve birbirlerine saldırmalarını, Keep the Streets Empty for Me başladığında ise artık tüm şiddetiyle oluşan kavgayı ve aşık oldukları adamın bu durum karşısında eğlenmesiyle ona karşı gösterdiğimiz kendi nefretimizi seyrediyoruz.
Ağır ağır ilerleyen sahnelerin, aşık olunan kişinin yanına gelindiğinde kalp atışlarının arması gibi bir anda hızlanmasıyla reddedilişleri izlediğimiz sahnelerde yine karanlığa gömülür gibi her şeyin durağanlaşması mükemmel karelerden birkaçı. Her ne kadar Wong Kar Wai’yi hatta daha spesifik bir örnek vermek gerekirse In the Mood for Love’ı anımsasak da Xavier Dolan öğrendiğini kendi bakış açısıyla çok iyi dile getirmiş, bize de hem görsel hem de dinleti açısından tarifi bulunmaz bir işi alkışlamak kalıyor.
Hele hele sigara için söylenen sözler, portakal ve mandalina renkleri için yapılan tarif filmi taçlandırmak için son noktaya gelmemize sebebiyet veriyor.
Bu yüzden filmi şiddetle tavsiye ediyoruz. 

paylaş:

the dreamgazer / rüyagezer'in günlüğü

Rüyagezer'in Günlüğü 2010 Ekim'inde çekimleri yapılmış ve 2011 Haziran'ında son halini almış bir kısa filmdir. 25 kişilik bir ekibin çalıştığı kısa filmin çekimleri için 4 gün içinde, 11 ayrı mekan kullanılmıştır. Tüm çekimler Ankara'da yapılmıştır.

paylaş:

elif şafak'ın toplum üzerindeki etkileri


Böyle bir ortama nasıl düşmüştüm? Ben böyle bir insan değildim. Benim şuanda evimde olup Arka Sokaklar’ın 6 yıldır bitmeyen özetlerini izliyor olmam gerekiyordu.
  Ama burada, bir terasta, 3 tane kıllı göbekli erkeğin ve 4 tane kadının arasında bitmek bilmez bir edebiyat tartışmasının içerisindeydim. Herkese sırayla ‘’ en son okuduğunuz kitap nedir? En sevdiğiniz yazar kimdir?’’ soruları soruluyordu. Konuşmalarda ‘’r’’ harfi hep vurgulanıyordu. Sorunun bana gelmesine 4 kişi vardı…
  ‘’Bukowski ile Elif Şafak arasında kaldım aslındaaa. Bukowski de iyi Elif de iyi. Iııııı bilemiyorum yaaa. Ama Elif Şafak diyecem ben’’ cevabını veren Aslı adındaki kadının ağzına kürekle vurmak istiyordum. Etrafa bir göz attım ama bir kürek bulamadım. Dayanamayıp sandalyeyi geri ittim ve ‘’sizin ananız babanız yok mu ulaaannn’’  diye bağırıp ortamı terk ettim. En azından kafamdan bir kurgu yaratıp terk etmiştim. 3 kişi kalmıştı…
   Sıra Pelin’e gelmişti. ‘’ Ben aslında Oğuz Atay’ın kitaplarını hiç sevmedim. Zaten 25. Sayfadan sonra sıkmıştı. Bana göre değiller. Ben daha çok Elif Şafak’ı beğeniyorum. Benimde oyum Elif’e’’ dedi Pelin. Demeseydi iyiydi. Bu sefer kendimi tutamayıp Pelin’i boğmaya kalkıştım. ‘’ Çık bu bedenin içinden şeytan karıııı! Çık bu bedenden Eliffff. Kitaplarını da al bu kadının beyninde çık gitttt. Pelin ev hanımı olacak. Tek derdi ‘ akşama ne yemek yapacam’ olacak. Çıkkkkkkk’’ diye bir kurgu yaratmıştım beynimde bu sefer… 2 kişi kalmıştı….
   Sırada Osman vardı. 50 yaşındaydı Osman abi. Göbeği plates topu kadardı. Uzaktan görseniz Osman abi’yi döner tezgâhında döner kesen adam sanırsınız. Aykırı giyim tarzı vardı. Ve edebiyat tutkunu olduğunu gözümüze sokmak için boynuna asılı olan şalı vardı. Evet, bir şalı vardı. Osman da cevapladı.
  ‘’Cemal Süreya ile Elif Şafak bir tutulur mu bilmiyorum ama…’’ Osman’ın ağzından çıkan laf ile benim kulağımın duyduğunun bir olmadığına inandım. İnanmak istedim. Bu kadarı fazlaydı. Yinede dinlemeye devam ettim. ‘’…Elif Şafak’ın yazılarında kendimi buluyorum ben’’ diye tamamladı sözünü. Sandalyemi geriye itip Osman’dan ayağa kalkmasını rica ettim. Kalktı ayağa. Göbeği eski bir dostmuş gibi sarıldım kocaman göbeğine. ‘’ Neden Osman abiii nedennnn. Ben seninle pilav üstü döner yemenin hayallerini kuruyordum. Sen bana askerlik anılarını anlatacaktın yemeklerimizi yerken. Dönerin parasını ödemek için birbirimizle yarışacaktıkkkk. Sonra sen parayı bana kitleyecektin. Ama ben seni yinede çok sevecektim. Neden Osman abiii. Nedennnn?’’ diye bağırıp ayağa kalktım. Bir adım geri atıp koca göbeğine uçan bir tekme atmıştım. Lakin göbeği bir koruma kaklını gibi beni geri savuşturmuş, Elif severlerin arasında bulmuştum yine kendimi. Kurgumu yine başarılı bulmuştum… 1 kişi kaldıydı…
  Sıra Ayşe’ye gelmişti. O konuşurken bir anda üzerime bir ağırlık çökmüştü. Gözlerim kapanıp kapanıp açılıyordu. Kapanıp kapanıp açılıyordu. Kapanıp kapanım kapandı sonunda.
  Bir kitap evinde bulmuştum kendimi uyandığımda. Rafların arasında koşan bir kız ‘’ beni yakalayamazsın çünkü ben Usain Bolt’un akrabasıyım’’ diye inliyordu. Onu kovalamak aptalcaydı. Bunun yerine raflardaki kitapların gizemli dünyasına bırakmıştım kendimi. Raflardan birine elimi attım Tutunamayanlar geldi eline. Sonra İntibah. Sonra Yüzyıllık Yalnızlık. Hayvan Çiftliği. Kürk Mantolu Madonna. Aylak Adam. Nietzsche Ağladığında. 10 Küçük Zenci. Tehlikeli Oyunlar… Kitapların hepsini alıp kasaya koştum. Hepsinden 3’er tane satın aldım. Para ödemedim. Kasadaki adama, avucumun içini öpüp ona doğru üfleyerek sevgilerimi yollamıştım. Adam üflediğim öpücüğü havada kapıp yedi…
  Hemen dışarıya çıkıp edebiyat tartışmalarının yapıldığı yere doğru koştum. Elimde 25 kilo kitap vardı. Sokaklarda bilgisayar kasası ile dolaşan insanlara benzemiştim. Yolda yorulunca biraz dinlemek için kaldırımda oturduydum. Birkaç dakika sonra sokağın başındaki zabıtalar beni işaret ederek ‘’kaçma gel buraya seyyar satıcııı’’ diye bağırmaya başladılar. 5 göbekli ve beyaz saçlı adam tarafından kovalanıyordum. 2. sınıf bir filmin tecavüz sahnelerinde bile bu kadar atraksiyon olmazdı. Hemen kitaplarımı alıp edebiyat tartışmalarının yapıldığı binaya girdim. Nefes nefese kaldıydım. Birden dış kapı aralandı ve bir zabıta kafası içeriye girdi. Tutunamayanlar’ı elime alıp ‘’ Affffet beni Oğuz abiiii’’ diye bağırarak adamın göbeğine bir darbe indirmiştim. Hayati organına yediği darbe onu yere yığmıştı. Merdivenleri hızlıca çıkarak bizim terasa ulaştım sonunda. Kitapları masaya koyarak, Elif Şafak sevenlerin hepsini yanıma çağırdım.  Yanıma geldiklerinde suratlarına tükürmüş biraz da Tutunamayanlar ile tokatladıktan sonra bu kitapları okumalarını söylemiştim…
   Uyandığımda herkes etrafımdaydı. Birisi ferahlamam için Elif Şafak’ın Aşk romanının pembe kapaklısını suratıma doğru firili firili diye sallıyordu. ‘’ Emre iyi misin Emre? Bir an bayıldın…’’ soruları duymazlıktan gelip ‘’ Ayşe ne cevap verdi’’ diye bağırdım. Ayşe bana bakıp ‘’ Cemal Süreya dedim ben ama. Sen iyi misin onu söyle’’ diye sordu. ‘’Çok iyiyim. Çok. Acayip iyiyim.’’ dedim. ‘’ Eee senin cevabın ney?’’ diye sorduklarında ‘’ Umut Sarıkya ‘’ dedim.
   Ayşe’nin yanına gidip ‘’Kahve içelim mi? Cemal Süreya hakkında konuşuruz hem’’ dediydim.  ‘’Türk kahvesi?’’diye sordu. ‘’Tabii. Hem de benim balkonumda. Firil Firil rüzgâr esiyor orada.’’ dediydim ben de.


(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş:

eating out (2004)


Yönetmen: Q. Allan Brocka
Senaryo: Q. Allan Brocka
Oyuncular: Rebekah Kochan, Scott Lunsford, Jim Verraros, Ryan Carnes, Emily Brooke Hands
Tür: Dram, Komedi, Romantik
Yıl: 2004
Süre: 90 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce


Hoşlanılan kızın gaylerle olan yakın ilişkisini öğrenip sırf o kıza daha yakın olabilmek için gay olduğunu iddia eden bir gencin, sonrasında gay taklidi yapmaya karar vermesiyle başına gelen belaları konu edinen film, aslında yüksek beklentilerle izlenmediği takdirde keyifli vakit geçirmek için iyi bir tercih olarak gösterilebilir.
Caleb, bahsi geçen erkek, Tiffani adında takıldığı bir kız olmasına rağmen parti esnasında Gwen’i görünce ona yamanmaya çalışsa da başarılı olamaz. Tabii bunda Gwen’in o gece terk edilişin de etkisi yok değil, ardından Caleb’in gay ev arkadaşı Kyle, Gwen’in gaylere karşı olan sempatisini Caleb’e söyleyince akıllarına gay olma planı gelir ve bu şekilde macera başlamış olur. Bunun yanında partide bulunan ve Gwen’in yakın arkadaşı Marc’da ortaya çıkıverir. Marc Caleb’i görünce içinde hareketlenme hisseder, Caleb’in gay olduğunu duyunca da bu hareketlenme giderek artar, bunun yanında Caleb’in ev arkadaşı Kyle da Marc’a aşıktır. İş böyle olunca Caleb nasıl bir oyunun içinde olduğunun farkına varır.

Başlangıcından sonuna kadar güldürmeyi başaran film, en başta dediğimiz gibi beklenti içerisinde olmadan izlenirse keyif verici oluyor ama bundan çok da fazlası yok. Esrarengiz bir konu, aman aman görsel efektler, muhteşem müzikler beklemeyin, hatta sıradan bir film olarak bile nitelendirilebilir ama izlendiğinde vakit kaybı olmadığı rahatlıkla görülebilir.
Bunun yanında Eating Out’un devam filmlerinin de olduğunu söylemek lazım. 
Kadınların en iyi arkadaşları gay erkeklerdir fikrinden doğan bir film, komik ve izlemeye değer. İşin içine aile de karışınca daha da beter oluyor.
İyi seyirler.
paylaş:

bukowski: yalnızlık



Hiç yalnız hissetmedim kendimi.

Bir odada tek başıma kaldım, intiharın eşiğinde. Kendimi çok kötü hissettiğim oldu, ama hiçbir zaman birinin odaya girip kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacağını düşünmedim? ya da birkaç kişinin.

Başka bir deyişle, yalnızlık beni hiçbir zaman rahatsız etmemiştir, çünkü yalnız kalmaya doyamam.

Ben kendimi insan dolu bir odada ya da tezahürat yapan seyircilerle dolu bir tribünde en yalnız hissederim.

Ibsen’den bir alıntı yapacağım: “En güçlü insanlar genellikle yalnızdır.” Hiçbir zaman içimden, “şuh bir sarışın içeri girince kendimi daha iyi hissedeceğim,” diye geçirmedim. Hayır, onun hiçbir yararı olmaz. İnsanları bilirsin, “Hey, Cuma akşamı, ne yapacağız? Burda kös kös oturacak mıyız?” Evet, kesinlikle. Çünkü yok dışarıda bir şey.Aptallık sadece.

Aptal insanlarla fingirdeyen aptal insanlar. Geceye koşa koşa çıkmak gibi bir ihtiyaç içinde olmadım hiçbir zaman. Barlarda gizlendim, çünkü fabrikalarda gizlenmek istemiyordum. Hepsi bu. Milyonlarca insan adına özür dilerim, ama ben kendimi hiçbir zaman yalnız hissetmedim. Kendimden hoşnutum.

Bildiğim en iyi eğlence kendimim. Biraz daha şarap içelim!

Interview, Eylül 1987

(EdebiyatHaber aracılığı ile)
paylaş:

en iyi 50 eşcinsel temalı film



TotalFilm’e göre tüm zamanların en görkemli, çığır açan, gay ve lezbiyen filmleri:

50. Shelter (2007)
49. When Night Is Falling (1995)
48. Loose Canons (2010)
47. She-Monkeys (2011)
46. C.R.A.Z.Y. (2005)
45. The Birdcage (1996)
44. Go Fish (1994)
43. L.I.E. (2001)
42. Latter Days (2003)
41. D.E.B.S. (2004)
40. The Hours (2002)
39. Female Trouble (1974)
38. Dog Day Afternoon (1975)
37. All Over Me (1997)
36. Prayers For Bobby (2009)
35. The Celluloid Closet (1995)
34. Mulholland Dr. (2001)
33. The Wedding Banquet (1993)
32. Gods And Monsters (1998)
31. My Summer Of Love (2004)
30. Kissing Jessica Stein (2001)
29. Patrik 1.5 (2008)
28. But I'm A Cheerleader (1999)
27. Your Sister’s Sister (2012)
26. Tomboy (2011)
25. The Colour Purple (1985)
24. Maurice (1987)
23. Transamerica (2005)
22. High Art (1998)
21. Show Me Love (1998)
20. Bent (1997)
19. The Crying Game (1992)
18. The Boys In The Band (1970)
17. Mysterious Skin (2004)
16. The Adventures Of Priscilla, Queen Of The Desert (1994)
15. My Own Private Idaho (1991)
14. Shortbus (2006)
13. Water Lilies (2007)
12. Beautiful Thing (1996)
11. The Kids Are All Right (2010)
10. Philadelphia (1993)
9. Monster (2003)
8. Boys Don’t Cry (1999)
7. Milk (2008)
6. Bound (1996)
5. A Single Man (2009)
4. Weekend (2011)
3. Heavenly Creatures (1994)
2. My Beautiful Laundrette (1985)
1. Brokeback Mountain (2005)
paylaş:

batman: yarasanın evrimi


Sinemadaki kostümlü kahramanlardan akla ilk gelen muhtemelen Batman oluyor, tabii bu şüphesiz ki karakterin izleyiciler tarafından sevilmesinden ötürü. Yaratılışından birkaç sene sonra sinemaya tekrar tekrar taşınması, televizyonda çizgi dizi formatında yayınlanması popülerliğindeki etken ya da bu durumun tam tersi. Yıllar geçtikçe ve Batman bir türlü beyaz perdeye aktarıldığında sevdiğimiz kahramanı canlandıran oyuncular da ister istemez değişiklik gösteriyor. Öyle ki Tim Burton’ın çektiği seride bile kostümün içinde üç farklı aktör performans sergiledi.
Sinemada, şimdiye kadar karakteri canlandıran aktörler ise şu şekilde sıralanıyor:

Lewis Wilson (1943, 15 bölümlük seri, Batman)
Robert Lowery (1946, 15 bölümlük seri, Batman and Robin)
Adam West (1966, TV dizisi üzerine kurulu film, Batman)
Michael Keaton (1989, 1992, Batman, Batman Returns)
Val Kilmer (1995, Batman Forever)
George Clooney (1997, Batman & Robin)
Christian Bale (2005, 2008, 2012, Batan Begins, The Dark Knight, The Dark Knight Rises)

Aşağıda ise 70 yıllık Batman tarihindeki evrimi inceleyebilirsiniz. Görselin orijinal boyutu için tıklayın.


paylaş:

jack kerouac'tan yaşam ve yazmak üzerine



İddialara göre bu liste, Allen Ginsberg’in, ikonlaşan şiiri “Howl”ı yazmadan bir sene önce, North Beach’te kaldığı otel odasının duvarında yazılıymış. Ginsberg,  ismini Kerouac’tan aldığı “Howl ve Diğer Şiirler”in ithafında Kerouac’ın etkisini itiraf etmiş.

Charles Eames’in dediği gibi: “Herkes kendisinden önce gelip kendisini etkileyen kişileri itiraf edecek kadar gerçekçi olmalıdır.”

·         Sabahları her günü önemli bir günmüş gibi düşün.
·         Her şeye açık ol ve her şeyi dinle.
·         Hayatınla barışık ol.
·         Evinin dışında sarhoş olmamaya çalış.
·         Hissettiklerini özgür bırak, kendi biçimini bulacaktır.
·         Karalama defterleri ve özensizce yazılan daktilo sayfaları sevinç kaynağın olsun.
·         Zihninin derinlerindeki sonsuzluktan ne istiyorsan onu yaz.
·         Ne kadar inebiliyorsan, o kadar derine in.
·         Edebi, gramatik ve sentaktik kısıtlamalara takılma.
·         Proust gibi, zamanın eski bir kullanıcısı ol.
·         Anımsayarak ve şaşırarak yaz.
·         Dikkatli bir gözle çalış, dil denizinde yüz.
·         Tecrübenin, dilin, bilginin yüceliğinde utanma ve korku yoktur.
·         Umutsuz, zalim, yalnız karakterleri öv.
·         Merakın merkezi, gözün içindeki gözdür.
·         Kabullenmek daima kaybettirir.
·         Durduğun zaman kelimeleri düşünme fakat resmi daha iyi görmeye çalış.
·         Dünya okusun diye yaz ve resmin bütününü gör.

(EdebiyatHaber ve Brainpickings aracılığı ile)
paylaş:

gösterime giren filmler | 13 temmuz


Vahşiler
Savages
Yapım Yılı : 2012
Gösterim Tarihi : 13 Temmuz 2012
Filmin Puanı : 6.1 / 10
Filmin Türü :Dram,Gerilim,Suç

Ben ile Chon, en iyi marihuanaları yetiştirmektedir. İki arkadaş ayrıca Ophelia’ya karşı duydukları aşkı da paylaşmaktadır. Meksikalı Baja Karteli, üç arkadaşı kendilerine katılmaya zorlayana dek cennet gibi bir hayat sürmektedirler. Baja Karteli’nin lideri Elena ve tetikçisi Lado, arkadaşlar arasındaki bağı küçümserken, Ben ve Chon, bir Narkotik ajanının desteğiyle kartele karşı savaşa girişirler.

Uyarısız Şiddet: ATM
ATM
Yapım Yılı : 2012
Gösterim Tarihi : 13 Temmuz 2012
Filmin Puanı : 4.3 / 10
Filmin Türü :Korku,Gerilim

Kimliği belirsiz garip bir adam ATM’nin kapısında beklemekte ve dışarı çıkmalarına izin vermemektedir. Gençlerin bu esrarengiz adamla mücadele etmekten başka seçenekleri yoktur.

Yaşam Savaşı
La guerre est déclarée
Yapım Yılı : 2011
Gösterim Tarihi : 13 Temmuz 2012
Filmin Puanı : 6.0 / 10
Filmin Türü :Dram

2011 Paris Cinéma İzleyici Ödülü, Blogcular Ödülü2011 Cabourg Büyük ÖdülRomeo ve Jülyet ve çocukları Adam.
Çocuğun hastalığı, anne-babanın mücadelesi ve büyük aşkları.
Cannes Eleştirmenler Haftası'nın açılış filmi olan ve büyük beğeni kazanan Yaşam Savaşı, filmin senaryosunu da yazan başrol oyuncuları Valérie Donzelli ve Jérémie Elkaïm'in gerçek hikâyeleri. Film, oğullarının hastalığıyla tasasız, mutlu günlerinden koparılarak yaşamın acımasız, beklenmedik karmaşıklığına atılıveren genç bir çiftin aşkını canlı ve dinamik bir tarzda anlatıyor. Yaşam Savaşı, Eylül ayında Fransa'nın 2012 Oscar adayı seçildi.

Tımarhane
SecretStone
Yapım Yılı : 2012
Gösterim Tarihi : 13 Temmuz 2012
Filmin Puanı : 6.2 / 10
Filmin Türü :Korku

Anlatılanlara göre, terk edilmiş akıl hastahanesine girmeye cesaret eden herkes delirmektedir. Alex, hastahanede bu dünyaya ait olmayan varlıklara dair deliller olduğunu söyleyince Sean, bir kız arkadaşıyla birlikte gece hastaneye girmeye ikna olur. Üç arkadaş, çok geçmeden kendilerini labirente benzeyen binaların içinde kaybolmuş halde bulur.

Olmak İstediğim Yer
This Must Be the Place
Yapım Yılı : 2011
Gösterim Tarihi : 13 Temmuz 2012
Filmin Puanı : 5.7 / 10
Filmin Türü :Komedi,Dram

2011 Cannes Kiliseler Birliği Ödülü (The Cure'un solisti) Robert Smith'in biraz hırpalanmış halini andıran Sean Penn, kariyerinin en eksantrik, en tuhaf ama en harika performanslarından biriyle karşımızda. Oscar için adı geçmeye başlayan Penn, ellili yaşlarındaki bezgin rock yıldızı Cheyenne'i canlandırıyor. Tasasız ve amaçsız Cheyenne, 30 yıldan beri görüşmediği babasının ölümü üzerine, 2. Dünya Savaşı sırasında babasına Auschwitz toplama kampında işkence eden Nazi subayını bulmayı kendine görev edinir ve ABD'yi boydan boya kateder. Filmin müzikleri David Byrne ve Will Oldham'a ait.

Cinnet Gecesi
The Incident
Yapım Yılı : 2011
Gösterim Tarihi : 13 Temmuz 2012
Filmin Puanı : 5.9 / 10
Filmin Türü :Korku,Gerilim

Bir rock grubunda çalan George, Max ve Ricky'nin en büyük hayali ünlü birer müzik yıldızı olmaktır. Fakat yeterince paraları olmadığı için bir akli dengesi yerinde olmayan suçluların tutulduğu bir rehabilitasyon merkezinde aşçı olarak çalışmaya başlarlar. Fakat bir gece büyük bir fırtına kopar ve merkezdeki elektrikler kesilir. Güvenlik sistemi çalışmaz hale gelir ve tımarhanede kalan, suç potansiyeli yüksek hastaların hepsi biranda serbest kalır. Üçlü şimdi hayatta kalma mücadelesi verir...

Bir Mafya Hikayesi
Les Lyonnais
Yapım Yılı : 2011
Gösterim Tarihi : 13 Temmuz 2012
Filmin Puanı : 6.4 / 10
Filmin Türü :Dram

Bir çingene kampında sefalet içinde büyüyen Edmond Vidal, diğer adıyla Momon, hırsızlıktan girdiği hapishanede Serge Suttel adında bir başka mahkûmla arkadaş olur. Tahliye olduktan sonra da arkadaşlıklarını sürdüren ikili, bir şekilde organize suç işine bulaşırlar. "Des Lyonnais" adında bir çete kurarlar ve 1970'lerin en 'verimli', en ses getiren olaylarına karışırlar fakat 4-5 yıl içerisinde çete yakalanır ve çökertilir.
Şimdi 60 yaşına gelen Momon geçmişteki günleri, silerek, hatırlamak istemez, zira 'emekliye' ayrılıp huzuru bulmuştur. Ailesi ve çocuklarıyla mutlu bir yuva kurmuş kafa dinlerken, geçmişten bir hayalet gibi çıkıp gelen Serge Suttel hala açık kalan defterleri kapatmak ister.
sinema.mynet.com
paylaş:

kısa kısa #3



-Yaptığı işi “dürüst, tarafsız, ahlaksız haber” olarak nitelendiren, pek sevdiğimiz Zaytung’un artık bir kitabı var. Zaytung 2009-2011 adındaki kitapta bu yıllar arasında yer alan öne çıkan haberlerden oluşuyor.

-14-15 Temmuz tarihlerinde düzenlenecek olan Efes Pilsen One Love Festival, sponsorun bir içki firması olması dolayısıyla Eyüplü bir grup tarafından protesto edilmiş. “Eyüp’te bira festivaline hayır” diyen grup Twitter’da da seslerini duyurmayı başarmış. Allah akıl fikir versin diyoruz.

-Facebook artık hayatımızdaki bir gerçek ve günden güne değişik bir hal almaya başladı. Örneğin sevgilisine atacağı mesajı Facebook’ta paylaşanları görür olduk zaman zaman. Neyse. Facebook’a tatile gittiğini yazmak da hırsızlara davetiye çıkarıyormuş ve Alman polisi bu durum karşısında Facebook kullanıcılarını uyarmış. “Tatile çıktığınızı yazmayın!” demiş ama örnek göz önünde bulundurulduğunda bu durumu takar mı kullanıcılar bilemiyoruz.

-The Dark Knight Rises 27 Temmuzda sinemalarda görücüye çıkacak, günler kala Facebook sayfasındaki hayran kitlesi 1 milyona yaklaşmış durumda. Empire Magazine ise soundtrack albümünü yayınladı. Buradan dinleyebilirsiniz. Müzikleriyle bile tüyleri diken diken ediyor.

-Bilimsel bir araştırmaya göre ise Batman, sahip olduğu o pelerinle uçamazmış, yere çakılırmış. Bunu söyleyen ise İngiltere’deki bir üniversitede 4 fizik öğrencisi.

-Üzülerek, kendisini yaz başı albüm çıkaran pop şarkıcılarına benzettiğimiz Elif Şafak’a (Metis ve Doğan Kitap diye iki dönemde incelemek lazım) Sanat ve Edebiyat Şövalyesi nişanı verilmiş. Bu arada “şemsiye” meselesinde biz, kendisine hak veriyoruz, bu kadar abartmayalım.


paylaş:

empire: en iyi 50 bağımsız film


50. El Mariachi
49. Run Lola Run
48. Cube
47. Blood Feast
46. The Texas Chain Saw Massacre
45. Mad Max
44. Amores Perros
43. Shadows
42. Swingers
41. Dead Man's Shoes
40. The Descent
39. The Passion Of The Christ
38. Grosse Point Blank
37. Being John Malkovich
36. Buffalo '66
35. THX-1138
34. The Blair Witch Project
33. Shallow Grave
32. Two Lane Blacktop
31. Pink Flamingos
30. Sweet Sweetback Baadassss' Song
29. Bad Lieutenant
28. In The Company Of Men
27. Dark Star
26. Lost in Translation
25. Drugstore Cowboy
24. Happiness
23. The Evil Dead
22. Nosferatu
21. Roger And Me
20. Slacker
19. Lone Star
18. Withnail And I
17. City of God
16. She's Gotta Have It
15. Blood Simple
14. Stranger Than Paradise
13. Memento
12. Eraserhead
11. Bad Taste
10. Mean Streets
9. Sideways
8. The Usual Suspects
7. Sex, Lies, And Videotape
5. Night of the Living Dead
4. Monty Python's Life Of Brian
4. Clerks
3. The Terminator
2. Donnie Darko
1. Reservoir Dogs
paylaş: