niels schneider etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
niels schneider etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

J'ai tué ma mère (2009)

I Killed My Mother.
Yönetmen: Xavier Dolan
Senaryo: Xavier Dolan
Oyuncular: Xavier Dolan, Anne Dorval, François Ardaud, Niels Schneider
Tür: Biyografi | Dram
Yıl: 2009
Süre: 96 dak.
Ülke: Kanada
Dil: Fransızca

Birtakım ruhsal dengesizlikler yaşayan, yaptığı işte başarısızlığa tahammül edemeyen, aslında kendiyle savaş verip her geçen gün bunu eline yüzüne bulaştıran ama yaptığını dışarıya vurmaktan çekinen, bilincini kontrol etmekte güçlük çeken hatta zaman zaman bu kontrolünün nelere mal olabileceğinin bile farkında olmayan manik depresif bir anne karakteri ile ailesinin yıllar önce geçimsizlik sebebiyle ayrılmasıyla dağılmış, çoğu zaman babasız yaşamış, git gide psikolojisi bozulan, dış dünya ile arasındaki bağları koparmaya çalışan, eşcinselliği ile kimi zaman etrafından tepkiler alan ve cinsel yönelimini annesine henüz dile getirmemiş, yaşadıkları yüzünden mantığını her geçen dakika kaybeden çaresiz, çaresiz olduğu kadar hayata tutunmaya da çalışan bir ergenin hayat mücadelesini, aralarındaki ilişkiyi/ilişkisizliği anlatan bir Xavier Dolan filmi olan J’ai tué ma mère (Annemi Öldürdüm), yarı otobiyografik bir hikâye.

Anne karakterinin sorunu aslında tümüyle kendi kontrolü ve çocuğuna karşı gösterdiği tavırdan kaynaklanırken, çocuğun yaşadıkları ise hem annesinin ona karşı gösterdiği tutum hem de duygularıyla oynanması, ev içerisindeki kavgaların bitmek bilmemesine neden olanlardan birkaçı.
Üstelik aralarındaki bu anlaşmazlık en başından beri bu şekilde değil, küçükken çok iyi anlaştıklarından bahsediyor örneğin genç çocuk, hatta onu sevdiğini bile söylüyor ama acı olan onu herkesten korumak istemesine rağmen onun oğlu olamayacağını söylemesi. Ve ekliyor, annesinden daha çok sevdiği yüzlerce kişiyi bir çırpıda sayabileceğini söylüyor.
Annesine zarar vermek istemiyor, kavga anlarında sinirlendiğinde annesinin aksine kendini kontrol etmesini çok iyi biliyor, üstelik kafasından geçenleri saniye saniye izleyip bunları yapmadığı için ona teşekkür ediyoruz. Hâlbuki filmin en başlarında tarafımızı anneden yana kullanırken durumun ciddiyeti de saçma sapan olaylar yüzünden çocuğa karşı gösterilen davranışlarla anlaşılıyor. Belirtiyor bunu, herkesin oğlu olabileceğinden bahsediyor ama onun oğlu değil.

Ona karşı olan hislerini banyoya geçip el kamerasına kaydettiği konuşmalardan anlıyoruz. Annesi ile arasındaki bağ ise yatılı okula kayıt edilmesi ve daha daha önemlisi cinsel kimliğinin başkası tarafından anne karakterine söylenmesiyle kopuyor. Ve en başından beri belli de olsa çocuk annesini kafasında öldürüyor. Onu anne olarak görmekten çok ölü olmasını tercih ediyor.
Yaşadığı buhranı unutturanlar ise erkek arkadaşı, tuvale vurulan fırça darbeleri ve satır satır karaladıkları. Duygusal yönüyle de tamamıyla başarılı diyebileceğimiz bir film olmasının yanında görsel açıdan da doyumu sağlıyor.
Müzik seçimleriyle de olayın bütünüyle farkına varmamızı ve içten içe anlatılanları yaşamamızı sağlıyor. Örneğin tek başına oturduğu otobüsün en arka koltuğunda şehrin ışıklarını geride bırakırken dinlediğimiz piyano adeta ruhumuza dokunurken, erkek vücudunun sevişme anındaki çekiciliğini gözler önüne seren Noir Desir ile çok başka hislerin oluşmasını sağlıyor.
16-17 yalında kendi ergenliğini canlandırdığı 19 yaşındaki Xavier Dolan kendi yazıp yönettiği bu ilk uzun metrajlı filmiyle yüksek mertebeli festivallerde ayakta alkışlanıp elleri ödüllerle sahneden iniyor.
Ayrıca yönetmenin ikinci filmi olan Les Amours Imaginaires’ı da oldukça başarılı bulduğumuzu belirtmek isteriz.

paylaş:

les amours imaginaires (2010)


Heartbeats.
Yönetmen: Xavier Dolan
Senaryor: Xavier Dolan
Oyuncular: Xavier Dolan, Monia Chokri, Niels Schneider
Tür: Dram | Romantik
Yıl: 2012
Süre: 95 dak.
Ülke: Kanada
Dil: Fransızca, İngilizce


Çoğu kişinin başlangıç olarak seçtiği “aşk üçgeni” içerikli cümlelerden çok daha fazlası olduğunu düşündüğüm bir film Les Amours Imaginaires, yine çoğu kişinin yönetmeni hakkında haklı olarak 89 doğumlu Xavier Dolan’ın ikinci filmi olarak söylemelerini de destekliyorum. Neticede, evet 89 doğumlu birinin yazıp, oynayıp, çektiği bir film bu.
Tartışılması gereken aslında pek bir mevzu yok, olanlar ise orijinalliğin az, doğal olarak daha önceden çekilmiş filmlere benzer işler ortaya konulması yönünde. Orijinallik hakkında söylenecek çok söz de yok, günümüzde ortaya ne kadar kendine has, yapılmamış bir eser konulabilir ki, olması gereken ise bana göre bu alınanların üzerine başkalarını ve kendinden verdiklerini koyarak ileriye götürme meselesi ki ucu tartışmaya açık olsa da benim görüşüm Xavier Dolan’ın bu işi çok da iyi yaptığı. Tabii yaşının getirdikleriyle en azında geleceğini garantiye almaktan çok zamanı geldiğinde kendi koltuğunu sağlam bir yere oturtabilmek için çalışmayı/okumayı/gözlemlemeyi bırakmamalı. Burada da oluşturduğu tarz için özgünlük tartışması gözler önüne seriliyor. Özgünlük hakkında da belki söylenecek hiçbir şey yok ama öğrenilmişlik kavramının yer ettiğini belirtmeden edemeyeceğim. Zira şimdiye kadar yapılanları geçelim bu film için “özgün” ifadesini kullanmak çok pozitif bir yaklaşım olsa bile bundan sonra ortaya konulacak işlerin özgün olmayacağını da göstermiyor. Üstelik dersini iyi çalışıp sınavda başarılı olmaktan çok farklı bir olgu olan sinema adına en azından çoğu kişiye göre unutulan “farklı bakış açısı”nı kotarması yönüyle bile takdir edilmesi gerekir.

Filmde asıl izlediğimiz konu, o herkesin söylemekten mutluluk duyduğu “aşk üçgen”inden çok, homoseksüel bir erkek ile heteroseksüel bir kadının aralarına aldıkları bir erkeği, yüceltip, putlaştırıp, üzerinden yarışa girmesi yahut bir nevi kedi-fare olayını yaşamaları. Basit bir mantıkla iki kişinin tek bir kişiye aşık olması ve o tek kişinin diğer iki kişiye ilgi göstermesinden yola çıkılarak söylenen üçgen muhabbetinin bu film için söylenmesi, ciddi anlamda hakaret olarak görülmeli. Pençeleri arasına sıkıştırdıkları fareyi öldürmek yerine, onunla oyunlar oynayıp sonunda ona bağlılıklarını gösterip, farenin kendilerine gülüp geçmesi, karşılıksız aşkı suratlarına tokat gibi vurmasından, kendilerini bitap hissedip hayatta kaybettikleri için bir çizgi daha atmalarıyla aslında aralarında olan rekabetten ekşi bir tat alarak hayatlarını sürdürmeleri üzerine, üstelik ara sıra bu yemeğin üstüne çok başka kişilerle vücutlarını paylaşarak tatlı bir hüzün sağlayıp, kendilerini boş vermişliğe vurmaları izlediğimiz. Üstelik bunu seyrederken soluk alışlarını hisseder gibi, kalplerinden pompalanan kanın nerelerden geçip nerelerde durakladığını hissederek gerçekleştiriyoruz.


Olaydan tamamıyla bağımsız, daha doğru bir şekilde ifade edilirse direkt olarak ana konuyla bağlantılı olarak görünmeyen ama neticede ana karakterlerin hissettiklerine benzer aşk acıları yaşamış kişilerin diyaloglarını dinlediğimiz sahnelerin aralara serpiştirilmesi de iyi düşünülmüş. Üstelik bu diyaloglarda dinleyen taraf seyirci ve tutumumuz sadece anlamış gibi yapıp kafamızı sallamak. Biraz üzerine düşündüğümüzde aslında herkesin yaşadıklarından birer kuple var anlatılanlarda.
Diyalogların birinde beklemekten bahsediyor örneğin, ilk gelen biz olduğumuzda ilk birkaç dakika gecikmede suçu kendi üzerimize atıp zaman ve mekanı karıştırmış olabileceğimizden, dakikalar ilerledikçe bu kez geç gelen üzerinden senaryolar yazıp geldiğinde söyleyeceğimiz “bir çift laf”ı tartıp biçtiğimizden ve bilmem kaç dakika gecikmeden sonra gelmesi ve bizim ona hala aşık olmamız ve trafik gibi genel/olağan bir nedeni öğrenir öğrenmez kendi zayıflığımızın farkına vara vara onu affetmemizden bahsediyor. Reddedilmekten bahsediyor biri, zor olduğundan, giyotin benzetmesi bile yapıyor, kafanın ağır ağır kopmasına benzetiyor reddedilişleri ve biz her anlatılandan sonra geçmişinizi düşünmeye, gözlerimizin hafiften flulaştığını fark edip aslında demek istediklerimizin kendimize söyleniyor olduğunu görüyorsunuz. Yine ne mi değişiyor, hiçbir şey, biz kendimize kendi yaşadıklarımızı anlatıyoruz, anlamış gibi davranıp çaresizce kafamızı sallıyoruz.

Yaşananların görsel açıdan izlediğimiz asıl karakterlerimizin davranışları ve kendi aralarındaki yarışlarıyla birbirlerine girmeleri ve gülen tarafın ağlarına düşürdükleri kişi olduğunu fark etmeleri ise hislerin uyanmasındaki en büyük etkenlerden. Acı görmek istiyoruz, aynı kendi acılarımızı ve bütün çıplaklığıyla görüyoruz da.
Filmin unutulmayacak sahneleri tabii ki müziklerin eşlik ettiği kareler. Her şarkının yeniden şekillenmesi yönetmenin yeni bir klip çekmesine benzeyen ve ruh haliyle kasvetli havanın birleşmesinde tümüyle yardımcı olan bu müziklerin kullanılması ve görselliğin en üst safhaya çıkması da filmi “iyi” yapan diğer özellik bana göre. Bang Bang çalarken örneğin adeta Davut olarak gördükleri kişiyle buluşmak için giderken hissettikleri heyecanı, Pass This On başladığında aralarındaki çekişmenin kuvvetini ve birbirlerine saldırmalarını, Keep the Streets Empty for Me başladığında ise artık tüm şiddetiyle oluşan kavgayı ve aşık oldukları adamın bu durum karşısında eğlenmesiyle ona karşı gösterdiğimiz kendi nefretimizi seyrediyoruz.
Ağır ağır ilerleyen sahnelerin, aşık olunan kişinin yanına gelindiğinde kalp atışlarının arması gibi bir anda hızlanmasıyla reddedilişleri izlediğimiz sahnelerde yine karanlığa gömülür gibi her şeyin durağanlaşması mükemmel karelerden birkaçı. Her ne kadar Wong Kar Wai’yi hatta daha spesifik bir örnek vermek gerekirse In the Mood for Love’ı anımsasak da Xavier Dolan öğrendiğini kendi bakış açısıyla çok iyi dile getirmiş, bize de hem görsel hem de dinleti açısından tarifi bulunmaz bir işi alkışlamak kalıyor.
Hele hele sigara için söylenen sözler, portakal ve mandalina renkleri için yapılan tarif filmi taçlandırmak için son noktaya gelmemize sebebiyet veriyor.
Bu yüzden filmi şiddetle tavsiye ediyoruz. 

paylaş: