Charles Bukowski’nin kayıp çizimleri 46. California Uluslar Arası Kitap Fuarı’nda sergilendi. Fazla konuşmadan çizimlerle baş başa bırakalım sizleri:
bukowski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bukowski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bukowski'nin "Özgürlük Bildirgesi"
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 11/13/2012 06:32:00 ÖS
etiket: bukowski, dosya, özgürlük bildirgesi
yorum:
Hiç yorum yok
“Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar.
Hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler.”
Bukowski, yayıncısına yazdığı ve tam zamanlı işe sahip olmamanın nasıl bir his
olduğunu anlattığı mektupta böyle diyordu.
1969 yılında yayıncı John Martin, Charles Bukowski'ye
ömrünün sonuna kadar her ay 100 dolar ödemeyi teklif etti. Tek bir şartı vardı:
Postanedeki işini bırakacak ve bir yazar olacaktı. 49 yaşındaki Bukowski bu
teklifi kabul etti ve 1971 yılında ilk kitabı Postane, Martin'in Black Sparrow
Press yayınevinden çıktı.
15 yıl sonra Bukowski Martin'e, tam zamanlı bir işe
sahip olmamanın nasıl bir his olduğunu anlattığı aşağıdaki mektubu yazdı.
8-12-86
Merhaba John,
Mektubun için teşekkür ederim. Sanırım bazen insanın
nereden geldiğini hatırlaması çok da canını yakmıyor. Nerelerden geldiğimi iyi
biliyorsun. Bir şeyler yazmaya ya da film çekmeye çalışan insanlar bunu doğru
düzgün anlatmayı beceremiyor. “9'dan 5'e” deyip işin içinden çıkıyorlar. Hiçbir
zaman 9'dan 5'e değildir, oralarda öğle tatili yoktur, hatta işten atılmamak
için çoğu yemek arası bile vermez. Bir de fazla MESAİ vardır ki kitapların çoğu
fazla mesaiyi doğru düzgün anlatmayı beceremez ve bundan şikayetçiysen senin
yerini dolduracak bir enayi daima bulunur.
Eskiden ne dediğimi hatırlarsın; “Kölelik hiçbir zaman
kaybolmadı, sadece yeni renkleri de içine alacak kadar genişledi.”
En acıtanı da, sırf daha beterinden korktukları için,
çalışmak istemedikleri işlerini kaybetmeme uğruna verdikleri insanlıkdışı
mücadele. İnsanlar kolayca harcanıyor. Korku dolu ve itaatkâr bedenler.
Gözlerinin feri sönmüş. Sesleri çirkinleşmiş. Bedenleri de. Saçları.
Tırnakları. Ayakkabıları. Yaptıkları her şey.
Gençken insanların böylesi koşullara hayatlarını
adadıklarına inanamıyordum. Yaşını başını almış biri olarak hâlâ aklım ermiyor.
Bunu niçin yapıyorlar? Seks? Televizyon? Taksitle bir araba satın almak için
mi? Yahut çocukları? Aynı hayatı yeniden yaşayacak çocukları için mi?
Bir zamanlar, işten işe koşturduğum vakitlerde, mesai
arkadaşlarımla konuşacak kadar budalaydım: “Hey, patron her an gelebilir ve
hepimizin işine pat diye anında son verebilir, bunun farkında değil misiniz?”
Öylece bakarlardı, çünkü akıllarına getirmek
istemedikleri şeyleri söylüyordum onlara.
Bugünlerde büyük işten çıkarmalar gerçekleşiyor (çelik
fabikaları öldü, teknolojik gelişmeler insana olan ihtiyacı azalttı). Yüz
binlercesini kapı önüne koydular ve atılanlar serseme döndü:
“Bu işe 35 yılımı verdim...”
“Böyle olmamalıydı...”
“Ne yapacağımı bilmiyorum...”
Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar.
Sadece hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam
etsinler. Bunların hepsini görebiliyorum. Onlar niye göremiyor? Baktım parktaki
banklar fena değil yahut bir bar taburesine tüneyip bar kuşu da olunabilir...
Onlar beni yollamadan neden önce davranıp da gitmeyeyim oraya? Ne diye
bekleyeyim?
Tüm bunları tiksinerek yazdım ama yine de içimden atmak
beni rahatlattı. Ve şimdi buradayım, sözde profesyonel bir yazarım artık. Ve
hayatımın ilk elli yılını verdikten sonra farkettim ki bu sistemin de ötesinde
çirkinlikler mevcut.
Bir aydınlatma şirketinde çalıştığım dönemde, iş
arkadaşlarımdan birinin durduk yerde, “Asla özgür olamayacağım!” dediğini
hatırlıyorum.
O sırada patronlardan biri (adı Morrie'ydi) yanımızdan
geçiyordu ve bunu duyunca müthiş bir kahkaha patlattı. Çalışanının ömrünün
sonuna dek burada tutsak kalacak olması onu eğlendirmişti.
Ne denli uzun sürmüş olsa da sonunda o yerlerden
kurtulmuş olmak beni keyiflendiriyor. İşte sonunda bu yerlerden kaçma şansını
elde etmiş olmak, ne kadar uzun sürmüş olur olsun hiç fark etmez, bana bir tür
hazzı, bir mucizenin sağlayabileceği baş döndürücü bir hazzı tattırdı. Artık
yaşlı bir zihin ve yaşlı bir bedenden, çoğu insanın böyle bir şeyi sürdürmeyi
aklından bir kereliğine de olsa geçireceği bir zamanın çok ötesinden yazıyorum,
fakat bu kadar geç başladığım için devam ettirmeyi kendime bir borç biliyorum
ve sözcükler teklemeye başladığı, merdivenleri yardım almadan çıkamadığım ve
artık bir mavi kuşu kağıt tutacağından ayıramadığım bir zaman geldiğinde
hissediyorum ki içimde bir şeyler cinayet, hengame ve ölesiye çalışmaktan
sıyırıp en azından ölmenin cömert bir haline nasıl da vardığımı hatırlayacak
(kafam ne kadar bulanmış olursa olsun).
İnsanın hayatını bütünüyle harcatmamış olması önemli
bir hasletmiş demek ki, kendimden biliyorum.
Senin çocuk,
Hank
bukowski: yalnızlık
Hiç
yalnız hissetmedim kendimi.
Bir
odada tek başıma kaldım, intiharın eşiğinde. Kendimi çok kötü hissettiğim oldu,
ama hiçbir zaman birinin odaya girip kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacağını
düşünmedim? ya da birkaç kişinin.
Başka
bir deyişle, yalnızlık beni hiçbir zaman rahatsız etmemiştir, çünkü yalnız
kalmaya doyamam.
Ben
kendimi insan dolu bir odada ya da tezahürat yapan seyircilerle dolu bir
tribünde en yalnız hissederim.
Ibsen’den
bir alıntı yapacağım: “En güçlü insanlar genellikle yalnızdır.” Hiçbir zaman
içimden, “şuh bir sarışın içeri girince kendimi daha iyi hissedeceğim,” diye
geçirmedim. Hayır, onun hiçbir yararı olmaz. İnsanları bilirsin, “Hey, Cuma
akşamı, ne yapacağız? Burda kös kös oturacak mıyız?” Evet, kesinlikle. Çünkü
yok dışarıda bir şey.Aptallık sadece.
Aptal
insanlarla fingirdeyen aptal insanlar. Geceye koşa koşa çıkmak gibi bir ihtiyaç
içinde olmadım hiçbir zaman. Barlarda gizlendim, çünkü fabrikalarda gizlenmek
istemiyordum. Hepsi bu. Milyonlarca insan adına özür dilerim, ama ben kendimi
hiçbir zaman yalnız hissetmedim. Kendimden hoşnutum.
Bildiğim
en iyi eğlence kendimim. Biraz daha şarap içelim!
Interview,
Eylül 1987
(EdebiyatHaber
aracılığı ile)