the hunger games (2012)


Yönetmen: Gary Ross
Senaryo: Suzanne Collins (roman)
Oyuncular: Jennifer Lawrence, Josh Hutcherson, Woody Harrelson, Lenny Kravitz, Liam Hemsworth, Stanley Tucci, Donald Sutherland
Tür: Dram | Bilim-Kurgu | Aksiyon
Yıl: 2012
Süre: 142 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce

Hiçbir şeye değinmeden, kitabını okumadığımı fakat kitap ve kitap-film ilişkisi üzerine onlarca yazı/inceleme okuduğumu belirtmeliyim. Kitabı henüz okumamış, filmi henüz izlememiş kişiler şayet içerik hakkında herhangi bir bilgi edinmek istemiyorlarsa bu yazı onlar için sakıncalı olabilir, aynı bu sitede olan diğer içerikler gibi.
The Hunger Games ya da Türkçe adıyla Açlık Oyunları, ülkemiz de dâhil dünya genelinde çok satan kitaplar arasında yerini almış bir serinin ilk kitabı, aynı adlı filmi ise bu başarıdan sonra merakla beklenen ve vizyona girdiği hafta sonunda 155 milyon dolar hasılat rakamıyla dünya rekorunda üçüncü sıraya yerleşmiş bir yapım.
12 mıntıka ve Capitol adında bir başkentten oluşan bir ülke, 74 yıl önce Capitol’ün galibiyeti ve 13. Mıntıkanın yok edilmesiyle sonuçlanan iç savaşı unutturmamak, böylelikle mıntıkaların Capitol karşısındaki güçsüzlüğünü göstererek yeni bir ayaklanmanın olmasını engellemek amacıyla her yıl Açlık Oyunları adı verilen bir turnuva düzenlemektedir. Mıntıkaların durumu birbirlerine göre değişiklik gösterse de genellikle fakirlik ve karın doyurmak için mücadele kavramları ortak özellikleri. Capitol ise yüksek kesimin lüks havasıyla buram buram kokan kokularla, paranın verdiği kudretle artık diğer insanlardan farkımızı nasıl ortaya dökeriz çabası gösteren insanlarla dolu, teknolojinin dudak uçuklatan gelişimiyle de göz dolduran renkli bir yer.


Mıntıkadaki insanlar yemek aldıklarında fişlere isimlerini yazdırıyor ve turnuvaya katılacaklar bu fişlerin kurasıyla belirleniyor. Kura her mıntıka için 12-18 yaş arası bir erkek, bir kız olmak üzere 2 genci içeriyor ve toplamda 24 genç turnuvaya kura mantığıyla katılıyor, katılmak ise zorunlu. Turnuva bir ölüm kalım savaşından farksız. Yaklaşık 2 hafta sürüyor ve reality show mantığıyla işliyor. Turnuvanın gerçekleştirildiği mekâna gizlenmiş yüzlerce kamera sayesinde tüm mıntıka halkı ve Capitol’de yaşayan kesim bu mücadeleyi gerçek zamanlı izliyor. İki hafta sonucunda ise sadece bir kişi canlı kalıyor, diğer 23 kişi ya doğa tarafından ya da diğer yarışmacılar tarafından ölüme sürükleniyor.
Hikâyenin odağındaki mıntıka kömür madenleriyle adını duyuran 12. mıntıka. Katniss adındaki kız ise kendi karnını ve kardeşiyle annesinin karnını doyurabilmek için yasak bölgeye geçip okuyla avlanan başkahramanımız. Babası maden ocaklarında gerçekleşen patlamayla hayatını yitirmiş, annesi o dönemde bunalıma girip bir süre hayata küsmüş, kardeşi ise turnuvanın yaklaşmasıyla beraber korku içinde yaşayan bir birey.
Turnuva için kura çekilişinde Katniss’in kız kardeşi seçilince Katniss kardeşinin yerine gönüllü olduğunu açıklıyor. Aynı mıntıkadan erkek haraç-24 yarışmacının her birine haraç deniyor- ise Peeta ismindeki genç.


Katniss’in babasının hikâyesini ve zamanında Peeta’nın yanmış ekmeklerden birini domuzlara atmak yerine yağan yağmurun altında açlıktan büklüm olmuş bir şekilde ağacın altında duran Katniss’e fırlattığını filmdeki bazı geri dönüşler/anılardan öğreniyoruz. Bir de Gale adında Katness’e âşık olduğu bariz görünümlü bir genç var.
12. mıntıkadan katılan genç yüksek hızlı trenle turnuvanın düzenleneceği Capitol şehrine doğru yol alıyorlar, onlara yardımcı olacak ve taktikleriyle hayatta kalmalarını sağlayacak koç mantığında bir hocaları da var. Bu kişi zamanında bu turnuvaya katılmış ve hayatta kalmayı başaran biri. Bunun yanında Capitol’den çıktığı belli olan ve kurayı gerçekleştiren bir bayan ve Capitol’e ulaştıktan sonra kılık kıyafet işleriyle uğraşan bir diğer yarımcı adam mevcut.
Filmin açlık kavramına değinmemesi ise ilk negatif etkinin doğmasına sebep olan olay. 12. Mıntıkadan Capitol’e getirilen gençler sonuçta açlık mücadelesiyle her yeni gün savaşan bireyler, trene bindiklerinden turnuva gününe kadar bolluğun ne demek olduğunu anlamalarını sağlayan tüm imkân veriliyor onlara. Açıkçası trene bindiklerinde onları karşılayan muhteşem bir yemek masasına dalmalarını beklerdim, çoğu izleyici de bekleyecektir.


Turnuva başlamasıyla artık film başlı başına hayat mücadelesine dönüşüyor. Burada eleştirilecek bir taraf varsa o da başlangıçta saniyelerin geri doğru saymaya başlamasıyla yarışmacıların/haraçların bulundukları yerden sponsorların sağladığı besin, silah, araç-gereç gibi malzemelerin bulunduğu bölgeye koşup ilk ölümleri gerçekleştirecekleri sahne. Yanlış hatırlamıyorsan ilk sekiz saatte 13 haracın öldüğü söyleniyordu filmde, turnuvanın başlamasıyla da bu ölümlere şahit olduk gibi. Olduk gibi diyorum çünkü dövüş sahnelerinde kameranın titretilmesi saçmalığı bu filmde de yerli yerinde, aynı zamanda izleyici yaş aralığını daha geniş tutmak için olduğu rahatlıkla anlaşılan bir durumun söz konusu olmasıyla da vahşet sahnelerinin pek gösterilmemesi, iki çocuğun mücadelesi sonucu birinin diğerini öldürüşünü izleyemeyişimiz de asıl değinilmek istenen yüksek kesimin bu vahşiliği bir şov izler gibi izlemesi, bu olayın bir eğlence gibi algılanması durumunun havada kalmasına sebep olmuş. Oysa durum biraz daha kanla, hızlı çekimin aksine yavaş görüntülerle izleyicinin gözüne sokulsa “korkudan daha güçlü bir his varsa o da umuttur” anlayışının ne demek olduğunu daha iyi anlamamızı sağlayabilirdi. Yine de kısa ve üstün körü geçilen sahnelerle bile gergin bir atmosferin yakalanması sağlanabilmiş.
Katniss, koçunun tavsiyesine uyarak silahların olduğu bölüme değil de kenarda köşede kalmış bir çantaya yönelip hemen ormanın içine koşarak da mantıklı bir iş başarmış oluyor. Çünkü silah bölümüne koşan haraçlar ilk silahı kapan kişilerce kolayca ölebiliyorlar.


Çantanın içinde çıkan mataranın boş olması ise asıl savaşılması gereken gerçeğin yani susuzluğun önemini algılamamıza sebep olacakken karakterimizin cup diye bir akarsu bulmasıyla da bu durum ortadan kaldırılıyor. Hâlbuki koçun ve yarışma başlarken kim nelerden öldü, yüzde ölme biçimleri gibi bir açılamada dediğine göre susuzluk önemli. Kızımız bu uyarıyı dikkate alarak kullanmasını iyi bildiği oka doğru yönelmek yerine su içerdiğini düşündüğü çantayı kapıp kaçıyor.
Hikâye böyle devam ediyor.
Kitap uyarlamalarının genel eleştirme cümlelerini hiç kurmayı düşünmüyorum, edebiyat ayrı bir sanat, sinema ayrı. İkisini aynı kefeye koyup eleştirmek pek mantıklıca gelmiyor açıkçası. Fakat filmi şu yönleriyle eleştirmeden de geçemeyeceğim. 142 dakikaya o kitabı sığdırmak tabii ki güç, zaten uyarlama mantığıyla bazı bölümler sinematografiye uydurulabilir, bunda da sorun yok. Fakat bazı konulara neredeyse hiç değinilmemiş olması can sıkıcı. Örneğin Katniss’in babasının hikayesi üzerinde neredeyse hiç durulmamış, hele hele Peeta ile Katniss’in ilişki boyutunu daha iyi anlamamızı sağlayacak şu ekmek atma muhabbetinin hemen geçilmiş olması, açıkçası bu ilişkinin havada kalmasına neden olmuş. Muhtemel gibi görülen Peeta’nın aşk sözcüklerinin sahalara oynamak mı yoksa Katniss’e âşık olduğu bir gerçek mi çözmek biraz güç gibi görülüyor. Hele hele Gale adındaki çocukla bakışmalarından sonra turnuva başlayıp Peeta yaralanınca onu bulan Katniss’in yaptıkları, bu Peeta’nın söylediklerin yanında daha da anlamakta zorluk çekilen bir taraf.


İlk olarak Peeta’nın 1. Mızıkadan gelen haraçların –ki kendileri bu turnuva için hazırlananlar sınıfına giriyorlarmış, genelde de kazanan 1. Mıntıkadan çıkıyormuş- yanında bulunması, filmin sonlarına doğru zehirli olup olmadığını bilip bilmediğini bilmediğim yemişleri Katniss’e vermesi dolayısıyla kıza âşık numaralarını biraz farklı gibi düşündüm. Tabii okuduğum kadarıyla kitapta çocuk tamamıyla saf duygularla yaklaşmış orası ayrı. İşte bu gibi küçük ayrıntıların zaplanmasıyla olayın tam anlaşılamaması gibi durumlar meydana gelebiliyor.
Filmdeki ergen diye tabir edilen aşk/öpüşme sahnelerinin diğer yarıntılara göre daha uzun tutulması çok da rahatsız etmedi açıkçası, bu duruma çok takan var onu da belirtmeliyim.
Kızımız onu kovalayanlardan kaçarken bir ağacın tepesine çıkması sahnesi ise klişe mi desem öyle bir sahne. Ağacın üzerine çıktıktan sonra onu öldürmeye çalışan genç arkasından tırmanıyor ama olmuyor, birkaç ok atıldıktan sonra Peeta’nın önerisiyle kız orada bırakılıyor, nasıl olsa susayıp/acıkıp aşağıya inecek, ya öyle öldürürüz ya da orada kalıp açlıktan/susuzluktan ölür deniyor ve bu uygulamaya geçiliyor. Burada düşünmek lazım, bir insan susuzluğa kaç gün dayanabilir, bu süre zarfında hiç mi mücadele edilmez, biraz ok atın, ağacı yakın, ağacı kesin vs. ama ne oluyor, ağaca tırmanmasını seven ve bu işte başarılı olan Rue adındaki küçük kızımız çıkıyor ve ona yol gösteriyor, hemen yan ağaçtaki çok zehirli arıların kovanını onların üzerine düşürmesi gerektiğini işaret ediyor ve olanlar oluyor. Kızımız küçük kız sayesinde bulunduğu durumdan kurtuluyor. Ve ilerleyen sahnelerde Rue’nin öldürülmesi sonucu Katniss’in cenaze merasimi düzenlemesi, gereçksiz ve irrite duruyor. Yine sonlara doğru tam Katniss onu öldürmek için üzerine atlamış bir kız varken, bu sahneler neden böyledir pek anlamıyorum ama, kız öldürmüyor da başlıyor anlatmaya, işte nasılmış, küçük kızı öldürdük de seni de öyle öldüreceğiz diye konuşuyor, tam diyoruz film bitti ama ne oluyor, Rue’yi tanıyan ve onların gruptan olan kişi çıkıp Rue’nun öldürülmesine sinirlenip kızı oracıkta öldürüyor ve Katniss’e dönüp, sadece bu seferlik canını bağışlıyorum saçmalığını söylüyor.


Neyse, üzerinde durup düşünüp çok konuşulması gereken bir film olmasına rağmen bu kadar söz yeterli gibi.
Tümüne bakıldığında söyleyebilirim ki her ne kadar yıkıcı onlarca eleştiri olsa da ben filmi beğendim ve kesinlikle izlemeyenlere öneririm. Kitabı okumuş olanlara da klasik tavsiye olarak beklentiyi ne kadar az tutarsanız o kadar çok seversiniz. O kadar büyük yapım olup içi boş film olduğu düşünüldüğünde The Hunger Games bu dönemlerde bulunmaz bir nimet.
İyi seyirler.

paylaş:

buzdolabının üstündeki kız | etgar keret


Birkaç sayfa yahut paragrafla bir olayı anlatmak yetersiz kalabiliyor bazen, atmosferi öyle ayarlamak gerekiyor ki hem okuru olayın derinliklerine acımadan sürüklemek hem de onu oraya hapsedip can çekişmesini izlemek amaç çünkü. Etgar Keret bu işi ustalıkla yapan yazarlardan biri, değişik bir beyni olduğunu düşünüyorum, adam bir defa uçuk, genel geçer kanıların dışında gezinmeyi seviyor, dalga geçerken sövmesini de çok iyi biliyor, kara mizah duygusunun dizginlerini de sıkı sıkıya yakalamış. Sadece yazar kişiliğiyle de değil İsrailli olması sebebiyle dünyanın saçma sapan oyunlarına başkaldırmasıyla da ayakta alkışlanacak bir zat.
Etgar Keret’ın okuduğum ilk kitabı Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, yine burada paylaşımda bulunulmuştu, kitabı okuduktan sonra damakta bıraktığı tat ardından diğer kitaplarını okuma gereksinimi duymamıza sebep oluyor. Buzdolabının Üstündeki Kız, aslında ilk başta insanda garip duygular oluşturuyor, kitaba adını veren ilk öyküyü okuduktan sonra ise yanıldığımızı ve kafamızda canlandırmaya çalıştığımız imgelerin aslında hiç de düşündüğümüz gibi olmadığını anlıyoruz. Bu da hiçbir şey göründüğü gibi değildir savının bir kanıtı olsa gerek.
Kısacık, kısa olduğu kadar derin bir sürü öyküyü içeren bir kitap, zor yanı da yok değil aslında. Neticede su içmek için mutfağa gitmek de zor gelebiliyor insana, neyse.
Öykülerin bu kadar içe işlemesinin yanında kısa oluşlarıyla da şehir içi minibüslerinde okumak için o kısa ama çekilmez zamanı eğlenceli hale dönüştürmeyi başarabiliyor, hele ki kitap okumak için zaman ayıramayıp bu duruma canı sıkılanlar için. Ama sakin kafayla oturup üzerinde düşünüldüğünde aslında öykülerin ne kadar da uç yerlere işaret ettiğini anlıyor okuyucu, imgelerin gölgelerinden çok ona ışık tutanın kaynağına doğru seyre dalıyor adeta. Kitap bitince de apışıp kalıyorsunuz.
Avi Pardo çevirisiyle Siren Yayınları’ndan çıkan 156 sayfalık bu samimi kitap, her kitaplıkta olmayı hak ediyor.

“Kent merkezinde kendine bir daire kiraladı, bütün gün postacının yolunu gözlüyor. Benim postayla bir işim yok, başka ülkelerden bana bir şey gönderecek arkadaşlarım da yok. Olsaydı çoktan yanlarına giderdim. Onlarla içmeye çıkardım, dert yanardım. Onlara sık sık sarılır, yanlarında ağlamaktan utanmazdım. Yıllarımızı geçirebilirdik bu şekilde, ömrümüzü. Yüzde yüz doğal, damlalardan çok daha iyi.” –Damlalar/sayfa 26

Tramvay Durağı Etgar Keret ile hoş bir röportaj yapmış, buradan okuyabilirsiniz, Siren Yayınları’nın okumaktan zevk aldığımız blogunda Etgar Keret üzerine yazılmış tüm yazıları ise şurada bulabilirsiniz. Yazarın internet sitesi ise bu bağlantıda.



paylaş:

sinemanın en seksi 25 erkek karakteri



Bir süre önce, Empire Magazine’in yayınlamış olduğu Sinemanın En Seksi 25 Kadın Karakterini paylaşmıştık. Bu kez ise erkek karakterlere şöyle bir bakıyoruz. Yine Empire Magazine sinema tarihindeki erkek karakterleri araştırmış, incelemiş ve listelemiş. Ortaya aşağıdaki gibi bir sıralama çıkmış:

25. Mal Reynolds
Aktör:  Nathan Fillion
Serenity (2005)

24. Eames
Aktör:  Tom Hardy
Inception (2010)

23. Don Lockwood
Aktör:  Gene Kelly
Singin' In The Rain (1952)

22. Roger Thornhill
Aktör:  Cary Grant
North By Northwest (1959)

21. Jack Dawson
Aktör:  Leonardo DiCaprio
Titanic (1997)

20. Rick Blaine
Aktör:  Humphrey Bogart
Casablanca (1943)

19. Maximus Decimus Meridius
Aktör:  Russell Crowe
Gladiator (2000)

18. Rhett Butler
Aktör:  Clark Gable
Gone With The Wind (1939)

17. Loki
Aktör:  Tom Hiddleston
Thor (2011); The Avengers (2012)

16. Jason Bourne
Aktör:  Matt Damon
The Bourne Identity (2002), The Bourne Supremacy (2004), The Bourne Ultimatum (2007)

15. Tony Stark
Aktör:  Robert Downey Jr.
Iron Man (2008), Iron Man 2 (2010), The Avengers (2012)

14. Sherlock Holmes
Aktör:  Robert Downey Jr.
Sherlock Holmes (2009); Sherlock Holmes: A Game Of Shadows (2011)

13. Danny Ocean
Aktör:  George Clooney
Ocean's Eleven (2001), Ocean's Twelve (2004) and Ocean's Thirteen (2007)

12. Edward Cullen
Aktör:  Robert Pattinson
Twilight (2007) to The Twilight Saga: Breaking Dawn Part 2 (2012)

11. Thor
Aktör:  Chris Hemsworth
Thor (2011)

10. Gollum
Aktör:  Andy Serkis
The Lord Of The Rings trilogy (2001-2003)

9. Driver
Aktör:  Ryan Gosling
Drive (2011)

8. Han Solo
Aktör:  Harrison Ford
The Star Wars trilogy (1977 - 1983)

7. Indiana Jones
Aktör:  Harrison Ford
Raiders Of The Lost Ark (1981) to Indiana Jones And The Kingdom Of The Crystal Skull (2008)

6. Wolverine
Aktör:  Hugh Jackman
X-Men (2000) through to X-Men: First Class (2011)

5. Tyler Durden
Aktör:  Brad Pitt / Edward Norton
Fight Club (1999)

4. Batman
Aktör:  Adam West; Michael Keaton; Val Kilmer; George Clooney; Christian Bale
Various Batmans, Batman Begins (2005)

3. James Bond
Aktör:  Sean Connery; George Lazenby; Roger Moore; Timothy Dalton; Pierce Brosnan; Daniel Craig
Casino Royale vs.

2. Cap'n Jack Sparrow
Aktör:  Johnny Depp
Pirates Of The Caribbean (2004-2011)

1. Aragorn
Aktör:  Viggo Mortensen
The Lord Of The Rings trilogy (2001-2003)


paylaş:

sakıp sabancı müzesi, google art projesi'ne dahil oldu



S. Ü. Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), dünyanın önemli müzelerini internet ortamında gezme imkanı sunan Google Art Projesi’ne dahil oldu. Başlangıçta 17 müzeyle kullanıma açılan site, 3 Nisan’da Paris’teki Orsay Müzesi’nde (Musée d’Orsay) yapılan basın toplantısıyla dünya kamuoyuna tanıtıldı. Etkinliğe, aralarında Sakıp Sabancı Müzesi’nin de bulunduğu 40 ülkeden 151 müzenin temsilcileri katıldı.

Konuyla ilgili bilgi veren SSM Genel Sekreteri Bülent Bankacı; “Müzemizin, dünyanın önde gelen müzeleriyle birlikte Google Art Projesi’ne katılmış olmasından mutluluk duyuyoruz. Böylece dünyanın herhangi bir yerindeki ziyaretçiler, SSM’deki eserleri görme imkanına sahip olacak. Site, ülkemizin farklı şehirlerinde yaşayıp SSM’ye daha önce hiç gelmeyen insanlara da müzemize erişme fırsatı sunuyor. Böylece, müzemizde sergilenen eserlerin çok daha fazla insana ulaşacağına inanıyoruz. Başlangıçta Google Art Project’te, Hat Koleksiyonu’muza ait eserler görülebilecek. Farklı tasarım ve teknolojik uygulamalarla Mayıs ayında yeniden ziyarete açılacak koleksiyon, sitede de yeni sunumuyla yer alacak.” dedi.

Google Art Projesi’ni www.googleartproject.com adresi üzerinden ziyarete açan Google, dünyanın önde gelen müzelerini gezme, eserleri yakından inceleme fırsatı sunuyor. Sitede bulunan 30.000’den fazla eser, yüksek çözünürlükte görüntülenebiliyor ve kimi eserler hakkında detaylı bilgiler veriliyor. Veritabanında; sanatçı, eser, müze ve koleksiyon adı ile şehir ve ülke kategorilerine göre arama yapılabiliyor. Proje kapsamında ayrıca, ziyaretçilere kendi koleksiyonlarını oluşturma imkânı da sağlanıyor. İnternet kulanıcıları, New York Metropolitan, Berlin Alte Nationalgalerie, Amsterdam Rijksmuseum, Floransa Uffizi, St. Petersburg The State Hermitage, Madrid Museo Reina Sofia, Londra Tate Britain dahil pek çok müzeye erişim imkanını elde ediyor.
paylaş:

insidious (2010)


Yönetmen: James Wan
Senaryo: Leigh Whannell
Oyuncular: Patrick Wilson, Rose Byrne, Ty Simpkins
Tür: Korku | Gerilim
Yıl: 2010
Süre: 103 dak.
Ülke: ABD, Kanada
Dil: İngilizce
Ödül: 6 adaylık
IMDb puanı: 6.8/10
Metascore: 52/100

Üç çocuk sahibi Josh ve Renai çifti klasik aile yapısında kendi yağında kavrulan bir birliktelik yaşarler. Josh çalışıp evine para getiren bir baba, Renai ise evi çeki düzene sokan, çocuklara bakan bir annedir. Yeni taşındıkları evlerinden günler su gibi akıp giderken garip olaylar bir anda patlak vermeye başlar. Josh evinden uzak olduğu sürece kafasını dinlerken genellikle çileyi çeken Renai olacaktır, son dem olarak çocuklarından biri uyanmamak üzere uykuya dalınca iş çığırından çıkar. Tıpta herhangi bir komplikasyon oluşmamış olsa da bir çare yoktur, beklemek de sinirleri tepeye çıkarır.
Renai ise evde durduğu sürece garip nesneler görmeye başlamıştır, hayaletler evlerini sık sık ziyaret etmektedir ve her defasında Josh’u bu fikre inandırmakla uğraşır.


Bir süre sonra çocuklarının hasta olmadığını aslında astral seyahat yaptığını öğrenirler. Karanlıktan, kabustan, daha doğrusu korkulması gereken herhangi bir şeyden korkmayan çocukları uykusunda başka boyutlarda gezinir ve bunların gerçek olduğunu düşünmektedir, korkmadığı için ve hayal olduğunu düşünmediğinden uykusundan uyanmaz. Josh’un annesi bu duruma el koyar ve medyum tipli birini eve çağırır. İki çalışanıyla olayı çözmeye çalışan medyum, evi ziyaret eden hayaletlerin uykusundan uyanmayan çocuğun bedenini kılıf gibi gördüklerini ve ona sahip olmak için uğraştıklarını öğrenir. Tek çözümün çocuğu uyandırmak olduğunu söyler, uyanması için ise çocuğun o anda gezmekte olduğu evrene birinin gidip, olayları ona açıklaması ve onu geri döndürmesi gerekmektedir. Bu iş için ise en uygun aday babadır, çünkü küçükken aynı sorunu o da yaşamış fakat olay kapandıktan sonra tüm deliller ortadan kaldırılarak olayı unutması sağlanmıştır.


Baba da astral yolculuğa çıkar ve olaylar daha da büyür.
Korku gerilim filmi dendiğinde eğer bir kriter varsa bu kategorideki filmi iyi yapan, o da teknik konuların haricinde izleyeni germesi ve korkutmasıdır kanımca. Hal böyle olunca korkutmayıp yer yer güldüren bir korku filmini izleyince insan ister istemez filmi kötüleyebiliyor. Açıkçası çoğu sosyal platformda her ne kadar çok beğenilip, izlenmiş olsa da, tavsiye edilip kokuttuğu söylense de aynı fikirde olduğumu söyleyemeyeceğim. Korkutma meselesi ekrana dikilmiş gözlerin bir anda ekranın orasından burasından fırlayan nesneden kaynaklanıyor yalnızca, klasikleşmiş korku öğeleri de yok değil, kimin çaldığı belli olmayan kapı ya da kendiliğinden açılıp kapanan kapılar, bazı eşyaların zaman içerisinden yer değiştirmesi, garipten gelen sesler, çocukların korkunç resimler çizmesi vs.
Hal böyle olunca diğer basit korku filmlerinden ne farkı kalıyor diye sormak geçiyor içimden. Yine de keyifli dakikalar da geçirmedim değil izlerken, ortala bir korku filmi diyerek de durumu kotaralım.
Siz yine de izleyin, kendi kararınızı kendiniz verin.
fragmanı izle
paylaş:

hardcore will never die, but you will | mogwai


“Bence insanların çoğu, odaklanacak şarkı sözüyle karşılaşmamaya alışık değiller. Şarkı sözleri bazı insanları gerçekten rahatlatıyor. Bana kalırsa bu kimseler şarkıya eşlik etmeyi seviyorlar ve bu işi bizim şarkılarımızla yapamayınca da biraz canları sıkılıyor” diyerek müzik olgusunun kendilerine göre nasıl olması gerektiğini alttan alta dinleyiciye söylemeye çalışan Stuart Braithwaite, Glasgow İskoçya’da kurulmuş, enstrümanların derin tınılarının içe işlediği müzik türü Post-Rock’ın en tanınmış ve bu türü en iyi işleyen müzik grubu Mogwai’nin kurucularından biri, diğeri ise Dominic Aitchison.
2011 yılında piyasaya sürülen ve düşündüğüm kadarıyla en iyi albüm isimleri listesinde üst sıralarda olması kaçınılmaz olan bir isme sahip olan albüm grubun 7. albümü.
Üzerinde çok konuşulması gereken bir albüm niteliği taşımakta, mevzu bahis post-rock olunca -ki yanlış hatırlamıyorsam röportajın birinde kendilerinin post-rock etiketi altında görmediklerini belirten cümleler kullanmışlar, çok okuyup çok dinlemek mi gerekli, üzerinde beyin fırtınaları mı koparmak lazım yoksa bilgi sahibi olmak/eleştirmek adına işin ehli mi olmak gerekli pek bilemiyorum, işin aslı Mogwai eleştirisi yapmak ya da konuyu daha da genişletirsek post-rock eleştirisi yapmak işin “iyi” anlamak lazım. Yerinde kullanılacak sözcüklerin seçimi bile zorken albüm eleştirisi hele hele böyle bir grubun eleştirisini yapmak zor geliyor. Ama kısaca diyebiliriz ki Mogwai’nin belki de en iyi albümü, söylemek çok kolay olmuyor takdir edersiniz, en azından diğer albümlerine kıyasla en farklı albümü olduğunu rahatlıkla vurgulayabiliriz.
Albümde yer alan parçaları dinlerken şayet düz mantıkla şarkı kendi içine dinleyici çekebiliyorsa -ki bu albümdeki tüm parçalar bu özelliğe sahip, parçaların iyiliğinden söz etmek kolay oluyor. Bir defa gitar tonlamalarını hissetmek insana hiç bu kadar mutluluk getirmemişti. Bahsi geçen mutluluk yamacında hüznü de barındırmıyor değil, demek istediğim anlaşılmıştır umuyorum.
Yerinde sekmediğin bir kez daha gösteren Mogwai, dinlemekten bıkılmayan bir grup, hem neden bıkılsın ki?
Bir süre önce grup adına bir top 10 listesi hazırlamıştık, uğrayıp bakabiliriniz. Albümün last.fm sayfasına da buradan ulaşabilirsiniz. Aşağıda albümde bulunan parçalar mevcut, belki defalarca San Pedro’yu dinledik durduk, facebook sayfamızda paylaştık. Bu kez ise albümden farklı bir parçayı paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz. İyi dinlemeler.

1. White Noise
2. Mexican Grand Prix
3. Rano Pano
4. Death Rays
5. San Pedro
6. Letters To The Metro
7. George Square Thatcher Death Party
8. How To Be A Werewolf
9. Too Raging To Cheers
10. You’re Lionel Richie 

paylaş:

23. ankara uluslararası film festivali ödülleri


MEB Şura Salonu’nda 22 Mart akşamı düzenlenen kapanış töreninde festival ödülleri sahiplerini buldu.

En İyi Film - ‘Entelköy Efeköy’e Karşı’ – Yüksel Aksu

Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü - ‘Aşk ve Devrim’ – F. Serkan Acar

En İyi Yönetmen - Yüksel Aksu (Entelköy Efeköy’e Karşı)

En İyi Kadın Oyuncu - Nesrin Cavadzade (İki filmiyle: Güzel Günler Göreceğiz ve Yangın Var)

En İyi Erkek Oyuncu - Osman Sonant (Yangın Var)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Gizem Erdem (Canavarlar Sofrası)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Ayberk Pekcan (Aşk ve Devrim)

Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü (özgün ya da uyarlama) - Yüksel Aksu (Entelköy Efeköy’e Karşı)

En İyi Görüntü Yönetmeni - Deniz Eyüboğlu Aydın (Canavarlar Sofrası)

En İyi Sanat Yönetmeni - Elif Z. Taşçıoğlu (Nar)

En İyi Özgün Müzik - Barış Diri (Canavarlar Sofrası)

En İyi Kurgu - Erkan Erdem (Yangın Var)

Umut Veren Yeni Yönetmen - Ramin Matin (Canavarlar Sofrası)

Umut Veren Yeni Kadın Oyuncu - Ayşe Bosse (Entelköy Efeköy’e Karşı)

Umut Veren Yeni Erkek Oyuncu - Gün Koper (Aşk ve Devrim)

SİYAD Jürisi Ulusal Uzun Film Ödülü - Canavarlar Sofrası



Ulusal Belgesel Film Yarışması


En İyi Belgesel Film  - Öğrenci

‘Cneydo’  Hüdai Ateş



En İyi Belgesel Film  - Profesyonel

‘Geçmiş Mazi Olmadı’ – Mehmet Özgür Candan



Seçiciler Kurulu Özel Ödülü

‘Canbaz’  – Sedat Aygün



Ulusal Kısa Film Yarışması


En İyi Kurmaca

‘Ali Ata Bak’  – Orhan İnce



En İyi Deneysel

‘İnfantil Amnezi’ – Can Mengilibörü



En İyi Canlandırma

‘Magnus Nottingham’ – Ayçe Kartal


Seçiciler Kurulu Özel Ödülü

‘Kız Çocuğu’ – Hakan Berber


paylaş:

sokak sanatı: söylenecek çok şey var

Aslında çoğu zaman düşünceleri ifade etme şekli olarak konuşmaktansa yazmayı, çizmeyi seçeriz. Bu savunduğumuz fikirden çekindiğimiz anlamına da gelmez, söyleriz de fakat işin içine renkler girdiğinde fikirler düşten gerçekliğe doğru yol alır.
Bir süre önce Sokak Sanatı: Anlatacak Çok Şey Var adlı içeriğimizde internetin orasından burasından topladığımız eserleri gösterdik, şimdi paylaşacaklarımız ise streetartutopia.com adresinden seçtiklerimiz.
Keyifli dakikalar.
(İlk fotoğrafın üzerine tıklayarak daha yüksek boyutta tüm fotoğrafları inceleyebilirsiniz.)























paylaş:

12. uluslararası izmir film festivali


12. Uluslararası İzmir Film Festivali 21-28 Nisan 2012 tarihleri arasında körfezde yeniden sinema rüzgârları estirecek.

Köklü tarihsel geçmişi, kültürel mozaiği ve farklı kültürleri bir arada barındıran yapısıyla tanınan İzmir, sinema dünyasını yeniden ağırlayacak.
Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Füzün tarafından yapılan açıklamada Uluslararası İzmir Film Festivali’nin, 21-28 Nisan 2012 tarihleri arasında düzenleneceği belirtildi.  1989-2000 yılları arasında “Uluslararası İzmir Film Festivali” olarak düzenlenen ve İzmir’in sinema alanında önemli bir açığını kapatan etkinlik; Başbakanlık Tanıtma Fonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İzmir Kalkınma Ajansı destekleri ve İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı ve Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü işbirliğiyle 11 yıl sonra yeniden hayata geçiriliyor.
Güçlü bir destekle ve deneyimli bir ekiple yola çıktıklarını söyleyen Prof. Dr. Mehmet Füzün yaptığı açıklamada “Festivalin, uluslararası ve ulusal çaptaki filmleri, sinema sanatçılarını İzmir halkıyla buluşturmayı, gelişen sinema sektörüne genç yetenekleri kazandırmayı, perdelere yansıyamayan eserlerini izleyiciye ulaştırmayı amaçladığını” belirtti. Prof. Dr. Füzün, “Uluslararası Festivalin sadece İzmir’e değil, Ege Bölgesine, Türkiye’ye ve Dünyaya hitap edeceğini ve böylelikle Expo 2020’ ye de hazırlanan güzel İzmir’i bir kültür odağı haline getirmeyi" hedeflediğini vurguladı.
Programında ulusal uzun metraj film yarışması, kısa film ödülleri, dünya sineması örnekleri, yurtdışından üniversitelerle sinema çalışmaları, atölyeler, sergiler ve söyleşiler yer alacak olan Festivale ilişkin bilgi ve başvuru formlarına www.izmirfilmfest.com adresinden ulaşılabilir.
paylaş:

akbank 8. kısa film festival'inde sonuçlar belli oldu


Akbank 8. Kısa Film Festivali'nin yarışma bölümüne başvuran 372 film arasında yapılan değerlendirme sonucunda, "En İyi Kurmaca Film Ödülü"nü "Sessiz" ile L. Rezan Yeşilbaş, "En İyi Belgesel Ödülü"nü ise "Ben Geldim Gidiyorum" ile Metin Akdemir kazandı.

En İyi Kısalar Açıklandı!

Akbank 8. Kısa Film Festivali jürisi, her yıl olduğu gibi bu yılda üç farklı kategoriden oluştu. "FESTİVAL KISALARI" bölümüne katılan eserler; Belgesel Yönetmeni Emel Çelebi, Kurgucu Bora Gökşingöl ve Yönetmen Selim Evci'den oluşan ön eleme jüri kurulu tarafından değerlendirildi.

Kurmaca Kategorisi Jüri Kurulu bu yıl; Yapımcı Zeynep Özbatur, Oyuncu Uğur Polat, Sinema Yazarı Cüneyt Cebenoyan, Yönetmen Seren Yüce ve Akbank Sanat Müdürü Derya Bigalı'dan oluşuyordu. Festival'in "En İyi Kurmaca Film" ödülünü L. Rezan Yeşilbaş "Sessiz" ile kazandı.

Yazar Yekta Kopan, Belgesel Yönetmeni Ethem Özgüven ve Aysim Türkmen, Gazeteci ve Sinema Yazarı Burçak Evren, Akbank Sanat Müdürü Derya Bigalı'dan oluşan Belgesel Kategorisi Jüri Kurulu tarafından yapılan değerlendirme sonrası Festival'in "En İyi Belgesel" ödülünü "Ben Geldim Gidiyorum" ile Metin Akdemir kazandı.

"En İyi Kurmaca Film" ödülünü kazanan L. Rezan Yeşilbaş ve "En İyi Belgesel Film" ödülünü alan Metin Akdemir 8.000 TL ile ödüllendirildi.

Ayrıca Serhat Karaaslan "Musa" ve Orhan İnce "Ali Ata Bak" filmleriyle "Kurmaca Mansiyon"; Okan Avcı ise "Kadim" filmi ile "Belgesel Mansiyon" ödülünün sahibi oldu.

Bu yıl ikinci kez gerçekleştirilen "Seyirci Özel Ödülü"nün sahibi ise Sessiz filmiyle "En İyi Kurmaca Film" ödülünününde sahibi olan L. Rezan Yeşilbaş oldu.

Festivalin ödül töreni ve kapanış partisi, 29 Mart 2012, Perşembe akşamı Doğa Rutkay'ın sunuculuğunda Akbank Sanat'ta gerçekleşti. Sinema camiasının önde gelen yönetmen, oyuncu ve tanınmış isimlerinin katıldığı törende festivalin "KISADAN UZUNA" bölümünün konuğu yönetmen Ümit Ünal'a ve "BELGESEL SİNEMA" bölümünün konuğu Can Dündar'a ve "DENEYİMLER" bölümünün konuğu Almanyalı genç görüntü yönetmeni Sebastian Wiegärtner'a teşekkür plaketleri verildi. Ödül töreninin sonrası "En İyi Kurmaca" ve "En İyi Belgesel" filmlerinin özel gösterimi yapıldı.

akbanksanat.com 
paylaş:

gösterime giren filmler | 30 mart


Titanların Öfkesi
Wrath of the Titans
Yapım yılı : 2012
Gösterim Tarihi : 30 Mart 2012
Filmin Türü : Fantastik,Macera,Aksiyon

Tanrılar ve Titanlar arasında üstünlük mücadelesi başlamıştır. Tanrılar, insanların sadakatsizliği yüzünden tutsak Titanlar ve vahşi liderleri Kronos üstündeki kontrollerini kaybetmektedirler. Kraliçe Andromeda, Argenor ve Hephaestus’un yardımlarıyla Perseus ve Zeus’u kurtarmak, Titanları devirmek ve insanlığı kurtarmak için yeraltı dünyasında arayışa başlar.




Büyük Mucize
Big Miracle
Yapım yılı : 2012
Gösterim Tarihi : 30 Mart 2012
Filmin Türü : Romantik,Dram

Türü tehlikede olan bir gri balina ailesinin Kuzey Kutup Dairesi’nde hızla oluşan buzullardan kurtarılması gerekmektedir. Küçük bir kasabanın yerel televizyon haber kanalı muhabiri Adam Carlson ile onun eski sevgilisi, bir Greenpeace gönüllüsü olan Rachel Kramer, kendilerine engel olmak isteyen süper güçlere karşı bir araya gelerek mücadeleye başlarlar.




Şansa Bak
50/50
Yapım yılı : 2011
Gösterim Tarihi : 30 Mart 2012
Filmin Türü : Komedi,Dram,Biyografi

Radyo programları için metin yazarlığı yapan 27 yaşındaki Adam, nadir görülen bir kanser türüne yakalanmıştır. En iyi dostunun, annesinin ve kanserle mücadele derneğindeki terapistinin yardımlarıyla, Adam hayattaki en değerli şeyleri yeniden keşfedecektir...





Kaos: Örümcek Ağı
Yapım yılı : 2012
Gösterim Tarihi : 30 Mart 2012
Filmin Türü : Aksiyon

Türkiye'yi hem yurt içi hem yurt dışından gelebilecek tehditlere karşı koruma amaçlı kurulan gizli bir yapı olan Ulusal Güvenlik Teşkilatı'nın (UGT) bu sefer ki görevi oldukça tehlikeli ve risklidir. Zira ülke ciddi bir tehditle karşı karşıyadır ve ekibin sadece 48 saati vardır.
Mücadele ettikleri düşman ise oldukça güçlü ve teşkilatın adım attığı her yerde konuşlanmış durumdadır. Ülke güvenliği için UGT ajanları ile işbirliğinde olan SAT Komandosu Yzb. Mete Öztürk yaklaşan tehlikeyi engellemekle görevlidir.



Mirror Mirror
Yapım yılı: 2012
Gösterim tarihi: 30 Mart 2012
Tür: Komedi, Dram, Macera

Film, kötü niyetli bir cadının (Julia Roberts), güzeller güzeli Pamuk Prensesi (Lily Collins) sürgüne gönderip, krallığın başına geçmesini mizahi bir dille aktarıyor. Filmde Pamuk Prenses, ormanda tanıştığı Yedi Cüceler'in yardımıyla tacını geri almayı uğraşırken; Kötü Kraliçe, Prens Andrew'u (Armie Hammer) kendisine aşık edip, evlenmeye çalışıyor.







(sinema.mynet.com)
paylaş:

yağmur dindi


Elimizi istemsiz bir şekilde ışığa doğru götürdüğümüzde tek derdimiz kendimizmiş gibi davranmaya çalışıyor, en önemlisi değil mi, tüm dünya etrafımızda dönüyor gibi ve biz her şeyi bir kenara itip asıl varlığımızın sorunlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Çocukluğumuza dönüyoruz, bir düş çürüğünü hatırlar gibiyiz, yalnızız, kimse bize yardım edemez, ağrımız şakağımıza vurmuş, gökler gümbürdüyor. Kendi başımıza olduğumuzu ağladığımız zaman fark ediyoruz ve görüyoruz ki kendimizden başka kimsemiz yok.
Kovuğu doldurmayacak bir hayatımız var bizim, geçmişten arta kalan süpürge tellerini kuşlara yem etmek için uğraşıyoruz, aslında tek amacım biraz allak bullak etme meselesi akılları, sözcük oyunlarıyla algı karıştırma ve biraz da sarhoş etmek, lakin tek amacım buysa şayet mezarımı tek başıma sırtımdan terler boşanırcasına kazarım.
İstemek çoğu zaman bencillikmiş gibi geliyor insana, yüzüne vuruluyor ve sırf adettendir diye dinlemekten de vazgeçilmiyor, sonrasında geçilecek dalgaların hatırına.
Kaç dakika geçti hayatımızdan, susadığımızın farkına vardık mı, anlaşılmazlık için bu kadar çaba gösterdiğimiz harfler uğruna hayatımızdan kaç saniyemizi çaldık, kim bilir, zaman sürekli akıp gidiyor ve benzetmelerle bu durumu abartmaya bile gerek duymuyorum.
Acizlik, değer verme, sahiplenme… bir anda yitiveriyor. 
paylaş: