mutsuz ve aşksız bir adamdım


   Yaşıtlarımın aksine beni anlatan kelimeler ‘’mutlu ve huzurlu, romantik aşık, düşünceli şövalye, İspanyol sör, ahahaha çok mutluyum, ay hiç güleceğim yoktu ecemsu…’’ gibi umut dolu, sevgi dolu, statü dolu kelimeler değildi. ‘’Trango’’, ‘’tırt’’, ‘’tiriviri’’ gibi bu hayatta hiçbir şeyin karşılığı olmayan kelimelerdi, beni anlatan kelimeler. Çünkü dünyadaki statümde buydu. Ben, arkadaş ortamındaki tiriviri insandım. Sınıfın en tırt insanı bendim. Trango’lukta üzerime yoktu… Daha küçük yaşlarda bir ergen olmama rağmen hayat üzerime doğru bile gelmiyor, benden fellik fellik kaçıyordu. Belki üzerime gelse bir güzel döğüşeceğiz; ama üzerime üzerime dahi gelmeyen bir hayatım vardı.
   Hayat benim üzerime gelmiyordu. Hayat; Kaan’ların, Buğra’ların, Melih’lerin üzerine geliyordu. Böylece Kaan’lar depresyona girebiliyor, insanlar onların çevresinden ayrılmıyor; ilginin, sevginin, ‘’oh, yoo, sadece başım ağrıyor Zeynepçiğim’’ diyerek Zeynep’lerin gönlünü çalabiliyordu bu şekilliler ordusu… Sorun buydu işte. Kendisi için özel olduğum birisi yoktu şu hayatta. İhtiyacım olan tek şey ilgiydi, sevgiydi… Sosyal Medya diye hitap edilen yerlerde taraflı tarafsız herkesin bu sözcüğü kullanan insana karşı yaklaşımı değişiyor, onu seviyordu. Evet dostlarım, doğru bildiniz. Bana lazım olan şey ‘’ego tatminiydi’’.
   ‘’Bir sevgilim olsundu, hiç sahip olmadığım keskin zekâm hakkında sağda solda atıp tutsundu.  Vücudumun neresinde dahi bulunduğunu bilmediğim adonislerimden bahsetsindi. Kapkara gözlerim hakkında millete ‘hüzünlenince yeşile çalıyor ama romantikleşince mavileşiyor, düşünceli olduğu zamanlardaysa elalaşıyor’ diye bahsetsindi. Okuduğum tek yazar Umut Sarıkaya olmasına rağmen sağda solda edebiyat bilgim hakkında ‘en sevdiği yazarlar; George Orwell, Stendhal, Albert Camus, Sartre ve Yusuf Atılgan’ desindi. Sinema bilgisi sadece Recep İvedik üçlemesi üzerine kurulu bir insan olmama rağmen insanlara sinema zevkim hakkında ‘İngmar Bergman sinemasının en iyi ürünlerinden biri olan Det Sjunde İnseglet üzerine tezler hazırlamakta, arkadaşlarıyla toplanıp kritiklerini yapmakta’ desindi’’ diye düşünmüştüm, İstiklâl’e giden halk otobüsünün içinde. İçimde iflah olmaz bir ‘’hemen sevgili bul’’ hormonu yeşermiş, adeta tüm benliğimi sarmıştı. Büyük bir sevgili arayışı içersindeydim. Nereye gideyim, kimlere başvurayım, nerelere ağlayayım bilemiyordum. Beynimdeki nöronlar dahi ‘’sevgiliiğhh sevgiliiğhh’’ diye ağlıyordu resmen.
   Haftalar sonra bu uğraşımdan hiçbir sonuç çıkmayınca bende umutsuzluğa kapılmış, geç saatlere kadar sokaklarda zağar gibi sürtmeye başlamıştım. Her aşksız ve sevgisiz insan gibi benimde elimden içkiler düşmüyor, dudağımdan sigaralar eksilmiyordu. Kendime kanlı canlı bir sevgili bulamadığım her anda iyice dibe çöküyor, sigaramdan bir fırt daha çekiyordum. İşte bu sigaramdan bir fırt çekeceğim anlardan birisinde sigaram dudağımdan düşmüş ve yokuş aşşa yuvarlanmaya başlamıştı. Son sigaramdı ve yeni yakmıştım. Dengesiz dengesiz arkasından koşup sigaramı yakalamaya çalıştım. Tam sigaramı eğilip alacağım anda yerçekimi kanunu devreye giriyor, sigaramı adeta dünyanın merkezine doğru çekiyordu. Sonunda sigaramı sol ayağımla durdurabilmiştim. Sigarayı eğilip aldığımda sünger kısmında eser miktarda sakız kalıntıları, bolcana kıl, tüy ve bilumum sokak pisliğiyle karşılaşmıştım. Hava bozmaya başlamıştı. Mutsuz ve aşksız bir adamdım. Yağmur yağmaya başlayınca ‘gözyaşlarım yağmurda belli olmaz’ diyerekten hönküre hönküre ağlamaya başladım, boş sokaklarda koşarak.
   Hönküre hönküre sokaklarda koşuyordum. Başımı öne eğmiş, koşarak feryat figan ağlıyordum. İşte tam bu sırada önümdeki direği göremeyince bodoslama girdim direğe, beynimin sağ ve sol loblarının yer değiştirdiğini hissettim adeta. Bayılmadan önce gördüğüm tek şey kafası beyaz vücudu kahverengi bir güvercinin ‘’gururuk gururuk’’ diye yanıma konuşuydu…
   Nereden baksan 12 saattir boş arazide uyuyordum. Bir Allah’ın kulu gelip de uyandırmamıştı beni. Üşüyordum ve üstüm başım çamur içersinde kalmıştı. Üzerimi temizlemeye çalışırken bayılmadan önce gördüğüm kuş ‘’fata fata fata’’ diye ilerideki taşa kondu. Ağzında büyükçene bir ekmek vardı. Taştan inip kafasını ileri doğru ite ite yanıma geldi. Ekmeği ayağıma bıraktı ve ‘’gururuk gururuk’’ dedi. Etrafa bakınmaya başladı. Bu sırada ben yine ağlamaya başladım. İşte bu kuş bana gerekli olan sevgiyi verebilmişti. Bu kuş, bu güvercin beni karşılıksız seviyordu ki, bana ekmek getirmişti. İyice hönküremeye başlayınca kuş havalanıp birkaç tur attı ardından yine yanıma kondu. Gözyaşlarımı silip kuşu da yanıma alarak evimin yolunu tuttum. O artık benim kadim dostum olacaktı.
   Aradığım sevgiyi ben bu güvercinde bulmuştum dostlarım. Haftalar geçmiş ve biz her geçen gün aramızdaki dostluğu titanyumdan yapılmış kapılar gibi güçlendiriyorduk. En büyük sırlarımı güvercinime, Ercüment’ime anlatıyordum. Ercüment ismini kendiside benimsemişti. Ne zaman Ercüment desem omzumda bitiyordu. Biz çok iyi dost olma yolunda emin adımlarla ilerliyorduk.
    Yediğimiz içtiğimiz birdi. Zaten Ercüment’in öyle büyük istekleri de olmuyordu. 1 kilo pirinç koysam önüne onu da yerdi, ıslak ekmek koysam onu da yerdi. Masrafsız, on numara bir kişilikti Ercüment. Ercüment’le tanışmadan önce yaşamım Radiohead’in Exit Music isimli parçası kadar umutsuzcaydı. Şimdiyse ‘’kop kop’’ ve ‘’dıppdıss dıppdıss’’ adı altındaki bütün müzikler yaşamımı özetliyordu.
   Güvercinlerin ne kadar zeki hayvanlar oldukları anlatan bir belgesel izlerken Ercüment de bir sıkıntı sezmiştim. Ne televizyona bakıyor ne de omzuma konup kendisine ‘’mucks mucks, ercümentim benim’’ dememe izin veriyordu. Haklıydı. Kaç haftadır evden dışarı çıkmıyorduk. Hemen üzerimi giyinip Ercüment’i de yanıma alıp kendimizi dışarıya attık.
   Ercüment’in uçmayı unutmasından korkuyordum. Birkaç denemeden sonra yine uçamayınca tuttum kendisini havaya fırlattım. ‘’Kartallar yükseklerde uçar ercüüüğğ ezehehe ezehehe’’ dedim arkasından ve gazımla birlikte çanak antenlerin arasından uçmaya başladı.
   Kâh Ercüment’i izleyip uçuşuna hayran kalıyorum, kâh aramızdaki sıkı dostluğu aklıma tekrardan getirip ‘’ bundan sonra teravihleri kaçırmıycam lan’’ diyordum. Ercüment’in uçuşuna hayran kaldığım anlardan birinde bi an için Ercü’yü gözden kaçırmıştım. Birkaç melodik ıslık çalarak Ercü’ye ulaşmaya çalışıyordum. Kısık bir gururuk duymuştum. Melodik ıslığımı biraz daha uzun tutarak tekrar şansımı denedim, Ercü bir cafe’den ‘’fata fata fata’’ diye havalanıp ‘’cukss’’diye omzuma kondu. Hiç ses çıkarmadan kafasını ileri doğru itip duruyor, beni kafenin içine götürmek istiyordu. ‘’lan ercüü, kesin bana kız buldun değil mi? La şu iş bi gerçekleşsin… Hay senin daşşanı yesinler bee ercüüüüğ’’ dedim ve koşarak hayatımın aşkını bulmayı umduğum kafeye doğru gittim.
   Sonuç hüsrandı dostlarım. Kafenin içi bomboştu. İki tane tavla atan emekli memurun dışında hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Ercü’nün beni neden buraya getirdiğini düşündüm, bir şey bulamadım. O gün kafam biraz az çalışıyordu. Tam Ercü’yle göz teması kurmak ve kendisine ‘’bugün menemen kavanozun içinde uyuyacaksın Ercü’’ bakışı atmak için omzuma bakındım ki, Ercü omzumdan havalanıp ilerdeki kafeste bulunan bir başka güvercine aşk şarkıları söylüyor, kanatlarını sonuna kadar açıp güç gösterilerinde bulunuyor; dişi güvercini etkilemek adına bir sürü şekilli şekilli hareketler yapıyordu.
   Bir koşu emekli amcaların yanına gidip olayı anlattım. Tavlada kazanan amcanın mutluluğu adeta bana da geçmiş, sırıta sırıta olayı anlatmıştım emekli amcama. Güler yüzlü bir şekilde masadan kalktık ve kafesin kapısını açtık. Gövdesindeki lekeleriyle adeta kübist bir tabloyu andıran dişi güvercin ve Ercümentçiğim birbirlerinin üzerlerinde tepiniyor, birlikte aşk şarkıları söylüyorlardı.  Hiç vedalaşmadan ve yine ağlayarak ortamı terk ettim. Ercüment hayatının aşkını bulmuştu. Artık kendisiyle serseriler gibi sokaklarda gezemeyeceğim aklıma gelince bir kez daha hönkürmeye başladım. Uzun süredir içmediğim Viceroy marka çok ucuz ve içi talaşlarla dolu sigaradan alıp evimin yolunu tuttum.
   Bakkaldan çıkmış, hüzünlü bir şekilde evime doğru giderken sigaramı yakmaya çalışıyordum. Kibriti yeniden alevlendirmeye çalışırken yeşil gözlü, sarı saçlı, çok güzel bir kızla çarpışmak üzereyken birkaç kıvrak hareketle çarpışmayı adeta iptal ettim. Önce bakıştık. Sonra gülüştük. Ardından ‘’eğer çarpışsaydık bu boyalar hep üzerime dökülecekti’’ dedi. Sonra ağzımdaki talaş dolu viceroy’u alıp attı ‘’al muratti iç’’ dedi. Güzel bir çakmak çıkartıp sigaramı da yaktı. Güzel kızdı. Artık beni anlatan kelimeler ‘’tiriviri’’ ve ‘’trango’’  gibi kelimeler değildi. Ercüment sağolsundu.

 Görseli buradan aşırdık.
   
paylaş:

0 YORUM:

Yorum Gönder